Yuva Tutkusu ve Yaşama Sevinci

Yuva Tutkusu ve Yaşama Sevinci
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Adanmış ruhlar için büyük tehlike olduğu ifade
edilen “hâneperestlik” ne demektir? Bu maraz, sadece erkekleri alâkadar eden bir
hastalık mıdır? Günümüzde, günde on-onbeş saat çalıştığı halde işini evinde
yapan insanların varlığı da düşünülürse, hâneperestliğin çerçevesi nasıl
belirlenmelidir?


Cevap: “Hâneperest”, sıcak yuva ve cıvıl cıvıl
çocuklar sebebiyle evine aşırı bağlı olan, hanesindeki huzurun ve rahatın devam
etmesi için gerekirse her şeyden vazgeçmeyi göze alan; bazen de rahata
düşkünlüğünden dolayı dışarıya hiç adım atmayan, halkın arasına hiç karışmayan
ve insanlardan gelebilecek eziyetlerden kaçmak için kendisini adeta dört duvar
arasına hapseden insan demektir.


Ev Mahkumları


Hâneperest tabirinde, belâgat ilmi açısından “mahalli zikir, hali murad” söz
konusudur; bu söz bir mecazdır. Zira, bir insanın hâneperest olmasında hanenin
suçu bulunmadığı gibi ev halkının günahı da yoktur. Ayrıca hâneperestlik, evde
uzun ya da kısa kalma, işini kendi mekanında veya dışarıda yapmayla da alakalı
değildir. Dolayısıyla, bu ifade ile, toplumdan kopmuş, iradesini rahat ve
rehavete teslim etmiş, evinde kendine has bir dünya kurup ona müdahale
edebilecek her şeye karşı sırtını dönmüş, bir kısım ihtiyaçlar için dışarı çıksa
bile yine gözü evde olan ve ilk fırsatta yeniden oraya kapanan, evde akşamlayıp
evde sabahladığından insanlara fazla faydası dokunmayan ve ömrünü “hücre-i
saadet” bildiği hanesinin duvarları arasında geçiren insan kastedilmektedir.


Dünden bugüne bazı insanlar, nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye etmek
için halvethanelere çekilip inziva yapmışlardır. Halvetîlik de bu anlayıştan
doğup yayılmıştır. Ne var ki, içinde yaşadığımız asırda, sürekli insanların
arasında bulunmak, onlardan gelecek sıkıntılara katlanmak ve bir manada celvetî
olmak, inzivada Allah’a ulaşmak için cehd ü gayret göstermekten daha sevaplı
görülmüştür. İnsanların dertlerine ortak olmak, aynı zamanda sevinçlerini
paylaşmak ve hep yanlarında bulunarak onları irşat etmek, bilhassa bu zaman
diliminde çok daha önemli sayılmıştır.


Bu açıdan, hâneperestlik, evine kapanma ve herkesten alâkayı kesme şeklindeki
bir tecerrüd halinin adıdır; dolayısıyla hem erkekler hem de bayanlarla
alâkalıdır. Evet, hâneperestlik marazı, hemşirelerimiz için de çok tehlikeli bir
hastalıktır. Anne-babaya karşı sıla-yı rahim vazifesinden arkadaşlık bağlarını
korumaya kadar çok önemli olan insanî irtibatlara değer vermeme, insanlarla
görüşmeme, eş-dostla biraraya gelmeme, evinin kapılarını hiç kimseye açmama ve
kendi dar dairesinde ikâme ettiği mutluluk vesileleriyle yetinip bütün bütün
şahsî bir hayat sürme şeklinde kendini gösteren hâneperestlik en az erkekler
kadar kadınları da mahveden bir illettir.


Tabii ki, bir kadın, evine çok değer vermeli ve çoluk çocuğuna iyi
bakmalıdır; fakat, ailesini ihmal etmemenin yanı başında, onun da toplum hayatı
açısından bazı vazifeleri vardır. O da, sohbet-i Cânân meclislerine katılmalı,
dinî ve ilmî müzakerelerde yer almalı, arkadaşlarıyla beraber dersler yapmalı;
bu arada içtimaî hayatın ortak problemlerine çareler aramalı, bu gayeye matuf
olarak akdedilen meşveretlerde fikir cehdinde bulunmalı ve dine hizmet edebilmek
için her vesileyi değerlendirmelidir.


İster kadın ister erkek, her mü’min, kendi üzerinde Allah’ın, nefsinin ve
aile fertlerinin hakları olduğunu bilip onların gereklerini yerine getirmeye
çalıştığı gibi, içinde yaşadığı topluma karşı da bir kısım sorumluluklarının
bulunduğunu düşünerek onları da mutlaka gözetmelidir ve Rasûl-ü Ekrem
(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in buyurduğu üzere, her hak sahibine
hakkını vermeye çalışmalıdır. Şayet, eşler, kendi aralarında vazife taksimini
iyi yapar, mesailerini güzelce tanzim eder ve her hususta birbirlerine yardım
eli uzatırlarsa, her ikisi de hem birbirlerinin hem diğer aile fertlerinin
hukukuna bitamâmiha riayet etme, hem de Cenâb-ı Allah’ın, Rasûl-ü Ekrem’in,
Kur’an-ı Kerim’in, Din-i Mübîn’in ve iman hizmetinin haklarını gözetme konusunda
istikameti yakalayabilirler.


Rahata Düşkün Hânezedeler


Aslında, hâneperestliğin temelinde, her türlü zillet ve mahrumiyetin en başta
gelen sebeplerinden olan tenperverlik, tembellik ve rahata düşkünlük vardır.
Hâneperest insan, evinin kapı ve pencerelerini sıkı sıkıya kapadığı gibi,
gönlünü de başkalarına karşı tamamen kapar. Hem içeriye hem de içine kapanır;
hayatını bütünüyle hanesinde geçirmeyi ister. Bir iş ya da ihtiyaç için dışarıda
olduğu zaman bile hep gözü evdedir. Haddizatında, insanın gözünün evinde olması
bir yönüyle çok güzel bir haslettir; bu, hayat arkadaşına ve çoluk çocuğuna
bağlılığının ifadesidir. Fakat, bir diğer taraftan, onda rahata düşkün olma,
hiçbir meşakkate yanaşmama ve dine hizmet adına da olsa zahmete katlanmayı
düşünmeme ruh haletinin tesiri vardır. İşte, bu şekildeki eve düşkünlük,
Hücumât-ı Sitte’de farklı bir zaviyeden anlatılan tenperverliğin (rahata
düşkünlüğün) ta kendisidir ve hak erleri için en büyük afetlerden birisidir.


Evet, yuva dünyevî bir kısım ihtiyaçları gidermeye matuf ve ahiret hayatına
hazırlık hususunda yardımcı bir unsur olmasına rağmen, onun evvelen ve bizzat
maksutmuş gibi algılanması ve insanı toplumdan koparacak bir mahiyet alması çok
hatarlı bir kayma noktasıdır. “Ya evimden olursam; ya ailemi kaybedersem; ya
çocuklarımdan ayrı düşersem; başkası neme lazım, benim de bir hayatım var!..”
gibi mülahazalar, hususiyle adanmış ruhlar için öldürücü virüslerdir. Zira,
bunlar gayesiz, hedefsiz, dava düşüncesinden mahrum ve hilkatin manasını
kavrayamamış kimselerin düşünceleridir. Mefkure kahramanları, insanı bir
hânezede ve bir hane özürlü haline getiren bu hislerden fersah fersah uzaktır,
uzak olmalıdır. Heyhat ki, bazen düşünce ve beyan açısından celvetî görünen ve
sürekli “halkın arasında insanlardan bir insan” olmak gerektiğini söyleyen ama
amel ve tavır zaviyesinden bu çizgiyi takip etmeyen ve fiilî inhiraf içine düşüp
tam bir hâneperest misillü yaşayan kimseler ne kadar da çoktur.


Unutulmamalıdır ki; Osmanlı erenlerindeki mücadele aşkı ve “serhat tutkusu”
sayesinde, küçük bir aşiretten koca bir cihan devleti doğmuştur. Bir gün gelip
de, bu aşk ve arzunun yerini harem sevdası alınca, koskoca bir millet yerle bir
olmuştur. Dahası, harem tutkusu ve hâneperestlikle nöbet yerini terkedenler, çok
defa maksatlarının aksiyle tokat yemiş, sıcak yuvalarını ve cıvıl cıvıl
çocuklarını da kaybetmişlerdir.


Soru: Günümüzde “yaşama sevinci” adı altında sürekli dile
getirilen duygunun bir adanmış ruh nezdindeki karşılığı ne ve nasıl
olmalıdır?


Cevap: Şayet, “yaşama sevinci” tabiriyle
kastedilen, hayatın bütün zorluklarına rağmen, insanın ümit ve azmini
kaybetmemesi, meselelere hep müsbet yanlarıyla bakması ve istikbal hakkında
ümitvar olması ise, bu telakki makbul sayılabilir. Ömrün her karesini çok iyi
değerlendirme, zamanı boşa harcamama, hayata küsmeme; varlıkların kıymetini
bilme, mahlukâtı esmâ-yı ilahiyeye bakan yanlarıyla çok sevme, dostların
mevcudiyetiyle inşiraha erme ve bütün bu unsurlar sayesinde ruhen canlı
kalabilme çizgisinde ele alınan “yaşama sevinci” kabul edilebilir bir
anlayıştır.


Yaşama Zevki Değil, Hizmet Şevki


Ne var ki, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılma, gününü gün etme gayretinde
olma, cismanî ve bedenî zevkleri tatmin peşine düşme, ömür boyu maddî bir
lezzetten diğerine koşma ve ötelere gitmeyi çok kerih görerek hep burada
yaşamayı arzulama şeklindeki bir zihniyet merduttur. Bu manadaki hayat tutkusu,
ruhun sefilleşmesi ve insanın, insanî melekelerini kaybederek içten içe çürümesi
demektir. Tarih şahittir ki, böyle bir yaşama zevki ve sevinci, hangi millete
kanca takmışsa, onu baştan çıkarmış, azdırmış ve sonra da yerle bir etmiştir.


Mü’minlerde yaşama sevincinden ziyade, ubudiyet şevki ve yaşatma iştiyakı
bulunur. Bildiğiniz gibi şevk; hizmette fütur getirmeme, asla ye’se düşmeme;
mâruz kalınan en kötü, en çirkin gibi görünen durumlarda bile, Cenâb-ı Hakk’ın
bir hikmetinin ve rahmetinin var olabileceği mülâhazasıyla buruk, hüzünlü fakat
ümitli bir bekleyiş içinde bulunma ve her zaman Allah’a gönülden tevekkül etme
manalarına gelmektedir.


Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ü sena olsun ki, O bizi insan olarak yaratmış,
müslümanlığa uyarmış ve iman hizmetiyle şereflendirmiş. Yürüdüğümüz yolda dine
ve diyanete ait hiçbir meselede çözülemeyecek bir problemle karşı karşıya
kalmıyoruz, elimizi kolumuzu büsbütün bağlayan bir tıkanıklığa şahit olmuyoruz.
Bir kısım muvakkat tıkanıklıklar görsek bile, onların da Allah’ın inayetiyle bir
şekilde açıldığını müşahede ediyoruz. İşte bütün bunlar şevk ve iştiyak
duygularımızı tetikliyor; içimizde metafizik gerilim hasıl ediyor.


Evet, bu konuda mü’minler için esas olan, ubudiyet yolunda ve iman hizmetinde
iç coşkunluğuyla, aşk ve heyecanla yürümek ve mânevî duyguları daima aktif halde
tutmaya çalışmaktır. İnananlar yaşama sevincini, kalb merkezinin daima enerjiyle
dolu bulunması, insanî melekelerin hamle ruhuyla şahlanması, manevî canlılığın
hep korunması ve insanı ibâdetlere, salih amellere ve din uğrundaki hayırlı
faaliyetlere sevkedip koşturacak bir güç kaynağının gönülde mevcud olması
şeklinde anlamalıdır. Nitekim, Nur Müellifi, böyle bir “şevk”i günümüz hizmet
erlerinin dört buud ve dört derinliğinden biri olarak saymıştır.


Neş’enin Mü’mincesi


Ne var ki, şevk bazılarınca yanlış yorumlanmakta; gülme, eğlenme, keyif sürme
ve zevkli vakit geçirme şeklinde anlaşılmaktadır. Kur’an-ı Kerim, bir kısım
ehl-i gafletin keyiflenme, eğlenme ve neşeyle hoplayıp zıplama olarak
anladıkları yaşama sevincini zemmetmiştir; onun müşriklerin ve münafıkların
sıfatı olduğunu belirtmiştir.


Hayır, şevk, kat’iyen kahkahayla gülüp oynama, sevinçten hoplayıp zıplama,
ölçüsüzce neşelenme ve gâfilane yaşama demek değildir. Böyle bir anlayış, ehl-i
gafletin işi ve tarz-ı telakkisidir. Şevk, az önce de ifade ettiğim gibi, asla
ye’se düşmeme, gevşeklik göstermeme, sürekli hizmet etme arzusuyla gerilme ve
Cenâb-ı Hakk’ın inayetlerini gördükçe daha bir coşkuyla kanatlanma manalarına
gelmektedir. Allah Teâlâ’nın muvaffak kıldığı hizmetler ve başarılar karşısında,
“Değildir buna lâyık bu bende / Bana bu lutf ile ihsan nedendir?” hissiyle ve
rahmet-i ilahiyenin sağanak sağanak yağdığını görmenin verdiği heyecan
neticesinde nimetlere kendi cinslerinden şükretme isteğiyle dolmaktır. Bu
mülahazayı tahdis-i nimet kabilinden seslendirerek, “Ya Rabbî, bana da güzel bir
urba giydirdin, bütün hata ve kusurlarıma rağmen beni de bu halkaya dahil ettin;
kardeşlerimden ayırmadın. Dahası, Sen dünyanın dört bir yanında gönül kapılarını
açtın ve arkadaşlarımızı muvaffak kıldın; kainâtın zerrâtı adedince şükürler
olsun Sana!” demek ve kendini sürur içinde hissetmektir.


Gerçi, bu duygularla dolan bir mü’minin gönlünü de bir çeşit neş’e kaplar. Ne
var ki, gafillerin neşeleri nefsi heyecanlandırır, hevesi uyarır ama ruhu
karartır. Kur’an yolundaki neş’e ve şevk ise, insanın nazarlarını meâliye (ulvi
hakikatlere) çevirir, ruhu coşturur ve nefsi zayıf düşürür. İşte bu sırra
binaendir ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sünnet-i seniyyesinde lehviyâta yer
yoktur.


Bu açıdan, bizim neş’emiz yürüdüğümüz yolun şevki suretinde olmalı; biz, bu
yolun gidip Cennet’e ulaştığını ve Allah’a vardığını düşünerek bir inşirah
duymalıyız ve bu mülahaza sayesinde, en müthiş hadiseler karşısında dahi asla
ye’se düşmemeliyiz. Cenâb-ı Hakk’a müteveccih olduğumuz sürece başımıza ne
gelirse gelsin, neticesi itibarıyla hakkımızda hayırlı olacağına gönülden
inanmalı ve bu inançla bir iç sevinç yaşamalıyız. Tavır ve davranışlarımızda bir
taşkınlığa girmeden kalbî bir sevinç içinde olma halini hep korumalıyız.


Hâsılı, hizmet şevki ve kalbî sevinç mü’minin daimi halidir. Gaflete gömülmüş
kimselerin şe’ni ise şımarıklık, lâubalilik ve ölçüsüzce eğlenmektir.
Mü’minlerdeki şevkin semeresi, Allah’a tevekkül ve itminan; gafillerde geçici
sevinçlerin neticesi, bitip tükenme bilmeyen stresler ve anguazlardır. İnanan
insanlarda -ekseriyetle- stres görülmez; çünkü, mü’minlerin musibetler
karşısında bütün bütün çaresiz kalmaları, hadiselere teslim olmaları, uzun
süreli derin boşluklar yaşamaları ve ebedî hüsrana uğramaları söz konusu
değildir. Mü’minler olsa olsa “bir kısım terslikler karşısındaki kudsî heyecan”
diyebileceğimiz hafakana düçar olurlar; nihayet onu da “Lâ havle ve lâ kuvvete
illâ billah” diyerek aşağıya indirir, çekip küçültür ve Allah’ın inayetiyle
kolayca aşarlar.