Üslûbda İstikamet

Üslûbda İstikamet
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Üslûbumuzun namusumuz olduğu ifade buyuruluyor. Üslûbumuzu belirleyen temel dinamikler ve bilhassa günümüz şartları içinde üslûbumuzu muhafaza adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?


Cevap: Üslûp; düşünce, söz, beyan, tavır ve davranış.. gibi farklı hâl ve keyfiyetlerin bütününde belli disiplinlere bağlı olarak takip edilen yol, metod ve tarz demektir. Bir başka ifadeyle o, meselelerin zamana, şartlara, muhatap ve konjonktüre göre nasıl ve ne şekilde icra ve ifade edilmesi gerekiyorsa, ona göre icra ve ifade edilmesidir. Mezkur tariflerden de anlaşılacağı üzere üslûp, sadece sözle maksadı beyan için ortaya konan usûl ve tarz demek değil; aksine insanın her hâl, duruş ve hareketindeki yaklaşım tarzı ve eda keyfiyetini ihtiva eden şümûllü, çok buudlu, çok yönlü bir mefhumdur. İşte bundan dolayı üslûp sahibi olma, öyle kolay elde edilebilecek, herkesin kârı bir haslet değildir; o derin bir kavrayış yeteneği, engin bir firaset ister. Bu sebeple bakarsınız bir insan genelde maksadını rahat ifade etmekte, güzel konuşmaktadır. Fakat bir yerde denmemesi lazım gelen öyle bir şey söyler ki, orada siz kendi kendinize, “Eyvah, baltayı taşa vurdu.” der, üzülürsünüz. Çünkü öyle bir konum, mevzûun, herkesçe kabul görecek evrensel bir yaklaşım içinde takdim edilmesini gerektirmektedir. Bu ise belli esas ve disiplinlerin öne çıkartılmasını; medar-ı münakaşa olabilecek, yadırganıp yanlış anlaşılabilecek belli hususların ise söz konusu edilmemesini lüzumlu kılmaktadır. Elbette ki bu, farklı görünüp kendini farklı ifade ederek insanları aldatmak demek değildir. Belki başkalarının farklılığına değer verme, kendi farklılıkları içinde onları kabullenme ve o kabul ve saygı içinde farklılıklara göre davranma, meseleleri öyle bir eda ve üslupla ortaya koyma demektir.


Bir Üslûp Kahramanı: Hazreti Mevlâna


Kendi çağında irşad dairesinin merkez noktasını tutan ve aradan yedi asır geçmiş olmasına rağmen ses ve soluğu günümüzde hâlâ yankı bulan büyük mürşid Hazreti Mevlâna’nın hayatı, konumuz açısından ne güzel misallerle doludur. Hayatına bakıldığında onun, hayranlık uyandıran tevazu ve mahviyetiyle.. herkese kapısını açan engin hoşgörü ve bakış açısıyla.. farklı anlayışta olanların konumlarına göstermiş olduğu saygısıyla.. ve bütün bunların neticesinde kendini küçük bir zarf ve önemsiz bir ambalaj içinde saklı tutarken, gerçek büyüklüğün ne olduğunu hâl diliyle ortaya koymasıyla asırları aydınlatan devâsâ bir kâmet olduğu görülür. Mesela, bir keresinde kendisini ziyarete bir papaz gelmiş ve ayrılırken elini öpmek istemiştir. Bunun üzerine Hazreti Mevlâna, ondan önce davranıp papazın elini öpmüştür. Şimdi bazıları çıkıp bunu ciddi bir tenezzül görebilir; görebilir ve “Nasıl olur da bir mü’min, mü’min olmayan birisinin elini öper?” diyerek tenkide kalkışabilir. Hatta bazı müfritler bu ve benzeri tavırlarından ötürü o büyük zât hakkında daha ağır ithamlarda da bulunabilir. Elbette ki böyle bir bakış açısı o zât hakkında suizandır ve büyük bir vebali netice verir. Hâlbuki Hazret, bu tavrıyla orada gerçek büyüklüğün ne olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim elini öptüğü kişi, o esnada hemen Mevlâna’nın eline ayağına kapanır ve “Temsilcisi bu kadar mütevazı olan bir din mutlaka haktır.” diyerek kelime-i şehadet getirip Müslüman olur. Şimdi siz, böyle bir tavırla, bir insanın gönlüne girip ona iman ve ebedî saadeti kazandırmak için başınızı o kimsenin ayaklarının altına kaldırım taşı gibi kor musunuz, koymaz mısınız? İşte asırlardır sinelere imanın diriltici soluklarını üfleyen Hazreti Mevlâna böylesi bir üslûp insanıdır. Yunus Emre de, aynı yolun yolcusu olarak “Dövene elsiz, sövene dilsiz ve kalb kırana karşı da gönülsüz yaşama” üslûbunu seçmiştir. Elbette ki o büyük zâtların bu hâl ve tavırları referansını İslâmî esas ve disiplinlerden almıştır. Çünkü İslâm bize, “kötülükleri iyilikle savmamızı”, hak ve hakikate davet için firavunun karşısına çıkıldığında dahi kavl-i leyyin, tavr-ı leyyin, hâl-i leyyin, (yumuşak söz, yumuşak tavır ve yumuşak hâl) yolunu emir ve tavsiye buyurmaktadır. Dolayısıyla böyle bir yaklaşımın, kaynağını dinin özünden, esas ve ruhundan aldığı âşikardır.


Tavizsiz Üslûp


Evet, hak ve hakikati tebliğ ve temsilde üslûbun ne denli ehemmiyet arzettiği açıktır ancak bu mevzûda asıl önemli olan onun temâdî ve sürekliliğidir. Zira siz bir yerde saygılı davranır, yumuşak söz ve yumuşak tavırlarla muhatabınızın gönlüne girersiniz, ancak beklenmedik çirkin bir söz ve tavır karşısında hemen harekete geçer, aynıyla mukabelede bulunur, taviz verip üslûbunuzdan vazgeçerseniz bu durum muhatabınızda itimat ve güven erezyonuna sebep olur, kredinizi alır götürür. Böyle bir duruma düşmemek için doğru bilip doğru kabul ettiğimiz disiplin ve esaslara kendimizi alıştırmalı ve her türlü durumda onlara bağlı kalma azminde olmalıyız ki, falso yapmayalım, bir yerde yaptığımızı başka bir yerde kendi elimizle yıkmayalım. Evet biz, temelde dövene elsiz, sövene dilsiz ve kırsalar da kalbimizi gönülsüz yaşama üslûbunu tercih etmiş, düstur edinmiş, “yol bu” deyip onda karar kılmışsak, artık hiç taviz vermeden bu kararın arkasında durmalı, her hâlükârda onun gereklerini yerine getirmeye çalışmalıyız.


Bir misal olması açısından Hallac-ı Mansur’un son anlarıyla alâkalı anlatılan vak’ayı burada zikretmek istiyorum. Nakledildiğine göre Hallac-ı Mansur, düşmanları, çekemeyenleri tarafından –hâşâ– “ilahlık iddiasında bulunuyor” diye mahkemeye verilir. İstiğrak hâlinde dile getirdiği “enelhak” sözünü anlamayan o günkü mahkeme heyeti ise Hallac-ı Mansur’un ellerinin kesilmesine karar verir. Karar uygulanır ve Hallac’ın elleri kesilir. Vücudundan kanlar akarken Hallaç sapsarı kesilmiştir. Böylesi bir ortamda o, kesilmiş ellerini Rabbine kaldırarak, “Allah’ım! Bana bunları reva görenleri affetmedikten sonra ruhumu teslim etmek istemiyorum.” diye dua eder. İşte bu hâdisede olduğu gibi en ağır ve olumsuz şartlar altında dahi seviye ve çizgiyi muhafaza, üslûp mevzuunda hayatî derecede öneme sahip, üzerinde durulması gereken bir noktadır.


Bundan dolayıdır ki, eskiden beri şahsıma saldırı ve hakaretlerde bulunan kişiler hakkında dahi “bey” hitabını kullanmışımdır. Hatta bir keresinde bu evsaftaki birisi hakkında aynı ifadeyi kullanınca, dostlarımdan kıymetli bir arkadaş, o kimsenin böylesi bir saygı ifadesine layık olmadığını dile getirerek o şahsa niye bu şekilde hitap ettiğimi sormuştu. Hâlbuki bu, benim asla taviz veremeyeceğim, bozulmasına asla kıyamayacağım üslûbumdur. Zira bir kere üslûbunuza kıyarsanız, artık ondan sonra arıza ve çatlaklar birbirini takip eder durur. Eğer bütün hayatınız boyunca tek bir çatlak sesin dahi sizden sâdır olmamasını istiyorsanız, o vakit hiçbir zaman çatlak bir ses çıkarmama azm ü gayretinde bulunmanız gerekir.


Diyelim ki size bir iğne batırıldı ve siz böyle bir eza ve cefa karşısında sabır göstermenin birçok hayra vesile olacağını düşünerek tahammül gücünüzü kullanıp onu sineye çektiniz, affedici oldunuz. Fakat aynı maslahat ve durum söz konusu iken acaba kolunuz koparıldığı esnada da benzer tavrı sergileyebiliyor musunuz? İşte üslûpta asıl mesele her iki durumda da, aynı ses ve solukla aynı tavrı ortaya koyabilmektir.


Eğri Ağacın Gölgesi


Tabiî bu seviyedeki bir üslûp, başta da işaret edildiği gibi, öyle hemencecik, kolay bir şekilde gerçekleştirilebilecek bir amel değildir. Bu istikamette egzersiz ve temrinlerde bulunmalı, gayret sarfetmeli, iradenin hakkını vermeye çalışmalı ve nefisler sürekli rehabiliteye tabi tutulmalı ki böyle yüce bir haslet elde edilebilsin.


Mesela müşterek bir hayat sürdürülürken yapılan yanlış tavır ve çiğ davranışlar karşısında hemen harekete geçmemeli, aynıyla karşılık vermemeli ve hele gıybet ve dedikodu gibi alçaklıklara asla tenezzül etmemeliyiz. Belki ilk başta zorlanacağız, yutkunup duracağız ama dişimizi sıkıp sabretmesini bilmeli, kendimize, kendi hissiyatımıza rağmen bir tavır sergilemeli ve yapılan yanlışlıkları usûlünce düzeltme gayreti içinde olmayız. Diyelim ki, eğri büğrü bir tavır ve davranışla karşılaştık. Şimdi bu durum için doğrudan doğruya eğri ifadesini kullanabiliriz, ama aynı hâli “bu biraz doğrudan farklı” şeklinde de dile getirebiliriz. Ve yine beğenmediğimiz, hatta midemizi bulandıracak ölçüde tiksinti duyduğumuz bir yemek karşısında hemen yüzümüzü ekşitip beğenmediğimizi söylemek yerine; “Allah’ın güzel bir nimeti ama neyse ki ben şu an o güzelliği hissedemiyorum!” ifadeleriyle kendimizi de sorgulayabiliriz. İşte bu şekilde temrinat yapa yapa üslûp meselesi insan tabiatına mâl olur, onunla bütünleşir. Öyleki o insan zamanla, “Nasıl oldu da asabî davranan o şahsa ben de karşılık verdim? Nasıl oldu da yüzünü ekşitip duran o kişiye ben de tavır aldım?” der, haksızlığa maruz kaldığı durumlarda dahi kendine yönelip kendini sorgular. Çünkü asıl önemli olan ekşiyen karşısında tatlı olmak, eğri karşısında düz durmaktır.


Evet, insanın davranışları onun iç dünyasının akisleridir. Eğer insanın ruhu düzgünse onun gölgesi de daima düz olur. Eğri ağacın gölgesi düz olmaz, düz ağacın gölgesi de eğri olmaz. İnsan, bunu bilmeli ve kendi ruhunun düzlüğü ve eğriliğini ona göre ölçüp biçmelidir. O hâlde şu soruları kendi kendimize sormamız gerekir: Her şeyi güzel görebiliyor muyum? Eşya ve hâdiselere güzel bir nazarla bakıp, onları güzel bir şekilde değerlendirebiliyor muyum? Böyle mü’mince bir bakış açısına sahip miyim? Elbette ki insan zahire bakan yönüyle bela ve musibetleri hemen gerçek yüzüyle göremeyebilir. Dış yüzü itibarıyla ekşi bir manzara arzettiğinden onların derûnunda bulunan bal-kaymak tatlılığını ilk başta hemen duyup hissedemeyebilir ve neticede hâdisenin şok tesiriyle evvelemirde bir sarsıntı yaşayabilir. Ama aklı başında olan insan, ilk başta yutkunup dursa da, sonra ona makul bir mahmil bulur, biraz önce zikredilen misallerde olduğu gibi bir izah yolu araştırır ve kendi kendine “Bu bir vakıa, ama galiba bu meselede suç biraz da bende.” der, hakkaniyetle davranır, akl-ı selim, hiss-i selim ve kalb-i selimle hâdisenin üzerine yürür ve Allah’ın izniyle üstesinden gelir.


Ve Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) Eşsiz Üslûbu


Her yüce haslette olduğu gibi üslûp mevzûunda da zirveler zirvesini tutan Efendiler Efendisi’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Malumunuz Uhud’da O’nun mübarek yanaklarına batan miğferi dişinin kırılmasına sebep olmuş, vücudu kan revan içinde kalmıştı. Hatta miğferin parçalarını çıkarmaya çalışırken Ebu Ubeyde b. Cerrah Hazretleri’nin de ön dişleri kırılmıştı. İşte, gayz ve nefretle dopdolu düşmanlarının kendisini öldürmek istediği böyle bir ortamda dahi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), mübarek kanı yere düşerse Allah o topluluğu helak eder endişesiyle


اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِقَوْمِي فَاِنَّهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ


– Allah’ım! Kavmimi bağışla, çünkü onlar beni bilmiyorlar” (Buhârî, enbiyâ 54; Müslim, cihad 104-105) diye dua etmişti. Keza Tâif dönüşünde başı-gözü taşlarla yarılmış, hatta tabanlarından kanlar akmıştı, ama O (aleyhissalâtü vesselâm) bütün bunlar karşısında;


اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاس(…) إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي.


“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikayet ediyorum. (…) Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam.” (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 1/211-212; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye) diyerek, tek kelimeyle dahi o tali’sizler hakkında bedduada bulunmamış, sadece kendi hâlini Rabbisine arz etmişti.


İşte üslûptaki bu süreklilik ve temadî sayesinde herkes İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) inanmıştır. Evet O, telîne ve bedduaya amin dememiş, kahriye okumamış, kendisine ömür boyu kötülük yapanları bile sadece Allah’a havale etmiştir. Öyle ki bir gece akşamdan sabaha kadar, Hazreti İbrahim’in duasının yer aldığı, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki âyet ile; Hazreti İsa’nın duasının bulunduğu, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm ancak Sen’sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki âyeti tekrar tekrar okumuş, ümmetini dilemiş, ellerini kaldırıp “Allah’ım, ümmetimi mağfiret buyur! Allah’ım, ümmetimi mağfiret buyur!” diye yalvarıp yakarmıştı. Neticede Hazreti Cebrail gelmiş ve “Ümmetin hakkında Cenâb-ı Hak Seni mahzun etmeyecektir.” (Müslim, iman 346) müjdesini vermişti.


İşte bu bir üslûptur ve O Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ne olursa olsun bu hususta asla taviz vermemiştir. O zaman bize düşen de üslûp meselesini bir namus bilip ona göre hareket etmek olmalıdır.