Tesellibahş Bir Beyan Zemzemesi: Yusuf Sûresi

Tesellibahş Bir Beyan Zemzemesi: Yusuf Sûresi
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Sahabe-i kiram efendilerimizin, bir taraftan en
yakın akrabalarının düşmanca tavırlarına maruz kaldığı, diğer taraftan Kur’ân’ın
emir ve yasaklarına harfiyen uyma niyet ve azminde olduklarından mesuliyet şuuru
altında âdeta preslendikleri bir dönemde Yûsuf Sûresi’nin indirildiği
söyleniyor. Bu açıdan, bir teselli kaynağı olarak Yûsuf Sûresi hakkındaki
mütalaalarınızı lütfeder misiniz?


Cevap: Kanaatimce sorunuza mebde ve mukaddime
olarak seçtiğiniz hususlar çok önemlidir; önemlidir zira en başta, İki Cihan
Güneşi, Nebiler Serveri Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak
üzere, sahabe-i kiram efendilerimiz, Mekke döneminde en yakınları tarafından çok
ağır ve çok ciddi tazyik ve zulümlere maruz kalmışlardı. Meselâ Efendiler
Efendisi (aleyhissalâtü vesselâm), bir taraftan mülhid ve kâfirlerin
müteaddiyane ve mütecavizane saldırılarıyla karşı karşıya bulunuyordu. Diğer
taraftan da henüz Müslüman olmuş ancak incelik ve enginliğiyle onu tam mânâsıyla
benliğine mâl edememiş, içine sindirememiş kimi insanlardan sâdır olan
anlayışsız tavırlara, kaba ve nezaketsiz diyebileceğimiz davranışlara maruz
kalıyordu. Zaten Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), Mekke’de
gördüğü zulüm ve tazyikleri ifade sadedinde bir gün Hz. Âişe Validemiz’e
hitaben: “Kavminden çok çektim Yâ Âişe!” buyuracaktı. Ne var ki,
bütün bunlara rağmen, preslenme tabiri, varlığın ille-i gayesi, kâinatın medar-ı
iftiharı O Kamet-i Bâlâ hakkında kullanılır mı, kullanılırsa yakışık düşer mi
bilemeyeceğim. Eğer bu ifade, yakışıksız bir tabirse, onu, O zat hakkında
kullanmaktan Allah’a sığınırız. Zira O (aleyhissalâtü vesselâm), hiçbir zaman
devrilmedi; devrilmedi ve her zaman dimdik bir duruş sergiledi. Evet, O,
Allah’ın emirlerini tastamam yerine getirdi, onları temsilde kat’iyen kusur
göstermedi. Bu açıdan rahatlıkla diyebiliriz ki, preslenmeler sadece O’nun
ayağının altından geldi ve geçti.


Kur’ân’ın Emirleri Karşısında Sahabe Efendilerimizin
Tavrı


Diğer taraftan, sorunuzda da ifade ettiğiniz gibi, sahabe-i kiram
efendilerimiz, kendilerini diğer toplumlardan ayıran bir hususiyet olarak, her
zaman, Kur’ân ve Sünnet’in ortaya koyduğu emirleri “Acaba en âlâ şekilde nasıl
yerine getirebiliriz?” diye çok ciddi tehalük gösterirlerdi. Meselâ;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللهَ حَقَّ
تُقَاتِهِ

“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde
korkun, Allah’a karşı olabildiğince takva dairesinde bulunun!”
âyet-i
kerimesi nazil olduğunda sahabe efendilerimizin âdeta iflahları kesilmişti. Öyle
ki, gece-gündüz sürekli ibadet etmekten dolayı, elleri, dizleri ve alınları
nasır tutmuştu. Bir müddet sonra, bir mânâda tahammülfersa gibi gördükleri bu
hâli Cenâb-ı Risaletpenah Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz etme
lüzumu duydular. Ben onların bu meseleyi ifade sadedinde kullandıkları o ince ve
saygı dolu üslubu burada size ifade edemem. Fakat öyle anlaşılıyor ki, onlar bu
durumu kendilerine yakışır, öyle yumuşak ve uygun kelimelerle arz ettiler ki,
bunun üzerine Cenâb-ı Hak, rüşdlerini ispat eden o insanlara:

فَاتَّقُوا اللهَ مَا اسْتَطَعْتُمْ

“Allah’tan gücünüz
yettiği nispette korkun”
kolaylık ve tahfif ifade eden, ümit ve müjde
edalı âyetini inzal buyurdu.


Bakara Sûre-i Celîlesindeki:

وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِي أَنْفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ
بِهِ اللهُ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ
يَشَاءُ

“İster bir şeyi açığa vurun isterse içinizde tutun! Allah
onunla sizi hesaba çekecektir.”
âyet-i kerimesi indiğinde de benzer
bir durum yaşanmıştı. Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimede, azim ve cehdleri söz
konusu olmasa, tavır ve davranışlarına aksetmese dahi, hayalleri kirleten,
tasavvurları bulandıran, taakkule bir çelme takan yani fiil hâline gelmese de
bir yönüyle fiile dönüşmesi istikametinde tetikleyici bir fonksiyonu bulunan
münasebetsiz tahayyül ve tasavvurlardan hesaba çekileceklerini ifade
buyuruyordu. Her şeyi çok iyi okuyan, çok iyi anlayan ve çok iyi değerlendirmeye
tâbi tutan sahabe-i kiram efendilerimiz bu âyet nazil olunca öyle ızdırap
duymuşlardı ki, yaşadıkları bu hâli gökten düşmekten daha ağır bir durum olarak
ifade etmişlerdi. Bundan dolayı bir kez daha, yine bir alın nasırlaşması, yine
dizlerin nasır bağlaması ve yine maratonu kazanma adına meseleyi çok yüksek
tutma, çıtayı yüksek bir noktaya koyarak değerlendirme söz konusu olmuştu. Evet,
onlar Allah’a öyle bir teveccühte bulunmuşlardı ki, bu teveccühleriyle bir kez
daha rüşdlerini ispat etmişlerdi. Onlar bu imtihanı kazanınca Cenâb-ı Hak da
Bakara sûresinin son iki âyet-i kerimesini inzal buyurarak meseleyi tadil
buyurmuştu.


Keyif ve Zevkle İçilen Bir Çayın Hesabı


Vâkıa bir insan, usülü’d-din ve kelam metodolojisine göre, içinden geçirdiği
şeylerden dolayı sorumlu olmaz. Yani objektif mükellefiyet açısından, bir insan
ağzıyla söylemez, gözüyle iradî olarak günahın içine girmez, el, ayak, dil ve
dudak gibi organlarıyla halt karıştırmazsa, akıldan geçenler günah olarak
yazılmaz. Bizim gibi avam halk için geçerli olan budur. Havassa göre ise
sübjektif mükellefiyet açısından, hayalin kirlenmesi bile tevbe ve istiğfarı
gerektiren bir hâldir. Meselâ çay içiyorsunuz. Şeker ve limonunu kattığınız çayı
yudumlamak çok hoşunuza gitti ve çok zevk aldınız. Hemen o esnada, “Eğer
Rabbim’in bunda muradı yoksa…” deyip kendinizi sorgulamıyor; hayalinize çarpan
ve sübjektif içtihadınıza göre yakışıksız bulduğunuz o hâle karşı istiğfarda
bulunmuyorsanız, konumunuzun hakkını veremiyorsunuz demektir. Ve yine diyelim
ki, insanlar geldi ve size dediler ki: “Elhamdülillah, dünyanın dört bir yanında
öyle bir fütuhat ve açılım var ki, bunda herkesin bir gayret ve cehdi olsa da,
bu açılımın temelinde sizin tavsiyeleriniz var.” Eğer siz böyle bir meselenin
ruh ve gönül dünyanızda yapacağı azim tahribata karşı bir kenara çekilip elli
defa “Estağfirullah ya Rabbi! Estağfirullah ya Rabbi!” demiyorsanız O’na karşı
vefasızlık yapıyorsunuz demektir.


Büyük zatlar, durdukları basamağa göre Allah’la (celle celâluhu) hep böyle
bir münasebet arayışı içinde olmuşlardır. Evet, onlar hayallerine çarpıp geçen
şahaplar karşısında bile tir tir titremiş ve Cenâb-ı Hakk’a karşı tevbe ve
istiğfarda bulunmuşlardır. Bir kez daha ifade edelim ki, bütün bunlar sübjektif
mükellefiyet çerçevesinde ele alınacak mevzulardır.


İşte sahabe efendilerimiz, âyetler karşısında bu ölçüde bir hassasiyet
göstermişlerdir. Onlar, meselenin ağırlığından dolayı hiçbir zaman ilâhî
emirleri istikrahla karşılamamış, yılgınlık göstermemiş ve bıkkınlığa
girmemişlerdir. İşin ağırlığı canlarını gırtlaklarına getirdiği noktada da
hâllerini Efendiler Efendisi’ne arz etmişlerdir. Biz, misal olması bakımından
birkaç âyetle iktifa etmiş olsak da, aslında birçok âyet karşısında sahabe-i
kiram efendilerimizin durumları bundan farklı değildi. Onlar, Kur’ân’ın her bir
âyet-i kerimesini kendilerine inmiş gibi değerlendiriyorlardı. Önlerindeki
Mükteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel’in enginlik ve derinliği içinde meselelere
yaklaşıyor ve O Eşsiz Rehber nasıl hareket edip nasıl davranıyorsa onlar da öyle
olmaya çalışıyorlardı. Çünkü bir insanı delicesine seven biri, urbasıyla, kılık
ve kıyafetiyle dahi sevdiği o insana benzeme gayreti içinde olur. Hatta elinden
gelse, mümkünse estetik ameliyat yaptırarak şeklen dahi ona benzemeye çalışır.
İşte sahabe-i kiram efendilerimiz de, ibadet ü taat tavrıyla Habib-i Kibriya
Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) benzemek için ölesiye bir gayret sarf
ediyorlardı. Ama bazen bu durum onlara çok ağır geliyordu. İşte böyle bir durum
neticesinde bir gün onlar Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve
sellem) gelerek kendilerine az soluk aldıracak bir kıssa talebinde
bulunmuşlardı. Onların bu istekleri murad-ı ilâhiye muvafık düştüğünden Cenâb-ı
Hak da sûre-i Yûsuf’u indirmişti.


En Güzel Kıssa ve Hüsn-ü Âkıbet


Yûsuf sûresi; Seyyidina Hazreti Yusuf ve onun muhterem, mükerrem ve mübeccel
pederleri Hz. Yakup (alâ nebiyyinâ ve aleyhimessalâtü vesselâm) etrafında döner.
Hz. Yusuf’un çektiği çeşit çeşit sıkıntılardan ve neticede Hakk’ın inayetiyle
onlardan kurtuluşu ve maddî-mânevî mazhar kılındığı lütuf ve ihsanlardan
bahseder. Hz. Yusuf’un kardeşlerinin, çocukluk döneminde ona karşı yaptıkları
bazı kusurlar anlatılır. Gerçi o kusurlar bizimkilerin yanında deryada katre
kalır. Çocukluğumda Hz. Yûsuf’un kardeşleriyle ilgili, “Bir peygamber evladı
bunları nasıl yapabilir?” gibi bazı mülâhazalarım olmuştu. Ancak o günden bu
güne belki elli defa “Estağfirullah ya Rabbi” demişimdir. Çünkü peygamber evladı
olmaları itibarıyla, onların da peygamber olma ihtimalleri vardır.


Evet, Hz. Yusuf (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm), kardeşleri
tarafından kuyuya atılmış ve sıkıntılara maruz kalmış olsa da, kuyu onun için
nâzırın evine ulaşan bir koridora dönüşecektir. Zira bir kervan tarafından
kuyudan çıkarılıp köle olarak satıldığında, iç derinlik ve güzelliğinin zarfı
konumunda bulunan dış güzelliği dolayısıyla herkes ona talip olmuş ve âdeta
başına üşüşmüşlerdi. Ancak Mısır’ın nâzırı onu satın almıştı. Hz. Yusuf, burada
da yine farklı bir imtihana tâbi tutulmuş ve neticede zindana düşmüştü. Ancak
bütün bu sıkıntıların sonucunda o, sarayda herkesin imreneceği bir konuma
gelmişti. Ancak bundan öte Cenâb-ı Hak onu, peygamberlik dünya görüşünün, tabiri
caizse peygamberlik felsefesinin Kıptiler, ehramlar dünyasına girmesine vesile
kılmıştı.


İşte dikkatli bir nazarla takip edildiğinde, Kur’ân-ı Kerim’in ifadeleri
içinde, bu sûrede, ne zaman bir kapı kapanıyor gibi görünse, hemen bir başka
kapının aralandığı ve o kapı aralığının müjdesinin verildiği görülecektir. Evet,
bir yerde kapı o büyük peygamberin üstüne kapanıyor gibi olduğunda, Kur’ân’ın
beyanı içinde, o kapıyı aralayacak öyle bir ifade görürsünüz ki, âdeta kapının
cızırtılarını duyar gibi olursunuz. Bu sûre-i celîlede, bir kısım zorluk ve
meşakkatlerden sonra, ilim ve hikmetin temsilcisi Hz. Yusuf’un şahsında nübüvvet
ruhunun Mısır’a girip orada intişar edişini.. hakeza bir kısım sıkıntılar
çektikten sonra Hz. Yakub’un, rampadan Allah’a yükseliyor gibi peygamberan-ı
zîşan arasında önemli bir makama yükselişini.. Hz. Yusuf’un
kardeşlerinin

تَاللهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللهُ عَلَيْنَا وَإِنْ كُنَّا
لَخَاطِئِينَ

“Vallahi de, tallahi de Allah seni bize üstün kılmıştır. Doğrusu
bizler suçlu idik!” ifadeleriyle dile getirdikleri itiraflarını ve bu
itiraflarıyla kendi ufuklarında evc-i kemal-i insaniyete çıkışlarını.. ve daha
pek çok hikmet parıltısını müşâhede edersiniz. Bütün bunlar insanın içine
inşirah salmaktadır. Kur’ân ezelden gelip ebede gittiğinden dolayı, bu sûre
nasıl Asr-ı Saadet insanının gönlüne inşirah salmaktadır, aynı şekilde günümüz
mü’minlerinin kalblerine de bir beyan zemzemesi hâlinde akıp durmaktadır ve
bundan sonra da kıyamete kadar akıp duracaktır. Dolayısıyla bir hikâye tarzında
anlatılsa da, bu sûreye asla mücerred bir hikâye gözüyle bakılmamalıdır. O,
birçok insanın sergüzeştini anlatan, bir aile etrafında örgülenen, insanlara
ders veren, ilim yörüngeli, hikmet tezahürlü bir sûre-i celîle-i kerime-i
mübecceledir.


Meselenin daha iyi anlaşılması adına sofilerin meclislerinde yaşanan bir hâli
size anlatayım. Cenâb-ı Hak, bir dönem, mehabet ve mehafetle tüllenen bir kısım
ehlullahın meclisinde –pek bir şey anlamadığım ve istifade edemediğim hâlde–
bulunma imkânını bahşetti. Zannediyorum siz, o imkânı elde etseydiniz, benim
gibi olmaz, onların bu ahvalinden pek çok istifade ederdiniz. Evet, onlar tam
bir mehafet ve mehabet insanıydı. Çok ciddi durur, çok ciddi konuşur ve çok
ciddi bir hayat yaşarlardı. Öyle ki insanın kalbini ağzına getirecek, yüreğini
hoplatacak şekilde sözler sarf ederlerdi. Dolayısıyla çevrelerinde bir daralma
ve sıkışma olur ve insanlar boğulacak hâle gelirlerdi. İşte bu noktada gayet
latîf bir espri ve mizah ile âdeta çevresindekilere biraz oksijen aldırır,
akciğerlerine biraz oksijen püskürtür ve böylece onların rahat bir nefes
almalarını temin eder ve onları dinlendirirlerdi. Diyelim ki çok ağır bir
meseleden bahsediyorlar. Çevresindeki insanlarda o daralma ve sıkışmayı
gördüklerinde hemen güzel bir menkıbe anlatır ve bir tebessümle beraber onlara
bir soluk aldırırlardı. Belki sizler de anlatmaya çalıştığım bu tür hâdiselere
değişik vesilelerle şahit olmuşsunuzdur.


İşte tam olarak bu hâle benzetemesek de, bir bakış açısı olarak, hikmet
edalı, ilim yörüngeli böyle bir sûre-i celîlenin, bir yönüyle, Allah’tan gelmiş
emirlere im’ân-ı nazar etmiş, yoğunlaşmış, onları kendine iniyor gibi algılamış,
içselleştirmiş ve yaşamış olan sahabe-i kiram efendilerimizi ferahlatmak adına
nazil olduğunu düşünebiliriz. Zira bu sûre-i celîlede, bazen bir burkuntu
yaşansa da, ardından inşirah gelmiş, ardından başka bir burkuntu yaşanmış ama
onu da bir inşirah takip etmiş ve derken encamı itibarıyla hüsnü akıbet ve zafer
söz konusu olmuştur. Evet, sûrenin sonunda anlatılan, Mısır ufkunda Cenâb-ı
Nâm-ı İlâhî’nin şehbal açması, Hz. Yusuf’un belli bir makama gelmesi, babasına
kavuşması öyle hâdiselerdir ki, geçmişte olan acı hatıraların hepsini
unutturmuştur. Hazreti Pîr-i Mugan, Şem-i Taban’ın ifadeleri içinde; elemi
gitmiş, lezzeti kalmıştır. O çetin imtihanlar sadece bir vakıa-yı mübeccele-i
mükerreme haline gelmiştir.


Netice itibarıyla diyebiliriz ki, Yusuf sûresi, bir taraftan upuzun bir
sergüzeşti içinde, ilim ve hikmet yörüngesi etrafında pek çok ders ve ibreti
ihtiva etmektedir. Diğer taraftan da bin bir çeşit bela ve musibetler içinde
bulunan günümüz mü’minleri için bir ümit ve inşirah kaynağı olarak gönüllerimize
su serpmektedir.
____________________________
I Buhârî, Bed’ü’l-halk
7.
II Âl-i İmrân sûresi, 3/102.
III Teğâbün sûresi, 64/16.
IV Bakara
sûresi, 2/284.
V Yûsuf sûresi, 12/91.