Tenkit Hastalığı ve Sevgi Okulları

Tenkit Hastalığı ve Sevgi Okulları
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

SORU : Özellikle de bazı yerlerde yıllanan insanların hemen herkesi ve yapılan her işi tenkit etmeleri bir hastalık mıdır? Tenkitte ölçü ne olmalıdır?


CEVAP : Sorunuzda, bir yerde uzun zaman kalanlar manasına “yıllanan insanlar” tabirini kullandınız. Aslında, yıllanmışlık, bulunulan yer ve yapılan iş itibariyle bir mümârese (alışma, uzmanlaşma) vesilesidir; daha arızasız, verimli ve becerikli çalışma hesabına bir şanstır. Çünkü, tecrübe yıllanmışlıktan çıkar; uzun süre aynı vazifeyi yapan bir insanın, hem gözü hem eli ve hem de dimağı o işe alışır. Evet, yıllanmışlığın, çevreyi iyi tanıma, işi tam öğrenme, o sahada alternatifli düşünebilme ve daha isabetli kararlar verme gibi avantajlı yanları vardır. Fakat insan, bulunduğu yerde ve işte geçen senelerin getirdiği bu türlü avantajları ve yararlı mümâreseleri elde edeceğine kıdem mülahazasına takılır kalırsa, arkadan gelenleri küçük görme ve herkese tepeden bakma gibi bir hastalığa yakalanır. Dahası, ülfet ve ünsiyete mübtela olur; kendini yenileyemez, yeni hamleler yapamaz. İşin aslına ve özüne bağlı kalmanın yanı başında, şartları, konjonktürü ve içinde bulunulan zamanı hesaba katarak meselelere farklı bakış açılarıyla yaklaşma şeklindeki yenilenme cehdinde bulunmayınca da ülfet ve ünsiyete yenik düşer.


Öyle bir insanın hâli yorgun bir memuru hatırlatır; o, her gün aynı şartlar, aynı ortam ve aynı işlerle karşı karşıyadır; kendisi de bezgin, tedirgin ve hâlsizdir. Hatta, dairesinin kapısını açtığı zaman ellerini ters tarafından ağzına kapatır, bir kapalı esneme geçirir, saçını karıştırır, yüzünü ovalar ve “Ooof be, bu hayat da bir türlü bitmiyor!..” der gibi masanın başına gider. Sandalyesini çekerken hâlâ tereddütlü bir hâli vardır; otursa mı, oturmasa mı diye düşünüyordur. Sonunda oturur, evrakları karıştırır, sonra kalkar gibi yapar, gayr-i irâdî tekrar oturur. Neden bu kadar bezgin ve yorgundur o? Çünkü, her gün karşısında bulduğu aynı mekan, aynı aksesuar, aynı masa, aynı dosyalar, aynı evrak, aynı iş.. ve kendisi de vazife aşkından mahrumdur. O işi hakkıyla eda etme, yeni bir ufka götürme ve daha faydalı olma aşkı yoktur gönlünde.. mensub olduğu millete bir şeyler kazandırma sevdasını hiç tatmamıştır. Dolayısıyla da, ülfet ve ünsiyet onu çökertmiş ve bir enkaz haline getirmiştir. Artık onun ruhunda bir bıkkınlık, bir bezginlik ve bir yorgunluk hâli hükümfermâ olmuştur.


İşte öyle insanlar, her sene biraz daha eskir ve zamanla çürür giderler. Hatta çürümekle de kalmaz, kokuşmuşluktan hasıl olan kerih kokularını etrafa yaymak suretiyle başkalarını da rahatsız ederler. Evet, çürümenin de bazı kötü neticeleri vardır. Çürüyen bir insan, âlemi de kendisi gibi görür, kendi ruh adesesiyle bakar herkese. Kendisi tembeldir, miskindir, işleri başkasından beklemektedir. Halk ifadesiyle, işlerin tıkırında yürümesini arzu etmektedir ama tıkır-tıkır yürüme adına kendisinin hiçbir gayreti yoktur. Fakat, o işlerin aksamasında bazı kimselerin kusurlarının olduğunu düşünerek atf-ı cürümlere girer, şunu-bunu suçlar ve herkeste kusur araştırır.


Tenkit hastalığı bazen çok çalışkan ve işkolik insanlarda da olabilir. Onların mesâi anlayışlarında belli bir takvim ve saat hesabı yoktur, gece-gündüz çalışırlar; başkalarının da kendileri gibi ölesiye çalışmalarını isterler. Ne var ki, bayılıncaya kadar çalışan bu tür insanlar azdır; eğitim gönüllüleri arasında çok çalışan insanların sayısı azımsanmayacak kadardır ama yine de azdır. Dolayısıyla, herkesin kendisi gibi çalışmasını isteyen kimselerden de tenkitçi insanlar çıksa bile münekkidlerin büyük çoğunluğunu yıllanmış insanlar oluşturur.


Ayrıca, tenkitçilerin çoğunda, herkesle aynı hızda koşamamanın ezikliği vardır ve bu eziklik onları şikayet ve tenkitlere itiyordur. Bazı özel menfaatleri, şahsî çıkarları ve hususî mülahazaları ayağına takıldığından dolayı, münekkid diğerleriyle aynı hızda koşamıyor, yol arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalıyor; bu inhiraflarını, daireden çıkışını ve arkadaşlarından ayrılışını bir ma’kûliyete bağlama cehd ve gayretiyle değişik komplekslere giriyordur. Onlarla beraber yürüyemeyince, günahı o yola yüklüyor, “Koştuğunuz yeri beğenmiyorum” diyordur. Bunların bir kısmı da, kendini dışlanmış gibi hissediyordur. Nedense arkadaşlarının mizaçlarıyla uyuşamamış, kendi gönlünce beklediği ölçüde işin içinde olamamış ve dolayısıyla hafif bir küskünlüğe girmiştir. Bundan dolayı da, içinde kendi payının bulunmadığı bir işi –o iş çok hayırlı bile olsa– tenkit etmektedir.


Yılanların Hücumu ve Sinek Isırıkları


Aslında, bir kimsenin ya da bir şeyin iyi veya kötü taraflarını, menfi veya müsbet yanlarını bulup meydana çıkarmak, ortada olanla olması gereken arasında mukayese yapmak demek olan “tenkit”, ideale yürümede bir yoldur. Müsbet manada tenkit etmek ve tenkide açık olmak ilmî esas­lardan birisidir. Ne var ki, onun da bir üslûbu, uygun bir şekli vardır. Her şeyden önce, tenkit eden kimse insaflı olmalı, söyleyeceklerini nefsi hesabına değil, Hak rı­zası adına söylemeli ve hayır mülâhazasından başka bir garazı bulunmamalıdır. Münekkid, gerçekten iyi bildiği hususlarda fikirlerini usûlünce ortaya koyarken, sahası olmayan mevzularda da susmasını ve din­lemesini bilmelidir. Ayrıca, bir tenkidi kimin yaptığı da çok önem­lidir. Damara do­kundurmayacak ve muhatabını rencide etmeyecek kimseler konuşmalı; diğerleri şahıslarına karşı tepkiden dolayı kıymetli fikirlerinin de heder olma­ması için sözü onlara bırakmalıdır ki bu da bir hakperestliktir.


Bir meseleyi tenkit eden insan perdeyi yırtacak şekilde konuşmamalı, muhataplarının kuvve-i maneviyelerini kırmamalıdır. Bildiğiniz gibi, İhlas Risalesi’nde serdedilen düsturlardan birisi de, “ Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemek” esasıdır. Evet, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki bunlar, birbirinin noksanını tamamlar, kusurunu örter. Bir fabrikanın çarkları da birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne geçip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Aksine, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, tam bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Zaten, birbirine karşı zerre kadar bir sataşma ve bir zorbalık varsa, o fabrika karışır ve ürün veremez hâle gelir. Fabrika sahibi de kuruluş gayesine hizmet etmeyen o fabrikayı bütün bütün yıkıp dağıtır.


Bu güzel misallerle tenkit kapısını kapatmaya ve talebelerini birbirlerinin faziletlerine naşir olmaya çağıran Üstad Hazretleri bir başka yerde de şöyle der: “Binler teessüf ki, şimdi müthiş yılanların hücumuna mâruz biçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüz’î kusuratı bahane ederek, birbirini tenkitle, yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına yardım ediyorlar.”


Evet, özellikle de yıllanan ve tecrübe kazanan insanlar, diğerlerinin sa’ye şevkini kırmamalı, bilakis, onları aşk u şevkle kanatlandırmaya çalışmalı. Belki her gün, onların çalışma isteklerini şahlandıracak ve vazifeye karşı heyecanlarını coşturacak farklı bir üslup geliştirmeli; tenkit edeceği hususlar varsa onlarda da gayet yumuşak ve yapıcı olmalı. Bir vazifede yıllanan ve kıdem sahibi olan insanların geçen yıllara ve tecrübelerine rağmen büyüklük hisleri artmamalı, tahakküm duyguları şişmemeli, enaniyetleri büyümemeli, ağabeylik mülahazaları genişlememeli; aksine millete hizmet aşk u şevkleri daha fazla coşmalı. Yapılacak bir iş varsa en önde o tecrübeli insanlardan biri çatlayasıya koşmalı ve gerekirse arkadakiler demeli ki, “Yaşına göre biraz fazla değil mi bu hız ve gayret?” Başkaları onlara biraz nefes aldırmaya çalışmalı ama onlar örnek olma konumunda bulundukları için hep önde koşmaya devam etmeli.


Koşarken Ölme Arzusu


Bizden önceki vazife adamları hep öyle yapmışlar.. güçlerini yitirecekleri, tâkatten kesilecekleri ve yatağa düşecekleri ana kadar hep koşmuşlar.. artık ayağa kalkamaz hâle gelince de arkadaşlarının yanında yer alamadıklarından dolayı üzüntü duymuş, çok mütessir olmuş ve ağlamışlar. Hazreti Halid’in ölüm döşeğindeki son anlarını ve ızdıraplarının en büyüğünün bu istikamette olduğunu hepiniz hatırlarsınız. “Ey Yermük, ey Mute, ey Halid’in günleri.. geçin gözümün önünden birer birer!..” dediğini, bir fırtına gibi arkasından koşup durduğu ölümü yatakta karşılıyor olmaktan dolayı nasıl bir inkisarla kıvrandığını bilirsiniz. Hıçkıra hıçkıra ağlayışını gören birinin “Neden ağlıyorsun?” demesi üzerine Hazreti Halid, “Vücudumda bir para kadar yara almadık yer kalmadı. Senelerce i’la-yı kelimetullah yollarında ölüm kovaladım. Fakat, işin acayibine bakın ki, şimdi burada, yatakta ölüyorum.” der ve rahat döşeğinde ölmeyi kendi adına bir utanma sebebi sayar. Evet, yatakta ölmek, dini ve milleti hesabına koşmaya alışmış bir insan için ayıptır, ârdır. Mesuliyet duygusuyla dolu bir insan yatakta ölmemeli, ölüm anında bir yatakta olsa bile o yatağı da “vazife” deyip yürüdüğü sırada, son anda bulmalı.. yıllanan insan durmamalı, o koşarken ölme aşk u iştiyakı içinde olmalı. Zannediyorum, senelere yenik düşen insanlarda ve yorgunlarda yeni bir aşk u şevk uyaracak olan da bu duygudur.


Diğer taraftan, ister devlet dairelerinde, isterse de özel teşebbüslerde, hem yıllanmış insanlara, hem de yıllanmanın bir yorgunluk ve ölüm getirmesi karşısında teyakkuz ve temkine çok ihtiyaç var. Eğer, bir yerde yıllanmışlık menfi yönleriyle işliyorsa, bir şahsın ruhunu alıp götürüyor, onu kadavralaştırıyor ve Kemal Tahir’in ifadesiyle, “yorgun asker” haline getiriyorsa, o insana bazı mükellefiyetler yüklemek lazım. Bu konuda, onlara göre daha yeni olanlara düşen vazife, saygıda hiç kusur etmemek, atıl bırakıp çürümelerine meydan vermemek, yaşlarına ve durumlarına uygun bir şekilde istihdamlarına zemin hazırlamak ve onları her zaman iştiyakla çalışabilecekleri bir ortamda bulundurmaktır. Mümareselerini ve bilgi birikimlerini başka bir alanda değerlendirmeleri için, onları yeni vazife sahalarıyla tanıştırmaları gerekir. Özellikle idareciler, kendi çevrelerindeki insanların aşk, şevk ve iştiyakla vazife yapmaları için onları büyük bir hassasiyetle yakın takibe almalı.. yani, kimler kıvamını koruyor, konumunun hakkını veriyor, bulunduğu yerde sürekli iş ve semere çıkarıyor, başkalarının aklına hiç gelmeyecek şeylerde adeta icadlar ortaya koyuyor, keşiflerde bulunuyor.. ve kimler ülfete yakalanmış, ünsiyete yenilmiş, eski şeyleri tekrar edip duruyor.. bunları iyi ayırt etmeli ve herkesi özel durumuna göre değerlendirerek onların muvaffakiyeti için gayret göstermeli. Bunu yaparken de çok müsamahalı ve sabırlı olmalı, hata ve kusurları hemen cezalandırmamalı, problemleri mülayemetle çözme yolları aramalı. Fakat, eğer bir insan bir problemi kendi başına halledemiyorsa ve onun üstünde bir şikayet mercii de varsa, gidip meseleyi ona açmalı, problemi çözmesini ondan istemeli, gıybete ve mübalağaya da girmeden “Böyle bir problem var; ben ne zamandan beri sabrediyorum, fakat sabredemeyecek insanlar da çıkabilir; bu meseleyi nasıl çözebileceğimize dair bir yol gösterseniz? Biz mi üslup hatası yaptık? Yoksa damara mı dokundurduk? Ya da o arkadaşımızın bildiği bir şey var da onu biz bilmiyor muyuz? Bu işin çaresi nedir?” demeli; demeli ve problemi samimiyetle çözme peşinde olmalı. Fakat, tenkitte gıybet, iftira ve bühtanlara asla girmemeli.. hele kat’iyen ehli dünya gibi davranmamalı…


Azıcık İnsaf!..


Duyuyor ve görüyorsunuz, bazı önyargılı insanlar “Gönüllüler Hareketi”ni tenkit etme sadedinde sürekli aynı iddiaları tekrar ediyorlar. “Organize faaliyet” diyorlar, “şuna tâlipler, niyetlerinde şu var” gibi iftiralarda bulunuyorlar. Hatta, bir milletin yüce meclisini aslı-astarı olmayan, sadece garaz, kin ve nefrete dayanan hilâf-ı vâki isnadlarla oyalayabiliyorlar. Bir meselenin araştırılmasını isterken, çoğu zaman, o meselede olumsuz bir yan bulunduğundan dolayı değil, aslında küfrün îmana düşmanlığından ve hazımsızlıktan dolayı, havayı bulandırmak için bunu yapıyorlar. Bazı kimseler, kendileri doğrudan doğruya bir müdahalede bulunamıyor; bağışlayın, karakter bakımından zayıf, alet olmaya açık kimseler buluyor ve menfaat düşkünü, çıkar sevdalısı bu karaktersizliğin çocuklarını kullanıyorlar. Bu türlü çocuk meşrep insanları zaman zaman ortaya çıkarıyor ve tekrar ber tekrar kullanıyorlar. Maalesef, bazı meseleler hakkında sordukları sorulara onlarca defa cevap aldıkları halde yine de iftira etmekten utanmayan, hep aynı şeyleri yazıp duran bir Türkiye pravdası var ülkemizde. Bunlar elli defa tekzib edilirler; iftiralarından dolayı mahkemeler tarafından cezalandırılırlar. Fakat, kaçar, adres değiştirir ve mürekkep balığı gibi izlerini kaybettirirler ama çok geçmeden başka bir yerde zuhur edip iftiralarını tekrarlarlar. Siz kalkıp en son “araştırılsın” dedikleri hususları da açık açık anlatsanız ve devletin yetkili birimleri iddiaların geçersiz olduğunu beyan etse de, onlar çok geçmeden aynı iftiraları bir kere daha ama bu defa başka insanların dilinden ifşâ ederler. “Öncekilerden netice alamadık, bari bunların kafasını bozalım; öbürlerine yaptıramadık, bari bunlara yaptıralım.” der ve kendilerine yeni piyonlar bulurlar.


Bu ifadeleri kendime de size de yakıştıramıyorum, sizin huzurunuzda bu tür sözler söylemekten rahatsızlık duyuyorum. Fakat, bu haksızlıklar karşısında kendi adıma değil, karalanmak istenen eğitim gönüllüleri hesabına bu kadarcık konuşmazsam vefasızlık etmiş olacağıma inanıyorum. Düşünün; hiç görmedikleri, gezmedikleri, bilmedikleri eğitim müesseselerine karşı oluyor, aleyhte yazıp çiziyor, zihinlerde tereddütler hasıl etmeye çalışıyorlar. Kaç defa tekrar ettik; geçenlerde bir röportaj vesilesiyle bir kere daha bütün detayıyla anlattık, “Okullar bir şahsa ait değildir; bu eğitim müesseseleri bu milletindir” dedik. Okulların açıldığı Rusya Federasyonu gibi ülkelerde KGB birikimine sahip istihbarat örgütleri gibi teşkilatların olduğunu; bu örgütlerin, 12 senedir okulları adeta mercek altında tuttuklarını ama menfi bir şey görmedikleri için bu müesseselere dokunmadıklarını, fakat maalesef, Türkiye’den bazılarının el altından o servislere düzmece haberler ulaştırdığını söyledik. Neylersiniz ki, okumuyor, işin hakikatini anlamaya gayret etmiyor ve sadece şüpheler üretmeye çalışıyorlar.


Doğrusu, bu mevzuda kuşku duyanlar, kendi devletimizi de zan altında bırakıyorlar. Çünkü, bu okullar, kaç senedir normalin çok üstünde teftişler geçirdi ve menfi hiçbir şey olmadığı defalarca hem de devlet birimleri tarafından dile getirildi. Aslında, onlar da biliyorlar, bütün insaf dünyası ve hatta insafsızlar dünyası da biliyor ki; o okullar, o yurtlar, o pansiyonlar, değişik devirlerde, Şubat soğunun bütün şiddetiyle yaşandığı dönemde, saatsiz, vakitsiz, üst üste teftişlere maruz kaldı. Hatta bizim terbiye anlayışımıza yakışmamasına rağmen gece saat 1’de, 2’de, 3’te kız okullarına ve yurtlarına bile baskın teftişler düzenlendi; kızların yatakhanelerine girildi ve özel eşyaları, çamaşırları karıştırıldı. Fakat, senelerdir bu müesseselerde hiçbir suça rastlanmadı, hiçbiri hakkında hukuki bir kovuşturma açılmadı. O devlet aynı devletti; müfettişler de o devletin müfettişleriydi. Evet, yapılanlar da teftiş değil, bir manada baskındı. Bütün bunlar neticesinde bu müesseselerin temiz olduğu, hukukî çerçeveye uygun olarak faaliyet gösterdiği devlet kayıtlarına defalarca yazılmasına ve bu raporların halen mevcut olmasına rağmen dedikodular bitmemişse bu işte bir kin ve haset var demektir ve bu insafsızlıktır. Hâlâ bir insanın, utanma hissini yitirmişlikle kalkıp bu mevzuuda bir tereddüt ortaya atması ve araştırma istemesi Lenin dünyasında, Stalin ülkesinde dahi olmamış bir şenaattir.


Yine Gelecekler…


Onlar ne derse desin, niyetimizi Allah biliyor, otuz seneden beri bu millet de biliyor. Allah’ın rızasını kazanmak ve tarihî birikimlerimizi dünya insanlarıyla paylaşarak kanlı bir coğrafyada sulh adacıkları oluşturmaktan başka bir sevdamız yok bizim. Biz, millet olarak, kendimizde çok güzel şeylerin bulunduğuna inanıyoruz. Allah (celle celâlühu) iyi şeyleri tecrübe etme ve adeta bir dantela gibi tabiatımıza işleme imkanını vermiş bize. El-âlem, bir tuval üzerinde karaladığı çizgileri, resim sergisi diyerek neşrediyor. Bizim bir yönüyle dört bin senelik, bir yönüyle de altın çağımız diyeceğimiz bin senelik şanlı bir tarihimiz var. Pek çok meselede mümârese sahibi olmuşuz; mesela, ciddi bir estetik anlayışı geliştirmişiz. Bu güzellikleri teşhir etmemiz ve bu iş için sergiler açmamız hem hakkımız hem de vazifemizdir bizim. İşte günümüzde bu türlü sergilerin açıldığı yerler de eğitim yuvalarıdır, okullardır, kültür lokalleridir, hatta ticaret mülahazasıyla yurtdışına giden insanımızın açtığı iş yerleridir. Çünkü, onların tavır ve davranışlarından dökülen şeyler de yine bizim mazimiz, bediî zevklerimiz, dinî telakkilerimiz ve ahlakî mülahazalarımız olacaktır ve bizim bu değerlerimiz başka medeniyetlerin insanlarına çok mana ifade edecektir.


Hâlâ şüpheniz varsa, gidin bakın, işin içindeki insanlara sorun. Değirmenin suyunun nereden geldiğini samimi olarak öğrenmek istiyorsanız, suyu çıktığı yerden itibaren takip edin; kanalında, çarkları döndürdüğü yerde izleyin. Eğer önyargılı değilseniz, siz de göreceksiniz; “Bir dönemde milletimize yeniden istiklalini kazandıran güç ne ise, bu eğitim faaliyetlerinin arkasındaki güç de odur.” Bunlar, İstiklâl Harbi’ndeki fedâkarlığı, bugün bir başka şekilde ortaya koyan milletimizin hizmetleridir ve kaynağı da onların yürekleridir.


Evet ben, bu müesseselerin bir şahsa ait olmadığını, milletin malı olduğunu, ‘değirmenin suyu’nun da Anadolu’nun tertemiz bağrından geldiğini bir kere daha anlatsam da fedakarlığın manasını ve almadan vermesini bilmeyenler yine de insanlığa hizmet için fedâkarlık yapma duygusunu idrak edemeyecek, manasız bir kıskançlık, haset ve kinle onu kurutmaya çalışacak ve bundan sonra da tekrar tekrar araştırma önergeleri verecekler.


Mü’mince Tenkit


İşte inanan insanlar, tenkit hususunda da ehl-i dünya gibi davranmamalı. Mü’min hep kendi karakterinin gereğini sergilemeli. Onun tenkitleri bile müsbet olmalı ve elden geldiğince insanların sa’ye şevklerini artırmalı, onları şahlandırmalı. O, yanında çalışanları yol arkadaşı olarak görmeli; onların gayretlerini de arkasına aldığı zaman iki kat semereli olacağına inanmalı. Bir insanı bir yerden alıp başka bir yere koyarken bile mülahazalarını terfî esasına bağlamalı. Meseleyi sunarken bir terfî esprisi içerisinde sunmalı. Yani, “Sen bu konudaki uzmanlığın, onca tecrüben, şu kadar mümaresenle şu çarkların daha iyi işlemesine vesile olacaksın.” düşüncesiyle onu hem terfî ettirmeli, hem de terfîh etmeli; ona daha mutlu bir hayat ortamı hazırlamalı.


Burada istidradî olarak son bir meseleyi daha arz edeyim: Bazı hususları tenkit ederken, kusur ve kabahatları söylerken bazı kimselerin, memnuniyetsizliklerinden dolayı yavaş yavaş kenara çekilmelerine de sebebiyet vermemeli. Gayr-ı memnunlar bir tane, iki tane, üç tane.. diye azımsanmamalı. Bildiğiniz gibi, gayr-ı memnunların kurdukları küçük bir köy bile yoktur; fakat yıktıkları çok büyük devletler vardır. Kocaman cihan devleti Roma İmparatorluğu’nu Spartaküs gibi bir köle, etrafına topladığı kölelerle sarsmış ve yıkılacak hale getirmiştir. Neticede Roma’yı gayr-ı memnunlar yıkmışlardır. Bundan dolayı, bir, iki, üç.. kişi deyip onları azımsamayın. Onların yaptığı tahriptir; Üstad’ın ifadesiyle, Tahrip_esheldir;_zayıf_tahripçi_olur tahrip esheldir, kolaydır; zayıf tahripçi olur . Bir binayı tamamlamak bazen yıllar alır, dünya kadar insanın emeğini gerektirir. Fakat, bir serseri çocuk tek kibritle yakıp kül edebilir o koca binayı. Öyleyse, serseri çocukların kibrit kullanmasına meydan vermemeli, tenkitlerini dinleyip çözüm üretmeli.


Hasılı, tenkit ideale yürümede bir yoldur. Yıllanmış insanlar senelerin getirdiği tecrübe ve mümareselerini insanları hayra teşvik etme ve onlara örnek olma yolunda kullanmalıdır. Bununla beraber, h atırı sayılan ve sözleri yara yapmayan bir kimse gördüğü eksik ve hataları da üslubunca söylemelidir. Fakat, bunu yaparken, gurur ve çalımdan, el-ayak hareketleri ve sevimsiz mimikler gibi Allah’ın sevmediği şeylerden kaçınmaya çalışmalı, kalblerin tepki göstermesine meydan vermemelidir. Eğer doğrudan söyleyemeyecekse bir topluluk içinde ortaya konuşmalı, herkesin kendi payını almasını ummalı ama kat’iyen hiç kimsenin gıybetini yapmamalıdır.