Bamteli: DÜNYA HAYATINDA TÛBÂ VE ZAKKUM

Bamteli: DÜNYA HAYATINDA TÛBÂ VE ZAKKUM

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

  “Hevâ”yı “hüdâ”ya çevirebilmiş Hak dostları, her an ayrı bir “kurbet” kevseri içer ve hep “Daha yok mu?” deyip ziyade iştiyak arz ederler.

“Zulmet-i hicrinle bîdâr olmuşum yâ Rab meded,

İntizâr-ı subh-u didâr olmuşum yâ Rab meded!..” (Niyâzi-ı Mısrî, 1618-1693)

Hep “Yâ Rab meded!.. Ayrılığın hicranıyla kavruluyorum!” deme.. bir yönüyle, Arş’ın örtüsüne başını koysan bile “Ötesi yok mu yâ Rabbî!” diyecek kadar derin bir hicran hissiyle hep kavrulup durma… Ufuk bu olmalı. İstidadın ve arş-ı kemâlâtın seni nereye kadar götürmeye müsait ise, oraya kadar gidersin. Arada belli boşluklar kalabilir fakat azmin ve niyetin ile, Allah (celle celâluhu) onu doldurur ve tıpkı başını oraya koymuş gibi kabul buyurur.

“Başı oraya (Arş’ın örtüsüne) koyma” meselesini, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in Hazreti Musa (salavâtullâhi ve selâmuhu ala nebiyyinâ ve aleyhi) için kullandığı bir tabirden mülhem ifade ediyorum. (Sahih-i Buhari’de nakledilen bir hadis-i şerifte, Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) -ihtimal- hem kendi tevazuunun ifadesi olarak hem de ümmetine diğer peygamberlere karşı saygı telkin etme gibi hikmetlerle buyuruyor ki: “Beni Musa’ya tercih etmeyin, ondan daha hayırlı olduğumu söylemeyin. Haşr u neşir olduğunda onu arşın kaidelerine tutunmuş olarak göreceğim. Bilmiyorum, daha önce yaşadığı (Tur’daki tecellî neticesinde meydana gelen) baygınlıktan dolayı mı yeni bir baygınlık yaşamadı, yoksa önce mi haşroldu?” (Buhâri, Enbiyâ, 31; Müslim, Fezâil, 157.)

Cenâb-ı Hak, dini, imanı, ihsanı, ihlası, marifeti, muhabbeti, aşk u iştiyakı içtenleştirmeye, tabiatımızın bir derinliği haline getirmeye ve dinin delisi olup O’nu başkalarına da sevdirmeye bizi muvaffak kılsın.

Ama gönül arzu ediyor O’nu, gönül. Hazreti Hanzala gibi.. Efendimiz’in huzurunda olunca mest u sermest, kendinden geçiyor, adeta bayılıyor. Dışarıya çıkınca, çoluk-çocuk, evlâd ü iyâl, çarşı-pazar… Halini Hazreti Ebu Bekir efendimize açıyor; o da aynı şeyden şikâyet ediyor. Bildiğiniz bir mevzu, muteber kitaplarda zikrediliyor: O, نَافَقَ حَنْظَلَةُ “Hanzala münafık oldu!” deyince, Hazreti Ebu Bekir “Neden?” diye soruyor. Allah Rasûlü’nün huzurundaki o enginleştirici, o derinleştirici, o sonsuz ufuklara açılma imkânı sunan atmosfer dışarıda bulunamıyor. Bir yönüyle, dünyanın içine açılınca, o seviye, o kıvam korunamıyor; Hazreti Hanzala, kendi ufku itibarıyla, azıcık kırılmalar hissediyor kendi içinde, “Nöronlarıma bir kısım toz-duman bulaştı!” diyor ve bunu nifak sayıyor: نَافَقَ حَنْظَلَةُ

Hazreti Ebu Bekir’e derdini açıp sebebini de söyleyince; o koca insan da kendi hakkındaki endişesini dile getiriyor. Şayet Hazreti Ebu Bekir, peygamberler devrinde yaşasaydı, peygamberlerden bir peygamber olurdu; رَغْمًا عَلَى الزَّرْدُشْتِيِّين (Onun faziletine inanmayan Zerdüştîler’e (!) rağmen bu böyledir.) İşte o insan (radıyallahu anh) diyor ki: “Yahu Hanzala, bende de oluyor bu! Demek ki ben de öyle…” Dertlerini Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz ediyorlar. Buyuruyor ki, o büyük insibağ sahibi İnsan, “Bazen öyle, bazen böyle!..”

  “Allahım, bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver!”

“İnsibağ” dediğimiz, O’nun boyasıyla boyanma… Huzurunda oturunca, O’nun bakışlarında, gözünün “iris”inde, gözünün siyahının oynamasında, dudaklarının kıpırdayışında, mübarek kulaklarının duruşunda, çehresindeki ciddiyette derin manalar okuma… Şayet ön yargınız yoksa, şartlanmış değilseniz, O’nu gördüğünüz ân, Abdullah ibn Selam gibi, hemen diz çöküp لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demeniz mukadder… Öyle bir insibağı var. Bir kere görme, size öyle bir boya çalıyor ki, hemen onun rengine bürünüyorsunuz.

İşte Hanzala, huzur-u nebevîde bulunurken, o renge bürünüyor insibâğ-ı nebevî ile, huzurun insibağı ile. Oysaki oradan ayrılınca, bu defa dünya -şöyle böyle- üzerinde tesirini icrâ ediyor ve Hazret ona “nifak” diyor. Huzur-u Risaletpenâhî’de mesele sorulunca, Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Eğer zamanın her parçasında benim yanımda olduğunuz gibi olsaydınız, huzurumda duyduğunuz şeyleri dışarıda, çarşıda-pazarda da duysaydınız, melekler sokaklarda sizinle musâfaha ederler, sizi gezdiğiniz her yerde selamlarlardı!..” Evet, inerler, size selam vermek için kuyruğa girerlerdi. “Şu mübareğe bir selam da ben çakayım, bir selam da ben çakayım!..” demektir bu. (Bu son söylediğim, o meseleden mülhem sadece, meselenin haşiyesinden, şerhinden ibaret.)

İnşaallah kalblerimiz o ufka müteveccihtir; Allah, o ufka tam müteveccih kılsın!.. Arş-ı kemâlâtınızın üzerinde size yeni arş-ı kemâlâtlar, daha yüksek seviyeler bahşeylesin!.. (Âmin) Bu Kıtmîr’i de… O’nun kıtmîri de olur, heyetin kıtmîri de olur. Şahs-ı mânevînin kıtmîri olmayı şeref bilirim, şahs-ı mânevînin kıtmîri… Kıtmîr’i de Allah, size bağışlasın.

  “Mü’min, temiz kalbli, hüsn-ü zanlı ve kerimdir; fâcir/münafık ise hilekâr ve leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, hep alçakça davranır.)”

Biz hüsn-ü zannın gereği olarak herkesi kendimizden aziz biliriz/bilmeliyiz. Kimler hüsn-ü zan edebileceğimiz ölçüde namazını kılıyor, orucunu tutuyor, haram yemiyor, yalan söylemiyor, iftirada bulunmuyor, Makyavelist gibi gayr-ı meşru yolları hedefine ulaşmak için kullanmıyorlarsa, onları kendimizden aziz biliriz. Bu, meselenin bir yanıdır. Fakat bazı kimseler haram yiyor, yalan söylüyor, iftirada bulunuyor, makamını korumak için her türlü gayr-ı meşru vesileye başvuruyor, tam bir Makyavelist gibi hareket ediyor, diyalektikten diyalektiğe koşuyor, demagojiden demagojiye koşuyor ise, bunlar hakkında hüsn-ü zan etmek, aldanmışlık olur.

Bazen aldandığımız da olabilir: İyi yanlarını görürüz, bir لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ demelerini nazar-ı itibara alırız. Kurban olayım o ikrara; biri onu ağzına aldığı zaman, bir kere öyle deyince, en azından o anda, o meselenin telaffuzu karşısında, telaffuz edilen şeyin hatırına, benim gönlümdeki -aysbergler gibi- buzlar erir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de buyurmuyor mu: الْمُؤْمِنُ غِرٌّ كَرِيمٌ، وَالْفَاجِرُ خِبٌّ لَئِيمٌ “Mü’min, saftır (temiz kalbli ve hüsn-ü zanlıdır), kerimdir; fâcir/münafık ise hilekârdır, leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, alçakça davranır.” Dolayısıyla da aldanmış olabiliriz. Çend defa, böyleleri Müslümanlar içinde göründüğünden, İslamî argümanları kullandığından dolayı, aldandık; çend defa…

Evet, şimdiye kadar çend defa aldanmışızdır biz bu mevzuda. Böyle iyi bir yanlarını görünce hemen inandık. Tavus kuşu insanları gördüğü zaman, bütün renkleriyle kendini salıverir; o zaman, gel de sen ona “güzel” deme! O türlü tavırlar içinde bulunan insanlar hakkında da aldandığımız olabilir, yanıldığımız olabilir. Allah, o yanılmaları bağışlasın! Yanılmış, kapı kapı dolaşmış ve onlar için olumlu şeyler söylemiş, onlar için çok pozitif davranışlarda bulunmuş, dünya adına kazanacakları şeyleri kazanmaları mevzuunda el-etek açmış, yüzsuyu dökmüş, dilencilikte bulunmuşuz. Aldanmışız. Aldanabilir mü’min.

Arz ettim: وَالْفَاجِرُ خِبٌّ لَئِيمٌ “Fâcire gelince, o sürekli ayak oyunları sergiler, her türlü demagojiye ve yalana başvurur.” Günümüzde bazı medyada gördüğünüz bir kısım kimselerin yaptıkları gibi… Sesli, sözlü, kalemli, tuşlu, yazılı, İnternet’li, Twitter’li, bir sürü yalanlar, tekzipler, tehcirler, tahkirler, tezyifler görebilirsiniz. Bunlar devam ve temadi ediyorsa şayet, devam ve temadi, insanda imanın zırnığını bile bırakmaz. Zırnığı bile kalmaz ki, çağrı olsun diğerlerine!.. “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır!” Hemen tevbe, inâbe, evbe ile o günah silinmezse, o, bir lekeye çağrı olur; bir leke de başka bir lekeye…

  “Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”

Hadis-i şerif ifade buyuruyor, Hazreti Pîr de hadisin manasından mülhem şöyle söylüyor: “Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nûr-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” Lem’alar, s.9 / İkinci Lem’a) Bu defa tabiplerin “fâsid daire” dedikleri, sadeleştirip “kısır döngü” sözü ile ifade ettikleri “günah kısır döngüsü” oluşur. Her günah, bir ikincisine çağrı olur; ikincisi üçüncüsüne çağrı olur. Bir kere yalan söyleyen, ikincisine doğru da bir adım atmış olur. İkincisine adım atan, bu defa müzaafa geçer; dördüncüsüne.. dördüncüsünü yapan, sekizincisine.. sekiz defa yalan söylemiş olan, on altıncısına.. ve artık bu kadar yalan söyleyen, iftirada bulunan, tezvirde bulunan, tahfifte bulunan, tahkirde bulunan, her mü’mini her şeyiyle hafife alan, hatta günümüzün bir kısım sapıklarının dedikleri gibi, mü’mine “mürted” diyen, “firak-ı dâlle” diyen insanlar, hiç farkına varmadan, -Allah korusun- küfrün gayyası içine yuvarlanmış olurlar. Bu da meselenin diğer bir yanı.

Bir de bazı kimseler de vardır ki, hakikaten ümmîdir; gördüğünüz ve Kur’an’ı eline verdiğiniz zaman, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ beyanını bile doğru telaffuz edemez; “Rabbi’l-elemin” der, “ayn”ı da “elif” okur, “Ha”yı “he” okur. Öyle okur; öyledir, bilgi ufku o kadardır. Evet, çok kitap görmemiştir. Fakat Allah ile öyle bir irtibatı vardır ki, bildiğini öyle pratiğe dökmekte, amele dökmekte ve إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (iman edip sâlih ameller işleyenler hüsrâna uğramaktan ve esfel-i sâfilîne/en aşağı derekeye düşmekten hâriçtirler) hakikatine öylesine merbût yaşamaktadır ki… “İman ve aksiyon” birbirinden kopmaz, bir hakikatin iki farklı yüzü gibi. Evet, iman varsa, mutlaka aksiyon da olmalı, amel-i sâlih de olmalı. Öylesine merbut o mevzuda, öylesine bağlı!.. Baktığınız zaman, hakikaten onların ikliminde de, o engin insibağı görebilirsiniz. Bakışlarıyla, duruşlarıyla -bir yönüyle- inandırırlar sizi. Fakat idrak ufukları itibariyle sınırlıdırlar; çok kitap karıştırmamışlardır. كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “… tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzerler…” (Cuma, 62/5) denilen insanlardan değillerdir. Çok kitap sırtlamamışlar, fihriste bakmamışlar, fihrist fişlememişler, sonra onlardan kitaplar işlememişler, işledikleri kitaplarla övünmemişler. O mevzuda çok geri kalmışlar. Fakat kalbî enginlikleriyle öylesine derinliklere açılmış, öyle cevher adalarında, mercan adalarında dolaşıyorlar ki, o zenginlikler artık onların gözlerini kamaştırmıyor, “Ne olacak bunlar!” diyorlar. Çünkü gördükleri çok farklı zenginlikler var, kalblerinde müşahede ettikleri çok derin zenginlikler var. “Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor.”; o cennet çekirdeğinde her zaman cenneti müşahede ediyorlar. “Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.”; onu da o kadar çirkin görüyorlar.

  İmanın O Derin ve Doyulmaz Tadını Duyabilmenin Üç Şartı

Evet, tam şu hadisin mealine uygun: ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ “Üç şey vardır ki, kimde bulunursa, o, imanın o engin, o derin, o doyulmaz tadını tatmış demektir.” Kimde bu hasletler varsa, imanın o engin, o derin, o tattığınız zaman bir daha elinizden bırakmayacağınız, bırakamayacağınız, duyulmadık, doyulmadık tadını tatmıştır. ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ “Üç şey vardır ki, kimde bulunursa.. وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ “İmanın halâvetini tam tatmış demektir.” Artık onun nazarında, o imana muhalif en küçük şey, -bağışlayın- zehir zemberek gibi gelir, kezzap gibi gelir. “Amanın, bunu ben dilime, dudağıma, dişime dokundurmamalıyım; o, dokunduğu yeri öyle bir yaralar ki, bir daha onulması imkânsız olur.” der. Küfrü, küfre götüren yalanı, iftirayı, tezviri, dünyaperestliği, nefsânîliği, hevâ-i nefse uymayı, bohemliği, hayvanca yaşamayı öyle bir kerih görür ki!.. Çünkü kendini o iman halâvetine salmıştır. وَجَدَ حَلاَوَةَ الإِيمَانِ

  Bir: أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا “Allah’ı ve Rasûlü’nü, -Allah ve Rasûlü müstesnâ- her şeyden fazla sevme.” Allah ve Rasûlü’nü öyle sevme ki, işte Hazreti Ömer efendimize, Efendimiz’in buyurduğu gibi; “Beni kendinden de artık sevmedikten sonra gerçek iman etmiş olamazsın!” Bir hakikat dersi veriyor. Allah’ı ve Rasûlullah’ı -istekleri ve emirleri istikametinde- kendi arzu ve isteklerinize tercih edeceksiniz. Seveceksiniz. Öyle bir sevgi içinizde olunca, imanı da tatmış olacaksınız. Cenâb-ı Hak, kalblerinize, kalblerimize, derinlemesine taklidî iman taşıyan, şeklî Müslümanlığa takılıp kalan, bir yönüyle (hadislerin ifadesiyle) Sırat’ta kancalara takılıp kalmış kimseler gibi nefsâniliğe ve taklide takılıp kalmış olan insanların kalblerine bu engin imanı ihsan eylesin, lütfeylesin.

  İki: وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ “Bir insanı seviyorsa, ancak Allah’tan dolayı sevmek..” Buna اَلْحُبُّ للهِ “Allah için sevgi” denir. Bir kelime ilave edebilirsiniz; اَلْحُبُّ لِرَسُولِ اللهِ Rasûlullah’tan dolayı sevgi. Efendimiz’in hatırına Ehl-i beyti sevmiyor musunuz?!. Geçen gün Kıtmîr ifade etti, İmam Şâfii’nin sözüyle: Ehl-i beyti sevmek, Alevîlikse şayet, yedi cihan şahit olsun, Hasan’a da bayılırım, Hüseyin’e de bayılırım, Zeynü’l-âbidin’e de bayılırım, İmam Caferü’s-sâdık’a da bayılırım, Muhammed ibnü’l-Hanefiyye’ye de bayılırım.. bayılırım.. bayılırım. Perslerin “İmam-ı müntazır” dedikleri zat gerçekse şayet, ona da bayılırım. On ikinci evladı değil, yüz yirminci evladı, ona da bayılırım. O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) nispeti olan herkese bayılırım. Bu ayrı bir mesele..

Bir insanı severken, وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لاَ يُحِبُّهُ إِلاَّ لِلَّهِ Allah’tan ötürü, Rasûlullah’tan ötürü, dininden ötürü, diyanetinden ötürü sevmek. اَلْحُبُّ للهِ وَالْبُغْضُ للهِ sözüyle ifade etmişler bunu; Allah için sevmek ve buğz edeceksen Allah için buğzetmek.

Bu arada buğz meselesine de bir tahşiyede bulunmak lazım. Tahşiye kelimesi de tehlikeli ya!.. Mahkemeye veriyorlar; burada vermişlerdi. Bir avukat da tutmuşlardı, ona milyonlar da vermişlerdi, mahkûm etmek için Kıtmîr’i. Hâkim de o iddianameyi, o avukatın yüzüne çarptı; “Böyle bir dava olmaz!” diye, burada.

  Allah için buğz etmek ne demektir; öyle bir buğzun gerekleri nelerdir?

Allah için buğz etme, esasen insana buğz etme demek değildir, sıfatlara buğz etmektir. “Her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez.” diyor büyük Hak dostu.

İnsanlara ve insanlığa karşı mürüvvetli hareket etmek.. insanî değerlere karşı saygılı olmak.. insanları sevmek.. insan Allah’ın elinden çıkmış âbide bir varlık olduğu için, en azından San’atkar’ın sanatına saygı duymak… Bunlar esastır. Fakat ille de bir şeye buğz edilecekse, insanın evsâf-ı deniyyesine buğz etmek gerekir: Yalana buğz etmek, iftiraya buğz etmek, bohemliğe buğz etmek, haram yemeye buğz etmek, dünya hayatını ukba hayatına tercih etmeye buğz etmek, tûl-i emele buğz etmek, tevehhüm-ü ebediyete buğz etmek, dünya adına doyma bilmemeye buğz etmek… Bunların hepsi şeytan dürtüsüyle insanın içinde filizlenmiş “şeytanî fideler”dir. Şahsa değil de bu evsâf-ı deniyye-i hasiseye buğz etmek, Allah için buğz etmektir. Böyle bir buğzun gereği de “Yahu nasıl yapsam ki, bu insanı bu pislikler sarmalından kurtarsam?! Kendini -zavallı- yüz tane öyle şeytanî sarmal içine atmış ki, bu, bunların içinde ölür giderse…” deyip o kötü sıfatların izalesine çalışmaktır.

Dünden bu yana birkaç defa aklıma geldi: Zulmedenler, haksızlık yapanlar, tagallüpte, tahakkümde, tasallutta, temellükte, kıyımda bulunanlar, alın teriyle kazanılan şeylerin üzerine konanlar, onları satışa-pazara çıkaranlar… Yaptıkları bu şeylerle zâlim olduklarında şüphe yok, fâsık olduklarında şüphe yok. Evet, fâsık ve zâlim olduklarında şüphe yok; çünkü bu sıfatlar kâfir sıfâtı. Bunlar aklıma geldiğinde dedim ki, “Yâ Rabbi! Bahtına düştüm, kurban olayım Sana. Bu büyük günahların cezasını ahirete bırakma; birer tokatla, birer kulak çekmekle bu zalimleri vazgeçirteceksen, bir de beni orada yakma. Cehennem’de alev alev yanarlarken, onları öyle göstermek suretiyle, canımı yakma ya Rabbi!” Yemin ederim size, kaç defa aklımdan geçti. Ve derdimi döktüm, Rabbim’e karşı derdimi döktüm..

Evet, olumsuz sıfâta karşı tavır almak, اَلْبُغْضُ فِي اللهِ Allah için buğz etmek ama sıfata buğz etmek. Ve buğzu da bir yönüyle onu, o şeytanî sarmaldan kurtarma istikametinde kullanmak. Hangi argümanları değerlendirerek, hangi güzel şeyleri bir meşhere sergiliyor gibi sergileyerek o işi yapacaksanız, onu yapacaksınız. Ev mi açacaksınız, okul mu açacaksınız, üniversite mi açacaksınız, evinize mi davet edeceksiniz, telefonla hatırını mı soracaksınız, ne yapacaksanız, yapacaksınız. Elli türlü alternatifiniz olacak; sadece a-b-c planı değil, hece harflerini aşacak şekilde; yirmi sekiz tane değil, alternatif yollarınız yöntemleriniz olacak.

“Ne yapmalıyım ki ister kendi ülkemde, isterse bütün âfâk-ı âlemde, enhâ-ı âlemde, nevâhiü’l-hayatta, bu insanları o şeytan sarmalından kurtarayım?!. Acaba ne yapmalıyım?!.” Bu niyetin seni kurtaracaktır. Gerçek kurtarmaya gelince, o Allah’a aittir: إِنَّكَ لاَ تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ “Her arzu ettiğin kişiyi doğru yola iletmek senin elinde değildir.” (Kasas, 28/56) Kime diyor?!. Huzurunda durduğun zaman, içindeki küfür aysbergleri eriyen İnsan’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) diyor. إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ “Her arzu ettiğin kişiyi doğru yola iletmek senin elinde değildir; ancak Allah’tır ki, kimi dilerse onu doğru yola iletir. O, hidayete lâyık ve yatkın olanları çok daha iyi bilir.” (Kasas, 28/56) Sen, o yolda olacaksın ama kalbleri yumuşatmak, onları sırat-ı müstakîme hidayet etmek, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ hakikatiyle serfiraz kılmak sadece Allah’a ait bir şeydir.

  Üç: وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِى الْكُفْرِ بَعْدَ أَنْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ (يَعُودَ) فِي النَّارِ ِ “Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek.” Allah (celle celâluhu) hidayet buyurup -hepimizi hakiki hidayet ile serfiraz kılsın- iman nuru ile onu taçlandırdıktan sonra, küfre dönmeyi, Cehennem’e giriyor gibi kerih görmek!.. Hafizanallah, Allah hidayet ettikten sonra, yeniden küfre düşmek ne kötü bir akıbet!.. وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ إِذْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ تَعَالَى كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يَعُودَ فِي النَّارِ Ateşi görmüş, ateşin ne demek olduğunu anlamış, tatmış. Kim bilir, ilme’l-yakînin ötesinde, belki hakka’l-yakîni görmüş. Böyle bir şeyden sonra, ateşin içine dönmeyi nasıl kabul edemiyor, vicdanen kerih görüyor. Aynen öyle, imandan sonra küfre dönmeyi, öyle kerih görüyorsa bir insan, gerçekten imanın tadını tatmış demektir.

Bu üç esas çerçevesinde, Cenâb-ı Hak, imanın tadını tatmış olanlar zümresine bizleri ilhâk buyursun!..

  Sabredin; her gecenin bir nehârı, her kışın da bir baharı vardır!..

Sabırlı ol!.. اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ “Sabır kurtuluşun sırlı anahtarıdır.” Ezecekler, üzecekler.. ayaklarının altına alıp üzerinde gezecekler.. üzerine çizgi çizip çizecekler, vatandaşlıktan çıkararak çizecekler.. mallarının üzerine iz koyacaklar, “Bize kaldı!” diyecekler.. haramı “helal” diye yiyecekler.. sizden aldıkları şeyleri kendi urbaları gibi giyecekler.. edecekler… Bütün bunları göreceksiniz, tiksinti duyacaksınız, ürpereceksiniz. Fakat ye’se düşmeyeceksiniz, inkisar yaşamayacaksınız. “Her gecenin bir nehârı, her kışın da bir baharı vardır!” diyeceksiniz. “Her hazanı bir nevbahar, bir gülizar takip etmiştir!” diyeceksiniz, “Hâristanlar, mevsimi gelince, emin ellerle tımar görünce, gülistana, baharistana, bostana dönecektir!” diyeceksiniz. Ve yürüdüğünüz yolda, doğru bilerek yürüdüğünüz yolda, hep yürüyeceksiniz!..

(Elektronik tabloda) Bakîü’l-ğarkad resmi çıktı; deniyor ki:

“Âbâd ettiniz bizi, siz de olunuz âbâd,

Mü’min sineler, şükranla bunu ediyor yâd;

Şimdilerde birer “yâd-ı cemil”siniz mûtâd,

Şâd olun ey kutsîler, Hak maiyetiyle, şâd.”

Yolunuzu, çizginizi korursanız, Amerika’ya gömülseniz dahi, Türkiye’ye gömülseniz dahi, Bakîü’l-ğarkad’da ashaba komşu olursunuz. Ehl-i keşif öyle müşahede etmiş; başka diyarda vefat eden nice sâlih zatı, Hazreti Hasan efendimizin yanında, Hazreti Osman efendimizin yanında, on bin sahabînin medfun bulunduğu yerde, onların yanında medfun görmüşler. Başka yerde ölmüş fakat ufku o olduğundan dolayı, oraya dâhil edilmiş. Yerin altında mesafe yok, orada mesafe, sıfır; milyonlarca kilometreler, orada birden bire “zero”laşıyor. Allah, inayetini üzerimizden eksik etmesin!..

Dünyada başkalarının sizi “zero”laştırmasına bakmayın. Evet, Allah sol tarafınıza bir rakam koyar, birden bire olursunuz, on. Rahmeti, gazabına sebkat etmiştir. وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Ve rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) buyuruyor. İki rakamı koyar, birden 20 olursunuz. “Ee bu ikiyi buraya koyduğuma göre, ben, sağ tarafa bir tane daha sıfır koyayım!” der, 200 olursunuz. Oraya bir sıfır daha, bu defa 2000 olursunuz. Önünüzde böyle bir yol varken, bir kısım zalimlerin, gaddârların, hattarların, fâsıkların, fâcirlerin, haram-horların, haram-zâdelerin, bohemlerin, müfterilerin, aynı zamanda “itiraf” adı altında iftira edenlerin, müfteri olan mu’teriflerin… deyip ettiklerine aldanmayın!..

Evet. Önemli değil dünyada cefa görme, ezâ görme, belâ görme. أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belânın en şiddetlisi, en çetini, en başa çıkılmazı Peygamberlere, sonra da sırasıyla yakın olan insanlara gelir.” deniyor hadis-i şerifte.

Ali Cuma Hoca efendi hazretleri de ifade buyurdular; Allah uzun ömür ihsan eylesin, Efendimiz’e komşu eylesin. Yakın körlüğü yaşayanlar, “mürted” derken, o, tâ Mısır’da kalktı, müdafaa etti sizi. Arkasından daha başkaları da, niceleri… Belki yarınlarda, öbür günlerde daha öbür günlerde insaflı ehl-i iman, ulemâ-i benâmın yüzlercesi, aynı şeyi söyleyecek: Mü’mine “mürted” diyenin mürted olduğunu.. Ehl-i sünnet ve’l-cemâat çizgisinde yaşamayı hayatının gayesi görmüş, “Amanın!.. Böyle zerre kadar muhalefet edersem, Allah canımı alsın!” diyecek kadar o mevzuda vefalı davranmış insanlara “firâk-ı dâlle!” diyen, Süfyan ordusunun düşük neferlerinin dalaletini… Bunları sorgulayan dünya kadar insaflı ulemâ-i benâm zuhur edecektir. Ve bir de o çirkin lafları edenler, gelecekte tarihin sayfalarında birer kirli satır halinde, tek satırla bahsedilecekler; “Vefasız, gayyâ insanları!” diye, tek satırla bahsedilecekler. Bugün, kendilerini nasıl -böyle- kin ve nefret sarmalı içinde bulmuşlarsa, öbür tarafta da öyle olacak.

Ama her şeye rağmen, bizim duamız: اَللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ، تُحِبُّ الْعَفْوَ، فَاعْفُ عَنَّا، وَاعْفُ عَنْهُمْ * وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ Allahım, şüphesiz Sen affetmek şanından olan Afüvv, ikram u ihsan denince akla gelen yegâne Kerim’sin; affetmeyi çok seversin. Bizi affeyle; bize zulmü reva görenleri de affına mazhar olacakları yola sevk et. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, onun güzide aile fertlerine ve Ashâb-ı kiramına salât ü selam ederek bunu Sen’den diliyoruz. Kabul buyur Rabbimiz!..