Teveccüh Kredisi

Teveccüh Kredisi
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru:
Değişik röportaj ve yazılarınızda, halkın zat-ı
âlinize teveccühünü onlar açısından bir içtihat hatası, kendiniz
zaviyesinden de bir imtihan vasıtası
gördüğünüzü belirterek, bu teveccühü, insanları
hayra yönlendirmede bir kredi olarak kullanmaya
çalıştığınızı ifade ediyorsunuz.
’Teveccüh kredisi’ tabirine yüklediğiniz
mânâları ve bunun nasıl kullanılması
gerektiğini lütfeder misiniz?

Cevap:
Ehl-i dünya, hususiyle kendilerini egoizm ve egosantrizm içine hapsedenler
hep teveccüh kovalar, teveccüh peşinde koşar ve alkış ararlar.
Bazı sanat ve mârifet erbabıyla bir kısım siyasetçileri de bu
kategoriye dâhil edebilirsiniz. Evet, bu insanlarda hâkim olan duygu
ve düşünce teveccüh beklentisidir. Hatta günümüzde kendini nefyetmeyi
temel bir disiplin olarak kabul eden insanların tavır ve davranışlarında
bile kimi zaman böyle bir anlayışın tesiri görülebilmektedir.
Hâlbuki tarihimize baktığımızda imanda derinleşmiş hakiki mü’minlerin
bu tür tavır ve davranışlardan hep uzak durmaya çalıştığını
görmekteyiz. Meselâ, İstanbul’u fethedenler o büyük başarıdan
dolayı alkış beklentisi içinde olmadıkları gibi, Belgrad’dan
başarıyla geriye dönenler de alkış beklentisi içinde değillerdir.
Yavuz cennetmekân aleyhirrahmetü velğufran hazretleri, Mercidabık
ve Ridaniye seferlerinden dönüp Üsküdar’a geldiğinde, halkın
alkışlarından kaçmak için gece yarısına kadar Üsküdar’da
kalmış, halk uykuya dalınca kalkmış ve gece yarısı sessizce Topkapı
Sarayı’na girmiştir. Ayrıca Kanuni’nin büyük bir seferden döndüğünde
izbe bir yerde yatmayı tercih etmesi ve Tarık b. Ziyad’ın İspanya’yı
fethettikten sonra yatağını bir dehlize serdirmesi de bu açıdan
üzerinde durulması gereken önemli tarihî hâdiselerdir.

Teveccüh ve İstidrac Endişesi

Bu büyük şahsiyetlerin nefislerine karşı takındıkları bu tutuma,
tasavvuf ıstılahında “hazm-ı nefs” denir. Demek ki mü’min,
hangi konumda bulunursa bulunsun, hangi başarıya ulaşırsa ulaşsın
nefsinin hakkından gelerek onu baskı ve kontrol altında tutmalı
ve sözünü ona dinletmesini bilmelidir. Böylece nefis, emmâre olmaktan
levvâmeye, levvâmeden mutmainneye, oradan râdıyye ve mardıyyeye
ve hatta şahsın istidat ve kabiliyetine göre zâkiye ve sâfiye mertebelerine
yükselecek ve melekleri bile geride bırakacaktır. Ancak bunun yolu
da öncelikle nefsi zapturapt altına almaktan geçer. İşte nefse
hâkim olmanın yollarından birisi de teveccüh-ü nâstan kaçınmak
ve istemeyerek de olsa böyle bir duruma maruz kalınmışsa onu da
istidrac endişesiyle karşılamaktır. Bu sebeple iyi bir ruh terbiyesi
almış insan asla teveccüh-ü nâsı istemez ve beklemez. Teveccühe
esas teşkil edebilecek hususlarla karşı karşıya kaldığında ise,
elini ve gönlünü Allah’a açarak, hatta kimi zaman Allah’a el
açtığını dahi belli etmeden ya bir secdede ya bir rükûda ya da
bir tesbihat esnasında “Ne olur Allah’ım! Bir an dahi olsa beni
benimle baş başa bırakma ve bu teveccüh beklentisini benim içimden
çekip al!” diye dua eder.

Alkışların Altında Ezilip Kalanlar

İnanan insanların, rıza-yı ilâhî istikametindeki sa’y u gayretlerine,
vifak ve ittifaklarına, bir ve beraber hareket etmelerine bağlı olarak
Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım lütuf, inayet ve teveccühleri söz
konusu olabilir. Meselâ böyle bir inayet ve teveccühün neticesi
olarak, Anadolu insanı tarafından dünyanın dört bir yanında çok
engince hizmetler ortaya konulduğunu söyleyebiliriz. Merhum Bülent
Ecevit’in –makamı cennet olsun– yapılan bu hizmetlerle alâkalı
şöyle bir mülâhazası vardı: “Osmanlı Devleti, dünya muvazenesinde
muvazene unsuru olan büyük bir devletti. Bütün devletlere sözünü
geçirecek bir konumu vardı. Fakat o dönemde bile bu ölçüde bir
açılım olmamıştı.” Şimdi insanlar, bir, böyle büyük bir
açılıma, bir de bu açılımın arkasındaki insanlara, o işin fikir
mimarlarına baktıklarında, işin arkasında görünenleri gözlerinde
büyütüp onlara büyük bir teveccühte bulunabilirler. Hatta bazen
bu teveccüh daha bir büyütülerek muzaaf veya mükab teveccüh hâline
getirilebilir. İşte bu noktada bir insan “hazm-ı nefs” edememiş,
meseleleri yerli yerine koyamamış, yapılan hizmetlerin arkasında,
vifak, ittifak, anlaşma, uzlaşma, mantıkîlik gibi dinamiklere bahşedilen
Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve inayetini görememişse, halkın gösterdiği
iltifat ve teveccüh karşısında başı dönüp bakışı bulanabilir.

Onun
için kendi zaviyenizden ’teveccühleri kabul etmeme’ sizin için
bir esas olmalıdır. Evet, hangi büyük başarı elde edilirse edilsin,
bütün iyilik ve güzelliklerin, muvaffakiyet ve başarıların Allah’tan
olduğu ve O’na verilmesi gerektiği hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır.
Aksi takdirde, insanların muzaaf der muzaaf teveccühleri, pohpohlamaları,
alkışlamaları karşısında hadisin ifadesiyle boynunuz kırılır
ve o teveccüh ve iltifatların altında ezilir kalırsınız. Hatırlayacağınız
üzere, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında
birisi başarılarından dolayı bir başkasını takdir ettiğinde
İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm),
“Kardeşinin boynunu kırdın!”
buyurur. Çünkü muhatap
o yükü taşıyabilecek durumda değildir. Ama neylersiniz ki, insanları
bu tür iltifat ve alkışlardan alıkoyamazsınız. Bakarsınız koskocaman
alayların, taburların elde ettiği ganimeti getirir tek bir adama
verirler; verirler de “falan kurtardı, filan yarattı, falan şöyle
naşir-i envar, filan şöyle vifak ve ittifak âbidesi” türünden
laflar ederler. O zavallı da, bunları yapamayacağının farkında
olmadığından söylenenleri kabulleniverir. İşte bundan dolayı
diyoruz ki, elden geldiğince teveccüh-ü nâsı kırmalı ve her zaman
bir kul olarak kendi konumumuzun farkında olmalıyız.

Meselâ
siz, bütün gönüllere girme, bütün ruhlarda bir yumuşama ameliyesi
meydana getirme, insanları uzlaştırma, öldürücü ve korkunç silahların
boy gösterdiği bir dönemde insanlık çapında bir sulh vesilesi
olma yolunda ceht ve gayrette bulunursunuz. Cenâb-ı Hak da sizi, böyle
güzel bir işte muvaffak kılabilir. Bunun üzerine insanlar size teveccühte
bulunur ve bu durumu “o yaptı”, “o etti” hatta günümüzdeki
yanlış tabirle “o yarattı” diye ifade edebilirler. Bütün bu
mülâhazalar karşısında insanın kendini izole etmesi, dışlaması
ve bu takdirleri kabul etmemesi çok önemlidir. Çünkü bütün bu
muvaffakiyetler, bizim nisbî, kisbî ve şart-ı adi konumunda olan
irademizi ortaya koymamız neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın bizlere
birer lütfudur. Belki bidayette ortaya koyduğumuz irademiz bile O’nun
sevkiyledir.

Teveccühü Hizmete Tevcih Et!

Fakat bütün bunlara rağmen bazen teveccühü savmanız mümkün olmaz.
İşte böyle durumlarda ehven-i şerreyn olarak veya hayr-ı kesîre
karşılık hayr-ı kalîl olarak insan onu bir yönüyle hizmet istikametinde
kullanmalıdır. Yani başkaları size teveccüh gösterdiğinde siz
de, imkânı varsa, o teveccühleri hakiki mânâda teveccühe layık
olana tevcih edersiniz. Bu sebeple elinizde bir fırçanız olsa ve
siz onu her hareket ettirişinizde baş döndürücü bir poster meydana
getirseniz yine de çok rahatlıkla şöyle diyebilmelisiniz: “Vallahi,
billahi, tallahi bunları Allah yaptırtıyor. Ben bu işi, böyle mükemmel
bir şekilde ortaya koyabilecek kabiliyet, istidat ve ufukta bir insan
değilim.” Mesela, Hz. Pîr-i Mugân’ın, kendisine teveccüh edip
yanına gelmek isteyenlere; “Ne diye onca para verip masrafa gireceksiniz.
Bir yerde oturup eserleri okumanız daha iyi olur.” mealinde sözler
söyleyerek insanların nazarını kendinden başka bir tarafa çevirdiğini
görüyoruz.

Evet, insanlar etrafınızda halkalar oluşturmuş, size teveccüh ediyor,
sizin tavsiyelerinizi dinliyorlarsa ve siz de onların bu teveccühlerini
savma imkânına sahip değilseniz, işte bu durumda bir içtihat hatası
olarak size olan teveccühlerini –ki hüsnüzanna makrun içtihat
hataları onlara sevap bile kazandırabilir– yapılması gerekli olan
işlere yönlendirerek değerlendirebilirsiniz. Tabiî ki, böyle bir
durumda kendisine teveccüh edilen zatın, boynu kırılmayacak ölçüde
Allah’la irtibatının kavi olması çok önemlidir.

Aynı
şekilde bir mefkûreye, insanların derin bir bağlılıkla inanıp
itimat etmeleri çok önemli bir kredidir. İşte bu kredi, milletimiz
ve insanlık adına rantabl olarak değerlendirilmelidir. Meselâ siz,
size teveccühte bulunanlara şöyle diyebilirsiniz: “Eğitim
müesseseleri ve kültür lokalleri
milletimiz ve insanlık için hayatî
ehemmiyeti haiz. Bu sebeple her yerde
okullar açın, kültür lokalleri
yapın. Eğer tek başınıza yapamıyorsanız, himmetlerinizi inzimam
ettirin, imkânlarınızı bir araya getirin ve böylece daha büyük
işlere, daha büyük hizmetlere talip olun ve böylece dünyanın değişik
yerlerinde kendi ruhunuzun ilhamlarını
sinelere boşaltacak zemin ve platformlar oluşturun!”

Yoksa
el âlemin sizi alkışlamasının, göklere çıkarmasının ahiretiniz
hesabına size hiçbir faydası yoktur. Evet, bunlar sizin için bir
kazanım değildir; sadece nefsanî hislerinizi tatmin eder. Aslında
bunu, bir tatminden ziyade, insanı sürekli, o türlü beklentilere
sevk eden; sevk edip ona mütemadi stres ve anguazlar yaşatan bir afet
olarak ifade etmek daha doğru olacaktır. Evet, böyle bir beklenti,
insanı teveccüh ve alkış konusunda açgözlü hâle getirmekten
başka bir işe yaramaz. Devleti idarede zirveye ulaşmış bir insan,
yine kendisi gibi bir zat vefat ettiği zaman onun cenazesine yüz binlerce
insanın iştirak ettiğini görünce, “Acaba öldüğüm zaman beni
de bu kadar insan teşyi eder mi?” diyor. Yahu, sen hakiki mânâda
öldükten, yani hayatta iken ruhunu ve kalbî hayatını öldürdükten
sonra, o kalabalığın on katı insan senin cenazene gelse ve namazını
da kılsa bütün bunlar senin için ne ifade eder, onların sana ne
yararı olur ki! Zira her şey kabir kapısına kadardır. O noktadan
sonra asıl önemli olan senin Allah’la irtibatındır. Hayattayken
Allah’la irtibatın ne ölçüdeydi? Ne kadar rıza solukluyordun?
“Allahım benden hoşnut ol!” diyor muydun? “Allahım! Beni benliğin
hapsinden kurtar ve Senliğe ulaştır. Seninle hemdem eyle. Maiyetine
erdir!” diye bir talebin var mıydı? Eğer böyle bir dua ve talebin
yoksa, cenazende milyonlarca insan olsa da sana bir faydası olmaz ki!

Hâsılı,
siz, bir taraftan, halkın size olan teveccühlerini savma ameliyesi
gerçekleştirirken, diğer taraftan da o teveccühleri şöyle böyle
semereli hâle getirmeye bakmalısınız. Evet, insanların size olan
itimatlarını, hüsnüzanlarını ve tavsiyelerinize inanmalarını,
siz de onların uhrevî hayatları adına değerlendirme yoluna gitmelisiniz.
Meselâ ben bir ziraat mühendisi olsam, gözümün içine bakanlara
ziraatçılıkta profesyonel olma yollarını anlatırdım. Veya iyi
bir kimyager olsam, onlara kimyanın farklı yönlerinden istifade etme
yollarını öğretirdim. İşte mesleğimiz itibarıyla insanları
irşada sevk etmek de bu türden bir gayrettir. Teveccüh kredisi böyle
değerlendirilmelidir. Bu yapılabildiği takdirde siz vebalden kurtulmuş
olursunuz, onlar da hüsnüzanna bağlı içtihat hatalarının sevabını
almış olurlar.

Fakat
şunu da ifade edeyim ki, herkesten böyle bir tavrı beklemek, bilhassa
günümüzde bir hayli zordur. Çünkü şöhret zehirli bir bal gibidir.
Hatırlayacağınız üzere, Üstad Hazretleri bu meseleyi ifade sadedinde:
“Şöhret, ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır.
İnsanı, insanlara abd ve köle yapar… O belâ ve musibete düşersen,

إِنَّا لِلّٰهِ
وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ

de, o belâdan kurtul…” diyerek bize hem şöhret afetini, hem de
ondan kurtulma yolunu gösterir. Bu açıdan bir hamlede, bir
nefhada insanların müspet mânâda değişmesini, şöhret hissini
ayaklarının altına alıp üzerinde zıplamalarını, raks etmelerini
beklemek doğru değildir. Böyle bir beklentiye girerseniz sukût-u
hayale uğrarsınız. Bu mevzuda istenen sonuç, ancak yavaş yavaş,
tedricen ve insanları rehabilite ede ede elde edilebilir.