Vesileperestlik Afeti ve Hakk’ın Hoşnutluğu

Vesileperestlik Afeti ve Hakk’ın Hoşnutluğu
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Mü’minlerin kalb ve zihin dünyalarını tehdit eden
beş büyük afet sayılırken; “menkıbelerle yetinerek geçmişle avunma, selefi
tenkit etme, ülfet ve ünsiyete yenik düşme, istişaresiz hareket etme” gibi
hususlar ifade edildikten sonra beşinci büyük felaket olarak vesileleri gaye
edinme mevzuu üzerinde duruluyor. Vesileleri gaye edinme, bilhassa günümüz
şartları içinde hizmet etmeye çalışan fertler için nasıl bir tehlikedir? İzah
eder misiniz?


Cevap: Gaye ile âdeta hemhudut en büyük bir vesile
dahi olsa, vesile ve gayenin tamamen farklı şeyler olduğu muhakkaktır. Bu
farklılığı anlayabilmek, vesile ve gayeyi kendi konumuna göre sağlıklı bir
şekilde değerlendirebilmek için abdestle namaz arasındaki münasebete
bakabiliriz. Malum olduğu üzere, namaz kılmak niyetiyle aldığımız abdest, namaz
için sadece bir vesiledir. Fakat farza vesile olduğundan o da bir yönüyle
farzdır ve çok önemlidir. Hatta abdest almadan önce yapmamız gereken ıtrahat,
temizlenme ve istibra gibi bazı hazırlıklar da abdestin tamamiyeti açısından bir
vesiledir. Ne var ki, vesile de olsa bütün bunlar, önemli bir ibadeti yerine
getirmeye hazırlık nevinden olduğundan her biri insan için ayrı bir sevap
kaynağıdır. Yani, abdest alma niyetiyle lavaboya yöneldiği andan itibaren bir
mü’minin attığı adımlar, çektiği sıkıntılar, temizlenme adına gösterdiği cehd ve
sonrasında istibra hesabına yaptığı amellerin hepsi, Allah’ın izn u inayetiyle,
ona ibadet ü taat sevabı kazandırır.


Fakat bu saydıklarımızın hepsi birer vesile olduğundan bir insan sadece bu
vesilelere takılıp kalsa hedef ve maksatla elde edilecek mükâfata hiçbir zaman
ulaşamaz. Mesela bir insan, ibadet kastı olsa da fakat namaz niyetiyle abdest
almamışsa, o insan sadece mücerred abdest ibadetinin sevabını kazanmış olur.
Fakat zannediyorum o insan bu abdestiyle, namaz kılma niyetiyle almış olduğu
abdest sevabının onda birini dahi elde edemez. Çünkü bir vesile hangi maksat ve
hedefe hizmet ediyorsa o hedef ve maksada göre bir kıymet kazanır, gayenin
büyüklüğü vesileyi de büyültür ve neticede abdest misalinde olduğu gibi farzı
edaya vesile olan bir amel, kendisi farz olmasa da, insana farz sevabı
kazandırır.


Günümüz Şartları ve Hoşgörü Süreci


Aslında günümüzde yapılan bütün hizmetleri, hak ve hakikat yolunda ortaya
konan bütün cehd ve gayretleri vesile ve gaye farklılığı açısından böyle bir
değerlendirmeye tâbi tutabiliriz. Mesela günümüzde muhabere ve muvasala
imkânları son derece ilerlemiş, küre-i arz büzülmüş, küçülmüş, mesafeler
daralmış, milletlerarası temaslar sıklaşmış ve dünyamız âdeta küçük bir köy, bir
kasaba hâline gelmiştir. İşte eğer biz, ruhumuzun ilhamlarını, inançlarımızın
güzelliklerini müstaid başka gönüllere de duyurup ifade etmek istiyorsak o
zaman, çağımızın bu şartlarını nazar-ı itibara almamız gerekir. Bu ise,
yapacağımız faaliyetlerin hoşgörü çerçevesinde ve farklılıklara tahammül
anlayışı içerisinde yerine getirilmesini lüzumlu kılmaktadır. Gerçi şimdilerde,
zımnında bazı olumsuz mânâları tedai ettirdiği düşüncesiyle hoşgörü kelimesini
kullanmama yönünde bir temayül söz konusu. Çünkü hoşgörü denildiğinde, sanki
birilerinin hoş olmayan tavır ve davranışları var ve muhatabın o tavır ve
davranışları da hoş görülmeye çalışılıyor gibi anlaşılabilmektedir. Ayrıca,
“Başkaları ne halde olursa olsun ben onları hoş görüyorum.” gibi bir mülâhazada
az bir bencillik, bir iddia ve egoizmanın bulunduğu da söylenebilir. O sebeple
bu mefhum yerine “Hangi düşünceden olursa olsun karşılıklı konuşarak
anlaşabilme.” mânâsını ifade eden diyalog kelimesi tercih edilir oldu.


Konuma Saygı ve Vaad Ettikleri


Ancak diyebiliriz ki “konuma saygı” diyalogdan da öte daha derin bir mânâ
ifade etmektedir. Evet, “konuma saygı” ifadesiyle yukarıda dile getirilen
muhtemel risk ve endişeler izale edilebilir. Çünkü “konuma saygı” dediğimizde,
bir kişinin hangi dinden, hangi anlayıştan olursa olsun evvela onun bir insan
olduğu ve insan olduğu için de saygıya layık bulunduğu anlayışı vardır. Evet,
bizim inancımıza göre Cenâb-ı Hak her bir insanın mahiyetine iyilik adına bir
kısım nüveler, çekirdekler koymuştur. Bu yönüyle her bir insan potansiyel
olarak, Cenâb-ı Hakk’ın onun adına yemin ettiği eşref-i mahlûk bir varlıktır.
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Mübîn’de; “

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِى اٰدَمَ

Andolsun ki biz,
insanı çok kerim (şerefli) yarattık.”
(İsra Suresi, 17/70) buyuruyor. Başka
bir âyet-i kerimede ise “

لَقَدْ خَلَقْنَا الإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ


İnsanı ahsen-i takvîme mazhar olarak yarattık.” deniliyor. (Tin Sûresi,
95/4) Dikkat edildiğinde görüleceği üzere âyet-i kerimelerde şerefli ve ahsen-i
takvime mazhar olarak yaratıldığı ifade buyrulan ve üzerine yemin edilen varlık
“mü’min” değil, “insan”dır. Demek ki her bir insan potansiyel olarak bu şeref ve
değeri haiz bir varlıktır.


Bu âyet-i kerimelerden hareketle biz, konuma saygı dediğimizde evvela
insanlığa ve insanî değerlere saygıyı anlıyoruz. Ayrıca bilinmesi gerekir ki,
konuma saygı, aynı zamanda inanca saygıyı da ihtiva eder. Çünkü bir kimsenin
doğru olarak kabul ettiği, doğru olduğuna inandığı bir değerle, o insanı
birbirinden ayıramazsınız. O halde diyebiliriz ki, eğer siz bir insanın inanıp
benimsediği değerlere saygılı olmuyor, saygılı davranmıyorsanız, o insana da, o
insanın insanlığına da saygı duymuyorsunuz demektir.


Bütün bunların sonucunda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Siz muhatabınızı
tahkir ettiğinizde, kendinize karşı ondaki tahkir duygusunu tetiklemiş;
muhatabınızın konumuna saygılı davrandığınızda ise onda kendinize karşı saygı
hissini harekete geçirmiş olursunuz.


Bu durum, Kur’ân-ı Kerim’de şu ifadelerle dile getirilir: “

وَلاَ تَسُبُّوا الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ فَيَسُبُّوا
اللهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ

– Onların Allah’tan başka yalvardıkları
tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a
hakarette bulunmasınlar.” (En’am Sûresi, 6/108)


Görüldüğü üzere ilâhî kelam, sarih bir şekilde, açık bir emirle insanların
Allah’tan başkasına ilâh deyip el açtıkları, yalvarıp yakardıkları ve yüz yere
sürdükleri ikon ve putlara dahi sebbetmememizi emir buyuruyor. “Sebbetme”
dilimize aktarıldığında, ilk akla gelen mânâsı itibarıyla “galiz tabirlerle
hakarette bulunma, sövüp sayma” şeklinde anlaşılmaktadır. Fakat bu kelime,
yakışıksız, uygunsuz, münasebetsiz laflar etme, saygısızlıkta bulunma mânâlarını
da ifade etmektedir. Bundan dolayı bizim, bir mü’min ahlâkı olarak, ister semavî
bir din, isterse din şeklinde ortaya çıkan bir organizasyon etrafında bir araya
gelmiş insanlara karşı yakışıksız ve münasebetsiz söz etmemiz, bu ölçüde olsun
onlara karşı saygısızlıkta bulunmamız düşünülemez.


İsterseniz burada, insanın konum ve değerini anlama adına, Hz. Âdem’in
meleklere kıblenüma olma mevzuunu da hatırlayabilirsiniz. Bu ilâhî takdirden de
anlıyoruz ki, insan Allah’ın mükemmel, mümtaz ve abide bir varlığıdır.


İşte bütün bu mülâhazalara istinaden insana saygı duygusunu içimizde sürekli
geliştirme ve güçlendirme peşinde olmalıyız. Zira konuma saygı meselesini
tabiatımıza mal edememişsek, oruç tutmak istediği hâlde alışık olmadığı için
Ramazan’ın ilk günlerinde orucunu tamamlayamayan, iftara varamadan orucunu bozan
kimsenin durumuna düşer ve hata yapıp durmaktan kurtulamayız. Evet, konuma saygı
mevzuunu tabiatımızın bir yanı hâline getirmeli ve onu tabiî bir ihtiyaç hâlinde
duyup hissetmeliyiz ki, yer yer canımızı sıkan hâdiseler zuhur ettiğinde falso
yapmayalım, beklenmedik tepkiler vermeyelim, muhatabımızı rencide edecek tavır
ve davranışlar içine düşmeyelim ve neticede her türlü şart altında sinemizin
herkese açık olduğunu gösterebilelim.


Dinimizin emri bu istikamette olunca, diyebiliriz ki, muhataplarımız satanist
veya zerdüşt bile olsa kanaatimce, onların şeytana tapma, zulmete hakiki bir güç
isnat etme gibi tasvip etmemizin mümkün olmadığı düşüncelerini dahi getirip
yüzlerine çarpar bir tarzda ifade etmek doğru değildir ve bu bir üslûp
hatasıdır. Hz. Pir, Hıristiyanların ruhanî reisleriyle muvakkaten medar-ı
münakaşa meselelerden bahsetmememiz gerektiğini söylüyor. Mesela siz onlarla
olan muhavere ve sohbetinize teslis inancını ele alarak başlayacak olursanız,
daha sözün başında muhatabınızı kendinizden uzaklaştırmış, onunla birçok
hakikati, güzelliği paylaşma imkânı varken dinlenilme ve söz söyleme hakkından
mahrum kalmış ve hatta münakaşa ve kavgaya kapı aralamış olursunuz. Hâlbuki
muhavere ve diyalog adına gerçekleştirilen bir programı tartışma zeminine çeker
ve Müslümanlığı müdafaa etme adına onların inandığı değerlere saldırıda
bulunursanız, farkına varmadan Müslümanlığa ihanet etmiş yani onların da
İslâmiyet’e ve Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) dil
uzatmalarına, Kur’ân’a saldırmalarına zemin hazırlamış olursunuz. Bunun yerine
siz, onların hayat felsefesi ve dünya görüşlerine saygı duyar, saygılı
davranırsanız, bu sefer onlar da, size karşı saygı ve hürmet sınırları içinde
hareket etme yolunu tercih eder. Bir kez daha ifade edelim ki, insanlara, inanıp
benimsediğiniz doğrular adına bir şey ifade etmek istiyorsanız, bu ameliyeyi,
sırtınızın muhatabınıza dönük olduğu zaman ve şartlarda değil, muhatabınızla yüz
yüze ve yakın olduğunuz zaman ve şartlarda gerçekleştirebilirsiniz. Bundan
dolayı üslubunuzu muhatabınızın sırt çevirmesine fırsat vermeyecek şekilde
ayarlamalı ve anlatacaklarınızı o üslûpta anlatmalısınız.


Kalb İbresi ve Rıza-ı İlâhî


Gaye-vesile farklılığını izah sadedinde anlattığımız bu hususlarla vurgulamak
istediğimiz temel düşünce şudur: İsmine ister hoşgörü, ister diyalog, isterse
konuma saygı diyelim bunların hepsi birer vesiledir; asıl gaye ise Allah’ın rıza
ve hoşnutluğudur. Biraz daha açacak olursak bizim bu vesilelerle ulaşmak
istediğimiz gaye, birkaç asırdan beri yanlış anlaşılmış ve yanlış tanıtılmış
olan ve hâlâ onu anlatma adına bir kısım yanlışlıkların yapıldığı bir ortamda
İslâm’ın doğru anlaşılmasını sağlamaktır. Yani bu dinin silm u selâmet
esaslarına dayandığı ve onun insanlık çapında emniyet, güven ve barışı tesis
edecek dinamiklere sahip bulunduğu gerçeğini gönüllere duyurabilmektir.
Dolayısıyla bu dinde hiç kimsenin kafasına estiği gibi ilan-ı harp
yapamayacağını, anarşi ve terörün hiçbir zaman bir mücadele vasıtası olarak
görülemeyeceğini, canlı bombalar kullanılarak masum insanların
öldürülemeyeceğini, hâsılı hakikî Müslümanlığın terör ve anarşiden fersah fersah
uzak bulunduğunu ifade edebilmektir. Eğer biz değişik platform ve vasıtaları
değerlendirmek suretiyle, İslâm’ın bu gerçek yüzünü, hakiki mahiyetini insanlara
anlatabilirsek, bu durum dinimiz ve insanlığın barışı adına az bir kazanç
olmayacaktır. Yoksa açılan müesseseler, kurslar, kültür lokalleri; yapılan
seminer, toplantı ve konferansların hepsi birer vesileden ibarettir. Eğer biz
yapılan bu faaliyetlerle büyük işler evirip çevirdiğimiz zannına kapılır;
insanların takdir, teveccüh ve alkışlarını esas alır; kendimizi ifade ve nefsanî
arzularımızı tatmin gibi bir kısım emeller peşinde koşarsak, kazanma kuşağında
kaybetmiş ve bu arada asıl gayemizi de unutmuşuz demektir. Bu ise az gitmiş uz
gitmiş, dere tepe düz gitmiş fakat bir çuvaldız boyu yol alamamış ve bütün
bunların neticesinde yol yorgunluğundan başka herhangi bir kâr elde edememiş
insanın hâline benzer. Hâlbuki bütün bu gayret ve çabalarla eldeki imkânların
santimi zayi edilmeksizin, merhamet çağrıları yapılmalı, insanlar arasında
uzlaşı temin edilmeli, kardeşlik ve barış köprüleri kurulmaya çalışılmalı;
hâsılı doğru bildiğimiz değer ve güzellikler, niyet safveti ve gönül duruluğu
içinde, insanlığa sunulmalıdır; sunulmalı ve bütün bu ameller yapılırken de kalb
ibresi hep Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu göstermelidir.