Yaşlılık ve Dine Hizmet

Yaşlılık ve Dine Hizmet
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Günümüz insanı, kırk-elli yaşlarına geldiğinde
yaşlılık, emeklilik ve işe yaramazlık duygusuna kapılabiliyor. Kulluk ve dine
hizmet açısından yaş faktörünü değerlendirir misiniz?


Cevap: İslâm’da aslolan insanın çalışabildiği
müddetçe işinde, mesleğinde çalışmaya devam etmesidir. Hele Allah yolunda
yapılan hizmetlere gelince, bu mevzuda hiç mi hiç bir emeklilikten, işi-gücü
bırakıp bir kenara-köşeye çekilmekten bahsedilemez. Çünkü din yolunda hizmet bir
yönüyle ubudiyet gibidir ve bundan dolayı insan, ruhunu teslim edeceği âna kadar
Allah’a kullukla mükellef olduğu gibi Allah yolunda hizmet etmekle de
mükelleftir. Mesela nasıl ki insan ayakta gücü yetiyorsa ayakta, oturarak gücü
yetiyorsa oturarak, hatta ancak sırt üstü bir şekilde yerine getirebiliyorsa
sırt üstü bir şekilde, fakat her hâlükârda namaz vazifesini yerine getirmekle
mükelleftir. Aynen öyle de insanın gücü neye yetiyor, takati neye elveriyorsa o
ölçüde dinini anlatmak, din için çalışıp çabalayan bir hizmetin arkasında durmak
ve ona destek vermekle de mükelleftir ve böyle bir mükellefiyet insandan hiçbir
zaman düşmez.


Son Nefesimizi Verinceye Dek


Bu noktada konumuzla münasebeti dolayısıyla, Yaşar Tunagür Hoca’dan bizzat
dinlediğim bir hatırasını size nakledeyim. Kendisinden ders okudukları Hüsrev
Hoca, sırt üstü yatarak dahi olsa elinde kitabı tutabildiği sürece talebelerine
ders vermeye devam eder. Fakat son zamanlarında artık o durumda dahi kitabı
elinde tutamaz olur ve elindeki kitap zaman zaman “cub” diye yere düşer. Onun bu
hâlini gören talebeleri, bu durumun mâkul bir mazeret teşkil ettiğini söyleyerek
hocalarının ellerinden kitabı almak isterler. İşte o esnada Hüsrev Hoca ellerini
kaldırıp: “Allah’ım beni mazur gör, bırakmak istemiyordum ama bunlar kitabı
elimden aldı.” der ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya durur.


Bu zaviyeden meseleye bakılacak olursa, insanın belli bir yaşa geldikten
sonra, Allah yolunda yerine getirmekle mesul olduğu vazifeyi bırakıp bir kenara
çekilmesinin geçerli bir mazeret olmadığı/olmayacağı anlaşılacaktır. Evet, imkân
el verdiği sürece Cenâb-ı Hakk’ın rızası istikametinde koşturup durmak hem
vazifemiz hem de dine karşı borcumuzdur. Bir kez daha ifade edelim ki, nasıl
ölüm gelip kapımızı çalacağı âna kadar namaz, zekât, oruç gibi ibadetler,
mükellefiyetler bizden düşmemektedir; aynı şekilde din-i mübîn-i İslâm’ı i’lâ ve
dünyanın dört bir yanında ruh-u revan-ı Muahmmedî’nin (aleyhissalâtü vesselâm)
şehbal açmasını sağlama istikametinde cehd ü gayret içinde bulunmak da takati
ölçüsünde hepimizin üzerinde bulunan bir sorumluluktur ve bu sorumluluk son
nefesimizi vereceğimiz âna kadar devam eder.


Civan Pire, Pir Civana Muhtaç


Ne var ki, bir zamanlar din-diyanet adına bir toplantıdan diğerine koşan, bir
yerde gönülleri şahlandırma diğer yerde ise heyecanlara yeniden heyecan katma
istikametinde gayret sarf eden, elinde bir meşale sürekli başkalarının mumunu
tutuşturma ve böylece cihanı aydınlatma derdinde olan bazı kimseler, yaşlarının
ilerlemesiyle kendilerinde bir yorgunluk hissedebilir; hissedip genç ve zinde
oldukları dönem ölçüsünde bir aktivite, bir performans ortaya koyamayabilirler.
Onların bu hâlini görüp artık bundan sonra kendileri gibi koşamayacaklarını
düşünen bazı gençlerse onları dışlayabilir veya o şahıslar kendilerini
dışlanmış, kulvar dışına atılmış hissedebilirler. Bu durumda yapılması gereken,
bir zamanlar küheylanlar gibi koşturup duran o insanlara, onların yaş ve
seviyelerine göre bir vazife teklifinde bulunmaktır. Gerekirse onlardan bir
meclis teşkil edilip, müktesebat ve tecrübelerinden istifade edilir. Böylece
gençler de onların tecrübelerinden faydalanır ve gençliğin heyecan ve
dinamizmini realize etme imkânı bulurlar. Yani bir taraftan koşturması gerekli
olan gençler koşturup dururken, beri taraftan fikir üretebilecek tecrübe ve
birikim sahibi belli bir yaşa ulaşmış kişiler, onların arkasında durur, takdir
edip alkışlar ve onlar için birer aşk u şevk kaynağı hâline gelirler. Böylece
hiç kimse vazifeden geri kalmamış ve atalete mahkûm bir duruma düşürülmemiş
olur.


Bildiğiniz gibi Ümmü Haram Validemiz ilerlemiş yaşına rağmen o günün
imkânlarıyla Kıbrıs’a kadar gelmiş ve orada vefat etmiştir. Ebû Eyyüb el-Ensarî
Hazretleri de yaşına başına aldırmadan deve sırtında İstanbul’a kadar gelmiş ve
nihayetinde surların dibinde vefat etmiştir. Onların ön saflarda koştuklarını
gören gençler ise, onların bu hâlinden daha bir hız almış ve âdeta bir maraton
sergilemişlerdir.


Meseleye bu açıdan bakıldığında vazife ve koşturmanın hiçbir zaman bitmediği
görülür. Ancak vazife sürdürülürken, kimin ne yapacağı ve ne ölçüde yapacağı çok
iyi belirlenmelidir. Evet, vazife taksimi yapılırken, bir taraftan dinin
ruhundaki yüsr (kolaylık) prensibi esas alınıp herkese takati ölçüsünde bir
vazife tahmil edilmeli; diğer taraftan kimsenin onuru kırılmamalı, kuvve-i
mâneviyesini sarsacak tavır ve davranışlar içerisine girilmemelidir. Az önce
ifade edildiği üzere o büyükler, senatör meclisleri gibi sürekli takdir edilip
gözlerinin içine bakılan ve her zaman engin fikir, tecrübe, müktesebat ve
mütalâalarına müracaat edilen bir sertac-ı ibtihaç gibi görülmelidir.
İhtiyarların koşmaya güç yetiremedikleri yerlerde ise gençler öne atılmalı,
onların dualarını alıp “Burada koşma ameliyesi bize düşüyor…” demelidirler.
Böylece bir taraftan yaşlıların fikrî aktivite ve heyecanlarından istifade
edilmiş diğer yandan da gençlerin dinamizmi değerlendirilmiş olur. Evet,
gençlerin tecrübesizliğine bakarak onları kenarda tutma, hafife alma, vazifeden
azletme, ellerini işin altına sokmalarına engel olmak suretiyle inkişaf edip
gelişmelerine set çekme doğru olmadığı gibi yaşlandı diyerek birilerini emekli
etme ve hak yolunda yapacakları hizmetten onları dışlamaya kalkışma da doğru
değildir. Herkes yapabildiği kadar hizmet etmeli ve sonuna kadar bu işe el
uzatmaya çalışmalıdır. Zaten hizmet eden insanlar kendi aralarında
yaşlarına-başlarına göre bir vazife taksimi yapar ve daha sonra bu taksime göre
herkes kendine düşen sorumlulukları yerine getirirse ortaya rantabl bir hizmet
konulmuş olur.


Hâsılı bir Müslüman vefat ederken işinin başında vefat etmelidir. Ders takrir
eden ders takrir ederken, eli kalem tutan yazarken, kitap tashih eden tashih
işiyle meşgulken, gezip dolaşma sorumluluğu olan yolculuk esnasında, hicret eden
kahramanlar ise hicret ettikleri yerlerde vefat etmelidir. Yani herkes hakka
hizmet adına nerede koşturuyor, hangi kulvarda bulunuyorsa orada vefat etmeli ve
böylece ölümünü değerler üstü değere ulaştırmalıdır.


Yüz Gençliğe Bedel İhtiyarlıklar


Allah’a ve ahirete inanan bir insanın ihtiyarlığa bakışıyla inanmayan bir
insanın bakışı birbirinden çok farklıdır. Bediüzzaman Hazretleri, namazın
ehemmiyetini anlattığı ve onun sa’ye nasıl büyük bir şevk ve amelde nasıl büyük
bir kuvve-i manevîye olduğunu ifade ettiği bir yerde, bağ-bahçe işleriyle meşgul
olan bir Müslümanın yaşlandıkça, “Daha ziyade ibadetle beraber sa’y-i helâle
çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim, âhiretime daha ziyade
zahîre tedarik edeceğim.”
düşüncesiyle o yaşta dahi bağına-bahçesine
ihtimam göstererek çalışıp çabalamaktan geri durmayacağına dikkat çeker. Evet, o
mü’min, defter-i hasenatının açık kalması için ahir ömründe, daha bir azim ve
kararlılıkla, daha bir ciddiyet ve ihtimamla dertleri, sıkıntıları göğüsler ve
son nefesine kadar çevresinde bulunanlara hep faydalı olmaya çalışır.


Diğer taraftan yaşlı ve hasta insanlar ölümü daha fazla düşünür, bunun
neticesinde öteler için daha dikkatli ve daha temkinli bir hayat yaşarlar.
Gençler bir yaşlının hissettiği ölçüde ölümü duyup hissedemezler. Mesela 60-70
yaşlarına gelmiş bir mü’min yaşadığı her günün son günü olabileceği düşüncesiyle
o günü çok iyi değerlendirmeye çalışır. Tek bir namazın tesbihatını dahi
aksatmama gayreti içinde bulunur ve ihsan şuuru içinde sürekli “Allah’ım,
hayatımda pek çok hata ve kusurlarım olmuştur. Ancak kirpiklerimin ucunda ölümü
hissediyor, kaşlarımdaki beyazlıklarda ölümün şafağını görüyor gibi oluyorum.
İşte ben şu an ömrümün sonuna doğru yol alırken, şimdiye kadar yaptığım hata ve
kusurların bütününden sıyrılıp yürekten Sana teveccüh etmek istiyorum.” der ve
ahir ömrünü daha bir semereli hâle getirmeye çalışır.


Evet, ölümün habercisi diyebileceğimiz ve şakaklardan başlayıp çeneye doğru
yayılan, daha sonra bıyıkları sarıp en nihayetinde kaşlara sıçrayan o
beyazlıklar ahirete inanmayan insanlara bir şey ifade etmeseler de bunların
inanan insanlara ifade ettiği ne derin ve engin mânâlar vardır. Mesela inanan
bir gönül kimi zaman “

الْمَوْتُ حَقٌّ

Ölüm haktır.” der, ölümün
apaçık bir gerçek olduğunu ikrar eder. Kimi zaman da “

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ

Her nefis, her
lâhza ölümü tatmaktadır
.” (Ankebût sûresi, 29/57) hakikatini hatırlar ve şu
muvakkat misafirhanede gidici olduğu şuuruyla hareket eder. Mü’min bütün bu
hakikat fermanları karşısında devekuşu gibi başını kuma sokup kendini aldatmak
yerine öteler için hazırlık yapar ve bu istikamette daha çelik çavak bir kulluk
ve hizmet ortaya koymaya çalışır. İşte Hazreti Pir, yaşlılığın bu çok hoş ve çok
kazançlı yanlarını bildiğinden İhtiyarlar Risalesi’nde: “O halde biz bu
ihtiyarlığımızı, yüz gençliğe değişmemeliyiz
” ifadesini kullanır.


… Ve İnsan Bile Bile Aldandı


Fakat apaçık ölüm gerçeği karşısında körler gibi davranan, o hakikatlerin
dilinden hiçbir şey anlamayan insanlarsa, adım adım ölüm kendilerine geldikçe
ayaklarının bağı kesilir ve âdeta bir giyotine götürülüyor veya idam sehpasına
sürükleniyor gibi olurlar. Bundan dolayı çok defa yaşlı dahi olsalar güya ölümü
duyup hissetmemek için kendilerini sarhoşluğa salar, eğlence ve sefahate dalar
ve böylece bohemce bir hayat yaşamak suretiyle içlerindeki ölüm endişesini
bastırmaya çalışırlar. Ancak bilmezler ki, bu durum insanın kendi kendini
kandırmasından başka bir şey değildir ve tamamen bir aldatmacadır. Evet, ahirete
inanmayanlar yaşlılığı, başlarına gelip çatmış bir bela gibi görür ve sürekli
kadere taş atarlar. Hâlbuki yaşlılık ve ecel bizim elimizde değildir ve onlara
mâni olunmaz. Şu beyitler bu hakikati ne de güzel ifade eder:




يَا مَنْ بِدُنْيَاهُ
اشْتَغَلْ قَدْ غَرَّهُ طُولُ اْلأَمَلْ

أَوَلَمْ يَزَلْ فِي غَفْلَةٍ
حَتَّى دَنَا مِنْهُ اْلأَجَلْ
اَلْمَوْتُ يَأْتِي
بَغْتَةً وَالْقَبْرُ صُنْدُوقُ
الْعَمَلْ
اَصْبِرْ عَلَى
أَهْوَالِهَا لاَ مَوْتَ إِلاَّ
بِاْلأَجَلْ


“Ey dünya meşgaleleriyle başı dönmüş, onlarla oyalanıp duran zavallı
insan! Upuzun bir ömür kuruntusuyla hep aldanıp durdun.


Öyle bir gaflet içinde sürüp gitti ki hayatın. Bak gelip kapına dayandı
vakt-i ecelin.
İşte böyle çıkıp geliverir ölüm ansızın. Kabir ise amel
sandığın.
O halde dişini sık, sabret dünya endişe ve dağdağasına. Zira ölüp
gitmez insan eceli gelmeden.”
(Tercümede az bir tasarrufla).


Evet, upuzun bir ömür ümit ve kuruntusuyla insan aldanır. Tul-i emelin
kaynağı tevehhüm-ü ebediyettir. Tevehhüm-ü ebediyet ise, insanın, kendini ebedî
ve lâyemût olduğunu zannedecek ölçüde dünyaya, dünya zevk ve lezzetlerine dalıp
gitmesi demektir. Yani kişi zanneder ki, saçları hep simsiyah, bedeni zinde ve
görkemli, kendisi de sapasağlam kalacak; kalacak da Allah’ın nimetleri hep böyle
yağmur gibi sağanak sağanak başından aşağı yağıp duracak. Hâlbuki gerçek öyle
değildir. Ne var ki zavallı insan bir aldanışa kurban gitmiştir.


Yakîn Ufku ve Yaşlılık


İşte mü’min yukarıdaki beyitlerde ifade edilen hakikatlere, bile bile
gözlerini kapamaz; kapamaz ve bundan dolayı ecel yaklaştıkça onun yakîni daha
bir artar, daha bir güçlenir. En azından hisleri, ihsasları ve ihtisaslarıyla
daha ciddi bir yakîn ufkuna ulaşma gayretinde bulunur. Bu istikamette acz ve
zaafını, fakr ve ihtiyacını seslendirerek Cenâb-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini
celbeder; tefekkür ve şefkat ile Allah’a yaklaşma yolları arar. Evet, yürüdüğü
yolda yavaş yavaş ötelere doğru kayıp gittiğini ve bir yönüyle vuslatın
koridoruna gelip dayandığını fark eden mü’min, kapı ha açıldı ha açılacak, ha
yüz yüze geldim ha geleceğim mülâhazası içinde bulunur; bulunur ve bu şuurla
daha temkinli, daha tedbirli, daha dikkatli bir hayat yaşamaya çalışır. Bu
yönüyle başkaları için bir nikmet ve musibet olan yaşlılık, mümin için
derinlemesine ve namütenahî bir nimet olur.


Yaşlılığın bu ölçüde rahmet vesilesi olduğunu duyan genç arkadaşlar:
“Allah’ım beni bir an evvel yaşlandır!” diye dua etmesinler. Zira gençliği
değerlendirmenin ayrı bir kadri, orta yaşı değerlendirmenin farklı bir kıymeti,
yaşlılığı değerlendirmenin ise apayrı bir değeri vardır. Bu sebeple herkes
durduğu yer itibarıyla, gafletten uzak bir şekilde bulunduğu yerin hakkını
vermeye çalışmalı ve Kur’an’ın ifadeleri çerçevesinde Allah’ın izn u inayetiyle
her mevsim semeredâr olmaya gayret etmelidir.