Yarlığa Allah’ım!

Herkul | | BAMTELI

Öyle şiddetli bir arzu var ki ötelere karşı… fakat tek bir şey engel oluyor; mevcudiyetiniz yeryüzünde hala hizmete vesile oluyorsa, bence onu kırmaya hakkın yok diyorum ve onu kırmayı da ciddi saygısızlık sayıyorum. Yani öyle bir ikilem içindeyim. Tabi çoğunuzda da belki bu duygu ve düşünce vardır. Biz burada O’nun için varız, O’nun dava olarak omuzumuza yüklediği meseleden ötürü varız. Ondan dolayı dünyevî bazı sıkıntılara katlanıyoruz. Ama asıl hedefimiz O (cc).. O’nun hoşnutluğu, O’nun rızası!

Soru: Hadîs-i şerif’te مَنْ لَمْ يَهْتَمّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ” buyuruluyor. Bu hadîs-i şerifte geçen “فَلَيْسَ مِنْهُمْ” ibaresinin ahirete ve dünyaya bakan yönlerini lütfeder misiniz?

مَنْ لَمْ يَهْتَمّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ: Müslümanların işleriyle, dertleriyle, sıkıntılarıyla alakadar olmayan onlardan değildir, yani hakiki mümin değildir demektir. Kaybediyor demektir. Hakiki manada onlarla ölçülemez demektir. Bunun gelecekteki mükafatı (Allahu a’lem) baş döndürücü olacaktır Allah’ın izni inayetiyle. Onda hiç şüphemiz yok! Bir gadre uğradıksa şayet, her defasında Cenâb-ı Hak birkaç türlü lütufta berekette bulundu.

Çok iyi şeyler olacağı ümidini taşıyoruz, besliyoruz. Elhamdülillah arkadaşların çehrelerine bakınca, onların yüzlerindeki ümidi okuyunca, ben de ümitleniyorum.

Olan şeylerden dolayı üzülüyoruz tabi. Ama Cenâb-ı Hakk’ın takdiri! Dediğim gibi 27 Mayıs oldu, Haziran oldu, Temmuz oldu. Bütün gadr ayları, gadr seneleri peşi peşine cereyan etti. Her defasında sizin arkadaşlarınız, sizin gibi düşünenler gadr u efgana maruz kaldılar. Bunun da nasıl sonuçlanacağını Cenâb-ı Hak bilir, biz bilemeyiz! Nasıl bir lütf-u ilahi var bilemeyiz!

Soru: Alvarlı Efe Hazretleri’nin: “Dertten büyük derman mı var, bir sebeb-i gufran mı var?” buyuruyor. Burada ifade edilen dert’i, “sebeb-i gufran” olarak görmeyi nasıl anlamalıyız?

O Hazret öyle diyor yani. Üstad Hazretleri de derdi alkışlıyor. Hakperestlerden bir tanesi de: “Ehl-i dert ol, ehl-i dert ol, ehl-i dert ol, ehl-i dert!” diyor. Yani çok küçük şeyleri bile zihninde büyüterek sahiplenme, onları yaşama! İşte biraz evvel olduğu gibi, aynı zamanda başkalarının derdini paylaşma, yaşama, başkaları için inleme! Bunlar insana öyle kazandırıcı şeylerdir ki; zannediyorum ibadet ü taat ile yani bütün ömür boyu hiç durmadan namaz kılsanız, onunla kazanamazsınız onu!

Cenab,ı Hak bazen böyle cebr-i lütfî ihsanlarda bulunur, bunu takdirle karşılamak lazım. “Elhamdülillah! Cenab-ı Hak bizi insan kabul buyurdu ve bize bu şeyleri verdi.” demek lazım. Mükafatını da inşallah öbür alemde görme, belki bu alemde görme imkanı olacaktır. Talip olunan şeylerin büyüklüğüne göre bazen bu türlü şeylerin büyüklüğü de mebsuten mütenasip olur.

Ne duada kusur etmeli ne de fiilî durumda yapılması gerekli olan şeyleri yapmada geri kalmalı! Her iki hususta da cansiperâne, canperverâne yapılması gerekli olan şeyleri yapmalı! Gece gündüz yalvarıp yakarmalı!

Yarlığa Allah’ım bizi de! Ötelere göç etmiş kardeşlerimizi de!

Her Dem Mus’ab’ına İmrendim…

Herkul | | BAMTELI

Kıymetli dostlar! Hem mübarek Miraç Kandilini idrak ediyor olma, hem de talebe kardeşlerimizi ağırlıyor olmak, Bamteli kaydı almamıza imkan verdi. Uzun bir aradan sonra bu heyecanı yaşamak böylesine hayırlı bir gece ile inzimam edince ekstra bir lütuf oldu.

Bu vesile ile Miraç Kandilinizi tebrik ediyor ve bu mübarek geceyi hepimiz adına istifadeli eylemesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyoruz!

Peygamber Mesleği: İrşad ve Tebliğ

Herkul | | BAMTELI

Öldükten sonra dirilme! Yeni bir ba’s ü ba’de’l-mevt! Cenâb-ı Hak lutfeylesin!  اَلْإِنْشَاءُ مِنْ جَدِيدٍ فِي خِدْمَتِنَا وَحَرَكَاتِنَا وَجَمَاعَتِنَا وَتَشْكِيلَاتِنَا diyoruz. Belli bir dönemde Cenâb-ı Hakk başlattığı o şeyi yeniden lütfeylesin! Ne var ki bu mevzu ciddi bir gayret ve bir cehd istiyor.

 Kur’ân-ı Kerîm: (Necm Suresi, 53/39-40) وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى – وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى   buyuruyor.          

“Hiçbir kimse başkasının günah yükünü çekemez. İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez.” Bu açıdan; hemşirelerimizle, hanım kardeşlerimizle, erkek kardeşlerimizle irşad ve tebliğ adına yapabileceğimiz her şeyi yapmamız lazım. Bütün bunlar şart-ı âdî! Lutfedecek Cenâb-ı Hak’tır (c.c)!

Haddi zatında, günde bin defa bu mevzuda istekte bulunsak dahi, onu bile az görmeli! “Sana hakkıyla kulluk yapamadık!” demeliyiz. Meleklerin önünde bir kulluğa muvaffak olsak dahi; Rabbimizin büyüklüğü, O’nun bize olan ihsanları karşısında erkeğiyle kadınıyla, gerekli olan kulluğu yapamadığımızı itirafla; aczimizi, za’fımızı, fakrımızı, yetersizliğimizi ve tutarsızlığımızı her defasında vurgulamalıyız.

Kendimizi ne kadar küçük görür ve sorgularsak; kendimizle ne kadar iç muhasebeye girer ve ne kadar kendimizle yüzleşirsek; o nispette Cenâb-ı Hakk’ın nezdinde kıymet ifade eden bir hâl alırız. İnsan kendini büyük gördükçe, nezd-i ulûhiyette ve mele-i â’lânın sakinleri nezdinde kendini küçültmüş olur.

Belki Cenâb-ı Hak bir gün bütün dünyanın yüzünün apak hale gelmesini sizinle gerçekleştirebilir. Şu anki inkıtaya bakmayın! Bir kısım kendini bilmez kimseler kötülük yaptılar ve o tertemiz kaynağa kezzap döktüler. Ama bu -Allah’ın lütfuyla- bir daha olmayacak demek değildir! Bütün Enbiya-i izâmın hayat sergüzeştîlerine bakınca, sünnetullâhın böyle cereyan ettiği görülür. Allah’ın izni ve inayetiyle birinin vazifesi nihayete erince bir diğeri gelmiş ve almış onu daha ileriye götürmüş!

Soru: Muhterem Efendim! Bir sohbetinizde irşad ve tebliğin; konjonktürün hesaba katılarak ve yaşadığımız çağa uygun hale getirilerek îfâ edilmesi gerektiğini ifade buyuruyorsunuz. Günümüz şartları nazar-ı dikkate alındığında, irşâd ve tebliğ yaparken nelere dikkat etmemizi tavsiye buyurursunuz?

İrşad ve tebliğ; doğru yolu gösterme ve o doğru yolu gösterme mevzuunda kullanacağımız argümanları insanlara sunma demektir. Ve aynı zamanda bunların ikisi de peygamber mesleğidir. Ondan sonra da müceddidlerin ve hakiki mürşidlerin!

Evet, irşad ve tebliğ öteden beri Cenâb-ı Hakk’ın, en sevdiği ibâdını tavzif buyurduğu şeydir. Kur’an-ı Kerîm’de: “Siz ümmetlerin en hayırlısısınız! Ma’rufu emrediyor, aynı zamanda da münkerden insanları alıkoymaya çalışıyorusunuz! (Âl-i İmrân, 3/110)Bütün gayretiniz o! İnsanı hakikî manada insan olmaya yönlendiriyorsunuz! Manevi yapısını âdeta ahirete göre bir dantela gibi örgülemeye çalışıyorsunuz!” buyuruluyor.

Yemek yeme bile bir usule bağlıysa şayet, irşad ve tebliğ gibi hayatımızın gayesi diyebileceğimiz bir meselede; kat’iyyen bir usul ile hareket edilmesi lazımdır.       

Mesela; insanların hazmedebileceği şeyleri, insanlara “hazmedilebilirlik” keyfiyeti ile sunmalıyız. Bu açıdan da birine bir şey okuyacağımız zaman, evvelâ o zatı doğru okumamız lazım. “Diyeceğimiz şeylere acaba nereye kadar tahammülü var? Acaba bu diyeceğimiz şeye katlanabilir mi? Tepki verir mi? Onu iyice çıldırtır mıyım?” şeklinde sürekli bir iç muhasebe ile hareket etmeliyiz. Bu açıdan da insanları doğru okumak, günün şartlarını hesaba katmak lazımdır! Günümüzde çok yaygın, birer realite olarak kabul edilmiş, tabiî gibi kabul edilmiş şeyler var. Bunları birdenbire görmezlikten gelmek doğru değil. Bunların hepsini görerek, Allah’ın izni ve inâyetiyle ona göre anlatmak lazım! Bu birincisi!

İkincisi ise seviye mevzuudur. Avam halka bir şey dersiniz, kaynakları söylersiniz ve yeterli gelir ona. Fakat bir insan okumuşsa, bir lise, üniversite bitirmişse mutlaka onun bildiğini bilmek lazımdır. Diyeceğimiz şeylerde bir kısım falsolar yaparsak şayet, hakkımızda yanlış bir kanaate sahip olabilirler. Dolayısıyla bizi dinlemez ve itibar da etmez. Bunların hepsini de değişik zamanlarda gördük. Yani meseleyi biraz temelden, esastan bilmek lazımdır.

Bu açıdan da yaptığınız bu kamplar, arkadaşlarımızın mükemmel hale gelmeleri ve bir yönüyle donanımları ile hazır birer mürşid olmaları adına çok önemli. Meselenin ehemmiyetini icmâlî manada böyle ifade edebiliriz.

Detaya gelince; malum, bildiğiniz gibi bizim bir halkamız var. Belki otuz tane tefsiri beraber okuduk, şu anda da yirmi beşe yakın hadis kaynağını birlikte okuyoruz. Fakat diyorum ki; keşke bu kadar dersi birlikte okuduğumuz arkadaşlarımızın kimisi ilahiyatı bitirdikten sonra fiziğe, kimisi kimyaya, kimisi astronomiye, kimisi astrofiziğe gitseler! O alanları da görseler ve bilseler. O zaman bütüncül, mahrûtî bir ufka ulaşmış olurlar. Başkaları da bu hakiki mürşidlerin eliyle Allah’ın izni inayetiyle arzu ettikleri şeyleri bulur ve elde ederler. Ne var ki bu birdenbire oluverecek bir şey değildir. Bizler çok boş bırakılmış bir nesiliz! Bunlar hiç dert edinilmemiş. Dolayısıyla bizler; hakikaten itilmiş, atılmış olarak kalmışız! Şimdilerde müspet istikamette çok ciddi, inandırıcı kıpırdanışlar var. Bu hemşirelerimizin o istikametteki gayretleri de inşaallah öyle bir sonuca varır.

Yakın tarihimiz itibariyle bir çözülme, bir dağılma, değerlerimize karşı yabancılaşma söz konusu oldu. Hususiyle Osmanlı Devleti Raşid Halifelerden sonra din-i mübin-i İslam’ı en iyi anlayan devlettir. Muhyiddin İbni Arabî hazretlerinin bu mevzuda Osmanlı devletini göklere çıkardığı “Şecere-i Nû’mâniye” isimli bir kitabı dahi var. Ama son üç asır için aynı şeyleri söylemeyiz! Kötüydüler diyemeyiz, zira bu günah olur. Fakat bir Süleyman Şah gibi, Osman Gazi gibi, Orhan Gazi gibi, Murad Hüdâvendigâr gibi, bir İkinci Murad gibi, bir Fatih cennetmekân gibi, Yavuz gibi değillerdi!

Yavuz cennetmekân sekiz sene attan inmiyor ve koskoca bir dünyaya adeta nizam veriyor. Hususiyle İslam dünyası birliğe beraberliğe ulaşıyor. Yine aynı kıymette bir iş için açılım yaptığı dönemde de vefat ediyor. İşte, ba’s ü ba’de’l-mevt hadisesine kendimizi adar ve o iş için koşarsak, biz de hep canlı kalırız. Fakat bir yerde Hazreti Pir’in de ifade buyurduğu gibi; canlandırmayı bırakırsak, -hafizanallah- hiç farkına varmadan bir mezar-ı müteharrik bedbaht haline geliriz.

Ama acizane yukarıda da arz ettiğim gibi, birine bir şey okuyacağımız zaman, evvela o kişiyi doğru okumak lazım. Aksi takdirde bir şey okuyorum zannederek canına okumuş oluruz.

Hüzün, Hasret ve Buruk Bir Bayram Sabahi

Herkul | | BAMTELI

Değerli arkadaşlar,

Covid-19 sebebiyle ara vermek durumunda kaldığımız derslere, çok şükür iki hafta önce kaldığımız yerden -virüs sebebiyle kurallar çerçevesinde- tekrar başladık. Derslerin başlaması ile bulunduğumuz kampta bir bayram havası oluşmuştu. Bu atmosfere Kurban Bayramını idrak etmenin huzuru ise buruk da olsa ayrı bir haz kattı.

Bizler de bu atmosferden az da olsa birkaç kareyi sizlerle paylaşmak istedik.

Gençlerle, Yarınlar Adına…

Herkul | | BAMTELI

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, çoğunluğu lise ve üniversite öğrencilerinden oluşan gençlerin daveti üzerine onların “online” toplantılarına bir görüntülü mesajla katıldı. Bu mesajda şunları söyledi:

Evet, arkadaşlarımızla bazen böyle bir araya gelerek, genel insanî değerlerimizi gözden geçiriyor, bir kere daha durumumuzu kontrol ediyor, bir kere daha iç muhasebeye dalıyor, kendimizi sorguluyor ve bunlarla istikameti korumaya çalışıyoruz/çalışıyorduk. Ama bu belâ ve musibet (salgın) gelip ortalığı işgal ettikten sonra arkadaşlarımız ağır şartlar altında o aynı hizmeti, “online” devam ettirmeye çalışıyorlar.

   Bir fikrimiz veya sözümüz varsa arkadaşlarımızın değerlendirmelerine emanet ederek onların her hayırlı faaliyetine katkıda bulunmamız lazım; kim bilir, belki biz de onların aralarında olduğumuz için kurtuluruz!..

Mutlaka o türlü şeylerin içinde bulunmak bizim de vazifemiz olmalı. “Liyakatimizden, o mevzuda denecek şeyleri ancak biz diyebiliriz!” mülahazası gibi şeytanî duygulardan uzak olarak, “Onca güzel insanların iştirak ettiği şeyde bizim de bir kaşık katkımız olsun!” mülahazası ile biz de aynı atmosferde, duygu ve düşünce itibariyle, “online” o hususlara iştirak etmeye çalışıyoruz, Allah’ın izni-inayetiyle. Zannediyorum “Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvânım!” Kardeşlerim de aynı şeyleri düşünürler, iddiadan uzaktırlar, gözleri çok büyük şeylerde değildir. Belki çok defa kendileriyle yüzleşirken, “Allah Allah! Cenâb-ı Hak, termitlere/karıncalara meğer ne büyük işler yaptırtıyormuş!” falan derler. Nimeti O’ndan (celle celâluhu) görür, o nimetin büyüklüğü O’na çok yakıştığından dolayı O’na verir ve bir kere daha اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا  “Hamdolsun o Allah’a ki, bizi böyle bir şeye hidayet buyurdu!” (A’râf, 7/43) derler. Bizi evvela insan yaptı, sonra insan-ı mü’min yaptı, sonra da “İnsanlığın Sultanı”na ümmet yaptı. Biraz evvel okuduğum, hisseme düşen virdde de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) belki birkaç yüz tane, birkaç yüz tane evsâf-ı âliyesi ile zikredilmişti, o Nebî-i Ümmî, o Şefî’, o Münzîr, o Beşîr… gibi. O’na ümmet yaptı. Aynı zamanda elimizden tutacağı vaadinde bulundu. Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd ü senâ olsun! O (celle celâluhu) bunları bize lütfetmeseydi, biz, bunların onda birisine bile sâhip olamazdık!.. Böyle diyoruz.

Bu açıdan da bütün arkadaşlarımızın oluşturdukları aktivitelere elden geldiğince omuz vermek, iştirak etmek ve aynı zamanda o işi paylaşmak onlarla beraber… Ve bir de büyük bir şey: Ekseriyetin hâlis duası ile ferec-i umumîyi Allah (celle celaluhu) lütfeder. “… cezbeder.” diyor; “Ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder.” diyor Hazreti Pîr-i mugân, Şem’-i tâbân, Ziyâ-i himmet.

Bu mülahaza ile biz de kardeşlerimizin bu hayır işlerine iştirak ediyoruz. Nerede olursa olsun!.. Herhalde bir gün gökteki yıldızlardan birisinde ârâm eylesek, orada otursak, yeryüzünde yine olan bu türlü şeylere şöyle-böyle, hangi yolla olacaksa, katkıda bulunur, onlarla beraber bulunmayı sağlamaya çalışırız, inşâallahu teâlâ. Bu geceki faslın arkasında da esasen bu türlü mülahazalar vardı.

Esasen, şimdilerde bunca arkadaşımız, bunca şeyler yapıyorken, size ne hâcet?!. Elhamdülillah, her şey yürüyor; tren yürüyor, vasıtalar hareket ediyor, insanlar koşturuyor, elhamdülillah!.. Duygularını, düşüncelerini analiz ettiğiniz zaman, bakıyorsunuz ki, herkes senin ötende, çok ciddî düşüncelere sahip. Bu açıdan da biraz hani müstağni kalmak da -belki- icap eder; “Nasıl olsa onlar yapıyorlar, bana ne hâcet?!.” Ama böyle güzel işler için koşturup duran insanların içinde bulunmak… Fakir, kendim için çok defa öyle düşünüyorum: Hakk kapısına veya Efendimiz’in dergâh-ı nübüvvetine yaklaşırken, “Yaramaz, sen de gel!.. Bunların içinde geldin madem, senin de kulağından tutup içeriye atalım!” deniyor. Bu mülahaza…

Bu açıdan da bu fasılların kendimizin dışında olmasına göz yummak doğru değil, mutlaka içinde bulunmaya çalışmak lazım. Varsa katkıda bulunacak bir şeyimiz, bir düşüncemiz, bir fikrimiz, bir projemiz, bir stratejimiz, onu da onlara emanet ederiz ve arkadaşlarımız değerlendirirler, izn-i İlahi ile, inayet-i İlahiye ile.

   Sadece bugüne bağlı yaşamak, dar bir âleme mahkûm olmak demektir; biz, “yarın”ları olan insanlarız, “öbür günler”i de mülahazaya alıp yaşamalıyız.

Bir kere, bugüne kadar olan faaliyetlerdeki o inşirâh ruhunu canlandırmak için, bence, elimizden ne geliyorsa, onu yapmak lazım. Yani üç yüz tane, beş yüz tane, bin tane, iki bin tane insan ile şimdiye kadar görüştük burada. Çok ciddî bir inşirah ruhu ile ayrıldı gittiler; esasen, onları bir hatırlatmak lazım onlara; dün öyle idi, bugün böyle. وَتِلْكَ الأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ “İşte o günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz.” (Âl-i Imrân, 3/140) Bugünler, kutlu günler, mübarek günler, pür-envâr günler; kapı kapı dolaşıyor. Dün başka bir kapının önünde, başka bir eşiğin dibinde; bugün başka bir eşiğin dibinde…

“Bugün”ün bir “yarın”ı vardır; sadece bugüne bağlı yaşamak doğru değildir. Kendimizi dar bir âleme mahkûm etmiş oluruz. Biz, “yarın”ları, “öbür günler”i olan insanlarız, Allah’ın izni-inayeti ile. Şimdiye kadar da dünya hep böyle yarınını, öbür gününü, daha öbür gününü geçirip, günler ile cereyan edip durmuştur; hiçbir güne bağlı kalmamıştır.

Sadece dünyaya tapan insanlara gelince, onların, “bugün”ü vardır; “yarın”ları yoktur onların, “öbür gün”leri de yoktur. Bugünü elden kaçırmamak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Hatta çok değişik şirretliklere bile girebilirler. Fakat biz, yarını olan insanlarız. Ee yarını olan insan, yarın adına çok şeye katlanıyor. Bir anne, karnında taşıdığı çocukla yarınlar adına nelere katlanıyor nelere?!. Bugün ızdırap çekiyor, inliyor duruyor; onu korumak için elden gelen her şeyi yapıyor. Ama bir gün, o gün gelecek; işte o “yarın”lar geldiği zaman da bir evladı bağrına basacak, öbür gün bir delikanlıyı bağrına basacak, daha öbür gün hakikaten mefkûremize hizmet eden bir babayiğidi, bir mefkûre insanını bağrına basacak. Bunları düşünerek esasen, o zorluklara da katlanıyor; katlanıyor.

Dolayısıyla öyle bir katlanma faslını şu anda da yaşıyoruz: Bir, Cenâb-ı Hakk’ın cezalandırmasıyla, bir bela musallat oldu bütün dünyaya. Biz de bu dünyanın insanıyız, dolayısıyla o belaya katlanıyoruz. Bir diğer mesele de bir kısım zalimler tarafından gadre uğradık; değişik efgâna maruz kaldık. Fakat Allah’ın izni-inayeti ile bunların hepsi savulup gidecek.

   Gençlere onları gerçekten dinlemek istediğimizi ve yanlarında olduğumuzu hissettirmeli, duygu ve düşünce paylaşımına daha çok önem vermeliyiz.

Belki bu mevzuda onlara böyle imkanlar sağlamak, “online” ile olsun “Her meselede bize içinizi açın!” demek ve onlara da kendilerini ifade etme hakkı tanımak lazım. “Bize içinizi açın, ne türlü sıkıntılarınız var, ne bekliyorsunuz? Biz, her hususta, gece-gündüz hazırız; bu telefonlarınız ile -şimdi görüntülü telefonlar da var, telefonlarınız ile- bize ulaşın. Mutlaka cevabını alacaksınız!” demek suretiyle, esasen bir kısım vaatlerde bulunmak, Allah’ın izni-inayeti ile. İmkanı varsa, fırsat elverdikçe bu türlü “online” ile görüşmeleri tekrar etmek lazım, daha sık tekrar etmek lazım bunlarla.

Evet, bir kere böyle bir sarsıntı olunca, belki daha öncedeki o kıvamı da korumama gibi bir durum söz konusu olabilir. Esasen, dünyanın her yerinde zannediyorum, aynı şey yaşanıyor. Gençler aynı duruma maruzlar. Burada bir de bizim kendi açımızdan… Biz Amerikalı değiliz, buraya geldik; yabancı bir ülke, kültür farklılığı var. Sonra mahrum edildiğimiz şeylerin daüssılası, içimize -bir yönüyle- kan damlar gibi damlıyor. Bütün bunlar da onlarda bir eziklik meydana getirebilir, psikolojik bir yenilgi meydana getirebilir. Dolayısıyla her zaman kendilerine açık bir kapı olduğumuzu ifade etmekte yarar var.

Evet, bugünün yarını var; yarın Hakk’ın divanı var. Neler ile Cenâb-ı Hakk lütuflandıracak, onu şimdiden kestirmek mümkün değil. Hepimiz az-çok üzülüyoruz, müteessir oluyoruz bundan; hem o vebadan, taundan; hem de aynı zamanda ehl-i dünyanın bize karşı vefasızlığından hepimiz bir şeyler çekiyoruz, uykularımız kaçıyor bazen.

Fakat Üstadımızın buyurduğu gibi, “Cennet ucuz değil; Cehennem de lüzumsuz değil!” Çok büyük şeye tâlip olmuşuz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ، وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ “Cehennem şehevî şeyler ile, bohemce şeyler ile kuşatılmış; yolu-güzergahı, o! Cennet’e gelince, o da bir kısım mekrûhât, insanın hoş karşılamadığı şeyler ile kuşatılmıştır.” Bu açıdan da baştan kabullenmeliyiz ki, seçtiğimiz bu yolun bir kısım meşakkatleri/sıkıntıları da var; çünkü bizim temelli, uzun boylu, ebedlere kadar rahat edeceğimiz âlem, öbür âlem. Dolayısıyla burada bir şeye katlanacağız.

   Dünyevî çıkar ve menfaate bağlı hareket edenlerin kalıcı bir muvaffakiyet sergilemeleri çok zor, hatta imkansızdır.

Ama bakıyorsunuz, Cenâb-ı Hak, bazen dünyada da ömrümüz vefa ettiği sürece çok değişik dalga boyunda lütuflarda/ihsanlarda bulunuyor. Evet, cedlerimiz, ne saltanatlar sürmüş. “Saltanat” derken de günümüzdeki derbederlerin, perişanların, münafık kalplilerin saltanat zannettikleri şey değil. Esasen cedlerimiz mefkûrelerinin bayraklaştığı, şehbal açtığı, din-i Mübin-i İslam’ın dört bir yanda bir bayrak gibi dalgalandığı günler ile ferîh-fahûr yaşamışlar, inşirah içinde bulunmuşlar. Bazen Cenâb-ı Hak, onu da yapar.

Bazen de bazı enbiya, bir ümmete sahip olmadan, vazifelerini yapmış ve mesajlarını bırakmışlar; arkadan gelenler onları sahiplenmiş ama kendileri hiçbir şey görmeden çekip gitmişlerdir. Hatta bazı eh-i hal, ehl-i istikamet, ehl-i ihlas kimseler, Fatih gibi hizmet ederler, Yavuz gibi hizmet ederler ve derler ki: “Yâ Rabbi! Bütün bunların sonucunda neticeyi, o bayramı, o umumi bayramı bana göstermeden bir gün evvel canımı al; ben kendime bir pay çıkarmamayım ondan!” Bir de böyle bir yanı var bu meselenin. Bu açıdan, ille de “Böyle bir şey yaptık, hemen karşılığını göreceğiz/bulacağız!” filan; onlara da takılmamak lazım.

Evet, belli çıkar ve menfaatlere, dünyevî huzura, debdebeye, şaşaaya, ihtişama gönül bağlayarak yapılan işlerde kalıcı bir başarı elde etmek mümkün değildir. O insanlar, samimi değillerdir aynı zamanda. “Bir şey yapayım ve hemen karşılığını elde edeyim!” Bir kısım siyasîler gibi… O, düpedüz münafıklıktır. Bizim yolumuz, Peygamberimizin yolu, Hazreti Ebu Bekir’in yolun, Hazreti Ömer’in yolu, Hazreti Osman’ın yolu, Hazreti Ali’nin yolu… Hiçbir zaman onlar, hayatları boyunca mutlak bir huzur içinde olmadılar. Sonra, dünyadan göçüp gittikleri yerde de, bir kulübe bile arkada bırakmadılar. Bir kulübe bile arkada bırakmadılar…

   Yolumuz, Peygamberler yolu ve Ashab-ı Kirâm güzergâhıdır.

Hazreti Ebu Bekir, kendisine takdir edilen maaşı, halkın orta sınıfının kullanması ölçüsünde kullandıktan sonra, fazlasını bir testinin içine atıyordu; “tık” diye atıyordu, “tık” diye atıyordu, “tık” diye atıyordu. Halkın en düşük seviyede yaşayanı gibi yaşıyordu. Ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman da yanındaki insanlara “Bunu, benden sonraki halife Hazreti Ömer’e götürün!” dedi. Götürdüler, o da döktüğünde, çıktı ortaya paralar. Aynı zamanda herhalde pusula da vardı testinin içinde; niye öyle yapmış: “Ben halkımın en düşük seviyede yaşayanı gibi yaşama mecburiyetindeydim!..” Ağlayarak “Kendinden sonra başkalarının samimi bir mü’min gibi yaşamasına âdetâ fırsat vermedin!” mi, ne dediyse, o duyguyu nasıl ifade ettiyse, öyle ifade etti Hazreti Ömer. Tam, aynıyla aklımda değil ifade şekli onun; hıçkıra hıçkıra ağladı Hazreti Ömer.

Şimdi onlar, kendi hallerinde böyle. Hazreti Osman efendimiz, giderken hiçbir şey bırakmadı. Oysaki bir yerde beş yüz deveyi bir seferde hediye etmişti, bağışlamıştı. Bu, aileden gelen bir zenginlikti; imkânları vardı, ticaret biliyordu, onu da yapmıştı. Ama ruhunun ufkuna yürürken, yine sadece kendi olarak yürüdü.

Bizim yolumuz, bu; Peygamber yolu, peygamberler yolu, Râşid Halifeler yolu ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) salıklıyor onu: عَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي، وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ، عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ “Benim sünnetim, yolum, yöntemimdir size lazım olan. Benden sonra da Râşid Halifelerin. Ona azı dişleriniz ile tutunun.” Bu, bir idyumdur; meseleye sımsıkı tutunmayı ifade etme adına bir idyumdur: عَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ “Azı dişleriniz ile sımsıkı sarılın!” buyuruyor. Bir insanın, ağzına aldığı bir şeyi azı dişleriyle, ön dişleriyle değil de azı dişleriyle kavîce tuttuğu gibi… İdyum yani; manasına bakılmaz bu türlü şeylerin, esasen o misalin ifade ettiği şeye bakılır.

Öyle buyurdu, onları salıkladı; onların arkasında yürümeyi tavsiye buyurdu. Ve onlar, başarılı da oldular. Düşünün, Hazreti Ömer Efendimiz, on küsur sene. Hazreti Ebu Bekir efendimiz de -yaklaşık- üç sene… Dünyanın iki süper gücü, onlar karşısında dize geldi. O da böyle, kaba kuvvetle, başlarında bombalar patlatmakla, insanların yarısını kırıp geçirmekle değil. O güzel İslam’ın güzellikleriyle, İslam’ın güzelliklerini teşhir etmeleriyle esas gönüllere girdiler. Hicret-i seniyyenin ellinci senesinde, Çin Seddi’ne ulaşıldı. Düşünün! Atın, katırın sırtında!.. Bakın, bir adım gidememişiz. Nüfus kendi içinden çoğalıyor; milletin yarısı, yarısından çoğu açlığından ölüyor. Birileri de zırhlı araçlar ile şaşaa, debdebe, ihtişam içinde hayat sürüyor ve adı “Müslümanlık”; buna da “Müslümanlık!” diyorlar. Yerin dibine batsın öylesi. O, “münafıklık”, açıktan açığa münafıklık!..

Şimdi imkân varsa esasen güzel örnekleriyle… Zannediyorum vaaz u nasihatte de en tesirli olan şey, inandırıcı bu güzel örneklerin misallendirilmesiyle olur. Ee siz de arkadaşlarımız da bugün içinizden o örnekleri bulabilirsiniz. Tâ Râşid Halifeler dönemine gitmeye lüzum yok. Estağfirullah, her zaman onlar bizim için müracaat kaynağıdır, her zaman gideriz oraya. Fakat günümüzde, on beş yirmi sene evvel, otuz sene evvel dünyanın değişik yerlerine açılma imkânı doğunca, ortam müsait hale gelince, eline çantasını alan oraya gitti, oraya gitti, oraya gitti. Neredeyse dünyada ulaşılmadık yer kalmadı. Demek, kendileri için yaşamıyorlardı. Kendi şahsî çıkarları, menfaatleri adına bir şey yapan insanların insanlığa kalıcı bir şey bırakmaları mümkün değildir. Ve bunlar samimi de değildirler, kat’iyyen ve kâtıbeten…

    Bir kere daha hatırlatmalıyım ki, entegrasyon konusunda azami gayret göstermeli, bu arada bizim anladığımız manada asimilasyona da düşmemeli, aradaki dengeye çok dikkat etmeliyiz.

Şimdi bir taraftan da belki oradaki dengeyi tam koruyamamış olabiliriz. Ben, onu da demek istemiyorum, inşallah korunur. Bulunduğumuz bir ülkede esasen entegrasyon, çok önemlidir. O ülkenin bir ferdi, birer ferdi gibi yaşamak…

Duygularımız, düşüncelerimiz itibariyle bizden zerre kadar şüphe etmemeleri lazım. Dünyevî beklentiler adına çırpınıp durduğumuz vehmine sebep olacak en küçük bir îmâda bile bulunmamak lazım. Dünyevî menfaat ve çıkar adına, böyle bir köy değil de bir köydeki bir kulübe bile beklentimiz yok. Bulunduğumuz ülkede, genel kanaatimiz, o toplumun, o ülkenin insanı, idarecileri hakkında mesele böyle olmalı. Çok ciddî büyük imkânlar ile büyük şeyler çeviriyoruz hissi uyarılmamalı, esasen. Tamamen o ülkenin birer ferdi gibi, bütün hissiyatımız, kalbî hayatımız o ülkenin yüksek kalması, o ülkenin hâkim bir unsur olarak bulunması yönünde olmalı; âdetâ o işe âmâde/teşne bulunmalıyız.

Bir diğer taraftan, bunu yaparken, o entegrasyon içinde, belki farkına varmadan, duygu-düşünce aşınmalarına da sebebiyet veriliyor. “Asimilasyon” diyebilirsiniz. İşte bunun için de sizin ara sıra yaptığınız ama dün bir araya gelerek, bugün de “online” şeklinde yaptığınız şeyler ile kendi kimliğimizi koruma… “Kendi kimliğimizi; din, iman, Allah ile irtibat…” açısından koruma…

Boşluğa meydan vermemek lazım; boşlukta insanların boşluğa yuvarlanmalarına sebebiyet vermemek lazım. Ayakta dimdik durmaları lazım ama dünyevilik adına değil, dünyada gerçek insanî değerleri ikame etme adına, temiz ses ve soluk olma adına, bir musiki gibi dinleyen insanların inşiraha kavuşması adına…

   Keşke bütün mülahazamız şu olsa ve her yerde bu hissimizin rayihası duyulsa: “Bütün insanlık gülsün, biz ağlasak da olur!”

Derdimiz bu olması lazım. “Bütün insanlık gülsün, biz ağlasak da olur; bütün insanlık gülsün, biz ağlasak da olur!..” mülahazası… Bunu yerleştirme, her tarafta bunu duyurmaya çalışma, Allah’ın izni-inayeti ile.

Belki o problemin arkasında, işte bu entegrasyon ile asimilasyon çelişkisi de var; belki onlarda o ruh hâletini biraz hâsıl ediyor. Burayı kendi ülkeleri gibi görmüyorlar; o ayrı bir yanlış. Aileler esasen, o mevzuda dünü bugünü, dünkü ülkeyi bugünkü ülkeyi filan değerlendirecek psikolojik bir seviyeye, ilmî bir seviyeye sahip değiller ki bu normal. Belki yazacağımız, çizeceğimiz şeylerle, mecmualarla, kitaplarla ve onlar için de seminerler vermek suretiyle, onlar içinde “online” programlar tertip etmek suretiyle, onların seviyelerine de bir katkıda bulunmak lazım. Biraz da onların o çocukları idare etmeleri lazım; katlanmaları lazım. Bir taraftan çocukların seviyelerini kendi değerlerimize bağlılık içinde ve bulundukları ülkeyle de uyum içinde yükseltmeyi sağlamaya matuf olmalı. Bir diğer taraftan aileleri de bu pozisyona getirmek için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız.

İşin doğrusu aileler de boş; onların da çocuklardan farkı yok. Ama geleneksel olarak taklidî bir şey var, bir kültür farklılığı var, ülke farklılığı var. İşte o farklılığı bir problem mevzuu haline getirerek evlatlarına karşı kullanıyorlarsa bence kaybederler onları. Bize düşen, bir taraftan da aileleri o mevzuda yetişme, zannediyorum. Sadece çocuklar ile uğraşma değil, okumuş da olsalar, onlar ile uğraşma değil. Bir diğer taraftan da öbürlerinin elinden tutarak, aralarında vifâk ve ittifakı sağlamak lazım. İnşaallah.

Ama ne ölçüde başarılı oluruz, tabii çok kolay değil bu. Belki bir gün tamamen burada kendi değerlerimizi temsil edebilecek sistemler oluşturursak; mesela televizyonlarımız olursa, radyolarımız olursa, hakikaten bu canlı görüntüler ile olan şeyler herkesin imdadına, ihtiyaç duydukları zaman yetişecek şekilde olursa; bu imkânlara sahip olursak, Allah’ın izni-inayeti ile öyle bir boşluk da doldurulmuş olur.

Fakat şu anda yeni, işin başındayız. Hemen arzu ettiğimiz her şeyi elde edemiyoruz. Ama edemeyeceğiz demek değildir bu, Allah’ın izni-inayeti ile. Türkiye’de de böyle idi bir gün. Beş on tane insanı bile yakın takibe alıyorlardı, baskı altında tutuyorlardı, sesini kesmeye çalışıyorlardı. Bunların hepsini yaşadık. Ama gün geldi, hakikaten şehbal açtı, dünyanın her yerinde bayrak gibi dalgalanmaya başladı, sesimiz-soluğumuz duyuldu, dünya bir musiki gibi iliklerine kadar zevk duyarak dinledi o sesi, o soluğu. Bir gün burada da olur inşâallahu teâlâ..

   “Vazifeye devam!”

Bir de burada bazı avantajlar da var. Mesela, çok tatiller oluyor. Bu tatillerin hiçbirini fevt etmeden değerlendirebiliriz, insanları bir araya getirebiliriz, buluşturabiliriz; onları, öbürlerini buluşturabiliriz. Böylece o farklılıklar ortadan kalkar, biz hiç farkına varmadan ortadan kalkar.

O evlerde, ilk dershanelerde zannediyorum bu hizmetler yapılıyordu. Akşam bir şey anlattım: İşte Müslüman ailelerin çocukları bir yerde, bir dönemde Komünizmin tesirinde kaldılar. Benim de bildiğim bir ailenin çocuğu, tanıyordum da onu. Fakat tamamen kapılmış ona. Sonra herhalde bir-iki yerde böyle evlerdeki derslere katılmış. O derslerden birisine, İzmir-Hatay civarında bir eve -o bile aklımda- getirmişlerdi. O da geldi orada oturdu. İşte o türlü kimselerin, o cami kürsülerinde de Fakir’e sordukları sorular türünden, böyle Marksist, Leninist veya Darvinci filan sorular. Orada ne konuşulduysa unutmuşum, geçmiş zaman. Ondan sonra “Namaz kılalım!” dedik biz kendi kendimize. Hemen kalkarken dedi ki, “Hocam! Müsaade buyurursanız, ben bir banyo yapıp geleyim!” Hani demek ki artık o mesele bile kulak ardı edilmiş; o türlü şeyler…

Zannediyorum, hani orada da öyleydi bu mesele, çok zedelenen insanlar vardı, çok yaralanan insanlar vardı. Ama biz, yakalarını bırakmazsak onların, Allah’ın izni-inayeti ile, evlerimize, yurtlarımıza, pansiyonlarımıza davet edersek, bu bela ve musibet savulduğunda belki daha topluca, birbirlerine moral olabilecek şekilde onları bir araya getirirsek… Buradaki o tablo benim çok dikkatimi çekmişti; çok içten, iştiyakla o bacılar, o hanımefendiler meseleye kulak kesilmişlerdi. Zannediyorum o durumu yeniden elde edebiliriz, Allah’ın izni inayeti ile. Fakat arkasını bırakmayalım, inşâallahu teâlâ..

Başınızı ağrıttığımdan dolayı beni bağışlayın! Allah, inayetini üzerlerimizden eksik etmesin!.. Şimdi “online” devam, yarın yine belki bir araya gelmeye devam; olacak Allah’ın izni-inayeti ile.

Size daha evvel de arz etmiştim: Meczup bir arkadaşım vardı, yakınım vardı. Evet, bahsetmiştim, bir kere daha bahsetmem sıkar mı sizi? Edirne’de, o daracık mekânıma gelirlerdi bazen, nadir de olsa otururlardı. Onlar, bir şey görüyorlar, ufukları açık, gözleri açık, değişik şeyleri görüyorlar gibi davranıyorlardı. Ehl-i dünya, pozitivistler “halüsinasyon!” falan diyebilirler ama ben öyle değil, “Olabilir, hakikaten de bir şey görüyor olabilirler.” diyebilirim. Yine geldi böyle bir gün. Tam böyle, neredeyse diz dize, zaten mekân öyle, diz dize oturdu. Birden bire bir konsantrasyona geçti hemen. Onlar öyle o hâle girince, onların o hissiyatına saygının gereği, kendim de hemen bir temkinli tavır alıyordum. Öyle diz çökünce hemen, böyle gözlerini bir yere tevcih edince, ben de toparlanıyordum, “Herhalde fevkalade bir şey var!” diye, onların o hissiyatına saygının ifadesi olarak. “Ne oldu?” dedim. Biraz sonra dedi “Geldiler!” O da parça parça konuşuyor, bende iştiyak uyarıyor, “Geldiler!” dedi. “Kim geldi?” dedim. Dedi: “Bir, Kutb-u zaman; bir, Süleyman Efendi…” Bir de artık benim hatırıma mı, “Bir de Bediüzzaman!” dedi. Ben bu defa saygıyı biraz daha ileri götürdüm, daha temkinli durmaya başladım, biraz bekledim; hani birden bire diyeceklerini dememiş olabilirler. “Ne diyorlar?” dedim. Dedi: “Vazifeye devam!” Bakın!.. Üç tane kocaman insan, “Vazifeye devam!” demek için, kalkmış gelmişler. Evet, vazifeye devam!..

“Sakın incitme bir canı, yıkarsın arş-ı Rahman’ı!” Bu da Alvar İmamı’nın!..

Allah, sa’yinizi meşkûr etsin. Ben baş ağrıttım, izaç ettim; kusura bakmayın!..

Hizmet, Tiranlar ve Dünya

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Hadiseler karşımıza farklı farklı formatta çıktığından dolayı, formatlar, yapmamız gerekli olan işleri belirleme mevzuunda önemli bir misyon edâ ediyorlar. Aslında zaten öyle olmasa, ülfetler ve ünsiyetler, yapacağınız şeylerin tadını-tuzunu alır götürür. Tabloda sürekli değişiklikler olması lazım ki, insan, ciddî bir gönül inşirahı içinde, o tabloyu -orada farklı kareler gelip-geçiyor- temâşa etsin, zevkle seyretsin onları, onlardan yeni yeni manalar çıkarsın.

Şimdi, hâdiseler çok farklı şekilde cereyan ediyor. Dolayısıyla bize de bu farklı şeyler karşısında herhalde farklı tavırlar, farklı haller düşüyor. O mevzuda kusur etmemek lazım… Her birisi, Cenâb-ı Hakk’ın değişik tecelli dalga boyunda ayrı bir lütfudur; onları birer lütuf gibi görmek lazım. Kimden gelirse gelsin; Celâlî de olsa, Cemâlî de olsa, “Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın birer lütfudur!” demek lazım. Öpüp başımıza koymamız lazım.

   “Cennet hayatının bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsunuz.”

Cenâb-ı Hak, bir yönüyle bizi imtihan etti. Bir kısım zalimleri musallat etti size. Belki çizginizde kaymalara sebebiyet vereceği düşüncesiyle, yani, “Bunlar, yaptıkları şeylerden vazgeçerler, bıkarlar, usanırlar, inlerine çekilirler; kuyruklarını kısar, inlerine çekilirler.” falan gibi, kendilerini aldatan vehimlere kapıldılar onlar. Her dönemde Amnofis’ten Ramses’e kadar, ondan Lenin’e kadar, Stalin’e kadar, Saddam’a kadar, Kazzâfî’ye kadar bütün diktatörler, tiranlar, hep aynı şeyi yapmışlardır; fakat sonunda aldanan, kendileri olmuştur; onların hepsi.

Öyle bir zulüm yaptılar. Siz de (onların beklentilerinin aksine dünyaya açıldınız.). Onların tabiri, onların mülahazası öyle; sizinki “in” değil. Siz, Cennet’in saraylarına/köşklerine müteveccih yürüyorsunuz; hedefinizde “Rıza ve Rıdvan” var, Cenâb-ı Hakk’ın bâ-kemâlini müşâhede etme var;

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!”

Ehl-i İ’tizâl, Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetini inkâr ettiklerinden dolayı, Bed’ü’l-Emâlî sahibi “Yazık olsun size!” diyor; bağışlayın, “Yuf olsun size!” diyor. Evet, siz, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etme gibi bir nimete yürüyorsunuz. Hazreti Pîr’in ifadesine göre, “Dünyanın bin sene mesûdâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsunuz.”

Şu “galaksiler, sistemler” diyorsunuz; belki her birinde bir milyar yıldız var, Güneş sistemi gibi şeyler var bunların içinde. Bunların hepsini ân-ı vahitte sevk ve idare ediyor, hiçbirinde bir arıza görülmüyor, bilinmiyor. Hepsinin çehresine ayrı bir güzellik serpiştirilmiş. Bütün bunların hepsi, Zât-ı Ecell u A’lâ’da mevcut; o Cemâl-i bâ-kemâlini insanlara gösterdikleri zaman, bayılacak o insanlar. Şimdi, buna namzet olan insanlar, bence, bu dünyadaki gelip-geçici şeylere karşı zerre kadar alaka göstermezler, “göstermeyecekleri müsellemdir”, öyle diyelim, “müsellemdir!”.

   Jon Pahl’ün Kitabı: “Fethullah Gulen: A Life of Hizmet”

 Dolayısıyla zalimler zulmettiler; fakat bu arada kendinizi, Hizmet’inizi, hareketinizi ifade etmek için belki çok farklı bir fırsat yakaladınız. Böylesi hiç olmamıştı. Çünkü şimdi mazlumiyeti, ma’zuliyeti (vazifeden azledilmeyi), içeriye atılmayı, belki sürgün edilmeyi, eve kapanmayı, gaybubet etmeyi, yurdunu-yuvanı terk etmeyi, bazen evlâd u ıyâlini kaybetmeyi yaşıyorsunuz. Bütün bunlar, bu türlü zulümler, sağanak sağanak başınızdan aşağıya belalar mahiyetinde yağdığı zaman, çok farklı şeklide Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunuyorsunuz, “Onları da âhiret hesabına Allah’ım!..” diyorsunuz ve zannediyorum zaten sizin bu alev alev yanan içinizdeki ateşi söndürecek tek iksir varsa, o da bu mülahazadır. “Ne olacak, boş ver, dünya gelip-geçici!..”

Şimdiye kadar “Ölmem!” diyen, öyle yaşayan insanlar, geldikleri gibi gittiler. Evet, o dünya, onlardan sonrakilerine kaldı. Bu dünya, böyle bir şey!.. “Dünya geçicidir, burada kalınmaz / Ne kadar mal olsa, murad alınmaz / Gafil olma sakın, geri dönülmez / Yürü dünya yürü, sonun virandır / Meded, bundan sonra ahir zamandır.” diyeceksin ve yürüyeceksin hedefine doğru, Rü’yet’e doğru, Rıdvan’a doğru, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın iklimine doğru, Sahabe-i kirâm’ın dünyasına doğru, Enbiyâ-i ızâmın dünyasına doğru.

Onların yaptıkları şeyler, sana, bunu kazandırmıştır. Fakat bu işin içinde çok daha farklı şeyler oluyor. Düşünün kendi ülkenizde, inanmış gibi görünen insanları… Betahsis bu tabiri kullanıyorum: “İnanmış gibi görünen insanlar…” Mü’min tavrı sergiliyor gibi ve her şeyi ona bina ediyor gibi, İslamî argümanları dünyevî debdebe ve saltanatları için kullanan densizleri, bunların yaptıklarını düşünün.

Fakat bir de beri tarafta bakıyorsunuz, bir Jon Pahl çıkıyor, bir kitap yazıyor. (“Fethullah Gulen: A Life of Hizmet” https://www.amazon.com/Fethullah-Gulen-Hizmet-Jon-Pahl/dp/1682060209) Didik didik etmiş sizin dünyanızı. Köyünüze kadar, kentinize kadar gitmiş, mezarlıklarınızı ziyaret etmiş; değişik şeylerden, yeni yeni anlamlar çıkarmış ve kocaman bir mücellet meydana getirmiş. Hiçbir beklentiye de girmemiş. Dünya, ona, o kitaba tâlip olmuş; değişik yerlerde ona, o kitap vasıtasıyla kendini ifade etme imkânı, zemini, ortamı hazırlamış; her yerde sizin sesiniz, soluğunuz gibi sizi anlatmış.

Ve siz de dinlemişsinizdir, öyle bir heyecanla anlatıyor ki, hani “Yahu bizden öyle bir insan neden çıkmadı şimdiye kadar, neden böyle bülbül sesli bir insan çıkmadı!” falan dedirtecek mahiyette. Dünyanın dört bir yanında dolaştı, öyle şeylere cevaplar verdi ki!.. Mesela; “Niye bu adam, yalnızdır!” (Neden evlenip evlâd u ıyâle karışmadı?) filan. Evet, sizin bir kuşku aradığınız bir meselede, o, çok makul şeyler söylemek suretiyle, o mevzuda feveran eden hissiyatı yatıştırdı. “Yahu şundan dolayı: Bir insan, bir şeye dilbeste olmuşsa, dağınıklığa düşmemek için esasen, muhtelif şeylere sapmamak için, konsantre olmak için esasen… Dolayısıyla da o mevzuda öyle bir yalnızlık, öyle bir vahdet olabilir.” demek suretiyle, sanki siz itham edildiğiniz bazı şeyler karşısında kendinizi müdafaa ediyormuşsunuz gibi, sizi müdafaa etmiş; candan… Hani kitaba bakanlar, göreceklerdir bunu.

   Anwar Alam’ın Kitabı: “For the Sake of Allah: The Origin, Development and Discourse of The Gulen Movement”

O diğeri, Anwar Alam; o da mübarek bir insan. (Anwar Alam’ın kitabı: “For the Sake of Allah: The Origin, Development and Discourse of The Gulen Movement” https://amzn.to/3pnhOVp) Yeni bazı teklifleri de olmuş onun; bazı teklifleri de var. Herhalde bugüne kadar denip edilen şeylerin tekrarını istiyor: Bir kere daha bunları tekrarlayıp “Bu duygu ve bu düşüncemde ben hiç değişmedim, aynı şeyleri düşünüyorum.” deseniz… Mesela “Demokrasi!” dedimse ben, “Gayr-ı mütecânis (farklı farklı unsurlardan oluşan) bir toplumda en önemli idare şekli odur herhalde. Başkalarının o mevzuda diyeceği/edeceği şeylere de kulak asmamak lazım!” falan. Diyor ki: “Yeniden, bunları bir kere daha tekrar etmek suretiyle vurgulasanız. Ben de bu yeniliği ile o meseleyi alıp orada, Hindistan gibi koca bir ülkede duyuracağım sesimi. Bazı kimseler ile temas ettim ki, bunlar, binlerce, yüz binlerce insana tekâbül ediyor; binlerce yüz binlerce insana tekabül ediyor!”

Bunun gibi kadirşinas insanlar, dünyanın her yerinde, doktora tezleri hazırlıyorlar, Hareket ile alakalı, şununla alakalı, bununla alakalı. Bu açıdan da bir taraftan bunlar bir kazanım, sizin için bir kazanım. Eğer böyle bir şeye maruz kalmasaydınız, mağduriyete, mahkûmiyete, ma’zûliyete… Evet, Arapça tabirler kullanıyorum: Ma’zuliyet demek, vazifeden azledilme demek. Bilmem ne kadar insanı azlettiler. Mehcuriyet de “terk edilme” demektir; edebiyatımızda bizim “mehcur” kelimesi, çok kullanılmıştır esasen. “Yüzüne bakılmamış, âşıklar-mâşuklar” filan demektir. O ona bakmamış, o da ona bakmamış gibi mülahazalar. Kullandığım bu kelimeler bazılarınıza belki garip gelebilir de mahzuru yok; bize ait, bizim dünyamızın, edebiyatımızın malzemeleridir bunlar.

Evet, onlar birer destan kesiyorlar; Sa’di Şirâzî gibi, Firdevsî gibi destan kesiyorlar. Belâgatlarıyla, muhakemeleriyle insanları büyülüyorlar ve bunun altında esasen “siz” gibi bir hakikati dillendiriyor, bütün dünyaya duyuruyorlar, “siz” gibi bir hakikatı.

   “Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten!”

O açıdan da hani -zannediyorum Namık Kemal’indir bu- “Hakir düştüyse Hizmet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten!” diyor. O “devlet” diyor, herhalde o gün Devlet-i Aliyye-i İslâmiye’ye hor bakanlara karşı o türlü bir müdafaası oluyor. Bugün sizin için de “Hizmet” önemlidir. Hatta bu “Hizmet” tabirini, başkaları takdir ile karşılıyorlar. سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ “Kavmin efendisi esasen, hizmetkarıdır onun.” Efendim, devlet başkanı bile olsa, kavmine, milletine hizmet ediyorsa, işte o; doğru odur, o meselenin doğrusu odur. Dolayısıyla dünyanın değişik yerlerinde bu “Hizmet” kelimesini takdir ile karşıladılar, “Hizmet” dediler, başka bir şey değil; “Hizmet; insanlığa hizmet” dediler.

Bu insanlar, Jon Pahl, Anwar Alam veya başka yerlerde başkaları, dünyanın değişik yerlerinde daha başkaları da… Hatta bir kardeşimiz dediydi, zannediyorum kırk kadar doktora tezi hazırlamışlar, sunmuşlar; evet, o… Şimdi Cenâb-ı Hak, bir taraftan böyle kapıları size kaparken, bir taraftan da çok farklı, kale kapıları gibi kapılar açıyor. Bütün dünya bugün sizden bahsediyor, bütün dünya…

Eee Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek gâye-i hayali, “Mefkûre-i Ulviye”si esasen: “Benim adım, Güneş’in doğup-battığı her yere ulaşacaktır bir gün!” diyor. Zannediyorum Efendimiz’in adının ulaşmadığı bir yer kalmamış gibi. Evet… Ama bir gün bir kabullenme de olacak belli ölçüde. Şu anda zaten değişik yerlerde öyle bir saygı var ki!.. Bütün o âlemi, hepsini birer mercek yaparak, hâdiselere baktığınız zaman, sadece Türkiye’deki genel durum, midenizi bulandırır sizin. O da iyi; şimdilik hele bir oraya gitmeyelim, böyle dünyanın değişik yerlerinde varabileceğimiz her yere varalım, Allah’ın izni ve inayeti ile; bakalım ne oluyor!.. Efendim, “Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır / Fazilet hissi insanlarda, Allah korkusundandır!” Bütün dünyaya bunu duyuralım!..

   Yunanistan, minnet sayılabilecek söylemlere de girmeden, insanlığın gereğini sergiliyor ve bir kardeşlik tavrı ortaya koyuyor; binlerce muhacire kol kanat oluyor.

Düşünün… Dün kendilerine tepeden bakıyor, böyle hor görüyorduk. Belli bir dönemde “Osmanlı vesayeti” falan diyorduk. Oysaki bizim kardeşimiz onlar. Dün sizinle beraber, el ele, omuz omuza, diz dize; Yunanistan. Onlar vasıtasıyla denizleri aşıyordunuz, daha başka yerlere de sözünüzü dinletiyordunuz, Allah’ın izni, inayeti ile.

Belli bir dönemde bir kısım yanlışlıklarla -esasen- dostu düşman gibi algılamış olabilirsiniz. Yanlışlıklara girilmiş olabilir. Fakat hadiseler, farklı formatlar istiyor; farklı formatlar karşınıza çıkınca, bugün onlar size farklı türlü bakıyor, siz de onlara farklı türlü bakıyorsunuz. O dünkü kardeşleriniz, bugün de farklı bir kardeşlik sergiliyorlar.

Bakın, ekonomik durumları ne kadardır o insanların?!. Bir Amerika değildir o, bir İngiltere değildir, bir Almanya değildir. Ama zannediyorum dünya kadar insanı, binlerce insanı aldı, bağırlarına bastılar. Âdeta, ağızlarıyla söylemeseler bile… Söyleyip minnet sayılabilecek yöntemlere/yollara da sapmadılar; fakat “Yaptığımız şey bizim, insanca bir şey, hümanizmin gereği esasen, insan olmanın gereği!” dediler. Belki binlerce, yüzbinlerce insanı bağırlarına bastılar; ülkelerinde değişik limanlar, rıhtımlar, alanlar oluşturdular; dünyanın değişik yerlerine seyahat imkânı verdiler onlara.

İşte bu da sizin için ayrı bir kazanım. Yunanistan, kardeşiniz; İngiltere, kardeşiniz; Almanya, kardeşiniz; Fransa, kardeşiniz; Hollanda, kardeşiniz; yeni dünya Amerika, belki çoğumuz Türkiye’de Amerika’nın değişik eyaletlerini bile bilmezdiniz ama… Şimdi dünyanın değişik yerlerinde daha başkaları da… Bugün kalpleri sizin için çarpıyor ve size muhalif olanlara karşı da kat’î bir tavır alıyorlar. “Hayır” diyorlar, “Sizin dediğinize inanmıyorum ben! Doğru söylemiyorsunuz, doğru yapmıyorsunuz; zulmediyorsunuz, birilerini gadre uğratıyorsunuz!” diyorlar.

Başka ülkeleri de sayabilirsiniz burada. Afrika’nın derinliklerine kadar, tâ Güney Afrika’ya kadar… Her yerde arkadaşlar ile görüşüyor, telefon ediyorsunuz; “Var mı bir yaramazlık? Var mı musallat olan bir muzır?” “Var!” diyorlar. “Kim?” diyorsunuz. Diyorlar ki, “Bizim ülkenin elçileri, konsolosları, yabancı misyon şefleri. Gelip gelip ‘Kapatın bu okulları, bu eğitim müesseselerini; bunlara lüzum yok! Biz size neler neler yaparız!’ falan diyorlar.” Çok doğru, onlara neler ve neler yapıyorlar. Akla hayale gelmedik şirretlikler yapıyorlar. Evet, vaka…

Vakıa bazı yerler, çok az yer, belki onda biri bile değil; bunlar, yalancıların yalanına kanarak esasen, okulları kapattılar; doğru. Fakat nâdimler, pişmanlar; çünkü geriye dönme de çok zor. Bir devlet riyasetinin aldığı bir karar hakkında, “Efendim, dün yanılmışız, kusura bakmayın, biz geriye dönüyoruz bundan!” demesi çok zordur. Bu açıdan, burada antrparantez bir şey diyeyim; Böyle, Fas, Tunus, Cezayir, Sudan, Somali, Senegal gibi ülkeler, belli bir dönemde Osmanlı vesayeti altında bulunan ülkelerdir bunlar. Fakat bir dönemde Osmanlının torunları gibi görünmüş, gitmiş okulları kapattırmışlar oralarda. Ee birden bire yeniden açarlarsa, “Dün kapattınız, bugün açıyorsunuz; yahu nedir bu sizin derdiniz!” falan derler. Çok zordur o büyük insanların bir yerde yaptığı bir şeyden hemen geriye dönmeleri; onu itibarsızlık sayarlar, akılsızlık sayarlar, densizlik sayarlar. Ama bir gün gelecek, hakikaten başkalarının şirretliği tamamen ortaya çıkınca, “Yanılmışız biz!” diyecekler. Burada dedikleri gibi, “Yanılmışız!” diyecekler; sonra da geriye adım atacaklar, Allah’ın izni ve inayetiyle; farklı bir yöntem ile yeniden işe sahip çıkacaklar. Bekliyoruz onu hep.

   Yol, Allah yolu ise, peygamberler güzergâhı ise şayet, Allah, o yolda yürüyenleri hiçbir zaman yüz üstü bırakmamıştır, bırakmayacaktır, bırakmıyor!

Her devirde mütemerritlerin, diktatörlerin, tiranların, firavunların tavrı böyle olmuştur. Onlar, hiçbir zaman makul karşısında pes etmemiş, dize gelmemişlerdir. Onlar, -bağışlayın- rezilce yaşadılar, sefilce hayatları noktalandı ve derbeder olarak da ölüp gittiler; arkadan gelenlere fena bir örnek teşkil ettiler, fena bir örnek.

Ee başkalarının akıbeti de odur, hiç tereddüdünüz olmasın. Evet, uzatabilirler o meş’ûm günü; yani, geceden karanlık gündüzü uzatabilirler; kendilerince değişik argümanları kullanabilirler. Fakat Allah (celle celâluhu) mü’minlere açtığı binlerce kapı ile, onların da hakkından gelir. Saddam da gider, Kazzâfî de gider,  Jull Sezar da gider, Amnofis de gider, Ramses de gider… Hepsi gider, gider ama hepsi de birbirinden beter. Tereddüdünüz olmasın!..

Ne hakla söylüyorsun bunu? Âdet-i İlahiyeye binâen… Fırsat verir, fakat sonra canlarını inlete inlete alır! Âdil-i Mutlak!.. Hakk!.. Âkif ne güzel söylüyor, hani “Ve’l-Asr” suresiyle alakalı: “Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, en başı Hakk.” Tabii benim burada bir şerhim var. “Hakk”, Cenâb-ı Hakk’ın en baş ismi değil esasen. İsm-i Zât olan, Lafz-ı Celâle, en baş; ondan sonra da “er-Rahman”, “er-Rahîm”, “Hayy”, “Kayyûm”. Onun için vezin bozuluyor biraz.

“Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, biri de Hakk,

Ne büyük şey, kul için hakkı tutup kaldırmak..

Hani Ashâb-ı kiram “Ayrılalım!” derken,

Mutlaka “Sûre-i Ve’l-Asr”ı okurmuş, neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh,

Başta iman-ı hakiki geliyor, sonra salah,

Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzun insanlık,

Bu dördü birleşti mi, yoktur sana izmihlal artık!”

Bu dördü birleşti mi, yoktur sana izmihlal artık: İman-ı kâmil, amel-i sâlih, sabır (aktif sabır), hakperestlik. Bunlar, bu dördü, bir araya geldi mi, Allah’ın izni ve inayetiyle, karşına dikilen herkes, senin karşında pes edecektir ve “Allah bes, bâki heves!” dedirtecektir. Evet, bu da atasözümüzdür bizim: “Allah bes, bâkî heves!”

   Bizi Sensizliğe mahkûm etme Allah’ım!..

Evet, Yunanistan’dan bahsediyorduk. Yunan kardeşlerimiz bizim… Herkese kardeş demeye teşne/hazır bulunuyoruz; fakat bazıları öyle mide bulandırıyor ki, tam böyle, “kar…” diyeceğin zaman birden bire bir istifrağ (kusma hissi) geliyor, diyemiyorsun; “ka…”da kalıyorsun. Ee zaten “ka…” vakıf manasına gelir, “dur” demektir artık burada. Öyle değil mi? Cezim alametidir.

“Küfür ve dalaletten başka, her hale hamd ü senâ olsun!” اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ Ben, sizdeki imana, azme, cehde, gayrete -tabii bütün kardeşlerimdeki şeylere- hayranım esasen! Mutlaka o inançla, bu azimle, o kararlılıkla bir yere varacaklarına inanıyorum. Havayı ben bulandırmasam inşâallahu teâlâ, çok yakın bir gelecekte, Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle, onlar gâye-i hayal haline getirdikleri ufka ulaşacaklar; üveyikler gibi o semalarda kanat çırpıp duracaklar.

Bu da diyor ki: “İnsanlara el açmak, hep girân geldi bize / Mihrabı Hak olana, bu türden girân azap! / Tatmadık hiç kimseden minnet kokan bir ihsan / Vicdanı hür olana, minnetli ihsan, azap!” Allah’tan başkasına karşı kendimizi hiçbir zaman borçlu hissetmedik. “Falanın, filanın kuluyuz!” demedik. O zavallılar gelirken, “Allah geliyor gibi” diyerek esasen şirke, küfre girmedik.

Evet, hele bir tane andavallı!.. Böyle bu çirkin kelimeleri kullanıyorum, sizi rahatsız ediyor mu? Evet, “Bak neler yaptık, neler yaptık!” Ee doğru, neler yaptınız, neler!.. Milletin canına okudunuz, ciğerine okudunuz!.. Şimdi bu yaptığı şeyleri, insanlık adına bir şey zannediyor. Bir de bağışlayın, estağfirullah, yüz bin defa estağfirullah… Mel’ûnun mel’ûniyetini ifade eden şeyleri söylerken bile O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı saygısızlık olur diye ürperiyorum ben. إِذَا جَاءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ * وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللهِ أَفْوَاجًا * فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا (O zavallı, bu yüce suredeki “istiğfar” emrinin manasını anlamayıp diyor ki) “Efendim, O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’yi fethetti de, esasen (gurura kapılarak) günah işledi de, Allah (celle celâluhu)…” Bu ne küstahlıktır!.. Hafizanallah. Zannediyorum Ebu Cehil bile dememiştir böyle bir şey. İnanmamış Efendimiz’e ama Ebu Cehil bile böyle bir şey dememiştir. Ama sen al bunu, bakan yap; ondan sonra da arkadan seyreyle feryad u figanı veya efgânı.

اَللَّهُمَّ زِدْنَا عِلْمًا وَإِيمَانًا وَيَقِينًا وَتَوَكُّلاً وَتَسْلِيمًا وَتَفْوِيضًا وَثِقَةً وَاطْمِئْنَانًا، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَاذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ

“Allah’ım ilmimizi, imanımızı ve yakînimizi ziyadeleştirmeni diliyor; tevekkülümüzü teslim ve tefviz zirvelerine, hatta sika ve itminan ufkuna yükseltmeni talep ediyoruz. Ey Erhamerrâhimîn, ey Celâl ve ikram sahibi, Zü’l-celali ve’l-İkram!” 

Bizi Sensizliğe mahkûm etme Allah’ım!.. Bizi Sensizliğe mahkûm etme Allah’ım!..

رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ  * حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ * غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ * آمِينَ، يَا مُعِينُ *

“Rabbimiz, sana güvendik, sana yöneldik ve sonunda sana döneceğiz. Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!.. Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!.. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!.. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır. Dualarımızı kabul buyur, ey darda kalan herkesin yegâne sığınağı, medet dileyen her kulun gerçek yardımcısı!..”

Hakkınızı helal edin.

Sabır, İman, Marifet ve Muhabbet

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin   >>>  TIKLAYINIZ   <<<

Fethullah Gülen Hocaefendi, Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Bize düşün de sabr-ı cemildir!..

Hazreti Yâkub (aleyhisselam), فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ “Artık bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!” (Yusuf, 12/18) sözüyle kapıyı aralıyor; “Sabır!” diyor. Evet, dediği oluyor. Allah (celle celâluhu), arzu ve isteklerinin çok ötesinde eltâf-ı Sübhâniye ile sevindiriyor onu.

Evet, her zaman, Hakk’a müteveccih insanlar, değişik şeylere maruz kalmışlardır; fakat sabredenler, kurtuluşa ermişlerdir, her defasında. Hz. Âdem’den Hz. Nuh’a, Hz. İbrahim’e, Hz. Musa’ya, diğer peygamberân-ı ızâma ve sonra Enbiyâ-ı Izâmın Sultanı’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar hep aynı şeyler söz konusu olmuştur. Allah’ın izni-inayeti ile…

Ne var ki bazen işin âkıbetini kestiremediğimizden dolayı, hâdisenin şoku çok meşgul ediyor, eder, etmiştir. Kendini bilmeyenler, Allah’a karşı şikâyet tavrına girmişlerdir. Haddini bilmeyenler, kâmet-i kıymetini bilmeyenler, bir şeymişler gibi, kalkıp Allah’a karşı iddiada bulunurlar. Böylece dünyayı kaybettikleri gibi âhireti de kaybederler.

Akıllı insanlar, âhireti kazanmışlık mülahazasıyla, “Nasıl olsa neticede kazanılması gerekli olan şeyi kazandık! Onun berisinde her şeyi kaybetsek, ne önemi olur ki?!.” derler. İşte, hakikatin ifadesi, budur. Yoksa Hz. Pîr’in de ifade buyurduğu gibi, “Dünya lezzetleri, zehirli bala benzer, lezzeti nispetinde elemi de vardır”; acısı, insanı yiyip bitirmesi vardır, hafizanallah.

Kendi sabrınız, sabırdaki ikdâmınız, (ondaki kararlılığınız) açısından mülahazalarınızı kalibrasyona tâbi tutup ona göre hüküm vermeniz lazım? “Ne olursa olsun!..” Sâhib’inin (celle celâluhu) her şeyden haberdar olduğunu düşünerek… “Ben ne diye kendimi müdafaa etme gibi küçük işlere kalkışacağım. Benim her hâlimi bilen, Allah’ım var.” Büyük zatların, عِلْمُكَ بِحَالِي، يُغْنِينِي عَنْ سُؤَالِي dedikleri gibi, “O’nun (celle celâluhu) ilmi, beni, bir kısım şeyler istemekten alıkoyuyor!” Çoğul yaparak, عِلْمُكَ بِأَحْوَالِنَا يُغْنِينَا عَنْ سُؤَالِنَا diyoruz burada.

   Sen bilin, Allah’ım!..

Hatta deyip edeceğimiz şeylerin çoğunu, böyle bir mülahaza ile kafiyelendirmeyince, zannediyorum, Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlık yapıyoruz. Ne diyorsanız deyiniz, mutlaka meseleyi getirip “Allah’ım, Sen zaten biliyorsun. Bunları benim söylemem, hani söylememeyi Kendine karşı Sen, küstahlık, terbiyesizlik saydığından dolayı!..” “Dua etmeyen bir insana Allah gazaplanır.” deniyor hadis-i şerifte: مَنْ لَمْ يَسْأَلِ اللَّهَ يَغْضَبْ عَلَيْهِ Tam bunun zıddı da, سَلْ تُعْطَى، سَلْ تُعْطَى “İste! İstediğin mutlaka verilecek.” buyuruluyor. Bu açıdan, meseleleri evirip çevirip hep getirip o “Kudret-i Nâmütenâhî”ye (celle celâluhu) dayandırmak, O’na emanet etmek lazım.

Çok defa Kıtmîr, bir insan olarak, aczimi, fakrımı, zaafımı ifade sadedinde, hakikaten sükûtu tercih ediyorum. Böyle Anadolu’da bazı kimselerin kullandığı ağızla, “Sen bilin!” diyorum. Bazı yerlerde kullanırlar bu tabiri “Sen bilirsin!” yerinde, “Sen bilin!”. Şöyle düşünüyorsun: “Ee ben, Sen’in bildiğin şeyi ne diye dillendireyim burada Sana karşı? İsraf-ı kelâm olmaz mı Sana karşı? Söz Sahibi, Sen’sin. Bu türlü şeyler, Sen’de nasıl dillendiriliyor, onları bilmiyorum, ezbere konuşuyorum ben bu mevzuda. Sana karşı saygısızlık ediyorum!” Onun için bazen sükûtu tercih ediyorsun. Başını sallıyorsun, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” diyorsun. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ، لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ “Hakiki güç ve kuvvet sahibi sadece Allah’tır; olup biten her şey, ancak O’nun izni ve iradesi dahilinde gerçekleşir.” قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ فَمَالِ هَؤُلاَءِ الْقَوْمِ لاَ يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا “Hepsi Allah’tandır, de. Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!” (Nisâ, 4/78) Kur’an-ı Kerim, anlayışsız, acele güft ü gû eden insanları ta’n u teşnî sadedinde böyle buyuruyor. O duruma düşmemek için, temkinli olmak lazım.

Problemi halledecek şey, acı ânda da, tatlı ânda da hep doğrunun, hakkın/hakikatin tercümanı olmaktır, onu dillendirmektir esasen. Bugün olmasa yarın, o insafsız insanlara da bunlar aynı zamanda bir ders olacaktır; “Yahu işin doğrusu böyle demekmiş!” falan, diyecekler onlar da. Bunun için israf-ı kelâma gitmeden, düşmeden, oturup kalktığımız her yerde Cenâb-ı Hakk nasıl istiyorsa, öyle düşünmek, öyle konuşmak, hâl ve tavrımızı o şekilde ortaya koymak gerekiyor.

   Fil Hadisesi, Kureyş Suresi ve Salgın’da Bazı Vazifelerimiz

İşi getirelim şimdi salgına… Cenâb-ı Hak bir belâ verdi insanlığa, topyekûn. Bir yerde yapılan aşırı zulümden mi, yoksa dünyanın değişik yerlerinde birbirine yakın yapılan zulümlerden dolayı mı, umumî bir belâ, bir “Duhân”, bir “Tayr-ı Ebâbîl” geldi, insanlığın başına musallat oldu. Virüs attı veyahut da taş attı, çakıl taşı attı, kırdı-geçirdi onları. Belli bir dönem için esasen emniyet adına Allah yaptı onu; Kâbe’sini yıktırmadı, emniyet adına yaptı.

Antrparantez, bakın, ondan sonra güven atmosferi oldu. Nitekim “Elemtera”den (Fil Suresi) sonra “Li-îlâfî” (Kureyş Suresi) geliyor. Esasen Habeşler oradan koptular. Belki -İranlıların tesiri deniyor- onlar da o gün İranlıların tesirindeydi, Perslerin tesirindeydiler. O güzergâh bir yönüyle emîn hâle geldi. لإِيلاَفِ قُرَيْشٍ * إِيلاَفِهِمْ رِحْلَةَ الشِّتَاءِ وَالصَّيْفِ * فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هَذَا الْبَيْتِ * الَّذِي أَطْعَمَهُمْ مِنْ جُوعٍ وَآمَنَهُمْ مِنْ خَوْفٍ “Kureyş’in emniyetini sağladığı, yaz ve kış yolculuğunda onları ısındırıp yakınlaştırdığı için onlar, bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler. Ki O (Allah) kendilerini açlıktan (kurtarıp) doyuran ve her çeşit korkudan güvenliğe kavuşturandır.” (Kureyş Suresi) Onlar, Ebâbil kuşları ile kırılıp geçirildiğinden dolayı, esasen o yol, bir güven yolu haline geldi. Onun için kışın bir tarafa, yazın da bir tarafa gelip-gidiyorlardı. Bikâ’î Tefsiri zaviyesinden, sureler arasındaki münasebetler içinde meseleye bakacak olursanız, böyle. Böyle bir şey oldu o zaman…

Şimdi dünyanın her yerine, böyle çok yerinde işlenen, irtikâp edilen zulüm, mesâvî, me’âsî, mûbikât, mühlikât -bu son iki tabir İmam Gazzâlî’ye ait- dolayısıyla, Cenab-ı Hak, Ebâbil kuşu mu, yoksa virüs mü saçtı? Yoksa bir yerde bir havuz içinde ürüyordu da “Çıkın artık siz meydana, yürüyün! Bu insanlar, yeryüzünde doğru-dürüst, huzur içinde yaşama hakkını kaybettiler! Cezalandırın bunları!” mı dendi?!. Allah’ın emriyle oldu!..

Ee bize düşen şey, bizim günahlarımızdan dolayı olmuş ise, oturup kendi günahlarımıza istiğfar etmektir. Hem de -böyle- bir kere “Estağfirullah!” demekle değil, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ، مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ، وَمِنْ كُلِّ خَطَإٍ، وَمِنْ كُلِّ مَعْصِيَةٍ، وَمِنْ كُلِّ مَا لاَ يُحِبُّ رَبُّنَا وَلاَ يَرْضَى * أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ، مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ أَذْنَبْتُهُ عَمْدًا أَوْ سَهْوًا، سِرًّا أَوْ عَلاَنِيَةً، لَيْلاً أَوْ نَهَارًا، قَدِيمًا أَوْ حَدِيثًا Bütün günah ihtimallerini nazar-ı itibara alarak, olmuş-olmamış, “Allah’ım, ben hepsinden istiğfar ediyorum. Hem de bin defa, yüz bin defa, milyon defa ediyorum. İsterseniz بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ وَمُرَكَّبَاتِهَا diyebilirsiniz. “Zât-ı Ulûhiyetin ilmiyle salât u selamlar!” demişler de bunu dememişler: “Cenab-ı Hakk’ın ilmi ve malumâtı adedince estağfirullah!” diyorum. Selef dememişler; ben de çekiniyorum o mevzuda böyle demeye ama yani ille de denecekse, belki nâmütenâhî rakamlarla söylemek lazım; بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَائِنَاتِ وَمُرَكَّبَاتِهَا onu, pekâlâ ifade ediyor. Evet, demeliyiz…

İkincisi de bu belâların def u ref’i için umumî dua… “Ekseriyetin hâlisâne duası, ferec-i umûmîyi cezbeder.” Hazreti Üstad buyuruyor. Evet, el ele, omuz omuza vererek, aynı zamanda dil birliği, ifade birliği içinde Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederek, “Allah’ım! Bu belâ ve musibetleri sav üzerimizden. Bize ibâdet u tâat aşkını, neşesini tekrar lütfeyle. Sana teveccüh-i tâm içinde teveccüh edelim!”

İnşaallah, şimdi onu yapıyoruz. Onu yapıyorduk değil mi? el-Kulûbu’d-Dâria, burada elden geldiğince okunuyor; iki günde bir bitiriliyordu o kitap. Kur’an-ı Kerim’in ikisi kadar vardır, bitiriliyordu. Daha önce de zaten daha kalabalıklar içinde dağıtılarak, belki bir günde de bitiriliyordu ama iki günde de bitiriliyor böyle. Daha başka şeyleri de okuyabilirsiniz. Mesela ben öyle arkadaşlar biliyorum ki -birisi onun aleyhinde konuşmuştu, önemli değil- salât-ı tefriciyeyi, dört bin dört yüz kırk dört defa taksim etmişler aralarında, her gün okuyorlar. İştirâk-i a’mâl-i uhreviye… Evet, dolayısıyla bunların hepsi bir günde okunmuş gibi oluyor ve herkesin defter-i hasenâtına dört bin dört yüz kırk dört defa geçiyor. Ee kimisi Nasr Suresi’ni okuyor; kimisi Fetih Sûresi’ni okuyor, belli bir miktarda Fetih Sûresi’ni okuyor; kimisi belli salât u selâmları okuyor, normal اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ de olduğu gibi… İbn Beşîş’in (veya İbn Meşîş, ikisi de söylüyorlar) salât ü selamı çok hoşuna gider benim, o salat u selam çok câmî, çok içten. Belki içtenliği esasen onun Zât-ı Ulûhiyet karşısındaki kemâl-i taziminden; onun saygısı, öyle ruhlarda büyük tesir icrâ ediyor. İlle okurken, onu okumayı düşünürüm şahsen. Zâten çok rahat ezberlenecek bir şey, ezberler, okur insan onu, Allah’ın izni-inayeti ile. Evet, bunun gibi hep belâlara karşı böyle bir sera oluşturma, onların içimize nüfuz etmesine meydan vermeme…

   Dua ederken bütün insanlık için yakarmalı!..

Bir de böyle umumî bir tavır sergilerken, aynı zamanda kendimizi başkalarından ayrı görme, başkalarından ayrı koruma mülahazasına girme değil!.. Yekün icabında insanlık!.. “Allah’ım, bunları cezalandıracaksan, Sen cezalandır; ee dünyada bunların cezalandırılmasına tahammül edemiyoruz!”. Kaht (kıtlık) olduğu zaman, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) aynı zamanda onlar için bile dua etmedi mi?!. Kuraklık oldu esasen, insanlar âh u vâh ediyorlardı; aynı şey bir de Hz. Ömer efendimiz devrinde yaşandı. Onun o münacatına bakılınca, bir-iki cümle içinde hemen ona işaret vardır, Münâcaatı içinde… O dönemde Efendimiz yine insanlık için dua etti orada. Bunun gibi biz de Hint’ten Yemen’e, nerede bu türlü bela ve musibete maruz kalan insan var ise, “Allah’ım, hepsi için…” demeliyiz.

Fakat bazıları, bizim için daha önemlidir; “ehl-i iman” bunlar. Hele kendilerini Kur’an’a adamışlardır; bunlar, hizmet için gitmişler, dünya adına hiçbir şey elde etmemişler, dünyanın değişik yerlerinde. Bunların bir tanesinin vefat etmesi, öbür tarafa gitmesi, kıyametin kopması gibi bir şeydir. Evet, bunu ifade eder bir hadis-i şerif de var. Böyle bir hakiki mü’minin öbür tarafa göç etmesi, ruhunun ufkuna yürümesi mevzuu, bence bütün insanlığın ölümü gibi bir şeydir. Bu açıdan da onlar için hususî bir teveccüh, hususî bir dua, el açma, yalvarma, içini Allah’a dökme; böyle bir hususiyet mâzur görülebilir değil de arzu edilen bir şeydir, olması lazım gelen bir şeydir.

Ama bunun dışında bütün insanlık için, ister hidayetleri adına, “Allah’ım, hidayet eyle Allah’ım! Seni bilmeme talihsizliğinden kurtar onları. Seni bilme talihliliğine irşad buyur onları!” dersiniz. “İsterseniz bu belaları, musibetleri def’ eyle!” dersiniz. Sonra onlara da öğreteceksiniz esasen dua etmelerini… “Gelin Allah’a yalvarın! Ne türlü bir tarz-ı telakkiniz var ise, ona kimse bir şey demiyor, Allah’a yalvarın, beraber yalvaralım; Cenâb-ı Hak, bu bela ve musibeti def’ u ref’ eylesin!” falan dersiniz. Genel ahlak da, bu…

   İmanını marifetle bezemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Marifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen de formalitelerin ağında kıvranmaktan halâs bulamaz.

“İmanını marifet ile bezemeyen bir insan, yol yorgunluğundan kurtulamaz veya sürekli yol yorgunluğu yaşar” diyorsunuz. İbadet ü tâat, Allah’a kulluk, insanlarda yorgunluk yapabilecek şey değildir. Fakat ne zaman değildir? İnsan, imanını “marifet” ile bezemiş ise. Marifet, “Kalbin Zümrüt Tepeleri”ndeki çerçevesi ile ele aldığınız zaman, Allah’ı bilme” demektir ki herkes onu istiyor. “İrfan” kelimesi ile ifade ediliyor, “Ârif” kelimesi ile ifade ediliyor, sonra müktesebat olarak “Mâruf” kelimesi ile ifade ediliyor. Değişik ifadeler ile hep aynı nokta vurgulanıyor. Zât-ı Ulûhiyet hakkında tam, sağlam bir bilgiye sahip olma… Tâbir-i diğerle, esasen, Allah hakkındaki bilgisini içtenleştirme… Tâbir-i diğerle, hayvaniyetten çıkma, cismâniyeti bırakma, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme… Bu son tarif, belki en câmî olanı, Üstadımıza ait bir ifade. Evet, “hayvaniyetten çıkma, cismâniyeti bırakma, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükselme” deniyor, buna.

Efendim, riyâzî kat’iyetle, aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde Allah var; evsâf-ı Sübhaniyesi ile var, Esmâ-i Hüsnâsıyla var, İsm-i Âzâmı ile var, Azameti ile var, Kibriyası ile var, Rububiyeti ile vâr, Şuûnatıyla var, -İmam Rabbani hazretlerinin yeni bir şey ilave etmesi ile- İ’tibârâtı ile var. Bunlar, Zât-ı Ulûhiyet ile ilgili hakikatler. Ama o meselenin mesuliyeti bir miktar da bize râcî. İslamiyeti doğru-dürüst temsil edemediğimizden dolayı, örnek Müslümanlık olmadı; onlar da (muhataplarımız da) inanmadılar. Evet, bize ait kusur da söz konusu…

Devr-i Risâletpenâhi’de, atın-katırın sırtında… Eğer bugünün teknolojik imkânları, muhabere, muvâsala imkânları olsaydı, bugün yeryüzünde tek inanmamış insan kalmayacaktı. Evet, öyle bir şey… Neden? O işin dertlisi insanlar… “Benim derdim bu: Rabbimi anlatmak. İnandığım, sevdiğim, âşık olduğum o Zât u Ecell u A’lâ’yı anlatıp sevdirmek.” حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ، يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ emrine uyarak, O’nu mahlûkata sevdirmek ki, Allah da (celle celâluhu) bizi sevsin. Bu mülahaza… Cenâb-ı Hak, kalblerimizi öyle eylesin inşaallah u teâlâ.

Marifet diyoruz. İşte böyle bir marifet ile insan, şayet imanını bezememiş ise, yol yorgunluğu yaşayabilir. Namaz kılarken, hakikaten yorulur. Birini sordum da ben, “Ara sıra kaçırıyor” falan dediler. Evet, ara sıra kaçırma ne demek? Ben, öyle insan biliyorum ki, teheccüdü kılamadığından dolayı, ağlayarak sabah kaza ediyor onu. Kaldı ki hani bunlar, bir yönüyle ihtiyarî şeyler ki sizler de kılarsınız bunu. Yatsı namazının vitr-i vâcibini geceye bırakırsanız, zannediyorum, vitr-i vâcib, davul tokmağı gibi sizi kaldırır, siz de o zaman, bir zurna gibi, teheccüdü dillendirmeye çalışırsınız.

Fakat riyazî kat’iyetin üstünde, esas Zât-ı Ulûhiyet bilgisi… Evet, görüyorsunuz o el-Kulubu’d-Dâria’da: “Delâilden (delillerden) bahsetmek, Seni delâil ile tanımak… O da ne demek?!” Senin delâil dediğin şeyler, Senin yarattığın şeyler… Yarattığın şeyler… Sen yaratmışsın onları. Ee onlar yok olduğu dönemde, Sen yok muydun?! Hâşâ ve kellâ! Yüz bin defa hâşâ…” Evet, delâil sadece kör adama asâ gibi bir şeydir; kör adama asâ… Bir şeye takılmasın, düşmesin, sendelemesin diye; onunla şuraya dokunarak, buraya dokunarak yolunu alsın diye. Bunun gibidir delâil.

Delâilin ifadesinin çok üstünde bir kat’iyet ile Allah’a inanma… “Marifet” dersiniz ona. Ona aynı zamanda “Yakîn” demişler, “İlme’l-yakîn” demişler, “Ayne’l-yakîn” demişler, ondan sonra da “Hakka’l-yakîn”. Bazıları, İmam Rabbânî gibi kimseler, “Dünyada müyesserdir!” demişler, bazıları da “Müyesser değil gibi!” demişler, dünyada insana müyesser değil. Fakat isterken biz de onu isteyelim: اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ، اَللَّهُمَّ حَقَّ الْيَقِينِ Böyle… Evet, marifet o ölçüde olunca, insanın nazarı da ona göre olur. Nazar… Nazar ve niyet, çok önemlidir. Hazreti Üstad, onun da üzerinde duruyor.

   Mevcudiyetlerini başkalarının yok olmasına bağlamış kimseler, iki de bir “Falan öldü!” şayiası çıkarıyorlar; “El elden üzülmüş yâr elden gitmiş / Humekâ-yı zamân nanay oynarlar!”

Bir de sık sık “Öldü!” şayiası çıkarıyorlar. Bunu söylemeye gerek var mı? İnanmayın, yalan!.. O idi, ne diyorlardı? Ben ölmüşüm de, bilmem neyimi (Hologram), yapmış arkadaşlar! Öyle bir şey yapmışlar, bir iskelet, o konuşuyormuş. Zannediyorum mevcudiyetlerini, yürüdükleri yolda güvenlerini, emniyetlerini başkalarının yok olmasına bağlamış, humekâ-i zaman bunlar. “Humekâ-yı zaman nanay oynarlar!”

Diyor ya, Alvarlı Efe Hazretleri: “El elden üzülmüş yâr elden gitmiş / Humekâ-yı zamân nanay oynarlar // Kurb-i kıyâmetdir târih de bitmiş / Humekâ-yı zamân nanay oynarlar.” Her şeyleri bitmiş, onunla teselli oluyorlar, humekâ-yı zaman… Akıllarını sadece dünyada kalmaya, yaşamaya kaptırmış, hayatını zırhlı arabalarla, tuhaf tuhaf uçaklarla sürdüren kimseler, bu türlü ciddî şeyleri, -”derin” demiyorum, çünkü herkesin anlayabileceği şeyler- düşünmeye fırsat bulamadıklarından dolayı, ahmaklıkları ile kalıyorlar; ahmaklıklarıyla… Kur’an-ı Kerim’de, çok yerde, belki yüzlerce yerde, “tefekkür”, “tedebbür”, “akıl” hep nazara veriliyor. Oysaki burada mesele, olup-biten mesele, Hizmet meselesi…

Evet, bir yönüyle, hani “devlet, millet” falan diyorlar; “Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten.” Vezin bozulmuyor, iki tane kapalı hece. “Hizmet” diyeceksiniz. “Hakir düştüyse Hizmet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten!” Hakir olduysa millet şânına noksan gelir sanma; yere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten. Varsın desinler onlar; o mevzuda onu öyle görmeye çalışsınlar. Cevher… “Kazara bir sapan taşı bir altın kâseye değse / Ne taşın kıymeti artar, ne kıymetten düşer kâse.” diyor büyükler. Söylemişler her şeyi…

Ama sadece yeryüzünde kalma mücadelesi verdiklerinden, bütün kalbî, ruhî, dimağî faaliyetlerini ona teksif ettiklerinden dolayı, sizin için öyle çok basit görünen meseleleri bile kavramada zorlanıyorlar onlar.

   Gâfir Suresi ve Mümin-i Âl-i Firavun’da da Hizmet gönüllüleri için büyük ibretler var!..

Fakat sizin yapacağınız şeyler, pozitif olsun, müspet olsun. Üstadımızın buyurduğu gibi, “Müsbet hareket etmek lazım!” Pozitif hareket, günümüzün imkân ve vesileleri ile… Evet, onlar öyle dediler… Tabii orada üslup mevzuunda belki istişare ederek, Şimdi bunlara nasıl yaklaşalım! Neyi diyelim, ne ile diyelim?”

Bugün yine aklıma geldi, namazda okudum; Mü’min/Gâfir Sûresi’ni okudum da… O zâtın, Mü’min-i Âl-i Firavun’un söze nasıl başladığı, nasıl geliştirdiği, nasıl devam ettiği, nasıl sonunu bağladığı…

Hani orada diyor: وَيَا قَوْمِ مَا لِي أَدْعُوكُمْ إِلَى النَّجَاةِ وَتَدْعُونَنِي إِلَى النَّارِ – تَدْعُونَنِي لأَكْفُرَ بِاللهِ وَأُشْرِكَ بِهِ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ وَأَنَا أَدْعُوكُمْ إِلَى الْعَزِيزِ الْغَفَّارِ “Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz ise beni ateşe çağırıyorsunuz! Siz bana Allah’ı inkâr etmem, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığım şeyleri O’na ortak koşmam için çağrıda bulunuyorsunuz; ben ise sizi izzet sahibi, çok bağışlayıcı olan Allah’a davet ediyorum.” (Gâfir, 40/41-41) Önce orada kapalı, dikkatleri çekiyor, insanca; çok, çok akıllıca bir şey. Hatta diyorum ki ben, arkadaşlarımız bizim, başkalarına bir şey anlatmak için onu alsın ve kendilerine rehber yapsınlar. Efendim, neye, nasıl başlamak lazım? Sonra ne ile noktalamak lazım? فَسَتَذْكُرُونَ مَا أَقُولُ لَكُمْ وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللهِ إِنَّ اللهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ “Size söylediklerimi yakında hatırlayıp anlayacaksınız. Ben hal ve işimi Allah’a havale ediyorum; kuşkusuz Allah kullarını çok iyi görmektedir.” (Gâfir, 40/41-44) Büyükler hep böyle. Habîb-i Neccâr hazretleri de öyle diyor; malum Yâsîn Sûresi’nin ikinci sayfasının son ayetleri; öyle bitiriyor o da.

Evet, bunun gibi, o üslup mevzuunda da esasen istişare ederek, buna uygun bir şey ile söylemek, bir daha söylemek, bir daha söylemek… Onun için Hazreti Ebu Bekir efendimiz de o kıvamda olduğundan, Mü’min-i Âl-i Firavun’un vazifesini yapıyordu, öyleydi. O filmlerdekine, dizilerdekine bakmayın! Hazreti Ebu Bekir, insanlık adına -esasen- “cins” bir insandır. Hazreti Ömer de öyle… Onları sevmek, onlara saygı duymak, onların kıymet-i harbiyelerini kabul etmek, dindendir. Din…

   Tahiyyât’taki selamlaşmanın manasını duymaya çalışın; bir de teheccüdü kaçırmayın!..

Bazı şeyleri söylemek doğru değil ama ben bu kadarını söylemekte beis görmüyorum: Bazen Tahiyyâtı okurken, Zât-ı Ulûhiyet’in, Efendimiz’e اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ demesini düşününce, sanki benim nazarımda o esnada gökler ihtizaza geliyor; Melâike-i kiram ve ruhânîlerin kalbleri tir tir titremeye başlıyor. Hani siz meseleyi bu mülahazaya bağlayınca, sizde de öyle bir titreme oluyor. Bakıyorsunuz bütün arz u sema, O’nun için selam duruyor.

O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cenâb-ı Hakk’a karşı tâzimâtını ifade edişini, اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ el-Hüccetü’z-Zehra’da Üstadımızın onu izah şekliyle, o derinlik içinde ele almak lazım. اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ Orada da aynı ihtizâzâtı duyuyor gibi olma… Bu, sizde de aynı şeyleri meydana getirecek. Aynı zamanda öyle bir karşılıklı selamlaşma, mukabil selam alma… Bu, bence bizde de ciddî bir saygı duygusu oluşturur. Bütün kâinatı alakadar eden bir şey, ümmete emanet edilecek bir şey oluşuyor. اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ Bunlar… Bunun gibi, insanı hafife almamak lazım. İnsanlığının idrakinde, insanlığının anlayışında olan insanlar, bu türlü şeyleri söyledikleri zaman, ellerine bir manivela verseniz, küre-i arzın yörüngesini değiştirirler.

Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim, çok yerde işaret ediyor; bazı insanlar, bela ve musibet geldiği zaman, öyle bir hassaslaşıyor, öyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyorlar ki!.. Fakat sahile çıktıklarında kendilerini salıveriyorlar.

Öyle olmaması lazım!.. O deryada dalgalara maruz kaldığınız zaman, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh-i tâm ile teveccüh ettiğiniz gibi, aynı zamanda sahile çıktığınız zaman da yine Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeniz lazım.

Teheccüdü kaçırmayın!.. Gecenin sülüs-i âhirinde… O da akla geliyor; hep o, kalkıyorsun, bir kunût okuyorsun orada, namaz kılıyorsun. Aklına geliyor: “Yâ Rabbi! Sülüs-i âhir… Sen, öyle buyurmuştun, teveccüh edecektin!..” Sülüs-i âhir; yani, son üçte bir.

“Ey tâlib-i feyz-i Hudâ / Gel halkaya, gir halkaya! // Ey âşık-ı nûr-i Hudâ / Gel halkaya, gir halkaya!” Halka… اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ، أَبَدًا دَائِمًا

   Sohbetin Öncesi ve Sonrasından Bazı Kareler…

Sohbetin sonundaki klipte muhterem Hocaefendi’nin okuduğu yazı; “Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar“ kitabından, “Kehf, 18/13-14” ile ilgili bölümün sonu:

Evet, insanın bazı ledünnî hitaplara mazhar olabilmesi, ilhamlarla şahlanabilmesi ve semavî vâridâta açık hâle gelebilmesi için bir mağara dönemine ihtiyacı vardır.

Meselenin böyle önemli mesaj yönü alındıktan sonra, Kitap ve Sünnet-i sahihada söz konusu edilmeyen hususlara dalarak رَجْمًا بِالْغَيْبِ vadilerinde dolaşmak; Ashâb-ı Kehf’e mağara tayin etmek, bölge belirlemek, onları ve kavimlerini tazyik eden zalim hükümdarların isminden söz etmek nefse çerez birer bilgi kırıntısından ibarettir ve ruha, iman, mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî adına bir şey vermemektedir.

رَبَّنَا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أمْرِنَا رَشَداً وَصَلِّ اللّٰهُمَّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَاٰلِهِ وَأَصْحَابِهِ أَبَداً

Ebedî Saadet Yolunda

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin   >>>  TIKLAYINIZ   <<<

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, 28 Ekim 2020, Mevlîd Gecesi yaptığı özel sohbette şunları söyledi:

   “Uhrevî amellerde ortaklık” mülahazasına bağlı dua halkaları, kalbî ve rûhî hayata sıçrama fasılları gibidir; herhangi bir halkada kendisini tazarru ve niyaza salmış zâkirler, hasıl olan bütün sevap kadar hisse alacaklardır!..

Bizim oralarda vardı, büyük insanlar hep onu okurlardı: (el-Cezûlî’nin) “Delâilü’l-Hayrât”ı. Üstadımız da değişik yerlerde hep ondan salât u selamları almış. Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) “mizana konacak şeylerden” buyuruyor, “salât u selam” hakkında. O, bir yönüyle kendi şefaatine mazhariyetin, şefaatine nâiliyetin bir vesilesi gibi görüyor onu. Herkesin okuması suretiyle, Cenâb-ı Hak o şefaat kapılarını kale kapıları gibi ardına kadar açar ve okuyan ondan istifade eder, varacağı yere varır, Allah’ın izni-inayetiyle.

El-Kulûbu’d-Dâria’da, bunlar muhtelif yerlerde hep ifade edildiğinden dolayı, o taksim edilerek okunduğunda, her gün insan o kadar salât u selamı okumuş sayılır. “İştirâk-i a’mâl-i uhreviye” tabiriyle Hazreti Üstad ifade buyuruyor bunu. Yani, her gün siz, el-Kulûbu’d-Dâria’dan on sayfa okusanız, altmış-yetmiş insana taksim edilse, her gün bütün el-Kulûbu’d-Dâria’yı okumuş sayılırsınız. Ve aynı zamanda her gün o kadar salât u selamı da terdâd etmiş olursunuz. O kadar mizana sermaye -evet, mizana sermaye- göndermiş olursunuz, Allah’ın izni-inâyeti ile.

Şimdi, Cenâb-ı Hakk’a hamd olsun, arkadaşlarımız zaten bölüşmüşler, el-Kulûbu’d-Dâria’yı da okuyorlar; Cevşen taksimi vardı arkadaşlarla, aksatmadan zannediyorum okunuyor; Evrâd-ı Kudsiye öyle okunuyor; Salât-ı Tefriciyeler öyle okunuyor. Yani, arkadaşlarımızın her gün duaya ayırdıkları vakit -zannediyorum- bir-iki saat sürer.

Bunlar ile aidiyet mülahazasına meseleyi bağlayıp fahirlenmemek lazım. Cenâb-ı Hak, belki çok ihtiyacımıza binaen o hâle sevk etmiş bizi. Ama “Gelse Celâlinden cefa / Yahut Cemâlinden vefa / İkisi de cana safa / Lütfu da hoş, kahrı da hoş!”

Doğru yolda olunca, esasen, bu yolda bulunanlar, değişik musibetlere maruz kalmışlar. Kat’iyyen bunu yanlış bir şey yaptıklarına vermemeliler. Allah’a hamd etmeliler ve demeliler ki: “Allah’ım, Sana binlerce hamd u senâ olsun, ya burada olmayıp da orada olsaydık! Allah’ım! Sana binlerce hamd u senâ olsun, ya burada olmayıp da orada olsaydık!”

Evet, burada olmak, peygamberlerin yolu… Enbiyâ-i ızâmdan hangi nebi var ki, ehl-i delâletten, ehl-i küfürden, ehl-i nifaktan çekmemiş?!. Hazreti Âdem’den (aleyhisselam) -ki, oğullarında başlamış çekmeye- Hazreti Nuh’a (aleyhisselam)… Hazreti Nuh’tan (aleyhisselam) Hûd (aleyhisselam)’a, Sâlih (aleyhisselam)’a, İbrahim (aleyhisselam)’a kadar. Bunlar bilinenler… Bilinenler söylenmek suretiyle, bilinmeyenlere işarette bulunuluyor burada. Ve şayet bunların hepsine vâkıf değilseniz, tarihin ve Siyer’in kaydettiğine göre, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çektiği şeylere bakın!..

Evet, أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَاْلأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu ve en amansızı başta enbiyaya, sonra da imanının derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” Belanın en çetini, en zorlusu, en aşılmazı, enbiyâ-i ızâma; ondan sonra da derecesine göre, herkesin mertebesine göre… 

O açıdan da din-i mübîn-i İslam yolunda olup da bir belaya maruz kalmayan insan, onu kendi talihsizliğine vermeli! “Din-i mübîn-i İslam’a hizmet ediyorum, ben onu ikâme etmeye çalışıyorum!” deyip de Enbiyâ-ı ızâmın, Hazreti Ebu Bekir’in, Ammâr b. Yâsir’in, Yâsir’in, Sümeyye’nin maruz kaldıkları şeylere maruz kalmamış ise, Bilal’in maruz kaldığı şeye maruz kalmamış ise, esasen, kendi talihsizliğini yaşıyor demektir. Esasen bu dünyevî debdebe, ihtişam, âlâyiş… Bunları görünce, benim yazılmamış romanımın adı: “…Ve insan aldandı!” Evet, aldanıyorlar. Dünya, her şey imiş gibi yarınsız yaşayanlar, öbür günsüz yaşayanlar, zırhlı arabalar içinde yaşayanlar, aldanıyorlar.

   “Allah’a yemin ederim ki, sizden evvelki ümmetler, daha dehşet verici işkenceler gördüler. Onlardan bazıları hendeklere yatırılır ve demir testerelerle vücutları ikiye bölünürdü de yine dinlerinden dönmezlerdi.”

Habbâb b. Erett’in, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) iç döküşünü hatırlayın: Demek ki şiddetin zirve yaptığı bir dönemde, tahammül edilemez hâle geldiği bir zamanda gelip halini arz ediyor. Daha işin başındalar orada ve O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle inanıyorlar ki!.. -O’na öyle inanmayı Allah hepimize lütfetsin!..- O’na öyle inanıyorlar ki, ellerini kaldırsa, “Ya Rabbi! Bu küre-i arzın yerini değiştir, yörüngesini değiştir!” dese, anında değişir. Ee canım yapmamış mı? Parmağı ile işaret edince, Kamer şâk olmamış mı? Daha neler neler?!. O “Mucizât”ta Hazreti Pîr’in seçtiği şeyler… Sadece onlara bakınca, bütün tabiat kanunları, O’nun bir işareti ile alt-üst oluyor, hepsi değişiyor. Şimdi onlar, O’na öyle inanıyorlar.

O da “Ben gidip diyeceğim, halimi arz edeceğim; artık dayanamıyorum, tahammül-fersâ bir hal aldı bu!..” diye düşünüyor ihtimal. Nihayet birinin kapısında hizmetçi, mevâlîden; o çalışıyor, efendisi ona işkence ediyor, başkaları ona işkence ediyor. Mü’minlere işkence etme, onlar için âdetâ bir ibadet neşvesi içinde irtikâp ediliyor; “Kemâ kâne el-yevm!” (كَمَا كَانَ الْيَوْم – Tıpkı bugün olduğu gibi.) Evet, “Yâ Rasûlallah! Dua etmez misin Cenâb-ı Hakk’a?!.”

İşin başındalar daha… On tane sûre belki nâzil olmuş; onun ile Müslüman olmuşlar. Ama öyle kenetlenmişler, öyle bağlanmışlar ki!.. Seyyidinâ Hazreti Ebu Bekir gibi… Daha bir ayeti görünce, “Kime?!.” “Bana yâ Rasûlallah!” diyecek kadar o mevzuda ön yargısız, ön şartsız; denen her şeye hemen “Baş-göz üstüne!”

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Ben dua edeyim de sizden bu belâlar, musibetler savulsun!” demiyor da Ashâb-ı Uhdûd’u anlatıyor: İnsanlar, sizden evvel alınırlardı; böyle etleri kemikleri birbirinden ayrılırdı… Keser, biçer, doğrarlardı; insanlara karşı kasaplar gibi davranırlardı. Fakat onlar yine de dinlerinden dönmezlerdi. İşte, وَالسَّمَاءِ ذَاتِ الْبُرُوجِ beyanı ile başlayan Burûc Sûresi’nde, Ashâb-ı Uhdûd’u resmeden ayetlere bakın; sonra tefsirlerde, o bahsin ifade edildiği bölümlere bakın!.. Çocukları bile yapıyorlar; aynen çocukları bile yapıyorlar. Efendim, çocuk ağlıyor orada, anasını çukura atıyorlar… Böyle bunlar resmediliyor. Allah Rasûlü bunu anlatmak suretiyle, “Bu yol, uzaktır / Menzili çoktur / Geçidi yoktur / Derin sular var!” diyor, esasen.

Peygamberler yolunda olanlar hep böyle çekecek… O zaman, çekmeyen bahtsızlar, talihsizler, şatafat ve debdebe içinde hayatlarını sürdüren bahtsız insanlar, كَاْلأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Hâsılı onlar hayvanlar gibi, hatta onlardan da şaşkın.” (A’râf, 7/179) olanlar… Bence onlar, hallerine ağlasınlar!.. Siz de sevinin hâlinize!..

Bir iki gün evvel, o mağdurlardan, muhacirlerden, dünyada her şeyi elinden alınmış, zirvede vazifeler yapıyorken her şeyi elinden alınmış insanlardan birkaçı ile görüştüm. Telefonda konuşurken, öyle bir inşirah içinde konuştular ki, işin doğrusu ben kendimden utandım. Üzülüyorum ben onlar adına; bütün kardeşlerim adına üzülüyorum, uykularım kaçıyor. Biz insanız nihayet… “Ben usanmam gözümün nuru cefadan / Ama ne de olmasa usanır, candır bu!” diyor İzzet Molla. Elde değil; üzülmemek elde değil.

İnsanlığın İftihar Tablosu da (sallallâhu aleyhi ve sellem) mutlaka üzülüyordu. Ama kadere karşı itiraz mahiyetinde sözler söylemek ve sabırsızlık yapmaktan -hafizanallah- fersah fersah uzaktı. Her şeyi sineye çekiyor ve katlanıyordu, Allah’ın izni-inayetiyle. Zira O, buyuruyor ki: إِنَّ اللهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ بِالْبَلاءِ كَمَا يُجَرِّبُ أَحَدُكُمْ ذَهَبَهُ بِالنَّارِ “Bir sarrafın altını potada eritip saflaştırması gibi, Allah da sizi belalarla imtihan edip bir kıvama getirir.” Ben eksiden gördüğümde, bu hadis-i şerifte إِنَّ اللَّهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ بِالْبَلاءِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِهِ kaydını görmemiştim. Fakat sonra bir yerde gördüm وَهُوَ أَعْلَمُ بِهِ de var. Bu, bir yönüyle tavzih, kayd-ı ittifâkî; yani, “Allah bilir zaten”. İşte o kayd-ı ittifâkîyi ifade ediyor. Yani, zannetmeyin ki, Cenâb-ı Hak bunu imtihan ediyor tâ nedir ne değildir, onu bilsin! “Nedir, ne değildir?” olduğunu biliyor Allah (celle celâluhu) ama senin gibi insanlara göstermek için… إِنَّ اللَّهَ لَيُجَرِّبُ أَحَدَكُمْ بِالْبَلاءِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِهِ، كَمَا يُجَرِّبُ أَحَدُكُمْ ذَهَبَهُ بِالنَّارِ Sizin herhangi biriniz, bir sarraf, potada altını, gümüşü erittiği gibi, ateşin içinde erittiği gibi, mahiyet değiştirdiği gibi, Allah (celle celâluhu) sizi böyle imtihan eder; mahiyetinizi, gerçek mahiyetinizi bulmanız için, gerçek şeklinizi elde etmeniz için, gerçek yapınızı elde etmeniz için…

Demek ki, hani bu türlü şeylere maruz kalmayan kimseler, yapı bozukluğu içinde öbür tarafa gidiyorlar. Ee kabirde görecekleri şey bellidir bunların; yapı bozukluğu… Berzah’ta görecekleri şey bellidir bunların; Mahşer’de görecekleri şeyler bellidir bunların… Ee neye ağlıyorsun, neye sızlıyorsun sen?!.

Dolayısıyla o arkadaşlarımız, o meselenin esprisini kavradıklarından dolayı, sevinç içinde anlatıyorlar; diyorlar ki: “Allah’a hamd u senâ olsun, kendimizi burada bulduk!” Evet, bütün hayatı boyunca çalışmış, okumuş, bir yere gelmiş; sonra elinden tutulmuş, bir tohum gibi saçılmış. Ama gittiği yerde, ye’sin ve ümitsizliğin kuraklığına kendini teslim etmemiş, toprağın bağrına düşen bir tohum gibi, on tane başağa, yirmi tane başağa yürümenin yollarını araştırmış. Ve gün gelmiş, o, yetmiş, hatta yedi yüz başak halinde dışarıya çıkmış. Kur’an-ı Kerim’in buyurduğu gibi: مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِئَةُ حَبَّةٍ وَاللهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir tohum gibidir. Allah, kime dilerse ona kat kat verir. Allah, (rahmet ve lütfuyla her varlığı) kucaklayan, (merhametiyle kullarına) genişlik gösterendir; (kullarının halini) hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/261) Evet, o hesap…

Meseleye, belâ ve musibetlere bu şekilde bakarsanız, Allah’ın izni-inayetiyle, Cenâb-ı Hak, burada sizi siz yapıyor esasen; yontuyor, şekillendiriyor, böyle öbür tarafa ehil, öbür tarafa lâyık, öbür tarafın bütün görünümlerine uygun hale getiriyor. Ötede her şey Kudret dairesi içinde fevkaladeden zuhur edecek. Ee siz öyle olmazsanız, orada, mekân ile mekân sahibi arasında, hâl ile mahall arasında bir uygunluk olmayacak. Hal-mahall uygunluğu, eğer bunlar ile olacaksa, Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, Allah (celle celâluhu) bizi imtihan dairesinde kılmış; öbürlerini de şatafat, debdebe, ihtişam, baş döndürücü dünyevî güzellikler içinde… Sarhoş yaşıyorlar, sarhoş yürüyorlar, sarhoş olarak kabre girecekler, Münker-Nekir’in suallerine de sarhoş gibi cevap verecekler. Dolayısıyla halimize binlerce şükretmek, hamd ü senâda bulunmak ve bu mevzuda dağınıklığa düşmemek lazım

   “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir.”

Bir de, buna bağlı olarak, esasen, onların yaptıkları şeyleri, çok müzakere mevzuu yapmak suretiyle, bence, kuvvet ve enerjimizi dağıtmamamız lazım. Hazreti Pîr diyor ki: “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir.” Demek ki daha kaç elimiz olsa, ancak bu işe yeter. Ama Allah (celle celâluhu) insanı, iki eliyle yaratmış ama bin tane eli varmış gibi çok önemli şeyleri, Allah’ın izniyle, becermeye muktedir; evet, öyle bir donanımda yaratmış. “Ahsen-i Takvîm” diyor, öyle bir donanımda yaratmış.

Evet, kendi meselelerimiz ile meşgul olalım, onları düşünmeyelim. Hatta onlar aklımıza geldiği zaman… Bir şey diyeyim ben: Kalkar birisi, onlardan bir kendini bilmez, bir zavallı, cahil, zilzurna cahil, echell, kalkıp hani “terörist” diyebilir size. “İlle mukabele-i bi’l-misil yapalım biz! ‘Terörist sensin!’ falan diyelim!..” Ne diye ağzını kirletiyorsun yahu! O, zaten kirli adam; kirliliğin gereğini yapıyor. Başka türlü olamaz ki; o, onu diyecek. Sen ne diye dilini, ağzını, gözünü kirletiyorsun; öyle diyorsun ona?!. Bırak; ille de bir şey yapacaksa, Cenâb-ı Hak, yapar. Allah, “Allâmu’l-guyûb”tur, Allah, “Âdil-i Mutlak”tır. Küfür devam eder, zulüm devam etmez. Allah (celle celâluhu) bir gün onları tepetaklak getirir. Ne diye sen meseleyi büyütüyorsun; onlar hakkında da öyle diyorsun. Sonra bir gün onları tepetaklak gördüğün zaman, “Keşke demeseydim bunu!” diyeceksin, yüreğin yanacak senin orada.

Çok defa birisi öyle diyor, sizin bildiğiniz arkadaşlardan birisi: “Mahşerde gözümün önünde bazıları goril gibi, bazıları maymun gibi, bazıları bilmem ne gibi, tepetaklak Cehennem’e atıldıklarında yüreğim yanıyor.” Demek hayalinde görüyor; hayalde görüyor, yüreği yanıyor. Ne diye yüreğini yakacak şeyler istiyorsun sen Allah’tan! Allah, hidayete de kâdirdir: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet.” El-Kulûbu’d-Dâria’da okuyorsunuz, hep demiyor mu orada: اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لَنَا وَلِجَمِيعِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ، وَالْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ “Allah’ım bizi, kadın erkek bütün mü’minleri ve kadın erkek bütün Müslümanları mağfiret eyle!” Ama bir hususiyet arıyorsanız ille خُصُوصًا/لاَسِيَمَا إِخْوَانِي وَأَخَوَاتِي، وَأَصْدِقَائِي وَصَدَائِقِي، وَأَحْبَابِي وَأَحِبَّائِي “Özellikle kadın erkek kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı…” diyebilirsiniz. Ama niye Müslümanları istisnâ ediyorsunuz?!.

   Hiç tereddüdünüz olmasın, Allah (celle celâluhu) başlattığı bu hayırlı işi başkalarının zâlim eliyle yıkıp harap etmez!..

Evet, o kötülük peşinde olanlar o kadar meşguliyete, üzerlerinde durmaya değmez. Evet, boş şey… Bırakın onları, kendi halleriyle kıvranıp dursunlar, sürüklenip dursunlar. Kendi meselelerimizle meşgul olalım. Dün, öyle meşgul olmak suretiyle, koskocaman devletlerin yapamadığını, Allah, bir avuç insana, hem de devletlerinden hiç destek görmedikleri halde, bir arpa kadar destek görmedikleri halde, yaptırdı. Dünyanın yüz yetmiş ülkesinde okullar açtılar, irfan yuvaları kurdular, insanları aydınlattılar, dünya kardeşliğine giden güzergâhlar oluşturdular, Allah’ın izni-inâyeti ile. Hiç tereddüdünüz olmasın, Allah (celle celâluhu) başlattığı bir şeyi başkalarının zâlim eliyle yıkıp harap etmez!.. إِنَّ اللهَ لاَ يَظْلِمُ النَّاسَ “Allah asla insanlara zulmetmez.” Size zulmetmez Allah, celle celâluhu.

Bu açıdan da biz, kendi işlerimize konsantre olalım. Allah’ın izni-inayetiyle, dün olduğu gibi yarın da yine yüz yetmiş ülkede hizmet edilir. Bakarsınız Hizmet erleri Mars’a çıkarlar, Venüs’e çıkarlar, Güneş sisteminin dışında başka bir sisteme giderler… Bütün oralarda da o insanlara mesajlarını ulaştırırlar. Oralarda da insan var ise, canlı var ise… Kur’an-ı Kerim’de bir ayet işaret ediyor; biraz, Kıtmîr de ona inanıyor. Evet, bakarsınız oralarda da Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmiş varlıklar var, fikir katkısında bulunursunuz onlara. Onlardan alacağınız olur sizin de… Ve çok farklı bir şey olur, Allah’ın izni-inâyetiyle.

Evet, meseleyi alır tâ oraya kadar götürürsünüz. Güneşin merkezine kadar, güneşlerin merkezine kadar götürürsünüz, Allah’ın izni-inayetiyle. Öyle ise, “Gel Hakk’a tevekkül kıl / Tefvîz eyle ve rahat bul / Sen hakkına razı ol / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler! // Hak, şerleri hayreyler / Sen sanma ki gayr eyler / Ârif, ânı seyreyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler!” Bildiğiniz şeyleri söylüyorum, zaten fazla bir şey söyleyecek hâlim de yok benim. “Deme bu niçin böyle / Yerindedir ol öyle / Var sonunu seyreyle / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler!” İbrahim Hakkı hazretleri, Tefviznâme. Vesselam. Baş ağrıttım. عَفْوًا مِنْكُمْ، عُذْرًا مِنْكُمْ “Affınızı isterim, özür dilerim.”

   Gecelerimizi Teheccüd ile taçlandıralım; zira “Teheccüdü olmayanın, tecehhüdü olmaz!”

Evet, salât u selâma devam, duaya devam. Her gün bir saat kadar duamız var idiyse, elimizden geliyorsa, iki saate yükseltelim. Teheccüd’ü kaçırmayalım. Müslümanlıkta Teheccüd’ü kaçırma, tembel insanların işidir. Evet, sizin bir arkadaşınızı duydum ben; bir gün teheccüdü kaçırmış, sonra kalkmış, galiba onu kaza etmiş fakat diyor ki: “Hâlâ kafamdan çıkmıyor, ben o terbiyesizliği nasıl yaptım?!” “Teheccüd”süz, dolayısıyla da “tecehhüd”süz! Teheccüd’ü olmayanın tecehhüdü de olmaz; o kendisini cân ü gönülden, ölesiye hizmete veremez. Tembel tembel, yan gelir yatar kulağı üzerine.

Gecelerimizi Teheccüd ile taçlandıralım. Bu da yine İbrahim Hakk’ı hazretlerinindir: “Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde / Kevkeplerin et seyrini, seyrân gecelerde / Bak hey’et-i âlemde, bu hikmetleri seyret / Bul Sâni’ini, ol âna mihman gecelerde!..” -Hazreti Pîr de dağın başında, yıldızları sayarcasına hususiyetleriyle anlatmıyor mu?!.- “Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gâfil / Ko gafleti, Dildârdan bari utan gecelerde!..” Az ye, az uyu, az iç, hayrete var, fâni ol; bul beka, ol O’na mihman gecelerde!.. O’na misafir olmak istemez misiniz, geceleri?!. Uyuyan insanlar, O’na (celle celâluhu) misafir olamaz; Keremkâni’nin keremine misafir olamaz.

Cenâb-ı Hak, öyle eylesin; zamanımızın bir zerresini bile israf ettirmesin! Biz âhiret içiniz, âhirete namzediz. Dünya, bizim neyimize? Efendimiz’in ifadesiyle, مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا “Ne alakam var benim dünya ile?!. Benim durumum, tıpkı bir yolda giderken bir ağacın altında muvakkaten ârâm eden bir insana benzer. Sonra o kalkar, bineğine biner, göçer gider.” Dünya, altında muvakkaten dinlenilen, istirahat edilen bir ağaç gibi bir şeydir. Esas gideceğimiz yer, öbür âlemdir, bütün ihtişam ve debdebesi ile. Allah, orayla sevindirsin, memnun ve mesrur eylesin!..

“Talim ve Müteallim” diye bir kitap vardı. Biz medresedeyken bu kitabı verirlerdi herkese, okusun diye. Onun başındaydı bu, zannediyorum: تَعَلَّمْ يَا فَتَى فَالْجَهْلُ عَارٌ، وَلاَ يَرْضَى بِهِ إِلاَّ حِمَارٌ “Ey delikanlı, oku! Cehalet, ârdır, ayıptır. Ona, eşekten başkası da razı olmaz!”

Evet, bu kadar kem-küm ettim, hakkınızı helal edin! Allah da seyyiâtımı affeylesin! Yanlış bir şey söyledimse, Cenâb-ı Hak, mağfiretine mazhar eylesin!..

يَا غَفَّارُ، يَا سَتَّارُ، اِغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا  كُلَّهَا، وَاسْتُرْ عُيُوبَنَا كُلَّهَا * يَا قَاضِيَ الْحَاجَاتِ، يَا دَافِعَ الْبَلِيَّاتِ، اِقْضِ حَوَائِجَنَا كُلَّهَا، وَادْفَعْ عَنَّا الْبَلاَيَا كُلَّهَا، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ.

“Ey Gaffâr, ey Settâr, günahlarımızın tamamını mağfiret buyur; bütün ayıplarımızı setreyle. Ey ihtiyaç ve hâcetleri gideren Rabbimiz, ey belâları def’ u ref’ eden Sultanımız! Bizim bütün ihtiyaçlarımızı gider; başımıza gelmesi muhtemel bütün belâları def’ eyle, dünyanın her yanında ve hayatın her biriminde.”

Müsaade ediyor musunuz?!.

Zulüm, Salgın ve Ramazan

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin   >>>  TIKLAYINIZ   <<<

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Ramazan ayı münasebetiyle yaptığı özel sohbette şunları söyledi:

   Ramazan, her şeyden önce Kur’an-ı Kerim’in indiği ay olması itibarıyla kutlu zaman dilimidir.

Ramazan-ı şerîf, bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim’in nâzil olduğu ay olması itibarıyla mübarektir. Denebilir ki, Efendimiz ile alakalı bir sözde ifade edildiği ve “O’nun vilâdeti, dünyaya teşrifleri, insanlığın yeniden dünyaya gelişi demektir.” dendiği gibi bir kutsiyet söz konusudur. Bu açıdan da Kur’an-ı Kerim ile -esas- insanların insan olması söz konusu ise, insanlığın Cenâb-ı Hakk’a yönelmesi Kur’an sayesinde oluyor ise, onun nazil olduğu ay Ramazan-ı Şerif, belki en kutlu bir zaman dilimi demektir. Belki onun her gecesi, ayrı bir Kadir gibidir; fakat Sâhib-i Şeriat tarafından bir gecesine tahsis edilmiş Kadir Gecesi.

Şimdi onun -bir yönüyle- arefesinde bulunuyoruz; işte iki-üç gün sonra… Belki gölgesi şu anda başımızın üzerinde, yavaş yavaş hissetmeye çalışıyoruz ama dehrin hadiseleri karşısında belki böyle gönülden sahipleneceğimiz şekilde değil. Belki o duyguyu şimdi tetiklemek lazım insanlarda. Adeta hiçbir virüs insanlığa musallat olmamış, hiçbir veba ve tâûn insanlığa musallat olmamış… Her şey yerli yerinde, aynı zamanda hadiseler süt-liman… Dolayısıyla biz böyle bir hava içinde Ramazan-ı Şerifi karşılıyoruz; inşaallah orucunu tutacağız, terâvihini kılacağız, sadaka-ı fıtrını vereceğiz… إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ “… Pak söz O’na yükselir ve meşrû, sağlam, yerinde ve ıslaha yönelik aksiyon o sözü yükseltir.” (Fâtır, 35/10) buyurulduğu gibi, o güzel işler, bir de amel-i sâlih ile esasen Cenâb-ı Hakk’a yükselecek, nezd-i Ulûhiyette yerini alacak, kıymetine göre takdir görecek. Öyle olacak… Hadiseleri nazar-ı itibara almayarak esasen…

Fakat muktezâ-ı beşeriyet… İzzet Molla’nın sözünü çok tekrar etmişimdir: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan ama / Ne de olmasa cefâdan usanır, candır bu!..” Şimdi bela başınızda sürekli böyle esiyor ve savuruyor sizi, her birinizi bir yere saçıyor. Dolayısıyla her gün bir yerde bir feryad yükseliyor; bir âhuzâr, bir inilti yükseliyor. Böyle bir tablo karşısında insanın, bütün bunları duymadan/hissetmeden Ramazan’ı kendine mahsus neşvesiyle duyması, onu her zaman yaşadığı o iştiyak ile yaşaması zor olabilir. Değişik vesileler ile zannediyorum ifade edilmiştir; “Ramazan ufku” esasen… Ramazan’da bizim çevremizi okumamız.. Ramazan’da kendimizi okumamız.. Ramazan’da eşya ve hadiselere bakmamız.. Ramazan’da önümüzü görmemiz.. Ramazan ile geriye bakmamız, geriyi bugün ile beraber mütalaa etmemiz, filan… Onu böyle bir bayram neşvesi içinde duyma… “Herhalde şimdi olmaz!” falan diyoruz; fakat işte dişini sıkıp bence bu kadar kritik durumlara rağmen, Ramazan’ı yine kendine has o derinliği ile duymak, çok önemlidir.

Belki aczimizi, fakrımızı, zaafımızı duyarak, aynı zamanda hatalarımızın/günahlarımızın yüzümüze çarpılması karşısında daha derinden Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederek, bir arınma mülahazası ile, arınma fikri ile bunları duyabiliriz. Yani, hadiseler her ne kadar amansız olursa olsun, bir kısım şeyler ne kadar imansız olursa olsun, insan, dişini sıkınca ve o Ramazan mülahazasını yürekten -böyle- nazar-ı itibara alınca, herhalde o takılabileceği şeylere takılmadan aşar, Allah’ın izni-inayeti ile. Onu hakikaten “kutlu bir zaman dilimi” halinde duyabilir. Her akşam, yeniden, bir kere daha Kevser yudumluyor gibi, her sahurda bir yönüyle bir “ba’s-u ba’de’l-mevt”e ulaşmış gibi yeniden Zât-ı Ulûhiyet ile ayrı bir münasebete geçer, Allah’ın izni-inayeti ile. Duyar onu; olumsuz şeyleri duymayı da belki çok erteler, onları öteler bir yönüyle; esas, Ramazan’ı kendi hususiyetleri ile yaşamaya çalışır, Allah’ın izni-inayetiyle. Bu açılardan diyoruz: Kutlu zaman dilimi.

   Ramazan, aynı zamanda kendimizi dinleme zamanıdır.

Bir açıdan da Ramazan’a “kendimizi dinleme zamanı” diyoruz. O da hani ayrı bir tabir; çok defa belki kendi derinliğiyle onu da anlayamayabiliriz. Kendimizi dinleme, esasen bir yönüyle bir inzivaya çekilmiş gibi; işte aç durma, susuz durma, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etme… Bir de o mülahaza ile “kendimizi dinleme” çok önemli bir şey. İnsanın kendini dinlemesi, esasen, “Nesin sen?” sorusunun cevabını düşünmesi… Allah’ın kulu… Cenâb-ı Hakk’a karşı bir kısım mükellefiyetler ile muvazzafsın, bunları yerine getireceksin; gerçek kıymetin o sayede inkişaf edecek; kendini derinlemesine duyacaksın, kulluğunu derinlemesine hissedeceksin; o kulluğuna bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’a karşı derin bir saygı hissi ile O’na teveccüh edeceksin… Bu şekilde kendini dinleme, bir inziva hayatı yaşama, bir halvet hayatı yaşama ve öteden gelen şeyleri dinleme adına da çok önemlidir.

Evet, kapıyı o istikamette aralarsa, insan, bütün çirkinliklere rağmen, çok farklı şeyler, insanı bayıltan, kendinden geçiren, âdetâ en derin bir musiki hissi ile çok derin şeyler duyabilir; Allah’ın izniyle, inayetiyle. Kendini dinlediği takdirde…

   Ramazan, zamanı bir başka duyuştur.

Ramazan, aynı zamanda böyle bir dinleme faslıdır. Belki ötelerden gelen değişik dalga boyundaki şeyleri dinleme… Aynı zamanda Kur’an adesesiyle bakıp, Kur’an merceğiyle bakıp, Kur’an’ın iniş merceğiyle bakıp hâdiseleri çok farklı görme, kendini ona göre konumlandırma, Allah’ın izni-inayetiyle, ona göre değerlendirme… Konumuna göre kendisi için bazı şeyler takdir etme, biçme, kesme filan… Bir yerden başka bir yere kendini koyma, alıp-koyma… Bütün bunlar, Ramazan sayesinde olabilecek şeylerdendir.

Böyle derinlemesine bakınca, insan, zaman üstü oluyor belki. Zaman üstü olunca da zamanı çok farklı derinlikleriyle duyuyor, Allah’ın izni-inayetiyle. Lâhutî derinlikleriyle duyuyor.

İşte “dehr” dediğimiz şey… Dehr, hakikatte Zât-ı Ulûhiyete ait bir tecelli… Farklı ifade ediliyor da ben böyle deme lüzumunu duyuyorum: Zât-ı Ulûhiyete ait farklı bir tecelli. Onu öyle derinlemesine duyuyoruz; zamanı derinlemesine duyuyor, zamanın kıymetini anlıyoruz; zamanın insana kazandırdığı şeyleri duyuyor, ân-ı seyyâlesinin ebedî bir ömre bedel olduğunu, ebedî bir ömür değerinde olduğunu duyuyoruz Ramazan-ı şerifte. Ramazan, bütün bu vâridât ile geliyor, insanın başına kendi sağanaklarını boşaltıyor. İnşaallah yine öyle olur.

   “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez.” 

Günümüzde içinde bulunduğumuz bir kısım dâhiyeler, belâlar, musibetler… Hani başta birilerinin zulmüne maruz kalma, haksızlıklara maruz kalma… Bunları görmezden gelmek çok zordur. Ama elden geldiğince görmezden gelmeye çalışmalı; meseleyi Allah’a havale etmeli. Allah, âdil-i mutlaktır.

Böyle, “Falan size şunu yaptı, filan size bunu yaptı!” Kalkıp böyle herkese kendinize göre bir ceza vermeye kalkarsanız, yerinde olmaz o bir kere, siz o cezayı veremezsiniz. Bazen o ceza, o kadar büyüktür ki, siz onu vermeye kalktığınız zaman, daire-i Ulûhiyete müdahale etmiş olursunuz, saygısızlıkta bulunmuş olursunuz. Bir de insanî kıvamınız açısından, insanî ufkunuz açısından o cezayı veremezsiniz.

Herkes karakterinin gereğini sergiler. Karakteri kötülüklere açık bir insana, zorla iyilik yaptırtamazsınız; bir kere yaptırtsanız bile, bir başka zaman yine karşınıza kötülük duyguları ile çıkar; bir defasında belki insanca davranır, on defa karakterine göre hareket eder. Dolayısıyla, o türlü şeyler ile meşgul olduğunuz zaman, meşgul olacağınız şeyleri ihmal etmiş olursunuz. Bu türlü böyle dünyaya ait dertler olan şeyler ile çok meşgul olmamalı. Vardı, hani bir vecizede vardı: “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur!” Bence dünyaya ait hiçbir meseleyi dert edinmemek lazım; nasıl olsa gelip-geçicidir bunlar. Onlara ehemmiyet verir, onları gözünüzde büyütürseniz, onların altında kalır ezilirsiniz.

Elden geldiğince o mevzuda temkinli olmalı ve görmezden gelmeli onları. Karakterlerinin gereğini yapıyor… كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez.” (Mâide, 5/105) “Kendinize bakın!” diyor Kur’an-ı kerim. Kendi kusurlarınızı görmeye çalışın. Falan size zulmettiği zaman bile, “Acaba biz, Rabbimize karşı vazife ve sorumluluklarımızın hangisinde kusur yaptık ki, Cenâb-ı Hak, birilerini bize musallat etti!” Şu virüsü musallat eder Allah, zelzeleyi musallat eder, fay kırılmasını musallat eder, çekirgeyi musallat eder, güvercini musallat eder, eder eder, Allah celle celâluhu.

Ancak Allah’ın (celle celâluhu) “imhal”leri vardır; “ihmal”leri değil, “imhal”leri vardır. Mehil verir, Erhamü’r-Râhimîn’dir O (celle celâluhu), Rabbü’l-âlemîn’dir. Herkes böyle bir kusur işlediğinde onu hemen cezalandırırsa, yeryüzünde -yine Kur’an-ı Kerim’in değişik yerlerde farklı ifadelerle beyan buyurduğu gibi- yürüyen bir tane canlı kalmaz. Evet, çünkü herkes şöyle-böyle bir günah işler, bir zulümde bulunur. Dolayısıyla Allah onu cezalandırınca, o gider; şunu cezalandırınca, o gider; bunu cezalandırınca, o gider; hiç kimse kalmaz. Oysaki öyle değil. Allah’ın (celle celâluhu) imhalleri vardır ki insan kendine gelsin, aklını başına alsın, o kusurdan vazgeçsin, sevaba yönelsin, arınmaya koşsun, Allah (celle celâluhu) da onu bağışlasın, affetsin. اَللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنَّا، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا، يَا غَفَّارُ، يَا سَتَّارُ، اِغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا كُلَّهَا، وَاسْتُرْ عُيُوبَنَا كُلَّهَا “Allahım, şüphesiz Sen affetmek şanından olan Afüvv, ikram u ihsan denince akla gelen yegâne Kerim’sin; affetmeyi çok seversin. Bizi affeyle, ey Erhamerrahimîn. Bizi yarlığa, merhamet buyur bize. Ey Gaffâr, ey Settâr, günahlarımızın tamamını mağfiret buyur; bütün ayıplarımızı setreyle.”

   “Bu virüs de beni çok ağlattı; arkadaşlarıma her gün diyorum: Dünyanın değişik yerlerinde dua, teveccüh, münâcaat koroları oluşturun; Cenâb-ı Hakk’a toptan teveccüh edin!..”

Hatta bu arada şunu da diyebilirim: Şimdi şu anda bir virüs… Bunun beni ne kadar ağlattığını, Allah bilir. Her gün belki arkadaşlarıma diyorum: Dünyanın değişik yerlerinde dua, teveccüh, münâcaat koroları oluşturun; Cenâb-ı Hakk’a toptan teveccüh edin!.. Üstadımızın buyurduğu gibi: “Nasıl sadaka belayı ref’ eder; aynen öyle, ekseriyetin hâlisâne duası da ferec-i umumîyi cezbeder.” “Cezb” tabirini kullanıyor, “cezbeder” diyor.

Dolayısıyla, değişik yerlerde -böyle- dua koroları oluşturmak suretiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunarak, insanlığa musallat ettiği şu şeyi bir an evvel kaldırmasını O’ndan dilemek… Bu, hem bütün insanlık için bir moral olur… “Hakikaten böyle bir açık kapı varmış meğer!” derler. Hem başkalarına da bir yol-yöntem öğretmiş olursunuz. Bakın, şimdi Yahudi, Hıristiyan, Hıristiyanlığın değişik mezhepleri, Yahudilerin değişik mezhepleri filan, sizin arkadaşlarınız ile değişik yerlerde secdeye kapanıyorlar, dua ediyorlar; “Allah’ım! İnsanlığı bu dâhiyeden, bu beladan, bu mesâibden halâs eyle!” diyorlar. Cenâb-ı Hak size bir başka yol ile bir sevap kazandırıyor, bunu yapmak suretiyle sevap kazandırıyor.

Bu da böyle üç aylarda başladı; Recep, Şaban ve Ramazan işte geldi. Ramazan geldi-dayandı ama salgın/musibet devam ediyor. “Onun farklı versiyonları arkadan gelecek!” filan diyor bazıları. “Mutasyonlarla, değişikliklere uğrayarak, farklı bir formda yeniden karşınıza çıkacak, bu defa farklı şekilde sizi tırpanlayacak, hafizanallah, yere serecek!” diyorlar. Bütün bunlar karşısında o “Kuvve-i Kâhire”ye, “Kuvve-i Bâhire”ye, “İrâde-i Şâmile”ye, “İrâde-i Muhîte”ye teveccüh etmekten başka çareniz yok. Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edeceksiniz; “Allah’ım! Sav bunları!” falan diyeceksiniz.

Böyle mübarek aylarda, insanlık için, kendiniz için bu türlü tazarru ve niyazlarda bulunma mevzuu çok önemli bir şey. Allah, ona denk getirdi; hem Ramazan’ın sevabı, hem orucun sevabı, hem geceleri kalkıp ihya etmenin sevabı.. unutulmuş teheccüdleri kılmanın sevabı.. secdeyi derinlemesine duymanın, hadiste buyurulduğu üzere O’na (celle celâluhu) en yakın olma hâlini duymanın sevabı… Hakikaten başınızı yere koyduğunuzda, O’na en yakın olduğunuzu hissederek, “Allah’ım! Ne olur şunu lütfeyle, bunu lütfeyle!” deme mevzuu, Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir lütfu, ayrı bir ihsanı oluyor size.

   Bela ve musibetleri asla başkalarına fatura etmemeliyiz; bilakis kendimizden bilip hemen istiğfar ve tevbeye yönelmeliyiz!..

Bu arada, “Falanlar filanlara zulmetmişlerdi de, filanlar haksızlıkta bulunmuşlardı da, dolayısıyla onların bu zulümlerinden dolayı geldi!” gibi düşünce ve sözler ile bunları başkalarına fatura etmek suretiyle işin içinden sıyrılmaya çalışmamak lazım. Bu türlü bela ve musibetlerde -antrparantez arz ediyorum- elden geldiğince, insan, her şeyi kendinden bilmeli.

Niye bu bela ve musibetler geldi? “Benim yüzümden olabilir. Ben, Cenâb-ı Hakk’ın bana lütfettiği o imkanları tam, yerinde, rantabl olarak değerlendirmedim. Onun için Cenâb-ı Hak, beni bu türlü şeyler ile yeniden bir arınmaya sevk ediyor: ‘Aklını başına topla, bak, Ben varım!’ diyor.” demeli ve böyle düşünmeli!..

Yoksa böyle belalar ve musibetler geldiğinde, “Falanların yüzünden geldi, bak onlar da işte burada kıvranıyorlar!” falan demek, Allah’a karşı ayrı bir saygısızlıktır. Suçu başkalarında arama, yine kendini pâk, temiz, müzekkâ görme, doğru değildir. Tezkiye-i nefissiz, tezkiye-i nefiste bulunma mevzuu, çok ciddi bir yanlıştır. (Yani, tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunanın, nefsinin tezkiyesinden dem vurması, büyük bir hatadır.) Müzekkâ olmadığından, sen, kendini o temiz insan görmemelisin. Müzekkâ olma mevzuu da tabi ayrı bir husus; işte o büyüklere mahsus, bizi aşan bir konu.

Antrparantez dedim. Hani günümüzde, bugünlerde, içinde yaşadığımız günlerde bu türlü şeyler de, mülahazalar da çok önemli. Evet, böyle fikren, zihnen, kelâm-ı nefsiyle, insanlardan intikam alıyor gibi konuşma, falan… “Alın, çekin işte; Allah (celle celâluhu) nasıl hakkınızdan geliyor sizin!” filan deme… Belki Allah onların da, bizim de canımızı alır; onları da bizi de cezalandırır, eder… Öyle değil de esasen meseleyi kendimize bağlayarak “Bizim yüzümüzden oldu, Allahu a’lem. Cenâb-ı Hak, bizi de bağışlasın, başkalarını da bağışlasın!” demeli.

Efendim, bir-iki gün evvel bir zat vefat etti. Bir-iki gün ona çok ağlayarak dua ettim burada. Fakat değişik vesileler ile hep ifadesi şu olmuştu o hazretin: “Ben kendimi bildiğimden bu yana hep bunlar ile meşgul oldum, hep bunları meşgul ettim, bunları ben tanıttım; bunların hakkından gelmeye çalıştım!” falan. Şimdi “Ya Rabbi, Sana geliyor bu; namaz kılıyordu, oruç tutuyordu, bir sürü insana da dini-diyaneti anlatıyordu; ne olur, şu bize yaptığı şeylerden dolayı bunu cezalandırma; ne olur, bahtına düştüm Senin!” deyip durdum. Evet, Allah şahit… İnsan olmak başka bir meseledir; bu da “büyük olmak” değil, sadece “insan olmak”tır; bu, başka bir meseledir. O da “insana saygı” ile başlar, “insana saygı” ile devam eder, “insana saygı” ile biter. İnsan, “ahsen-i takvîm”e mazhardır; Cenâb-ı Hakk’ın acîb bir sanatı, şâyân-ı takdir bir sanatıdır. Ona ne kadar hürmet edilse değer, saygı duyulsa, değer. O (celle celâluhu), Habîr u Basîr, her şeyden haberdardır.

   Ramazan, Kur’an ayıdır; bu mübarek zaman diliminde Allah’ın kelamına dikkatle yönelirseniz, mutlaka onun teveccühüyle mukabele görürsünüz.

Hani değişik vesileler ile arz etmişimdir: Doktor İkbal diyor ki: “Hep Kur’an-ı Kerim’i kemâl-i hassasiyetle okurdum.” Hakikaten de öyle okuyordur. Mesela İngiltere’de -zannediyorum- on altı sene kadar kalmış, teheccüdü bir kere kaçırmamış. Oysaki teheccüd, Türkiye’de unutulmuş; “teheccüd” diye bir namaz var mı, yok mu? Kaçırmamış onu orada. Hep Kur’an-ı Kerim’i okuyor, kemâl-i hassasiyetle. “Babam diyordu ki bana: Oğlum, Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inmiş Kur’an’ı, O’na inmiş bir Kur’an gibi değil, sana inmiş bir Kur’an gibi oku!” Öyle diyor. Şimdi işin esası, o; hep kendini muhatap olarak ele alma orada… Ama her şeyiyle kendini muhatap olarak alma… “Efendimiz’e ne demiş ise Cenâb-ı Hak, bana diyor bunu; fakat zılliyet planında, izafi planda bana diyor Allah (celle celâluhu) bunu!” Buna kimsenin itiraz etmeye hakkı da yoktur. Bu, öteden beri de öyle anlaşılmıştır.

Şimdi zannediyorum toplumumuzda bu ruh öldürüldü tamamen. Kur’an-ı Kerim, birilerinin küstahlık yapıp ağızlarından kaçırdıkları gibi “On dört asır evvel gökten indiği zannedilen Kur’an-ı Kerim.” olarak görülüyor. Efendim, bunların, ona öyle bakanların, o Kur’an-ı Kerim’in, o mucizevâri, muciz-beyân beyanı kendi derinlikleri ile duymaları mümkün değildir. Bir kere çok okuma, sürekli okuma, lâ-akall… Ee günümüzde -bilmiyorum- senede bir kere Kur’an-ı Kerim’i hatmeden var mı? Ramazan’da inşallah, hiç olmazsa bir kere Ramazan’da… Selef-i Sâlihîn -bildiğiniz gibi- Ramazan’ın dışında, on-on beş günde bir hatim yapıyorlar. Ramazan gelince, üç günde bir yapıyorlar. Ramazan’ın son on gününde, Kadir gecesine rastlar diye, her gün bir kere Kur’an-ı Kerim’i hatmediyorlar. Onu da yine rical oğlu rical (er oğlu erler)de, onların hayat tarzlarına, üsluplarına bakınca onlarda görebiliyorsunuz. Onlar, onu o şekilde yerine getiriyorlar. Bu, öldürülmüş bir ruh, bir manadır; bize dair öldürülmüş bir ruh, bir manadır.

Bu, telkin edilmeli esasen. Aynı zamanda bizi büyüleyen şeyler nelerdir, onları da vurgulamalı, arada vurgulamalı. Hani benim gibi bir ümmî bile Kur’an-ı Kerim’i okurken… Önümde Kur’an-ı Kerim, namaz kılarken bakıyorum ona… Bazen o, siyak-sibak itibarıyla öyle büyüleyici bir şey geliyor ki bana, orada, böyle namazın içinde, külahımı atasım geliyor.

Ee benim gibi bir insan, yarım-yamalak Müslüman o kadar hissediyorsa, demek ki böyle bütün gönlüyle ona teveccüh eden bir insan, الم*ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “Elif, lâm, mim. İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere!..” (Bakara, 2/1-2) ayetinden مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ‘ye kadar mushafın bütününü bir haritada, bir tabloda görüyor gibi bakıp onu Cenâb-ı Hakk’ın karşısında tekrar ediyor gibi… “Senin beyanın Allah’ım! Bunu ifade ediyorum ben: Kabul ettim, aynıyla bunu kabul ettim!” falan diyor gibi… Kendini öyle, o konumda hissetmesi neticesinde çok farklı şeyler duyar.

Bir de yürekten ona teveccüh edenler… Onun (Kur’an’ın) insana teveccühü vardır. Teveccüh, teveccüh doğurur. Teveccüh ederseniz, teveccühe vesile olur o teveccüh. Dolayısıyla, zannediyorum, bu türlü meseleler üzerinde derinlemesine durularak, esasen, Kur’an-ı Kerim’in, öyle sıradan birinin beyanı olmadığı çok iyi işlenmeli. Efendim, “On dört asır evvel gökten indiği zannedilen…” Hayır “zannedilen” değil!.. “Ben yalan olabilirim, ben hayal olabilirim; fakat onun Allah’tan geldiği kat’iyyen ve kâtıbeten…” Cenâb-ı Hakk’a verilmeyince, onu izah edemezsiniz esasen. Öyle büyülü şeyler vardır ki onda, bir taraftan bir düğümü çözdüğünüz zaman, esasen, “Bu, bana yetti!” falan dersiniz. Öyle bir derinliği vardır onun. Kitapların satırlarında bu olmaz esasen; bu, kalbin enginliğiyle, kalb mirsâdı ile bakılınca olur; heyecan mızrabı ile o tellere dokunulunca, insan ruhunda o ses duyulur; o mızrap ile o ses duyulabilir, Allah’ın izni-inayeti ile.

   Yeni bir “Kur’an Çağı” yaşanabilir ama İlahi Beyan’ı hallaç edip onda derinleşecek ruh insanlarına ihtiyaç var!..

Şimdi bunu sürekli seslendirmek suretiyle, esasen, yeniden bir “Kur’an Çağı” olabilir, Allah’ın izni-inayeti ile, Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân gibi, bir yönüyle, o Kur’an-ı Kerim’i o ölçüde hallaç ederek… -Üstad Necip Fazıl, “eşya ve hadiseleri hallaç etme” tabirini kullanırdı; “tekvinî emirleri hallaç etme” derdi.- Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde hallaç etmek suretiyle… آمَنْتُ بِاللهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ، وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالَى، وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ “Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah Teâlâ’dan olduğuna iman ettim. İnandım: Öldükten sonra dirilmek haktır.” Bu hakikatlerin hepsi, Kur’an-ı Kerim’de var. Bunların hepsini üç tane hakikate ircâ edebilirsiniz. Nitekim etmişler; Gazzâlî de, Hazreti Pîr de ircâ ediyor aynı zamanda. Ama Kur’an-ı Kerim’i öyle duyma çok önemlidir.

Duyurma da Kur’an-ı Kerim’i duyanların vazifesidir. İnsan duymuş ise şayet, duyuracaktır onu. “Nasıl oluyor da insanlar -böyle- gâfilâne davranıyor; buna bakmıyorlar?” diyecektir; Sahabe-i Kiram gibi, Tâbiîn-i Izâm gibi düşünecektir: “O Kur’an’ı Kerim ama gözyaşları nerede? Kalbin heyecanı nerede? Kalbin titremesi nerede?!.”

Evet, insanlarda o duyguyu oluşturmak lazım. Ölü ruhların elinden alarak onu, hakikaten “Yahu bir kere daha duyayım!” diye namaza koşma ruhunu canlandırmak lazım. Kur’an’ı eline alma, öpme, başına koyma… Ondan sonra da saygı ile onun karşısında iki büklüm olma…

Bu, zannediyorum, günümüzde bu mevzuda uzman insanların yapabileceği bir iş… Uzman dediğim, kitapların satırlarında düktor (!), dû-cent (!), dû-cennet (!), profesör değil. Esasen ruh insanları, kalb insanları, his insanları, şuur insanları… Zannediyorum işte bu mevzuda çok ciddî tembihe ihtiyaç var, ısrarla tembihe ihtiyaç var.

Önceki senelerde Ramazan boyunca Kur’an-ı Kerim’i meali ile beraber okuyorduk; sabah-akşam okumak suretiyle bir cüz okunuyordu, hiç olmazsa ayda bir kere bir hatim oluyordu. Böyle işleye işleye, belki başkalarına on beş günde bir hatim yapma duygusu aşılanmış olurdu. Hiç olmazsa ayda bir, senede on iki defa Kur’an-ı Kerim’i hatmetme aşılanmış olurdu.

İmam-ı Ebu Yusuf hazretleri, “Nafile namazlarda Kur’an’a bakarak okumada mahzur yoktur.” diyor; onun özel fetvası, tercihi. Hani en azından Kur’an-ı Kerim’i öyle okuma… Hatta ondan evvel de bir mealine bakma, imkânı varsa; sonra namaz kılarken o ruhla okuma. Hani, mealini düşünerek okuma değil de en azından ondan anlayacağı şeyleri anlama mevzuu… Arkadaşlarımızın bazıları yapıyor, şu anda bunu yapıyorlar; yapmaya da devam etmek lazım.

Yabancılaştığımız bu meseleyi yeniden temel mevzuumuz haline, temel konumuz haline getirmek lazım. Kur’an ile yeniden, bir kere daha tanışmak lazım, bütünleşmek lazım. “Aradan bin dört yüz sene geçmiş!” Elin-âlemin öyle uzaktan ona bakmasına mukabil, hemen yeni, bize nazil olmuş gibi bakmak lazım. “Allah Allah! Yahu aynen, bugün bana iniyor gibi. Hislerimle o kadar örtüştüğünü görüyorum ki!..” filan diyecek şekilde yakından onu duyma ve hissetme mevzuu… Cenâb-ı Hak, cümleye nasip etsin.

   Ramazan, itikâf ayıdır; çoğu insanın bir çeşit karantinada olduğu günümüzde bunu cebr-i lütfî bir halvet/uzlet fırsatı bilmeli ve evlerimizi halis niyetlerimizle bir nevi itikâf mahalli haline getirmeliyiz.

Aslında itikâfın da kendine göre şartları var; mesela insanın mescitte olması lazım, fuzûliyâttan uzak durması lazım, dünyeviliğe karşı sırtını dönmesi lazım, tamamen uhrevîliğe müteveccih olması lazım.

Fakat bir de o manada olabilir, izafi olarak esasen. Cenâb-ı Hak bizi mecburî bir halvete itmiş. Efendim, “Çıkmayalım dışarıya, başkalarıyla görüşmeyelim, kendimize bir şey bulaştırmayalım!” filan deniyor. Aynı zamanda, hakikaten Allah ile olan münasebetimiz açısından, Kur’an ile olan münasebetimiz açısından, o zaviyeden kendimize bir şey bulaştırmamamız lazım.

Şimdi hep bela/musibet/virüs saçılıp dolaşıyor. Onlardan kaçarak -bir yönüyle- Cenâb-ı Hakk’ın himâyesine, inayetine, sıyanetine sığınma… “Allah’ım! Bizi koru, muhafaza buyur!” deme… Bir de Kıtmîr şöyle bir dua da ediyor; diyorum ki: “Allah’ım! Bize -mesela bu Kıtmîr’e, kardeşlerimize, dostlarımıza, taraftarlarımıza, muhiplerimize, sempatizanlarımıza- lütfeylediğin şeyleri -yani dine-imana hizmet gibi, değişik yerlerde eğitim müesseseleri açmak gibi, insanlığı uyarma gibi, ne kadar nimet lütfetmiş isen, bunların hepsini- nezd-i Ulûhiyetine emanet olarak al; Sen, Kendin koru; başkaları ona zarar vermesin!.. Nezd-i Ulûhiyetine emanet olarak al, koru bunu, ne olur Allah’ım!” Böyle demek geliyor içimden çok defa.

Evet, inşaallah öyle olur. Bir ölçüde öyleydi. Ama “Eğer biz hakikaten o konumun hakkını tam vermiş olsaydık, Cenâb-ı Hak, bazılarını musallat etmezdi!” demeli ki, esasen, kendimizi yeniden bir düzene koyalım. Yoksa hafizanallah sadece başkalarını suçlamak suretiyle gıybete gireriz, iftiraya gireriz, ayıplamaya gireriz.

Hadis-i Şerif’ten mülhem, اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لَنَا وَلِمَنِ اغْتَبْنَا diyebilir; اَللَّهُمَّ اغْفِرْ لَنَا وَلِمَنْ عَيَّرْنَا gibi ifadeler ekleyebilirsiniz. Bunların hepsini diyebilirsiniz: “Allah’ım, bizi ve kendilerine hata nisbet ettiklerimizi, ta’yîrde bulunduklarımızı (ayıpladıklarımızı) hepsini/herkesi mağfiret buyur Allah’ım!” Böyle demek suretiyle, bir engin vicdanla hareket etmiş olursunuz.

Gençler ile Hasbihâl (2)

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin   >>>  TIKLAYINIZ   <<<

Fethullah Gülen Hocaefendi, -çoğunluğu kız öğrencilerden/gençlerden oluşan ziyaretçilere yaptığı- bu haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Gençlerinizin en hayırlısı, (sefahetten uzak durmakta ve temkinli davranmakta) ihtiyarlara benzeyendir.”

Efendimiz’in her sözü, lâl ü gûherdir; onun için demişler ki: كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ “İnsanlığın Efendisi’nin sözleri, sözlerin sultanıdır.” Her sözü O’nun, sultandır; bu da öyle: “Sizin gençlerinizin en hayırlıları, yaşlılara benzeyenlerdir.” Ölüm emareleri etrafında tüllenmeye başlamış gibi yaşayan, dünyaya baktıkça hep karşısında, gözünün önünde, âhiret tüllenen gençler… Hayatlarını ona göre dizayn eden gençler… “Nasıl olsa bir gün öleceğiz!” diyen gençler… İşte öyle gençler.

Öyle de oluyor; öbür türlü -ikinci şıkta ifade edildiği gibi- de oluyor. Bu gençler, belki sizin ihtiyarlarınızdan da, ihtiyarlarınızın ihtiyarlarından da daha hayırlıdır. “İhtiyarların en şerlisi de, hevâ-i nefsine uymuş, pek çok günah etmiş kimselerdir.” Leyla Hanım’ın Naat’ındaki ifadelerle, “Huzura k(h)angi yüzle varayım yâ Rasûlallah!” diyecek hale gelmiş insanlar… “Hevâ-i nefsime uydum, pek çok günah ettim / Huzura k(h)angi yüzle varayım yâ Rasûlallah!” der Leyla Hanım. Ağzın şeker şerbet yesin, annem benim!..

Genç, bir yönüyle, böyle âhiret için yaşayan… Mus’ab İbn Umeyr’in temsil ettiği fütüvvet… “Hep Mus’ab’ına hayranım!” dedim bir Naat’ta. Hazreti Mus’ab aklıma gelince gözlerim dolar. İbn Cahş, aklıma gelince -halazâde- gözlerim dolar… Onlar, dünyada yaşamışlar ama hep gözlerinde âhiret tüllenmiş. Daha genç yaşında iken, dünya nedir bilmemiş, mâsivâ üzerine katiyen eğilmemiş… “Dünyasına, dünyasına / Aldanma dünyasına / “Dünya benim!” diyenin / Gittiydik dün yasına.” Öyle bakmışlar dünyaya. Mus’ab, öyle centilmen, öyle dahi bir insan ki!.. İnsanlığın İftihar Tablosu, Medine’ye mürşîd göndermeyi düşünürken -daha genç yaşında, 20 yaşında- onu gönderiyor. Demek ki o kıvamda; öyle bir adanmışlık ruhu var. Başka bir sevda, gözlerinin içine girmemiş; hiçbir şey, başını döndürmemiş.

Hazreti Mus’ab, annesini de idare ediyor. Annesi putlara tapıyor; her gün değişik tehditler filan: “Annenim ben! Sana sütümü/emeğimi haram ederim!” falan diyor. “Anne, ben sana hiç kusur etmem, haksızlık yapmam! Günah işlemem sana karşı. Ama beni yolumdan döndüremezsin! Ben, rehberimi buldum, adım adım O’nu takip ediyorum!” cevabını veriyor. Evet, bu çok önemli bir şeydir o yaşta. Hani biz olsak, ben olsam, akılsız, ya onu kırarım veya beri tarafta kusur ederim. Ne anneyi kırıyor, ne İnsanlığın İftihar Tablosu ile münasebetlerinde bir kusura giriyor. Bu kıvamdaki bir insan…

İnsanlığın İftihar Tablosu, insan keşşafıdır; insanlara bakınca, tavırları, davranışları, sözleri, sazları, vurgulamaları ile onları hemen keşfeder, “Ne işe yarar bu?!” diye. Medine’ye birini gönderirken, Mus’ab İbn Umeyr’i gönderiyor. Bir sene sonra da yetmiş insan ile İkinci Akabe Biatları’na geliyorlar. Ağza kolay; puta tapan insanlar bunlar. Orada başında hep kılıçlar kavis çiziyor; “Otur kardeşim!” diyor, “Bir dinle. Beğenmez isen yine ne yapacaksan yap; benim boynum hazır burada, karşı koyacak halim yok!” Yetmiş kadın, erkek, genç insanı, insan hissiyatını kontrol altına alarak, Allah Rasûlü’nün emrine getiriyor. Öbür sene biraz daha artıyor, öbür sene… Ve bir gün orası “Dâru’l-Hicret” oluyor. “Gençlerin en hayırlısı, ihtiyarlara benzeyen…”

   “Hayırlı ihtiyar, Allah yolunu ihtiyar edendir. O, Rasûlullah’ı, yârânlarını ve bütün ihtişamıyla âhiret bahçelerini seçen gönlü genç Hak eridir.”

“Yaşlıların en fenası ise gençler gibi yaşayandır.” Hafizanallah… Girmiş altmış yaşına, yetmiş yaşına, seksen yaşına, hâlâ hevâ-i nefsinden sıyrılamıyor bir türlü; onun güdümünde hareket ediyor. Aklına ne eserse onu yapmaya çalışıyor; sövüyor, sayıyor, gıybet ediyor, iftirada bulunuyor; kendi gibi düşünmeyen insanlar, başkalarını cennetlere götürseler bile “Harap olsun o Cennet!” diyor, “Yıkılsın, yerle bir olsun o Cennet!” diyor. Hafizanallah; böyleleri var.

Hiç gördünüz mü siz sahabe-i kiramın yaptığı hizmetleri yapmaya çalışan bu Hizmet erlerine yapılan eziyetler karşısında bir ses çıkaranı?!. İşkenceler, öldürülen çoluk-çocuk, hapishanelerde annesinden dünyaya yeni gelmiş çocuklar, gençler, delikanlılar… Türkiye’nin kıvamında, en entelektüel insanları ya sürgün edilmiş ya hapse atılmış. Merhum Akif’in dediği gibi -Evet, Akif’in Abdülhamid’e karşı söylediği şeylerdir bunlar- bunca mezâlim… Mezâlimi irtikâp eden insanlar yapıyorlar onu; gözlerini kırpmadan yapıyorlar.

Fakat beri taraftan “Müslümanım!” diye onların arkasından sürüklenenlerden bir tanesi de çıkıp demiyor: “Yahu biraz fazla olmadı mı bu?!. Bu insanlar ne yaptılar, nedir günahları bunların? İşte okuyorlar bunlar, ilim elde ediyorlar; kardeş gibi sarmaş-dolaş oluyorlar; dünya kardeşliğini tesise çalışıyorlar; dünyanın dört bir yanında örnek oluşumlar sergilediler. Ne yapıyorlar ki, bunlara siz böyle yapıyorsunuz; ‘terör örgütü!’ diyorsunuz.” Bir tanesi kalkıp bu mevzuda o yanlış anlayışa, sapık anlayışa “Yahu yeter; fazla oldu biraz!” demedi.

Toplum, nasıl çürümüş, onu ona göre değerlendirin. Çürümüş, tefessüh etmiş toplum tamamen. O tefessühâtı da yeniden formuna koymak, yani deformasyonu gidermek, yeniden formalize etmek size düşüyor, Allah’ın izni-inayetiyle. İki üç asırlık bütün ihmalleri kaza etmek size düşüyor Allah’ın izniyle.

Böyle yaşadığınız takdirde -çünkü hepiniz kıvamınızdasınız, elhamdülillah- o zaman ihtiyarlardan bin defa daha hayırlısınız. Efendimiz’in “hakiki kardeşim” dediği de işte sizlersiniz belki.

Ama bu arada bazı yaşlılar da başını almış gidiyor; nereye gideceği belli değil, pusulasız bir gemi gibi nerede aborde olacağı belli değil. Giden yaşlılar var altmış yaşında, yetmiş yaşında, seksen yaşında. Yaşlarının ne ifade ettiğinin de farkında değiller.

Avamca bir deyiş; bizim Erzurumlular kullanırlardı, benim de çocukluğumdan aklımda kalmış. Yaşları belli kademelerde ele alıp değerlendirme:

Yaş on -anne-baba nezdinde- bülbül dalına kon. -Sevimli, kucaktan kucağa, hep sevgiyle tebessümler ile karşılanır.-

Yaş yirmi, yumruk değirmi (yuvarlak).

Yaş otuz, yumruk topuz. (Biraz daha -günümüzün insanları gibi- cânî.)

Yaş kırk, sakalı bırak, bıyıkları kırk.

Yaş elli, her şey belli.

Yaş altmış, gelmiş-gitmiş.

Yaş yetmiş, işin bitmiş.

Yaş seksen, kafa biraz noksan.

Yaş doksan, ha varsan ha yoksan.

Bundan ders almayan bir insan, “Ha varsan, ha yoksan!” Bundan ders almayan insanın insanlığında şüphe vardır.

   “İmanı en kâmil mü’minler ahlâken de en güzel olanlardır.”

Esasen dinin önemli bir yanı, “ahlak”tır. Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ diyor. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celilini seslendirme mülahazası ile Kalem Sûresi’nde, وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ “Sen, en yüksek ahlak üzerinesin!” deniyor.

O, karşı tarafın mütemerritlerine, mütemerrid Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, İbn Ebî Muayt gibi kimselere, bir şey anlatmak mümkün değil. Bunlar, kafalarını -siyasiler gibi- tamamen kendi hayat felsefelerine kaptırmış; ne derseniz deyiniz size bir yumruk sallarlar. Fakat o Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali gibi kimseler, Aşere-i Mübeşşere gibi kimseler, hemen yurdunu-yuvasını terk edip Habeşistan’a giden kimseler, sonra Medine-i Münevvere’ye giden kimseler…

Kadınlar da öyleydi; mesela Ümm-i Seleme validemiz dâhiydi, o bir dâhi idi. Ümm-i Meymune validelerimiz gibi kadınlar, “Hicret!” denince hiç gözlerini kırpmadan hemen kalktı, dağarcığının içine üç-beş eşya koydu, Medine’nin yolunu tuttular. Ümm-i Seleme validemiz, aynı zamanda Habeşistan’a da hicret edenlerdendir. Belli bir süre sonra dönüp geliyor Medine-i Münevvere’ye. Ve bunların sayıları çoktur. Sadece Ezvâc-ı Tâhirât arasında yerlerini alan değişik kabileden annelerimiz… Hepsi farklı farklı kabilelerdendir; çünkü onlar, Efendimiz ile kendi kabileleri arasında bir koordinasyon tesis ederler. Eve ait, kadınlığa ait meseleleri o aileler içinde, yakın akrabaları içinde onlara götürür-getirirler. Rahat girip çıkacakları evleri vardır orada. Onların yaptıkları da Ebu Bekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin yaptığından geri değildir. (Radıyallahu anhüm ecmaîn.)

Fakat Siyer Felsefesi yazılamamış; yazılsa da onlar için -önemleri ölçüsünde- o meseleye yer verilememiş. Ben bu mevzuda teessürümü yaşarım. Haşa, Sahabe-i kirama, Tâbiîn-i ızâma karşı değil. “Siyer felsefesi yazıldığı zaman, Megazî yazıldığı zaman, Tabakât ortaya konduğu zaman, niye konumları itibarıyla onlara yer verilmemiş?” filan diye. Bunu söylerken, “Acaba hiç yer verilmedi mi?” denebilir. Hayır, yer verilmiştir belki fakat değerleri ölçüsünde değildir. Türkçemizdeki başka bir ifadeyle, değerleri ile “mebsûten mütenasip” (doğru orantılı) değildir.

Şimdi biz de çok defa şunu tekrar ediyoruz: Bir yerde öyle ideal bir toplum, küçük çapta bile olsa… Mesela şu kadar bir şey olsa… Evet, üç yüz insan… Var mı üç yüz insan? -İki yüz elli kadar, üç yüze yakın.- Evet, üç yüz insan; bu kadar insan bir araya gelmişler, böyle kaynaşmışlar, sarmaş-dolaş olmuşlar, muânaka yapıyorlar, boyun boyuna sarılıyorlar. Bunu deyince/görünce, “Yahu bunları böyle bu ölçüde bir araya getiren nedir? Siyaset yok, siyasî kazanım yok, burada dünyaya bakan bir yön yok; onlar neye dilbeste olmuşlar, ne için koşturuyor bu insanlar?” derler. En azından bir merak uyandırır o. Yani, bir yerde ideal bir toplum oluşturulduğu zaman, zannediyorum, o her şeyiyle okunmaya başlanacaktır, Allah’ın izni-inayetiyle.

Antrparantez; siz böyle bir şeye namzetsiniz. Bizim arkadaşlarımız/hemşirelerimiz böyle bir şeye namzettirler. O ütopyayı oluşturmak… Farabî’nin “el-Medinetü’l-Fâzıla”sı gibi bir şey oluşturduğunuz zaman, çok ciddi bir alaka, dünyada bir imrenme oluşacaktır, Allah’ın izni-inayetiyle. Değerlerini alacaklar onun, “Ahlak-ı Hasene”sini alacaklar onun.

Hadis-i şerifte yine ifade buyuruluyor: “Bir insanın amelleri içinde güzel ahlaktan daha yüksek bir şey yoktur.” deniyor Mizanda ağır basacak, ötede terazinin kefelerini kıracak bir amel var ise, o da güzel ahlaktır.

Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurmuş: تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “Allah ahlakı ile ahlaklanınız.” Yani, herkesi iyilikle kucaklayın; biri size “bir arpa boyu” iyilikte bulunmuş ise, siz onu “bir adım”a çevirmeyi ihmal etmeyin. “Bir adım” ile mukabelede bulunulmuş ise şayet, “adım”a, “adımlar” ile mukabelede bulunmayı ihmal etmeyin. Şayet normal bir “gezme” şeklinde size doğru gelinmiş ise, siz “koşarak” ona doğru gitme mukabelesinde bulunmayı ihmal etmeyin!.. Bunun gibi… İlahî ahlak, bu; Kudsî hadis ifade ediyor: “Kulum Bana bir karış gelirse, Ben bir adım gelirim. Bir adım gelirse, gezerek gelirim…”

Hâşâ, Allah gezmeden, adım atmadan, yürümeden, yer değiştirmeden münezzehtir.

“Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.

Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.

Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,

Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.

Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda,

Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.” diyor İbrahim Hakkı hazretleri, Tevhidnâme’sinde. “Hudâ Rabb’im, nebîm hakkâ Muhammed’dir Rasûlullah.” diye başlıyor, sallallâhu aleyhi ve sellem.

Bunun gibi, hiç aksatmadan onu yaşıyorsa bir insan, nabzı tutulduğunda hep kalbinin atışları aynı ise, kalbi ritmik atıyorsa, inandırıcı olur. Dün başka, bugün başka, yarın başka yaşayan kimseler hiç inandırıcı olamazlar, Allah göstermesin!.. Hani bir de çirkin misalini arz edeyim onun: Bir kilise haziresinde veya havra haziresinde, manastır haziresinde Türkiye’deki genel manzarayı uzaktan seyretseniz, “Müslümanlık!” deseler buna, zannediyorum herkesin dilinin ucuna kadar gelen mülahazalar şunlardır: “Aman, Allah göstermesin!” Bir Suriye’yi görseler, Müslümanlık adına “Aman, Allah göstermesin!” derler. Bugün İslam dünyasında imrendiricilik kalmamıştır.

Bunu -inşaallah- o Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân’ın yolunda sizler, Efendimiz’in mesajları olarak gerçekleştireceksiniz, Allah’ın izni-inayetiyle. Ben bu mevzudaki inanç ve kanaatimi hiç kaybetmedim. Evet, Cenâb-ı Hakk’ın lütfunun bir çeşit tecelli dalga boyunda zuhurlarısınız.

   Hayatın her döneminde ve her şartta ahiret azığı hazırlamak için gayret göstermeli; ölüm gelip çatıncaya kadar ilim, imanda derinleşme, sâlih amel ve hizmete devam etmeli!..

Beğendiğim bir insan vardı: Hüsrev Hoca. Hiç görmedim ben. Arnavut idi, çok vukufluydu. Bir dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı’nı yapan Yaşar Tunagür hocanın da hocası, İstanbul’da hocası. Öyle çok vukuflu; talebelerine ders takrir ediyor. -Bir-iki küçük hususu arz edeyim; sıkılmadınız ise.- Yaşar hoca der ki: -Makamı Cennet olsun; o da Cennet’te inşallah, o da Cennet’te. Her şeye rağmen bize “inşaallah” demek düşer.- Bir gün talebe arkadaşlar ile -Mahmud Bayram hoca da o talebelerden birisi; hizmetimizi çok severdi, bayılırdı.- beraber derse giriyoruz. Baktık ki kapının önünde tabut var, teneşir var, kazanlarda su da kaynıyor. İçeriye girdik, oturduk. Hiçbir şey yokmuş gibi, hoca bize dersi takrir etti.

Antrparantez: Hüsrev Hoca “Tavzîh” okutuyor, Teftâzânî’nin. Felsefi düşünceyi Müslümanlaştıran adamlardan birisidir Teftâzânî. Seyyid Şerif Cürcânî ile muasırdır. (Ankara Savaşı’nda) Çubuk’a gelinceye kadar da Timurlenk’in ordusunda, onlar, serkârlık yapmışlardır. Öyle birisi Teftâzânî. Hüsrev Hoca onun “Tavzîh”ini okutuyor.

Son günlerinde, yatakta idi, en son durumlarında yatakta uzanmış, tefsiri elinde zor tutuyordu; bazen de kayıyordu kitap. Bir gün düştü elinden. Hıçkıra hıçkıra ağladı: “Allah’ım, bu kadarını bile yapamıyorum, artık kitabı elimde tutamıyorum, beni bağışla!” O hâle gelinceye kadar yapması gerekli olan şeyi yapmış. O hâle gelinceye kadar… Yatakta… Ya-tak-ta…

İşte o Hüsrev Hoca’ya o gün soruyorlar; “Hocam bu nedir, bu kaynayan su, kazan, filan?” Hani ben onu bütünüyle insanî hislerden tecrîd edilmiş olarak görürüm. Fakat “Hocam bu nedir?” denince, o “Yok bir şey” diyor; “Bizim, üniversitede okuyan bir kızımız vardı; vefat etmiş de onun için; burada yıkayalım, gömelim diye!..” Yapacağı şeyi yaparken, ne eşinin ölmesi, ne kızının ölmesi, ne şu, ne bu… Ben bu yüksek insanın kalbsiz olacağına ihtimal vermiyorum. Fakat nerede o kalbi kullanacaksın, nerede insanî değerlere sahip çıkacaksın, İ’lâ-i Kelimetullah için çırpınıp duracaksın; bunları birbirine karıştırmamak lazım.

Evet, işte Hazreti Pîr-i Mugân’ın durumu da o; dünyayı elinin tersiyle itmiş. İnsanlığın İftihar Tablosu bir gün Hazreti Ebu Bekir de yanında olduğu zaman, birden bire, karşısında hiçbir şey olmadığı halde eliyle böyle (bir şeyi iter gibi) yapmış. O, adeta kendinden geçtiği ve bir daha kendine döndüğü o durumda, “Sorduk” diyor, “Yâ Rasûlallah, ne yaptın?!” Buyuruyor ki: “Dünya temessül etti Bana. ‘Sana kendimi kabul ettireceğim!’ dedi, Ben, ‘Bana kendini kabul ettiremezsin! Git!’ dedim. Döndü bana ‘Sana kabul ettiremeyeceğim ama Senden sonrakilere kabul ettireceğim!’ dedi.” Hazreti Ebu Bekir’e bir gün öyle buzlu-muzlu bir bardak su verilince, onu büyük bir nimet olarak görüyor, dudaklarına götürüyor; içmeden geri getiriyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve bu vakayı hatırlatıyor. Bir bardak su bile…

   Hazreti Musa’nın, fütüvvet ile alâkalı sorusuna Cenâb-ı Hakk’ın şöyle cevap verdiği nakledilir: “Fütüvvet, nefsini Benden tertemiz aldığın gibi, yine Bana tertemiz iade etmendir.”

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih bir hadis-i şeriflerinde, كُلُّ مَوْلُودٍ يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ “Her çocuk, İslam fıtratı üzerine dünyaya gelir.” Mâsumdur mutlaka. Yemin etseniz ki, “Vallahi, Billahi, Tallahi, bu, Cennet’e girer!” yemininizde hânis olmazsınız, günah işlemiş olmazsınız, hilâf-ı vâki bir beyanda bulunmuş olmazsınız. İnsan öyle tertemiz bir fıtrat ile gelir dünyaya. Onun için eskiler, rüşde ermemiş çocukları yağmur duasında, Husûf-Küsûf namazlarında yanlarına alır, onlara da “Âmin!” dedirtirlermiş. Böyle, mâsum. Biraz evvel içeriye girerken, bir-iki tane küçük vardı; ben onlara aynı şeyi söyledim; “Siz günahsızsınız, bana da dua edin!” dedim. Birisi eski talebelerimden birinin oğlu idi. Neyse söylemeyeyim, utanır; onu bilirim, ağlar o hemen; bilirim onu çünkü elli senedir tanıyorum. Şimdi o mâsum çocukları, böyle, dua ettirirlermiş. Çok ciddî gâye-i hayallerimiz var bizim, mefkûrelerimiz var, ideallerimiz var. Bunları Cenâb-ı Hakk’ın tahakkuk ettirmesi için onların dualarına sığınırız, vesayetine gireriz onların; “Onlar da bize dua etsinler!” deriz. Bu, hep öteden beri büyüklerin yapageldikleri şeylerdendir. Ve öyle de olmuştur Allah’ın izni-inayeti ile.

Evet, “Fütüvvet, nefsini Benden tertemiz aldığın gibi yine Bana tertemiz iade etmendir.” deniyor. Öyledir. Allah (celle celâluhu) temiz bir fıtrat ile bizi dünyaya gönderiyor: لَقَدْ خَلَقْنَا الإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ “Muhakkak, Biz insanı en mükemmel donanım ve surette yarattık.” (Tîn, 95/4) ayetinde de onu görebilirsiniz. Ama ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ “Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük.” (Tîn, 95/5) Sonra, iradesini kötüye kullanması ile, meyelân veya meyelândaki tasarrufu ile onu esfel-i sâfilîne ittik. Ama orada kalmıyor. إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ “Ancak iman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesnadır. Onlara ise hiç eksilmeyen bir mükâfat vardır.” (Tîn, 95/6) İman eder, amel-i sâlih yaparsa, o ufku ihraz eder.

Şimdi bunu tamamlama esasen şununla olur; bunun ikinci mısraı -o tabiri kullanmak caiz ise- ikinci mısraı şudur: Onu da hadis olarak aktarılan bir beyanla ifade etmek lazım: تَمُوتُونَ كَمَا تَعِيشُونَ، وَتُحْشَرُونَ كَمَا تَمُوتُونَ “Nasıl yaşamışsanız, öyle ölürsünüz; nasıl öldüyseniz, öyle dirilirsiniz.” Bir yönüyle, işte o iman ve amel-i sâlih ile meseleyi taçlandırdığınız zaman, namaz ile meseleyi taçlandırdığınız zaman, o başlangıçtaki temizliği yeniden kazanmış olursunuz.

İmam Rabbanî hazretlerinin buyurduğu gibi, “Namazı öyle bil ki, o, Mü’minin miracıdır.” Efendimiz, Miraç’ını semaları aşarak, Cenâb-ı Hakk’a mülâki olmakla taçlandırdı. Sizler de günde beş defa şuurlu, bilerek, bir yönüyle gönlünüzü O’na vererek o namazı kılarsanız, aynen Miraç yapıyor gibi olursunuz. “Namaz, Mü’minin miracıdır.”

Alvar İmamı hazretleri de -Efe hazretleri derdik biz ona-

“Namaz, dinin direğidir, nurudur,

Sefine-i dini namaz yürütür,

Cümle ibadetin, namaz piridir,

Namazsız, niyazsız İslam olur mu?!.”

diyor. O olmayınca, olmaz; o olunca da her şey oluverir, birden bire oluverir.

Bu açıdan da hedef dünyaya geldiğimiz gibi yine tertemiz Rabbimize mülâkî olmaktır. إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “Allah’tan geldik, Allah’tanız; bir yönüyle O’nun tecellileri ile, O’nun halkı (yaratması) ile, O’nun inşası ile, O’nun ibdâsıyla. Yeniden O’na dönüyoruz.” diyoruz. O (celle celâluhu) bizi dünyaya tertemiz gönderdiği gibi, dünya levsiyâtı ile üstümüzü başımızı -çocukların önlüklerini kirlettikleri gibi- kirletmeden, yeniden tertemiz bir hal ile Rabbimize mülâkî olmayı bin can ile arzu ediyoruz. Vesselam.

O Kutlu Selam Uğruna!..

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin   >>>  TIKLAYINIZ   <<<

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Zaman en önemli sermayedir; insî-cinnî şeytanların kışkırtmalarına karşı uyanık olunmalı ve en olumsuz şartlarda bile vakit israfından uzak kalınmalıdır.

En olumsuz, en kötü durumlarda ve kötü oluşumlar karşısında nasıl rantabl olabileceksek, ona bakmak lazım; yapılması gerekli olan şeyleri yapmak lazım. Zaman, mü’minlerin en önemli sermayeleridir; o israf edilmemelidir. İnsanlar, o mevzuda dağınıklığa düşerler ise, kendilerine ait çok şeyi kaybederler. Bu, insanları ulaşmaları gerekli olan hedeften alıkoyar, ulaşamazlar. Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi, iki elimiz var, dört elimiz de olsa ancak peşine takıldığımız meseleye yeter; yoksa onda kusur ederiz, hafizanallah. Ben aynı kelimelerle ifade etmedim de aynı mana… İki elimiz var, dört elimiz de olsa yetmez, sekiz elimiz de olsa yetmez yapmamız gerekli olan şeylere.

Kaldı ki hava çok karışık, çok bulanık. Herkes kendine göre bir şey yapıyor; bir yönüyle etrafa bir şeyler püskürtüyor. O da bizi çok defa alıp kendi dünyamızdan uzaklara götürüyor; gözümüz görmez oluyor, kulağımız duymaz oluyor, ağzımız konuşacağı şeylerin ötesinde veya berisinde şeyler konuşmaya duruyor. Ve bize kayıplar yaşattırıyor, aslında… Ama bütün bunlardan kat’-ı nazar ederek kendi meselelerimize yoğunlaştığımız takdirde… Antrparantez; siz, onu büyük ölçüde yapıyorsunuz; inşaallah katlayarak yapmaya devam edeceksiniz. Şartlara ve konjonktüre göre de ileride yapmanız gerekli olan şeyler neler ise onları yapacaksınız, Allah’ın izni, inayeti, riayeti ve kilâeti ile…

Evet, bu zaman mevzuunda, mesâî mevzuunda dağınıklığa düşmeden, Allah’ın izni-inayeti ile, neyi hedeflemiş isek şayet, onun üzerinde durmamız lazım. Bir kısım zift medyası, bir kısım kirli düşünceler, sokakları kirletebilir esasen, düşünce dünyamızı karartabilir bizim. Kalkar “mukabele-i bi’l-misil kaide-i zâlimânesi”ne göre hareket edersek, “Biz de onlara aynı şeyleri söyleyelim, edelim!” dersek, kendi karakterimizden tavizde bulunmuş oluruz; bir de zamanı israf etmiş oluruz.

Oysa, yapılması gerekli olan o kadar çok şey var ki!.. Belki insaflı bir insan demeli kendi kendine: “Gece yedi-sekiz saat uyuyoruz; zamanda israf olmuyor mu acaba?! Üç-dört saat ile iktifa etsek de arkadaşlar ile kafa kafaya versek, yapılması gerekli olan şeyler mevzuunda yeniden “i’mâl-i fikir”de bulunsak; işte Frenkçe “konsantrasyon”, o mevzu üzerinde yoğunlaşsak, dimağlarımızı daha velûd hale getirsek, Allah’ın izni-inayeti ile, yarınlara kârlı çıkarız.”

Karşı taraf, başkaları, size düşmanlık yapanlar, mefkûrenizi hedefliyor ve sizi ondan uzaklaştırmak istiyorlar. Onların arzusu budur, gâye-i hayalleri bu. Sizi o kendi karıştırdıkları şeyler ile meşgul ediyorlar ise şayet, hedeflerine ulaşmış olurlar. Bağışlayın, mesela size ne dediler: “Eşâşik!” (merkepler) dediler. Şayet “Ben de onlara diyeyim.” derseniz, kendi zamanınızdan bir şeyi “kırtladınız” mı diyeyim, “makasladınız” mı diyeyim, esasen, onların hesabına çalıştınız, hiç farkına varmadan. Ne derlerse desinler, ne söylerlerse söylesinler, ne yazarlarsa yazsınlar, ne çizerlerse çizsinler; esasen yol belli, yöntem belli, yapılması gerekli olan şeyler belli.

   Allah, sizi başlangıçta sıfırdan büyütüp geliştirdi; şimdi kayıplarınız var ama sıfır da değilsiniz; dün olan şeylerin çehresinde yarın da olabilecekleri okumalı ve hayır niyetine bağlı metafizik geriliminizi korumalısınız.

Aslında bugüne kadar Cenâb-ı Hakk’ın sizlere/arkadaşlarınıza çok büyük nimetleri oldu. Dünyanın dört bir yanına açıldınız. 170 ülke olduydu belli bir dönemde. Bazı yerlerde kafalar karıştı belki; birilerinin görüntülerine aldandılar, bir yönüyle onlara kandılar; size ait müesseseleri kapattılar. Evet, oldu bu ama hâlâ yüzde altmışı, yetmişi, sekseni ayakta duruyor, Allah’ın izni-inayeti ile. Bu, “sıfır”a göre çok önemli bir şey idi.

Fakat belli bir dönemde siz sıfırı görmediniz esasen; sıfırın solundaki rakama bakarak dünyanın dört bir yanına açıldınız, Allah’ın izni-inayeti ile. Beş-on yere gideceğiniz zaman da “Acaba orada kim karşılar, ne yaparız; gittiğimiz yerde ne yapabiliriz?!.” falan.. Bakın, Cenâb-ı Hak sevk etti, siz de oraya gittiniz; vüdd vaz’ edilmişti, gönüllere sevgi konmuştu sizin için. Herkes size kol-kanat açtı, yardımcı oldu; birdenbire -ee canım- 1400 tane okul; Allah (celle celâluhu) açtırdı, 1400 tane okul açtırdı. Ne planınız vardı, ne projeniz vardı, ne de öyle bir şey düşünmüştünüz. Ama küçük bir “niyet” ile… Hani hep “Kader Risalesi”nde okuduğunuz gibi, “şart-ı âdî planında”, “meyelân veya meyelândaki tasarruf”; itibârî varlığı olan bir şeyi kullanıyorsunuz, hakikî varlığı olan şeylere ulaşıyorsunuz, Allah’ın izni-inayeti ile.

Kendi hareketinizle, elde edilen şeyleri elde edeceğinize çok inanmıyordunuz ama birden bire karşınıza devasa işler çıktı. Her iş, başka bir işi hatırlattı; o iş başka bir işi hatırlattı. İş tedâîleri arasında bir ömür gergefi örgülediniz, Allah’ın izni-inayeti ile. Zaman konusunda dağınıklığa düşmediniz, sadece kendi işinizi yaptınız, başkalarının karıştırmalarına kulak asmadınız!.. Allah’ın izni-inayeti ile, o devasa işler oldu. Ve onlar -esasen- olacak şeylerin de en inandırıcı referansı idi ve oluyor hala. Hala çoğunuzun o metafizik geriliminin arkasında, olan şeylerin sizde hâsıl ettiği o güç, o kuvvet var. Onun ile siz, bir yönüyle لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ “Hakiki güç ve kuvvet sahibi sadece Allah’tır; olup biten her şey, ancak O’nun izni ve iradesi dâhilinde gerçekleşir.” hakikatini rasat ediyorsunuz. O mercek ile, o dürbün ile, o rasathane ile bakıyorsunuz; çok büyük şeyler görüyorsunuz, “Olur!” diyorsunuz. Olan şeylerin çehresinde olacak şeyleri okuyorsunuz, ciddî bir gerilime geçiyorsunuz, Allah’ın izni-inayeti ile.

   Sen hep dava düşüncesini heceler, onunla oturur, onunla geceler isen, Allah (celle celâluhu) da senin gecelerini pırıl pırıl gündüzler haline getirir ve ahiretini bütün bütün nurlandırır.

Aslında bir taraftan bu olan şeylerin muhafaza edilmiş olması; bir diğer taraftan da gadre uğrayan, zulme uğrayan, azledilen, mahkûmiyete maruz kalan insanların hali… Hiç böyle bir şey duymamıştık; 27 Mayıs’ta (1960), 12 Mart’ta (1971), 12 Eylül’de (1980) hiç böyle bir şey duymamıştık. “Falan ile niye selamlaştın? Müebbet!..” “Filan ile lokantada yemek yemişsiniz. Müebbet!..” “Falanın evine gece gitmişsiniz. Niye gece gittiniz de gündüz gitmediniz? Müebbet!..” Böyle…

Böyle hukukî mantığa uymayacak şeylerle, sindirme politikalarına girmek suretiyle ufkunuzu karartmak isteyen insanlara rağmen, siz, gülerek oynayarak, şen-şakrak, hedef belli, ona doğru yürüyeceksiniz. Bir adım, iki adım kaldı İnsanlığın İftihar Tablosu’na ulaşmaya veya üç adım kaldı. On adım olsa ne olacak, yüz adım olsa ne olacak?!. Hazreti Pîr-i Mugân’ın dediği gibi, “Deseler ki bana: Hindistan’da İmam Rabbanî hazretleri zuhur etmiş! O kadar yol mehâlikine katlanarak onu ziyarete giderim. Binlerce Faruk-i Serhendî’ler ile muhât olan (kuşatılmış) Hazreti Ahmed Mahmud Muhammed Mustafa’yı görmek için niye acele etmiyoruz?!.” Gâye-i hayal olmalı!..

Binlerce, yüz binlerce, belki milyonlarca ehl-i hâl, ehl-i hakikat, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaşmak için bütün ömür boyu çırpınıp durmuşlar. Hatta dünyada kendilerine hak ve hakikati neşretme, bir yönüyle yaşama imkânı tanınmadığı halde, onlar -İbn Beşîş veya Meşîş gibi- mağaralarda yaşayarak, hep O’na uzanma/ulaşma hülyaları ile nefes almışlar, Allah’ın izni-inayeti ile. Bir yönüyle, Cehennemin üstündeki Sırat köprüsünde Cennet zevkleri yaşamışlar.

Allah, size onu yaşattı. Onun için belki şimdiye kadar -mübalağa yapmıyorum- binlerce mektup… Görülen rüyalar.. İnsanlığın İftihar Tablosu.. koğuşları gezmesi.. Hazreti Ebu Bekir efendimizin koğuşları gezmesi, zindanda.. Hazreti Ömer efendimizin koğuşları gezmesi.. Sahabe-i kiram ile içli-dışlı olmaları… Böyle…

Böyle içinde bulunma mevzuu, davanın/Hizmet’in, dava düşüncesinin içinde bulunmaya vabestedir. Sen burada hep o dava düşüncesini heceler, oturur-kalkar onun ile gecelersen, Allah (celle celâluhu) senin gecelerini pırıl pırıl gündüzler haline getirir, Allah’ın izni-inayeti ile. Varsın el-âlem şeb-i yeldâyı yaşasın; bir türlü bitip tükenmeyen gecelerde otursun, kalksın, emeklesin; hep karanlıklar ile, zulmetler ile yaka-paça olsun!.. Allah’ın izni-inayeti ile, senin gittiğin yer belli; hep “Acaba bir-iki adım sonra mı karşıma çıkar, üç adım sonra mı karşıma çıkar, bana ‘Hoş geldin, ben de sizi bekliyordum!’ falan der, O’nun iltifâtât-ı Nebevîsi ile karşılaşırım!” mülahazası ile yol alırsın.

Yolunuz bu; binlerce dünya saltanatı buna mukabil gelemez. Yine onu da Hazreti Pîr’in ifadesine göre diyelim: Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennet’in bir saatine mukabil gelmez. Cennet’in de binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika Rü’yet-i Cemâline mukabil gelmez. Şu ışık hızı ile trilyon, trilyon, trilyon seneler ihtivasında, genişliğinde, vüs’atinde kâinatların çehresine serpiştirilmiş güzellik, âhenk, hep iç bayıltıcı şeyler… İşte men hattı (Manhattan)… Ne olacak bunlar?!. Evet, hatlı şey, sınırlı şey… Asıl o sınırsız güzellikler başını döndürüyor insanın. Bed’ü’l-Emâlî’de dendiği gibi:

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!”

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

Mü’minler, O’nu (celle celâluhu) keyfiyetsiz, kemmiyetsiz müşahede ederler.

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

Örneği, yok; misali, yok; benzeri, yok..

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

Gördükleri zaman O’nu, bütün cennet nimetlerini unuturlar; falan yerde on tane kasır varmış, elli tane de Huri varmış; Gılmanlar varmış, pırıl pırıl inci-mercan gibi Gılmanlar varmış, yolun sağında-solunda sizi istikbal ediyor gibi… Bunların hepsi gözünüzden silinir gider; sadece O’na takılırsınız. Öyle bir şey… Bunu benim ifade etmem mümkün değil; çünkü bu, مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَعْرِفْ “Tatmayan, bilmez.” Ehl-i İ’tizâl, Rü’yet-i İlahîyeyi inkâr ettiklerinden dolayı, Bed’ü’l-Emâlî sahibi, فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ diyor: “Yuf be Ehl-i İ’tizâl’e, Cenâb-ı Hakk’ı görmeyi inkâr ediyorlar.”

   O kutlu selam uğruna!..

Şimdi bu türlü nimetler ile mev’ûd bulunan (kendilerine vaatte bulunulan) temiz gönüller, hususiyle günümüzde, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşlerim!.. Onlara selam söyleyin!” dediği insanlar, buna göre tavır belirlemeli ve hareket etmeli!.. Sahabe diyor ki…

Kurban olayın onların hepsine, en küçüğüne!.. En küçüğü yok aslında, ben böyle küçüğünü düşünüyorum, bakıyorum yine benden bin metre daha uzun boylu adam. Evet… İsmini verirsem onlardan birinin, “Demek sen onu küçük görüyorsun!” dersiniz. Ne siyahı, ne beyazı, ne akı, ne pembesi, ne turuncusu filan; hiçbiri küçük değil onların. Böyle… Onlar, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kadar yakın idiler ki, gözünün içine bakıyorlardı ve her zaman O’nun uğrunda hırz-ı cân etmeye teşne bulunuyorlardı.

Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam), âhirzamanda gelen, nifâkın/şikâkın ortalığı kasıp kavurduğu, ufku kararttığı bir dönemde, yeniden ellerindeki projektörler ile dünyayı, insanlığın dünyalarını aydınlatan, kapkaranlık geceleri, şeb-i yeldâları apaydınlık gündüzlere çeviren o insanlara “Kardeşlerime selam!” diyor. Sahabe “Biz, Sen’in kardeşlerin değil miyiz?!” deyince de “Hayır, siz, Benim arkadaşlarımsınız!” buyuruyor; onlara, “yol arkadaşlarım” diyor. Bakın tâ oradan buraya… Bin dört yüz sene sonrasına, İnsanlığın İftihar Tablosu, “Selam!” diyor, “Selam! Selam!..”

Şimdi bunlar alınmışsa, alınıyorsa, alınabilecekse, başka alıntılara, alıntı şeklindeki sûrî şeylere takılmamak lazım, zihin açısından dağınıklığa düşmemek lazım, konsantrasyonu bozmamak lazım. Yoğunlaşırsak, Allah’ın izni-inayeti ile, böyle başlarımızı Hazreti Ebu Bekir’in ayaklarının altında, Ömer’in ayaklarının altında, Osman’ın ayaklarının altında bulabiliriz; radıyallahu anhüm elfe merrâtin (Allah onlardan bin kere razı olsun). “Elfe” (bin) ne demek yahu; Elfu elfi merrâtin… Allah, milyon, milyon, milyon defa onlardan razı olsun, hoşnut olsun. O hoşnutluk atmosferi, o hoşnutluk zemini üzerinde, Cenâb-ı Hak, bizi de pâyidar eylesin!..

Siz, bugüne kadar hep o yolda oldunuz. Hususiyle de ne o dünyadan bir şey kopararak ne de bu dünyadan bir şeyler alarak/tadarak o yolda yürümediniz. Nefy-i nefy, ispattır; yok, yok olursa, var olur. Yok olması gerekli olan her şeyin tepesine bir balyoz indirdiniz, her şeyi yok ettiniz. Ondan sonra var olan şeyle meşgul olduk/oldunuz. Ben kendimi kastetmiyorum. Ben kim, onlar kim? Ama siz öyle yaptınız, Allah’ın izni-inayeti ile. Bundan sonra da Cenâb-ı Hak, size daha neler neler lütfedecektir, inşâallahu teâlâ.

Evet, عُذْرًا مِنْكُمْ  “Sizden özür dilerim!” وَعَفْوًا مِنَ اللهِ “Allah’tan da af rica ederim.” Rahatsızdım biraz; rahatsızdım çoktan beri. Evet, şikâyetçi değilim. Ben kendime öyle kayda alınacak bir insan nazarıyla da hiç bakmadım. Fakat bakıyorum, O öyle iltifat ediyor ki!.. Al sana ayağından bir hastalık!.. Al sana belinden bir hastalık!.. Al sana em’âdan bir hastalık, gözden bir hastalık!.. Biraz yere serdiler bunlar da… Ama o da güzel bir şey; O’nun teveccühü saymak lazım, iltifatı saymak lazım, “Arındırıyor!” demek lazım. أَشَدُّ النَّاسِ بَلاءً اَلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الأَمْثَلُ فَالأَمْثَلُ Ee canım, o sultanları öyle bela ile, dert ile imtihan etmiş ise!.. Onların arkasındaki -Ashâb-ı Kehf’in Kıtmîr’i gibi- kuyruk sallayıp koşturan da ayrı düşünülmez ki!.. O da onlardan nasibini alır; eğer onlara takılmış, arkalarından gidiyorsa, alır nasibini.

Onun için, hani geldiniz, belki beklediniz… Hakkınızı helal edin, kusura bakmayın. Benimki israf-ı zamandan ibaret oldu. Söylediğim şeyleri siz çok daha iyi biliyorsunuz. Allah, âfiyet-i tâmme-i dâime-i kâmile-i şâmile-i dünyeviye ve uhreviye ihsan eylesin.

Öyle buyuruyor Kudsî Hadiste: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ “Hazırladım o Benim salih kullarıma, işlerini arızasız götürenlere, iman edip imana göre arızasız işler yapanlara, Kur’an’ın sâlih/sağlam amel dediği o işleri yapanlara…” مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ “Gözün görmediği” وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ “Kulağın işitmediği” وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Hiçbir insanın kalbine gelmeyen, tasavvurlar üstü şeyler hazırladım.”

   “Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesme; O, Raûf’tur, Raûf’tur, Raûf’tur. Fakat yol azığı konusunda da sakın gevşeklik gösterme, zira güzergâh mahûftur (korkunçtur), mahûftur.”

Evet, böyle çok kıymetli bir şey, Melikler Meliki’nden (celle celâluhu), Mâlikler Mâliki’nden, Sultanlar Sultanı’ndan bir nâme şeklinde, bir işlemeli paket şeklinde size gönderilmiş. Şimdi buna elinizi uzatırken başka şeylere gözünüz kayar mı?!. O’nun karşısında ayıp olur!.. Çoğunu aldınız… Alacağınız şeylere teşne bulunarak, Allah’ın izni-inayeti ile, öbür tarafta kıymet ifade eden şeylere tâlip olmak lazım. “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler / “Yevme lâ yenfe’u”da kalb-i selîm isterler.”

Bir de (elektronik levhaya o an yansıyan tablo) bana diyor ki,

ألا صاحب الذنب لا تقنطن فَإِنَّ الإِلَهَ رَؤوفٌ رؤوفُ

 ولا ترحلنَّ بلا عدة ٍ فإِنَّ الطَّريقَ مخوفٌ مخوفُ

“Ey günahkâr, ey günahlar ile kirlenmiş utanmaz adam! Allah’ın rahmetinden ümidini kesme! Allah, Raûf’tur, Raûf’tur, Raûf’tur. Ama hazırlıksız da yola çıkmaya bakma; çünkü bu yürüdüğün yol, biraz korkunçtur, korkunçtur, korkunçtur.” Siyasî çıkar karşınıza, gazeteci çıkar, idareci çıkar, hâkim çıkar… Öyle densiz insanlar karşınıza çıkar ki, size zulmedince, der: “Her birinize bir kere zulüm yapınca, müebbet verip içeriye atınca, bir umre sevabı kazanmış oluyorum!” Ya!.. Böyle bir mantık ile karşınıza çıkabilirler.

Evet, “Ne dünyada safâ bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne Dergâh-ı Huda’dan mâ’adaya ilticâmız var!..” Ölüme giderken Erzurumlu Nef’î bunları söylemişti. Vesselam. Beni bağışlıyor musunuz?!. Allah, âfiyet-i dâime ihsan etsin.

Gençler ve Emânet

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, -çoğunluğu öğrencilerden/gençlerden oluşan ziyaretçilere yaptığı- bu haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   İçinde yaşadığınız toplumla birleşin, bütünleşin ama kendi değerlerinizi de koruyun; kalabalıklar içinde erimeyin!..

Çok eski yıllarda John O’Connor ile görüşmüştüm. “Gençlik, yeni nesiller mabetten, Allah’tan, peygamberden uzaklaşıyor!” diye serzenişte bulundu. Hatta o seviyedeki terbiyeli adama yakışmayacak bir söz söyledi: “Bu durum karşısında Tanrının yerinde olmayı hiç istemezdim!” Ben, nezaketle, onun o düşüncesini tadil etmeye matuf, “Ömrünü tamamen bu işe vermiş bir kardinalin, bu mevzuda, Ulûhiyet hakkında böyle demesi çok şık düşmedi!” dedim. “Çok haklısınız” dedi, “hata ettim ben!” Çok terbiyeli bir adamdı. Evet, buradaki gençlerin mabetten uzaklaşma halleri var.

Şunun için dedim bunu: Buraya birisi geldiğinde ısrarla bize şöyle dedi: “Aman burada asimilasyona karşı dikkatli olun! Bu toplum içinde erimeyin! Kendi değerlerinizi koruyun! Sizden evvel münferit gelen değişik toplumlar, burada Amerika toplumu içinde eridiler!” Böyle dedi, dert yandı ve bize yerimizde durmamızı, değişmememizi ısrarla tavsiye etti.

Zannediyorum, siz sıkı durursanız, değişmezseniz, asimilasyona karşı kararlı bulunursanız… Tabii bu toplumun bir ferdi olarak, birer ferdi olarak esasen… Amerika toplumu artık… Siz nereden gelirseniz geliniz, bu önemli değil; artık bundan sonra siz bu Amerika toplumu içinde, Amerika toplumunun birer ferdisiniz. Onda kusur etmemek lazım ama herkesin kendi değerlerini koruması da ayrı bir mesele, detayına kadar.

 Kaçamak bir şey yapmamak lazım: “Biz namazlarımızı bunların içinde kılarken, şöyle düşünürler, böyle düşünürler. En iyisi, bunlar ile beraber olduğumuz zaman, namaz kılmayalım. -Tâife-i nisâ (kadınlar) olarak- başımızı kapatırsak, onlar bir tavır alırlar!” (Bunlar kaçamaktır.) Oysaki kendi değerlerimize sımsıkı bağlı olmanın yanında, aynı zamanda onlara, onların değerlerine, dinî değerlerine, millî değerlerine saygılı olursak, daha inandırıcı oluruz. Kaçamaklar, insanları ürkütücü olur; “Ne çeviriyorlar, ne fırıldak peşindeler?” falan derler. Bence ne isek, onu ortaya koymalıyız; fakat o şekil -esasen- onların değerlerine saygılı olmaya da mâni değildir. Belki bunu daha evvel de -Fakir- âcizâne arz etmişimdir. Ee benim arz etmem de bir kıymet ifade etmeyebilir. Sizler benden iyi biliyorsunuz, bu işin içindesiniz; Cenâb-ı Hak, sa’yinizi meşkûr etsin.

   Kamplarda/kitap okuma programlarında geçirilen o alabildiğine duygulu ve aydınlık dakikalar, bilhassa ibadet, tesbihat, sohbet ve müzakere esnasında, beraberliğin de kazandırdığı sinerji ile, öylesine derinleşir ki, insan âdeta uhrevîlerle kucaklaşıyor gibi olur.

Ben, 1960’lı yıllarda, İzmir’de üçüncü kampı yaptım. Fakat üçüncü kampta bile bu kadar insanımız yoktu ve bir tek yerde kamp yapılıyordu. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın sizin sa’y ve gayretinize ihsan ettiği bir başarı, bir lütuftur. Evet, kendi ülkemizde, Müslüman olan insanlar… Ben idareci idim Kestanepazarı’nda; oranın iki yüz talebesi vardı. Demek ki onu da götürememişim. Dıştan gelenleri vardı; çadırlarda bir kamp yapılıyordu.

Fakat Cenâb-ı Hakk ihsan etti; şimdiki kamplar herkesin iştirak edeceği şekilde, modern şartlara uygun; yeme, içme, yatma… Size tuhaf gelir de -mesela- ilk iki kampta yemeği de ben yapıyordum. Altmış talebe, yetmiş talebe, yüz talebe; yemeği de ben yapıyordum. Dün de birisi hatırlattı, latife-vâri söyledim: Sütlaç yaptığım zaman, çadırımın önünde oturuyordum; kazanla getirip koyuyorlardı. Kepçeyi elime alıyordum, onlar da kendi çanaklarını ellerine alıp geliyorlardı. Ben onların çanaklarına birer kepçe sütlaç atıyordum; اِشْرَبِ الْحَلِيبَ، صَلِّ عَلَى الْحَبِيبِ (sallallâhu aleyhi ve sellem) diyordum. Onların da hoşuna gidiyordu: “Süt iç; Allah Rasûlü’ne salât u selâm oku!”

Modernizasyon, bu meseleyi daha bir yaşanır, daha bir yapılır hale getiriyor. Ne anne ne baba ne de talebeler bu mevzuda ürkmüyorlar, irkilmiyorlar. Elhamdülillah… Bir de bu kadar insan… Ama bu bütünü değil bu işin; değişik eyaletlerde arkadaşlar aynı programı yapıyorlar; buradaki, halkadaki arkadaşların her birisi de bir yere gitti, hâlâ gidiyorlar, bir yerlere gidiyorlar. Ee bence Müslümanlığın güzelliğini, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği din sisteminin güzelliğini burada sergileme, burada gösterme, çok önemli bir şey.

Evet, sizin bu insanlarınız… Genç, ihtiyar, küçük, büyük… İşte zannediyorum ortaokul talebesi, bazıları lise talebesi, üniversite talebesi, sizin dediğiniz gibi… Bazen gözümün ısındığı insanlar da var. Belki herkes o kıvamda o işe hâhişkâr olmayabilir; fakat o sinerji, herkesi o çizgiye getirebilir. Beraber olma… Namazın cemaat ile kılınmasının meşruiyeti… Hatta Ahmed İbn Hanbel gibi bir âlimin “Namazın rükünlerinden” sayması onu… Ve onun bir diğer kavli de onun vâcib olması, cemaatin vâcib olması.

Zannediyorum o cemaatteki omuz omuza verme, o heyecan teâtisi, heyecanın ondan ona, ondan ona geçmesi ve bu sayede çok ciddî bir sinerji ile geriye dönme mevzuu çok önemli. Hazreti Pîr’in ifadeleri içinde, siz burada böyle halka olduğunuz gibi -hani buradaki halka gibi- arkada da bir halka, arkada da bir halka, arkada da bir halka… Bu halkalar devam ediyor ta Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar; meleklerin halkasına kadar devam ediyor. Dediğiniz her şeyi, onlar da diyor; sizin âcizâne dediğiniz şeyin yerine -esasen- koskocaman korodan bir ses gibi çıkıyor orada: إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “Allah’ım! Tek ubudiyet ne demek; biz hepimiz bu halkalar içindeki insanlar olarak Sana kullukta bulunuyoruz ve o kulluk adına da yardımı yine Sen’den istiyoruz!” deme gibi meseleyi gayet ulvî şekilde ele alma mevzuu; cemaat.

Şimdi bu meseleyi sadece bir namaz açısından da ele almamalı. Hani namaz kılarken oluyor cemaat; Cuma’da, bayramda ayrı bir şey oluyor, formatla oynamak suretiyle. Haşa ona formatla oynama demeyeyim; fakat Cenâb-ı Hakk’ın takdiri. Şimdi Cuma başka, bayram başka, bazı mübarek geceler başka, günde beş vakit başka. Bunlar bir de böyle değiştirilmek suretiyle her birisinin kendine göre bir tadı, bir halâveti var esasen; mânevî gıda gibi bunlar. Ve onları birer gıda gibi duyanlar da zamanla duyuyorlar ne demek olduğunu; onlar bu dediğim şeyleri de anlarlar. Fakat biz aynı zamanda insanımıza, gençlerimize, kardeşlerimize, dostlarımıza, taraftarlarımıza, sempatizanlarımıza, bizimle aynı yolda yürüyenlere, aynı güzergâhı takip edenlere aynı zevki, aynı ruhânî zevki, aynı ruhânî hazzı tattırıyor, tattırmaya çalışıyor ve duyurmaya çalışıyoruz.

   Sizden sonra gelecek nesli güzel ahlak ve iyi sıfatlarla donanmış olarak tam kıvamında yetiştirmelisiniz ta ki mukaddes emânet hiçbir zaman sahipsiz kalmasın!..

Evet, bugün sizin yaptığınız şeyleri gelecekte yapacak bu arkadaşları birer mimar gibi yetiştiriyorsunuz. “Sizden sonra ne olacak?” falan dedirtmiyorsunuz. İşte bu arkadakiler ne diyorsa, o olacak. Evet… Bu açıdan onların kıvamı, tam formlarını kesp etmeleri -Allah’ın izni-inayeti ile- o emanetin hiçbir zaman sahipsiz kalmayacağını gösteriyor.

Ahlak ve evsâf çok önemlidir. Bir hadis-i şerifte, إِنَّ اللَّهَ لَا يَنْظُرُ إِلَى صُوَرِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ  (bir rivayette de وَأَعْمَالِكُمْ var) “Allah sizin suretlerinize bakmaz; asıl, kalblerinize (ve amellerinize) bakar.” buyuruluyor. “Allah (celle celâluhu) sizin suretlerinize bakmaz.” derken, bunu, şeklinize, mahiyetinize, fizyonominize, boyunuza, posunuza, edâ-endamınıza, yüz takallüslerinize, bakışlarınızdaki büyüleyiciliğe bakmaz şeklinde anlamak gerekir. Bunlara bakmıyor; وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى قُلُوبِكُمْ Diğer rivayet, وَأَعْمَالِكُمْ “Allah, sizin kalblerinize bakıyor ve amellerinize bakıyor (celle celâluhu).” Sizi değerlendirme kategorisinde ele alırken, ona bakıyor.

Şimdi bu zaviyeden, esasen her mü’minin her sıfatı mü’min olmayabilir. “Mü’minim!” diyor fakat “ahlâk-ı âliye”den nasibi yoktur, hafizanallah; ibadet ü taat ile alakası yoktur. Böyle, “Allah’a inandım!” falan diyordur ama o mevzuda, münasebetini güçlendirme/değerlendirme mevzuunda herhangi bir gayreti de yoktur onun. Aynı zamanda yalan söyler, iftira eder… Hani günümüzde bir kısım jurnallerin, medya mensuplarının hep yalan söyledikleri, iftira ettikleri, tenakuzdan tenakuza (yani zıt şeyden zıt şeye, birbirine ters şeyler içinde ondan ona) uçtukları gibi… Ondan ona uçmaları, ondan ona doğru kanat çırpmaları; bunlar günümüzde çok yaşanan şeyler ve bunların hepsi kâfir sıfatı. Bunlara karşı insanlarda bir nefret hissi uyarma; daha doğrusu kâmil insan olma, doğruluk ile, istikamet ile yaşama duygusu hâsıl etme çok önemlidir.

Hani bir Türk atasözü vardır, Türk kültürüne vâkıf olanlar bilirler ama burada doğmuş, burada neş’et etmiş olanlar hatırlayamayabilirler: “Yalancının mumu, yatsıya kadar…” derler. Ee iftira da öyledir, birini karalama da öyledir, ayrıştırma da öyledir, birinin gıybetini etme de öyledir. Bunun gibi ne kadar “mesâvi-i ahlak” diyeceğimiz, kötü ahlak, kötü huy varsa, bunların hepsi -böyle- birkaç adım küfre yakın şeylerdir. Hafizanallah, insan umursamadan bunları tekrar edip duruyor ise, hiç farkına varmadan bir gün “cup” diye onun göbeğinde kendisini bulur.

Onun için İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “İnsan, günah işlediği zaman -diyelim ki yalan söylediği zaman, yalan yazdığı zaman, yalan ile iftira ile birini karaladığı zaman- kalbinde bir leke meydana gelir.” “Kalb” derken, içimizde kan pompalayan o “sanevberî” organın melekûtî buudu. Eskiler böyle derdi eski tıpta, anatomide; sanevberî, çam kozalağı demek. Vallahi, çam kozalağı gibi de değil; o kadar mükemmel ki!  Onun da kendi içinde, o anatomi ile o kadar değişik misyonu/fonksiyonları falan var ki!.. Bunlar nazar-ı itibara alınırsa, kâinatın bir hülasası… (Bu antrparantez idi.) Orada bir leke olur, leke meydana gelir ve kalbde meydana gelen her leke, başka bir lekeye çağrıdır, aynı zamanda. Dolayısıyla zaman gelir, artık o, hakkı hiç duymaz olur; fenalıktan da rahatsızlık duymaz; eder eyler, yine kalkar zil takar oynar.

Evet, bu mevzuda kararlı durmak, kendi değerlerimizi korumak; uzaklaşmamaya bakmak kendi değerlerimizden, Allah’ın izniyle… Böylece insan bir gün onları tabiatının bir derinliği haline getirmiş, içine o kadar sindirmiş olur ki, yemek gibi, içmek gibi, uyumak gibi diğer beşerî ihtiyaçlar gibi, garîze-i beşeriyeler gibi, onları da hiç o mevzudaki emirleri düşünmeden yapmaya başlar. O mevzudaki emirleri nazar-ı itibara almadan, tabiatının gereği olarak, âdetâ bir içgüdü ile hep o istikamete sürüklenir, farkına varmadan.

O bizim kıldığımız namaz, oruç, hepsi… O mevzudaki emirleri nazar-ı itibara alarak, o dürtü ile onlara gidiyor değiliz; belli bir alışma artık, belli bir ihtiyaç… Mesela hiç Teheccüd bilmeyen bir insan, o Teheccüd’ü beş-altı ay kılsa, bir gün kaçırsa, zannediyorum kalkar onu kaza eder. Evet, inanıyorum buna. Aynen onun gibi, bir Evvâbîn’i kaçırsa, “Yahu niye?” der. Hani beş vakit namaz değil; nafile, “zevâid” diyoruz buna. “Kurb-i Nevâfil”e vesile oluyor bunlar. Kudsî hadiste Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Farzları yapar, nafileleri de yaparsa, gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum!” Bunlar da müteşâbih ifadeler; yani, artısı ile mukabelede bulunurum, mukabelede artısı ile bulunurum!” diyor. Aynen bunun gibi, o işi yapa yapa tabiatının bir derinliği haline gelir; artık hep yapmaya durur onu. Kötülükler de öyledir, iyilikler de öyledir. 

   Sarp yokuşlara, kandan irinden deryalara aldırmadan ve dünyevî-uhrevî hiçbir beklentiye takılmadan, Hakk’a vuslat yolunda cihana açılan adanmışların tutuşturdukları mumlar hala pır pır yanıyor.

Dünyanın değişik yerlerine, sizin vefalı arkadaşlarınız, açıldılar. Ellerine çantalarını aldı, oralara öyle gittiler. “Dünyevî herhangi bir beklenti, âhirete âit işleri -hatta dünyevî işleri bile- akîm bırakır.” Ama onlar, dünyevî beklentiye de uhrevî beklentiye de girmediler. “Dünya kardeşliğini dünyanın dört bir yanına duyurmak için -Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mesajları içinde duyurmak için- önümüze neresi çıkarsa oraya gidelim!” dediler. Sonra bu, öyle tatlı, öyle şeker-şerbet bir şey oldu ki!.. Ben o dönemi de hatırlıyorum, daha sonra makineden kuraların çekildiği dönemi de hatırlıyorum; böyle külahın içine sığmayacak kadar, her sene çok değişik yerlere insan gitti. Hayret ediyorum; gittiler, okullar açtılar; yirmi sene oldu, otuz sene oldu, kırk sene oldu orada. Aynı zamanda sevgi zeminine otağlarını kurdular; herkes tarafından hüsn-ü kabul görmeye başladılar.

Düşünün ki, günümüzde bir kısım düşmanlığa, kine, nefrete hayatını programlamış insanlar, senelerden beri açık-kapalı tahribat için uğraşıyorlar. Arkadaşlarımızın, o genç arkadaşlarımızın, çiçeği burnunda delikanlıların gittikleri yerlerde tüttürdükleri o ocaklar, tutuşturdukları o mumlar hala pır pır yanıyor, o cihanı aydınlatıyor. Tahribatlarına rağmen yüzde on nispetinde ancak tesirleri olabildi. Oysaki tahrip, kolaydır. Hani diyor ya Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbân: Bir çocuk, kocaman bir binayı, içine bir bomba atar, harâb eder. Fakat böyle bir binanın yapılması, on sene, yirmi sene ister. Hele “Eski deseni tam işleyeceğiz!” falan deyince, orada iç dekorasyonu falan da düşününce, zannediyorum çok zamanınızı alır sizin. Şimdi, meslekleri tahrip etmek olan insanlar, etek etek para döküyorlar dünyanın değişik yerlerinde; fakat -Allah’ın izni-inayeti ile- tahrip düşünceleri ancak yüzde on nispetinde tesirli olabildi.

   Böyle bir zaman ve böyle bir zeminde ruhunun abidesini ayakta tutabilen bir insan nezd-i Ulûhiyet’te öyle kıymetlere erer ki, akıl idrakinden aciz kalır.

Cenâb-ı Hak, çok değişik şeyler lütfetti; inşaallah lütfettiği şeyler, lütfedeceği şeyler adına en önemli referanstır. Allah, Kendi yolunda yürüyenleri ve belli kazanımlar sergileyenleri, hiçbir zaman o yolda yüzüstü bırakmamıştır. Bir verdiğini iki vermiş, iki verdiğini üç vermiş… Öyle diyor: “Kulum, Bana bir karış gelirse, Ben ona bir adım giderim.” Mukabeledir bu; Allah, adım atmaktan münezzehtir, mukaddestir. “O, bana bir adım attığı zaman, Ben, gezerek gelirim ona. O, gezerek gelince, Ben, koşarak…” Hep sizin yaptığınız şeyin önünde ve üstünde bazı şeyler ile mukabelede bulunuyor, karşılığını veriyor. Bir yapıyorsun, on veriyor; on yapıyorsun, yüz veriyor. Kudsî hadis-i şeriflerinde, Cenâb-ı Hak, öyle ifade buyuruyor bunu.

Bu açıdan da ister dünyevî hizmetleriniz, isterse O’na karşı vazife ve sorumluluklarınız; bunların hiçbiri boşa gitmez. Ama Enbiyâ-ı ızâm dâhil hiçbir kimse de esasen bu mevzuda bazı şeyler çekmeden umdukları şeylere nâil olamamışlardır. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sözleri, sözlerin efendisidir; kendisi insanlığın efendisi, sözleri de sözlerin efendisidir. Buyuruyor ki: حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ، وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ “Cennet, mekârih ile (tabiatının muktezası olarak insanın çok da hoş karşılamayacağı şeyler ile) kuşatılmıştır. Cehennem de insanın şehevî duyguları, garîze-i beşeriyesi, yeme-içme-yatma gibi istekleri, daha başka cinsî arzuları ve onların arkasından koşmaları ile kuşatılmıştır.”

İşte onları aşma, onlara katlanma, o “ikrâh” kelimesinin işaret ettiği insanların zorlanarak yapacağı şeyler, insana öyle şeyler kazandırır ki!.. Onun için, hani onun bir gereği sanki, أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلأَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu, peygamberlere; ondan sonra da derecesine göre Allah’a en yakın olanlara!..”

Şimdi, kayma zemininin çok güçlü, çok tesirli olduğu bir dönem.. böyle yabancı bir ülke.. burada görenek, gelenek falan… Bütün bunlar, insanların ruhlarında çok ciddî tahribat yapar. Böyle bir şey olmasına rağmen, kendi değerleri ile dimdik, bir âbide gibi hep ayakta duran bir insan, ruhunun âbidesini her zaman dimdik ayakta tutan bir insan, zannediyorum, nezdi-i Ulûhiyet’te öyle şeylere erer ki, aklımız ermez bizim bunlara!..

   Peygamber Efendimiz’in yirmi üç senelik Risâlet hayatının on sekiz senesi hep bela, çile ve ızdıraplarla geçmiştir.

Enbiyâ-ı ızâm da öyle olmuş. Hani çok küçük bir örnek ama meselenin O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait olması itibarıyla çok kıymetli bir örnek: Mekke-i Mükerreme’de Efendimiz’e kırk yaşına kadar “Emîn; en doğru insan!” diyorlar. Çok meseleyi, O’nun hakemliğine müracaat ederek çözüyorlar.

Hatta Kâbe-i Muazzama’ya Hacerü’l-Es’âd’ın konması hadisesini düşünebilirsiniz. Ben “Es’âd” (mutlu, en saadetli) diyorum; “esved” siyah demektir. O saadetli taş hâlâ Kâbe’nin köşesindedir; tavafa başlama noktasındaki köşededir o; kapıya da yakındır, Kâbe’nin kapısına da yakındır. Onu yerine koyma mevzuunda tartışma yaşanıyor; her kabile kendinden birinin koymasını istiyor. Benî Teym, Benî Adiyy, Benî Hâşim, Benî Mahzûm çok defa birbirleriyle cedelleşirlerdi; cedelleştiklerinde de onu tam maddî bir kavga ile noktalarlardı. Noktalı virgül değil, noktayı koyarlar; birbirlerinin canına okurlardı orada. O zaman da böyle çaresiz kalıyorlar; neredeyse yine herkesin eli kılıcın kabzasında, bir şey yapacaklar. İnsanlığın İftihar Tablosu -zannediyorum o zaman yirmi, yirmi beş yaşlarında- daha genç yaşında kendisini öyle tanıttırmış: Emîn. “Ha işte Muhammed, Abdulmuttalib’in torunu geliyor, O’na soralım!” diyorlar. O da hemen orada onlara bir akıl veriyor: “O taşı, böyle bir serginin içine koyun; battaniye gibi bir şeyin -battaniye sözünü ben diyorum- bir sergi gibi bir şeyin içine koyun. Bu kabilelerden her biri onun bir köşesinden tutsun; onu götürsün oraya koysun!” Mekkeliler, “Yahu ne güzel isabet ettin!” diyorlar. Çok mevzuda fikir danışıyorlar kendisine, “Emîn!” diyorlar. Gözlerinin içine yabancı, çirkin bir hayal girmemiştir; öyle tanıyorlar.

Düşmanlıkları Peygamberlik geldikten sonra… Lât, Menât, Uzzâ, İs’âf, Nâile putları karşılarına çıkıyor onların, onları bir şey zannediyorlar; özür dilerim, kıvır-zıvır, kendi elleriyle yaptıklarını bir şey zannediyorlar. Dolayısıyla O’na karşı düşmanlık duyguları tetiklenmiş oluyor. Ama on üç sene… Düşünün on üç sene… Hele o üç sene Şi’b-i Ebî Tâlip’te boykot var ki!.. Boykot… Aynen günümüzdeki Ferâinenin, kadınları, çocukları zindanlara koyup, bazılarını öldürüp, bazılarını âdetâ yurt dışına kaçsın diye zorlayıp yaptıkları mezâlim gibi… İki-üç senedir, dört senedir aynı şeyi yapıyorlar orada. Çokları acından ölüyor. Nihayet üç senenin sonunda o fermanı -bir de Kâbe’nin duvarına ferman asmışlar- iki güçlü kabilenin reisi yırtıyorlar; Kâbe’ye geliyorlar, o fermanı alıp yırtıyorlar. “İnsan, kendi vatandaşına, arkadaşına, kardeşine bu zulmü yapmaz!” diyorlar. Tabii onlara Cenâb-ı Hak ne sevap ihsan eder, onu bilemeyiz; hüküm vermeyelim fakat öyle bir şey İnsanlığın İftihar Tablosu, Ebu Tâlib, Hatice (Hadîce) validemiz ve Ashâb-ı Kiram için çok kıymetli oluyor.

Hatice validemiz, anaların anası; dünyanın bütün anaları bir araya gelse, onun ifade ettiği kıymeti ifade etmez. Efendimiz’e daha vahyin ilk faslında sahip çıkıyor. O’nu yalnızlıktan kurtarıyor. Bu, Hatice validemiz… Mübarek… Hadîce’nin manası da “erken doğan”dır, hakikate erken uyanan, varlığı erken idrak eden demektir.

Evet, bozuluyor o boykot ama yine rahat durmuyorlar. Nihayet Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) -hâşâ ve kellâ- öldürülmesine karar veriyorlar. Cenâb-ı Hak da Hicret emri vermiş. Medine-i Münevvere’ye gidenler gitmişler. O da çok ağır şartlar altında hicret ediyor. Allah koruyor o upuzun yolda. Dört yüz elli kilometre, beş yüz kilometre kadardır ama at ile, katır ile, yaya giderseniz, bu, günler alır. Ve her zaman yakalanma ihtimali vardır. O, yolda bile sıkıntı çekiyor.

Oraya gidiyor; haydi, Bedir harbi; Uhud harbi, ikinci senesi; beşinci senesi, Hendek savaşı. Hendek savaşında bile yirmi bin insan ile geliyor, orada otağlarını kuruyorlar. Bütün Medine-i Münevvere’yi yerle bir edecekler. Evet, Hendek savaşı beşinci Hicrî yılda. On üç sene Mekke’de, beş sene de Medine-i Münevvere’de; on sekiz sene; yirmi üç senelik peygamberlik döneminden beş sene kalıyor geriye. Hoş, ondan sonra da rahat olmuyor ya!.. Bu defa bakıyorsun bir Romalılar geldi, bir İranlılar tehdit etmeye başladı, bir Huneyn’deki insanlar -bunlar yaman okçular, onlar- geldiler; orada da yine rahat bırakmıyorlar.  Sürekli أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ Biri gidiyor, öbürü geliyor; biri gidiyor, öbürü geliyor.

   Yılmayın, usanmayın, ye’se düşmeyin!.. İnsanlık çok defa sarsılmış, hatta yokluk kertesine varmış fakat -Allah’ın izniyle- yeniden derlenip toparlanmıştır.

(Bu sırada elektronik ekrana yansıyan tablonun okunmasıyla devam ediyor sohbet.) Ama endişe etmeyin; “Şafak çoktan söktü, ufukta ışık cümbüşü / Zulmetler hırıltıda, soluk soluğa nurlar // Çözülüyor bir bir ufkumuzdaki sis-duman / Ve sökün söküne her yanda yeni bir bahar.”

Çekmişler yani, çekmişler. Bazı Türkler, Arapçadan alınmış bir sözü kullanırlar; esasen Arapça kaidelerine göre de aykırıdır o; اَلْمُؤْمِنُ بَلَوِيٌّ derler. Hani doğru olacaksa şayet, بَلِيٌّ demek lazım. “Mü’min, belâya maruz bir insandır; belâlı bir insandır mü’min.” Mü’min, belâdan âzâd olmaz.

Ben, yarım yamalak imanı olan bir mü’minim. Evet, sadece ümidimi sizin içinizde bulunmaya bağlamışım. Sizlere Cenâb-ı Hak “Geçin! Ben Sırât’tan geçme izni verdim size. Cennet’in kapısına kadar yürüyebilirsiniz; girdirme izni Bana ait.” buyurduğunda, ben de arkadan takılıyorum size: “Oh!.. Dünyada ne güzel bunların içindeydim.” O ulûfe-i şâhânelerde, hani Osmanlı padişahlarının ziyafet, ikram, kese-i Hümayun dağıttıkları dönemde, bazen de tufeylîler -çağrılmadan gelen insanlar- iştirak ederlermiş. “Tufeylî, sen de gel!” derlermiş; orada hakkı olmadığı halde ona da bir şeyler ikram ederlermiş. İşte öyle!.. Öyle ama bu yarım-yamalak Müslümanlığı ben hakikaten Cennet’teki sultanlığa bile değiştirmem; Cennet’teki sultanlığa bile değiştirmem. Çünkü yarım yamalak da olsa gönlümü O’na kaptırmışım; “İnsanlığın İftihar Tablosu ve Allah’ım!” demişim.

Erzurumluların bir duası vardır; bir mısralık bir şey: “Az ağrı, âsân ölüm, tekmil iman, Kur’an.” Bu mısra böyle tek başına endişe duyar, “Ne olur ne olmaz, yıpratırlar beni!” diye; bir şey ilave edeyim: “Nihayet rü’yet u Rıdvân, niam-ı cinân.” İyi, değil mi? İnsanın alacağı bir şey kalmıyor artık. Yahu sizden Türkiye’de yerinizi almışlar, ne ifade eder, ne yazar ki?!. Onların dünya dedikleri şey nedir? Dünya… Bir kere adından belli; horlanacak şey. “Denî” kelimesinden, “aşağı” kelimesinden. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun beyanı ile, اَلدُّنْيَا جِيفَةٌ، وَطَوَالِبُهَا كِلاَبٌ “Dünya, bir cife yığınıdır; onun talipleri, arkasından koşanlar da kilâbdır.” “Kilâb” kelimesinin Türkçesini söylemiyorum.

Ama yılmayın, usanmayın, ye’se düşmeyin!.. İnsanlık çok defa sarsılmış, çok defa her şey yokluk kertesine varmış; fakat yeniden -Allah’ın izniyle- derlenip toparlanmıştır. Her şey aynı kıvama ulaşmış; insanlık her şeye eski kıvamını kazandırmış ve sonra o yıkılma, o çözülme dönemini bütün bütün unutmuş ve tarihe gömmüştür. Vesselam.

Canlı İradeler ve Sinerji

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Şimdiye kadar yaptığımız işleri kendi güç, iktidar ve derin fikirlerimiz sayesinde yapmadık ki bundan sonra yapılması gerekenleri de onlara bağlayarak ümitsizliğe düşelim ve meseleyi imkânsız görelim!..

Bir taraftan yapacağımız şeyleri yaparken -Siz yapıyorsunuz, Allah ebeden razı olsun!- diğer taraftan da bu ızdırarlar, ızdıraplar, ihtiyaçlar, iç yanmaları, sızlanmalar, sürekli “o kapı”ya müteveccih yaşamalar, güç kazandırıyor ona, bir sinerji kaynağı oluyor âdetâ; dolu dolu geliyor, ciddî bir metafizik gerilime ulaşıyorsunuz, Allah’ın izniyle. İnşaallah bu tutuşturulan ocaklar… “Ocak” mı diyelim, “projektör” mü diyelim?!. Bunların hepsi hafif kalır; Cenâb-ı Hakk’ın yakacağı “meşale” karşısında.

Tevbe Sûresi’nde ifade buyurulduğu gibi, يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللهِ بِأَفْوَاهِهِمْ “Ağızlarıyla Allah’ın yaktığı nuru söndürmeye çalışıyorlar.” (Tevbe, 9/32) وَيَأْبَى اللهُ إِلاَّ أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Kâfirler hoşlanmasalar bile Allah (celle celâluhu) o nurunu tamamlayacaktır.” (Tevbe, 9/32) Onlara “Hayır!” diyor, “Beyhude uğraşıyorsunuz!” يَأْبَى kelimesine bu manayı veriyorum. “Hayır!” diyor, “Beyhude yorulmayın; onu Ben yaktım!” Ziya Paşa’nın dediği gibi, “Takdîr-i Hudâ, kuvve-i bâzû ile dönmez / Bir şem’â ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez!” Ayetin/nazmın manası/meali gibi bir şey oluyor.

Evet, inşaallah bu ızdırar gücüyle, bu ızdırap gücüyle, bir taraftan da o yüksek gâye-i hayalimize dilbeste olarak -Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti ile- buluşunca, olmayacak şey yoktur.

Dünyanın tamire ihtiyacı var; çehresinin değiştirilmesine çok şiddetli ihtiyaç var. Topyekûn insanlık ızdırap içinde. Çıkarlar/menfaatler, o yüksek gâye-i hayallerin yerlerine gelmiş, otağını kurmuş. Şeytan, dediği her şeyi çok rahatlıkla yapıyor/yaptırıyor, insanlara yakıştırıyor. Bu asra bir “Şeytan Asrı” denebilir; belki son üç asır, “Şeytan Asrı” sayılabilir. Hazreti Pîr-i Mugân öyle diyor: “Üç asırdan beri rahnedâr olan İslam kalesinin tamiri…” Sizin üzerinizde…

Şimdi kendi gücümüzün küçüklüğüne/yetersizliğine bakarak, “Kozalite mülahazasına göre, hiçbir zaman bu sebep ile o sonuç elde edilemez!” falan dememek lazım. Biz şimdiye kadar yaptığımız şeyleri kendi güç, kendi iktidar, kendi amîk efkârımız sayesinde yapmadık ki, bundan sonra yapılacak şeyleri de onlara bağlayarak meseleyi imkânsız görelim!.. Allah sevk etti, kendimizi belli bir konumda bulduk. Burada oturuyor gibi… Burada oturunca, benim şurada yaptığım dırdırlar gibi dırdır ediyorsun, onlar mırmır oluyor; bakıyorsunuz millet öyle kabul ediyor onu. Yeni bir kapı açılıyor, daha farklı şeyler görüyorsunuz; “Galiba şu da yapılırmış burada!” falan diyorsunuz.

Bu mesele böyle; konuma göre… İşin mebdeinde müntehasını görerek ona göre bir makro planımız yoktu. Ancak, Cenâb-ı Hakk’ın ittiği/konumlandırdığı yere bakıyorduk; “Yahu burada şöyle bir çıkış, şöyle bir açılım yapılabilir; buradan da böyle bir açılım yapılabilir!” Meşveret, önemli bir faktör idi; ortak akıl, çok problemleri çözüyordu. Ee gün geldi, sizin de bildiğiniz gibi, Türkiye’de kaç tane üniversite -bilmiyorum ben sayısını- kaç tane orta dereceli okul, kaç tane üniversiteye hazırlık kursu yapıldı!.. Ee birileri geldi bir gün, hazımsızlık gösterdi. Hazımsızlık öyle bir marazdır ki, akıl hastanelerinde bile şimdiye kadar tedavi edildiği görülmemiştir. Bu defa bu hazımsızlık, hased, kıskançlık geldi tosladı. Merkezde -esasen- bir zayiat, bir fay kırılması yaşandı.

   Cenâb-ı Hak dünyanın dört bir yanına açılma imkânları bahşetti; şimdi bize düşen, sözden ziyade hal ve temsil ile bu imkânları güzel değerlendirmek ve Efendimiz’e karşı vefamızı ortaya koymaktır.

Şu kadar var ki, çıktığımız yol, Allah yolu idi, Peygamberler yolu idi. Allah, Kendi yolunda O’na doğru yürüyenleri hiçbir zaman o yolda yüzüstü bırakmamıştır. Sizi bırakacağına da ihtimal vermek, doğru değildir, O’na karşı suizan olur.

Evet, gün geldi, şimdi dünyanın dört bir yanına saçıldınız. Bir zamanlar Türkiye’de öyle oluyordu; bir taksi ile, iki taksi ile bir yere gidilince, orayı fethetmiş gibi geliyordu. Şimdi, dünyanın dört bir yanına -hakikaten- birkaç başağa yürüyebilecek tohumlar gibi saçılma durumu/faslı yaşanıyor. Dünyanın dört bir yanına…

Başka türlü de gaye-i hayalinizi gerçekleştiremezdiniz. Türkiye’de durduğunuz zaman, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) o gâye-i hayalinin nasıl gerçekleşeceğini kestiremezdiniz. “Benim adım güneşin doğup-battığı her yere gidecektir.” Bunu, ister gayb-bîn gözüyle meseleyi görüp söylemesine verin; isterse size bir gâye-i hayal olarak, bir hedef olarak göstermesine verin. İster öyle olsun ister böyle olsun ama nasıl olacaktı ki o Türkiye’den?!. O insanların çekememezliğini/hazımsızlığını aşarak nasıl gidecektiniz?!.

Fakat Cenâb-ı Hakk’ın öyle esrarengiz işleri var ki!.. Böyle bir meseleye, bu ölçüdeki bir açılıma öyle bir yer/zemin olmalıydı ki hakikaten dünya da ona bir şey demesin!.. Siz, mazlumiyet ile, mağduriyet ile, mahcûriyet ile, ma’zûliyet ile, mahrumiyet ile dünyanın dört bir yanına saçıldınız. Bir kere, insanların insan olarak şefkat duygularını tetiklediniz orada. Herkes bağrını/sinesini açtı size…

Bir taraftan söz olmalı ama hal onu desteklemeli. Söz ile, saz ile anlatılan şeyler her zaman arkada bir kuşku bırakır; fakat bunlar için -esas- güçlendirici veya doğrulayıcı, en inandırıcı referans, hal ve temsildir. Esas sizi görmeleri lazım; yatmanızı, kalkmanızı, Allah’a teveccühünüzü, düşüncelerinizi, insanlığa bakışınızı… O zaman onlar kendi kendilerine diyecekler ki, “Yahu bir taraftan, ‘Hümanizm’ deyip duruyorduk fakat bizimki çok geride kalmış…. ‘Hümanizm’ diyor yine de birbirimiz ile yaka-paça oluyorduk, yamyamlar gibi birbirimizi yiyorduk. Fakat gerçek Hümanizmi bunlar temsil ediyorlar! Bir diğer taraftan da ‘Kadınların hakkı çiğnendi, onlara hayat hakkı tanınmadı, şu oldu, bu oldu.’ deyip duruyorduk fakat gerçekten bu meseleyi bunlar realize ediyorlarmış!” Böyle diyecekler. Dolayısıyla da hal ve temsil -esas- çok inandırıcı olacaktır.

   Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, tebliğ vazifesini eksiksiz yerine getiriyordu; fakat O’nun tebliğden daha önemli bir yanı, hatta tebliğin birkaç kadem önünde bir enginliği vardı ki, o da temsil idi.

Değişik vesileler ile hep âcizâne arz etmişimdir: İnsanlığın İftihar Tablosu’nun önemli iki vazifesi vardı; çok vazifesi vardı da, önemli iki vazifesi bulunuyordu: Birisi “Tebliğ”, Allah’tan aldığı mesajları insanlığa sunmak; diğeri de temsil/hal, fiilen o meseleyi göstermek. Çok inandırıcı olmuştur bu; ne demiş ise, onun on katını yapmış orada.

Mesela, demiş ki: Allah’a kulluk yapacaksınız! Ne kadar yaparsanız yapınız, onu da az bulacaksınız; velilerin dedikleri gibi diyeceksiniz: مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ “Ey Ma’bud-i Mutlak, Maksûd-i bi’l-istihkâk! Büyüklüğüne göre Sana kulluk yapamadık!” Bu duygu ile meseleyi kâfiyelendirme… مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ يَا مَذْكُورُ “Seni azametine yakışır şekilde zikredemedik!” Bu duygu ile ibâdet u tâat anlayışını kâfiyelendirme… مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ “Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Allah’ım, Sana hakkıyla hamd edemedik!” Bu duygu ile yine meseleyi kâfiyelendirme…

Ricâli de okuyoruz burada; orada görüyorsunuz. İbadetinin çokluğundan adeta ayaklarından kan damlıyor Enes İbn Mâlik’in; çünkü Efendimiz’e en yakın, hâdim-i Nebevî. Ebu Hüreyre’yi kurcalasanız, bakarsınız ki ondan da aynı şey damlıyor. Kendi çırakları onu anlatırken, ibadetteki derinliğini nazara veriyorlar. Aç, sürekli bayılır. Derste geçen metinde “Mecnun mu?!” ne diyorlar; ben zannediyorum ya Rical, ya Siyer kitaplarında “Sara” (epilepsi) olarak da okumuştum onu. Millet öyle bakıyor. “Oysaki” diyor “Bende sara yoktu, epilepsi yoktu.” diyor. Fakat orada, hangi Rical kitabından alınmış ise, “Mecnun!” falan diyorlar. “Oysaki mecnun değildim, açımdan bayılıp düşüyordum.” diyor. Oysaki niye açından bayılsın? Gider orada çalışır, eder, falan; karnını doyuracak bir şey bulur. Ama dünyaya hiç karışmamış; “Uzzâb” (mefkûresi uğruna aileye karışmamış bekârlar) arasında, öyle birisi. Enes İbn Mâlik değil de o (Ebu Hüreyre) Uzzâb’dan. Bunun gibi, sonraki dönemlere bakıyoruz, o Tâbiîn’de, o Tebe-i Tâbiîn’de hep o yüksek karakter kendisini gösteriyor, Allah’ın izni-inayeti ile. Âdetâ Peygamberâne bir tavır sergiliyorlar.

Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayakları şişinceye kadar namaz kılıyordu. Hücresinde namaz kılıyordu. Onun içine -hâşâ- ucub ve fahr gibi şeyler gelmezdi; O’nun o ruh dünyası, o fikir âlemi, o tahayyülât âlemi o türlü şeyleri hiç misafir etmemiştir. Gelseler bile onlar, kendi kendilerine kovulmuştur o türlü şeyler. Fakat hücre-i saadetlerinde namaz kılıyordu. Hazreti Âişe validemiz anlatıyor. Büyük anamız, hepimizin anası… Evet antrparantez diyeyim: Cenâb-ı Hak, şefaatine bizleri mazhar eylesin!.. Anama karşı çok saygım vardır. Hatta bazen aklıma geliyor ki, “Acaba annem benim, O’na bu kadar saygımı duyunca kıskanır mı?” Zannetmiyorum… Çünkü o da O’nun sevdalısı idi. Âişe Validemiz diyor ki: “Ayakları şişinceye kadar yatmıyordu. Hücre öyle dardı ki, ben ayaklarımı uzatınca, secde edecek yer kalmıyordu. Ayakta ne kadar duruyordu, bilmiyorum. Ben bir fasıl uyuyordum. Sonra O rükûa varıyor, secdeye varınca eli ile ayaklarımı ittiriyordu; başını koyacak bir yer açılıyordu, canım çıksın!.. Başını oraya koyuyordu; kaldırıyordu. Ben yine uykuya dalıyordum; O yine yapıyordu, yapıyordu.”

Bûsîrî, kasidesinde bunu ifade ederken, ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَا الظَّلاَمَ إِلَى * أَنِ اشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمِ “Ben, o Peygamber’in sünnetine zulmettim ki, ayakları şişmeden yatmıyordu.” diyor. İşte o temsil ve temsildeki derinlik öyle inandırıcı oluyordu ki!.. Ebu Bekir, O’nun delisi.. Ömer, O’nun delisi.. Osman, O’nun delisi…

Bu açıdan, bir yönüyle o sözler ile, ortaya koyduğunuz beliğ beyanlar ile, Firdevsî’nin beyanı gibi bir dil ile, bir üslup ile meseleleri ortaya koysanız, inanın bana, çok inandırıcı olamazsınız. Ama o meseleyi hal ile, temsil ile takviye ederseniz, beslerseniz, hali/temsili ona payanda yaparsanız, millet inanır ve koşa koşa arkanızdan gelir.

Ee öyle olmasa, Kur’an der mi, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ * كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللهِ أَنْ تَقُولُوا مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah indinde şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saff, 61/2) “Niye yapmadığınız/etmediğiniz şeyleri söylüyorsunuz?” Bu, “Söylemeyin!” demek değil; “Söylediğiniz şeyleri yapıyor olun!” demektir bu; “Söylediğiniz halde o meseleleri yapmıyorsanız, nezd-i Ulûhiyette bir vesile-i gazab olacak bir şeydir.” diyor. Evet, temkin, dikkatli olmak…

İnşaallah sizler, çehreleriniz ile, genel tavırlarınız ile, şu âna kadar geliştirdiğiniz o hâl derinliği ile, temsil derinliği ile işi bir noktaya kadar getirdiniz; “Cenâb-ı Hak, size getirtti” diyeyim. “Siz bir adım atarsanız…” Öyle buyuruyor Kudsî hadiste; müteşâbih beyanlar bunlar, mukabele manasına. “O, size on adım ile gelir.” Yani, on adım mukabelesinde bulunur. “Siz, adım ile gelirseniz O’na, O koşma mukabelesinde bulunur.” Evet, “mukabele” demek lazım; yoksa Allah,

“Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.

Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.

Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,

Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.

Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda;

Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.”

O (celle celâluhu) sıfât-ı selbiyesi ile Kendini bize böyle anlatıyor. Bu sözler de İbrahim Hakkı hazretlerine aitti ama kitabın ortasından. Allah, inayetini bizim ile beraber eylesin!..

   Kadınlar da bir taraftan dinî disiplinlerde kusur yapmamalı; diğer yandan da mutlaka hayatın içinde olmalı ve sosyal hayatta kendine düşen vazifeleri edaya koyulmalıdır.

Şimdiye kadar militarist sistemler, kadınları tamamen hayattan tecrîd etmişler, bir kenara itmişler. Esasen devr-i Risâlet’teki tarz-ı telakkiye muhalif bir tavır idi bu. Esas, dinin kurallarına riayet ederek hayatın içinde olmaları lazım. Bakıyoruz ki biz, Asr-ı Saadet’te tâife-i nisa, beyleri ile beraber savaşın içinde bulunuyorlar. Hatta bazen kılıç, korda, kama bile kullanıyorlar. Ama genelde oradaki o yaralıları gözetiyorlar; kanları dindirme, yaralıları tedavi etme, geriye çekme gibi işlerde hep bulunuyorlar. İnsanlığın İftihar Tablosu bile o mübarek annelerimizi, -Cennet’in hûrilerinin önünde olan annelerimizi- savaşa -On yedi savaşa/harekete iştirak ediyor; on yedi defa.- giderken her defasında onlardan bir tanesini alıyor yanına, götürüyor; örnek olsun diye alıp götürüyor.

Fakat belli bir dönemde… Hani Emevîler döneminde öyle miydi, bilemiyorum. Abbasîler döneminde ve daha sonra Osmanlılar döneminde de biraz öyle olmuş. Hayatın içine girmek isteyen Kösem gibi, Hürrem gibi sultanlar var ama bunlar bile ölüm ile tehdit edilmişler. Kösem’in kaçıp saklandığından bahsedilir. Belki Hürrem Sultan’a da aynı şeyi yaparlardı ama arkasında Kanunî hazretleri (cennet-mekân, aleyhir-rahmetu ve’l-gufrân) vardı. Bunun gibi; o bize ait bir kusurdur.

Bir taraftan dinî disiplinlere milimi milimine riayet etmek, bir tek kusur bile yapmamaya çalışmak, bir tek kusura bin defa “Estağfirullah!” demek… Fakat beri tarafta hayatın içinde olmak; muallim olabilir, doktor olabilir, Allah’ın izni-inayeti ile, üniversite hocası olabilir, talebe olabilir; her şey olabilir.

Siz, böyle bir düşünceyi, kendi dünyanız ve gâye-i hayaliniz adına böyle bir mülahazayı realize ediyorsanız şayet, hakikaten bir yönüyle bir diriliş mesajı temsil ediyorsunuz veya veriyorsunuz demektir. Bir “Ba’s-u ba’de’l-mevt” -Necip Fazıl merhum öyle derdi: “Ba’s-u ba’de’l-mevt.- mesajı veriyorsunuz demektir. İnşaallah daha da geliştirilir; hayatta hâkim hale gelirler. Mutlaka hayatlarında onların meşgul olacakları başka şeyler de var; evleri var, çocukları var, başka hususî halleri var. Bunlar, mesai iyi tanzim edilirse, a’mâl taksim edilirse, teâvün düsturu teshil edilirse karı-koca arasında, erkek-kadın arasında, zannediyorum hiçbir problem kalmaz. Herkes ne yaptığını bilir, dolayısıyla da yaptığı her şeyde mümarese sahibi olur; bağışlayın karambole iş yapmaz, bilerek yapar. Bu söylediğim üç tane düstur da Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân’a aitti; Cenâb-ı Hak, bizi de ona bağışlasın.

İşte hep âcizâne arz ettim; Hazreti Âişe validemiz, Hafsa validemiz, Meymûne validemiz, Hatice validemiz, Efendimiz’e mesajında, o ulvî mesajında öyle destek oldular ki!.. Eğer onlar, O’nu öyle desteklemeselerdi, bir yönüyle tâife-i nisa ile O’nun arasında koordinasyonu sağlayan nurânî bir ekip olmasalardı, o mesele, hanelere/evlere filan o kadar sürat ile yayılamazdı. Değişik hanelerden, oymaklardan insanlar vardır onlar arasında. Beni Mahzum’dan insanlar vardır, Beni Adiyy’den insanlar vardır, Beni Teym’den insanlar vardır; bunların hepsi güçlü kabileler. Birinden Hazreti Ebu Bekir var ise, birinden Hazreti Ömer efendimiz vardır; birinden, Beni Ümeyye’den, Hazreti Osman efendimiz vardır; birinden, Beni Hâşim’den, Hazreti Ali efendimiz vardır. Hepsi ile bir yakınlığı vardı Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem). O, hiçbir zaman cismaniyet ağırlığında bir hayat yaşamamıştı; esasen o mevzudaki şeyleri bile, mesajının sürat ile etrafa yayılması istikametinde değerlendirmiştir. O’na bin canım olsa, kurban olsun!..

   Farklı vesilelerle bir araya gelmeleriniz hem sinerjiye vesile oluyor ve kuvve-i maneviyeyi güçlendiriyor hem müzakereler sayesinde derinleşmeye kapı aralıyor hem de yenilenme ihtiyacını karşılıyor.

Bir taraftan bu yaptığınız şeyler, çok önemli; diğer yandan da yapılan şeyler diğer insanlara kuvve-i maneviye oluyor. Mesela çok sarsık bir hayat yaşıyorum ben şu anda da. Yaralıyor beni o arkadaşlarımızın, binlerce yüz binlerce arkadaşımızın hayattan tecrîd edilmesi, mahrumiyete mahkûm edilmesi. Her gün öyle bir şey ile yaralanıyorum yeniden. Hazreti Hamza’nın bağrına yediği mızrak gibi bağrıma bir mızrak yemiş gibi bir kere daha inliyorum; çok ağırıma gidiyor. Gecelerim bunun ile kirleniyor. “Kirleniyor” mu diyeyim, yoksa bir yönüyle “Beni hasta hale getiriyor.” falan mı diyeyim?!.

Ama hani bunlar meselenin bir yanı, insanî olma yanı. Duyuyorsunuz bunları; duymamak da bir yönüyle belki kabalık sayılır. Fakat bunlar, hiçbir zaman bizi bir ye’se, bir inkisara, “Artık bir şey yapamıyoruz!” duygusuna atmamalı, itmemeli. Hakikaten bir uçuruma, Ashâb-ı Uhdûd gibi uçurumun kenarına götürseler yine de ye’se düşmemeli!.. Orada hani o minnacık çocuk kucağında bir kadını da atacaklar, “Niye sen bu dine girdin?!” diye. İttiriyorlar kadını; kadın direniyor. Çocuğa bakıyor, çocuk sahipsiz kalacak diye düşünüyor. Üç tane çocuğun bebekken konuştuğundan bahsedilir, onlardan bir tanesi de odur. “Anne, at” diyor, “Korkma!” diyor, “At kendini!” diyor. Bunun üzerine kadın, Cenâb-ı Hakk’ın teminatına kendini salıyor..

Siz böyle bir araya gelince, böyle konuşunca, ben muvakkaten oksijen yudumluyor gibi oluyorum, hakikaten. Muvakkaten kendimden sıyrılıyorum, böyle. Siz olamam da kat’iyyen fakat siz oluyor ve rahatlıyorum böyle; sizin içinizde kendimi hissediyor ve rahatlıyorum, Allah’ın izni-inayeti ile. Bu mesele, sürekli o metafizik gerilimi koruma adına çok önemli bir şey; buna dikkat etmek lazım. O bir araya gelme de esasen o sinerjiyi meydana getiriyor. Mesela, burada bazen şöyle oluyor: Arkadaşlardan birisi namaz kıldırıyor orada, hislerine yenik düşüyor, bir ağlıyor, bir sinerji meydana getiriyor ki, saflarda ağlama meydana geliyor. Ha, ben bunu değişik yerlerde de gördüm; o camilerde, o gençlerin, kalabalık gençlerin beş-on tanesinin orada hıçkırıklara boğulması karşısında, bütün cami hıçkırıkla inliyordu. Zannediyorum çoklarınız herhalde muttalisiniz. Dolayısıyla bir de öyle bir sinerjiye sebebiyet verecek, o bir araya gelmeler.

Bir de bir araya geldiğimizde mutlaka kitap okuma mevzuuna yönelmek lazım; mesela Risaleleri okumak lazım bu mevzuda. Bizim için hakikaten kuvve-i maneviyemizi takviye edecek, ümit gücümüzü güçlendirecek şeyleri müzakere etmek lazım. Bazı arkadaşlarımızın bu mevzuda fevkalade fedakârlıklarını anlatmak lazım; mesela, tek başına gitmiş, bir ülkeyi -Allah’ın izni ve inayeti ile- ayaklandırmış gibi bir şey oluyor. Bütün bunlar…

Her zaman böyle bir beslenmeye ihtiyacımız var. Onun için Kur’an-ı Kerim, Sahabe-i kirama bile, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللهِ وَرَسُولِهِ  “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlü’ne iman edin.” (Nisa, 4/136) “Hele bir kere daha imanınızı yenileyin!” diyor. Üstadımız da bir yerde bunu serlevha yapıyor: جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِـ”لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللّٰهُ “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.” Sürekli imanı yenilemeye ihtiyacımız var; değişik faktörleri, değişik argümanları, değişik delilleri değerlendirerek sürekli iman adına hep canlı kalmamız lazım.

Kurbet Yolculuğu, Güzergâh Emniyeti ve Muâvenet

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Yaşananlara ahiret ve akıbet merceğiyle nazar edince bambaşka bir tablo çıkıyor ortaya!..

Uhrevî meselelerde dünyevî beklentilere girmek, o işin akametine sebebiyet verdiği gibi, bir yönüyle şirk de işmâm eder. Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ olsun ki, sıkıntılı da olsa konumumuzu belirlerken Kendisine (celle celâluhu) yaklaşmaya müsait bir rampada, bir alanda, bir limanda, bir rıhtımda bizleri durdurdu; “Burada bekleyin!” filan dedi. Belki birilerine havalarda uçmak, Jules Verne’in hikayelerinde olduğu gibi yıldızlar arası seyahat yapmak nasip olacak ama âkıbet karanlık olunca ne ifade eder ki?!. Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân’ın değişik yerlerde ifade ettiği o çekirdeğin esasen bir açılımı oluyor: “İman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” dediği gibi, hayatları boyunca da onlar o zakkumu hep yudumlayıp dururlar, hafizanallah.

Dolayısıyla biz, gırtlağımızda düğümlenme yapabilecek neye takılırsak takılalım, hemen gözlerimizi öbür tarafa (ötelere) çevirince, birden bire bütün problemler çözülür, Allah’ın izni ve inayetiyle. Hele bir de tamamen düzlüğe çıkınca, artık engeller bertaraf olunca!..

İnsanlığın İftihar Tablosu hayata gözlerini yumup ruhunun ufkuna doğru üveyikler gibi kanat çırpınca, her şey silinip gitmişti gözünden. Artık kalkamayacak durumda idi; canım çıksın!.. Hazreti Ebu Bekir, namaza geçmiş, namazı kıldırıyordu. Arkasındaki insanların kemerbeste-i ubudiyet içinde saf saf olup Kâbe’nin etrafında kümelendikleri gibi kümelendiğini görünce… Vakıa Medine’de idi ama Hazreti Üstad’ın ifadesi ile, insan nerede olursa olsun, halkalar halinde Kâbe’ye müteveccih olunca tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar yolu var o meselenin… Evet, o tatlı, o yumuşak, o ümit vaad edici manzarayı görünce, Allah Rasûlü tebessüm buyurdular; çok tebessüm edecek gücü yoktu ama tebessüm buyurdular.

Cenâb-ı Hak, hepinize o zevkli, o lezzetli, o şirin, o tatlı dakikaları yaşatır inşaallah. Evet, dünyayı da sizin için bir Cennet haline getirebilir. Öyle bakınca bu dünya da çok farklılaşıyor.

Hani bir yerde -Kendisine isnad edilen bir sözde- buyuruyor ki İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), اَلدُّنْيَا جِيفَةٌ، وَطَوَالِبُهَا كِلاَبٌ “Dünya, bir cife yığını, esas çöplük gibi bir şeydir; arkasına düşenler de kelblerdir.” Lisân-ı nezihi ile böyle bir şey telaffuz ediyor ise, muktezâ-i zâhire mutabakattan dolayıdır. Artık öyle bir mazmunu başka hangi kelimeler ile ifade ederse etsin, ona denk gelmez! Oysaki O, konuştuğu her şeyi denk getirmiştir. Bu açıdan “kilâbün” diyor.

   Dünyayı ahiretin tarlası ve İlahî isimlerin meclâsı olarak değerlendirip burada hep görülüyor olma şuuruyla hayat sürenler, ötede Cuma Yamaçları rasathanesinden Cemâlullah’ı müşahede edeceklerdir.

Fakat bir de onun -yine Hazreti Pîr’in ifade ettiği gibi-  “mezraatü’l-âhire” (ahiretin tarlası) ve Esmâ-i İlahiyenin mecâlîsi/mezâhiri olması yanları var. Bakıp her yerde O’na dair nâmeler görmek mümkün: تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَإِنَّهَا * مِنَ الْمَلَإِ اْلأَعْلَى إِلَيْكَ رَسَائِلُ “Kâinat satırlarını derinden derine teemmül et. Çünkü onlar Mele-i Âlâ’dan sana indirilmiş Allah’ın mektupları/mesajlarıdır.” “Bir kitabullah-ı âzâmdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.” (R. M. Ekrem)

İşte bu yanlarına bakınca, bunlar bile O’nu işaretliyor esasen; birer mercek haline, birer projektör haline geliyor, insanın seviyesine göre. Yine bir yönüyle insan, O’nun temâşâsına koyuluyor, “Göreceğim!” diyor; “Görülüyorum. Görülüyor olduğuma inandığıma göre göreceğim de demektir inşaallah.” Cenâb-ı Hak, o iki ufku da seviyesi ve sırasıyla lütfeylesin inşaallah. “Görülüyor olma”ya hayatımızı bağlayıp sürdürelim. Cenâb-ı Hak, bir gün gelecek, bu defa “görüyor olma” ile şereflendirecek.

“Bed’ü’l-Emâlî”de dendiği gibi;

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez.” Hadisin ifadesiyle, “Mü’minler, kemmiyetsiz, keyfiyetsiz temâşâya koyulurlar O’nu, dolunayı ufukta temâşâ ettikleri gibi.” Bu, çok rahat temâşâ edilmesinin müteşâbih bir beyan ile ifadesi. Yoksa Allah, ne dolunaydır, ne güneştir, ne öyle bizim göreceğimiz şeydir. Herkes mir’ât-ı ruhuna göre o kâinatı idare eden Zât-ı Ecell u A’lâ’yı temâşâ edecek.

Bu, ilk iki beyti idi o manzumun; devamı da var:

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” Gördükleri zaman da, Cennet’in bütün nimetlerini unuturlar. Köşk varmış da, altından ırmaklar akıyormuş da, Hûrîler gözlerini dikmiş seni bekliyormuş da… “Bütün bunlar ne olur ki?!” falan dedirtecek insana, bayıltan bir manzara karşısında. Öyle bir şey…

Şimdi bunlar kazanılmış ise, kazanılacak bir şey kalmamış demektir. Konumlandırma, o istikamette… Öyle konumlandıran Zât’a (celle celâluhu) canlarımız fedâ olsun, kurban olsun!.. O mevzudaki Rehberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), yanıltmayan bir rehber. Bu çağda, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) tercümanı, -esasen- çağın sözcüsü de milimi milimine hep O’nu izleyen bir zat idi. O da Cenâb-ı Hakk’ın Firdevs’i ile -inşaallah- sevinsin öbür tarafta. O’nun eli omuzlarımızda bizim, arkamızda inşaallah; O’nun yolunda yürüyorsak, İhlas Risaleleri, Uhuvvet Risalesi, İ’lâ-i Kelimetullah mülahazaları ile. Allah’ın izni ve inayeti ile… Bu kadar güçlü eller tarafından garanti altında bulunuyorsanız, artık denecek/edecek şey kalmamıştır.

   Kendimizi pâka çıkarmamamız lazım; bütün kardeşlerimiz kendi adlarına derin bir muhasebe ve mesuliyet hissiyle iki büklüm olsalar ve kendilerinden sıyrılıp Allah’ın havl ü kuvvetine sığınsalar sezadır.

Meseleye tek zaviyeden bakmak doğru değil. Bir; adamlar -esasen- belli bir dönemde sizi hazmedememişler. Kendilerine göre bir sosyal yapı tesisi peşinde koşturup durmuşlar. Farklılıkla ortaya çıktığınızda, size karşı hased duygusu ile köpürmüşler. Mesela bir buna verilebilir. Fakat mesele sadece buna verilince, içimizde onları suçlama duygusu köpürür. Onu öyle kabul etmek de olabilir; bu yanlış bile olsa, “içtihad hatası” deriz buna. Çünkü şu anda yaptıkları mezâlim, mesâvî, me’âsî de onu gösteriyor. Günahın en katmerlileri, Ziya Gökalp’ın ifadesi ile “mük’ab”ları yaşanıyor.

Bir ikinci mesele de şudur: Cenâb-ı Hak, bize çok geniş imkânlar/fırsatlar verdi. Ben, bu güzel kardeşlerimi düşünürken, mülahazalarımı ona bağlayarak hiçbir zaman ifade etmek istemedim. Fakat hatırlatma nev’inden meseleyi kendime bağlayarak dedim ki: “Benim yerimde doğru dürüst, aklı başında bir insan olsaydı, herhalde bunca insanın böyle teveccühü, katlanarak öyle bir mük’ab hizmet haline gelirdi ki!.. Maalesef ben, bu işin önünü kestiğimden dolayı herhalde bana takıldı, o engebeye takıldı kaldı, belli bir yerde takıldı kaldı!..”

Kardeşlerim için onu düşünemem ben. Fakat burada şunu hatırlatmak istiyorum: Bütün kardeşlerimizin böyle bir mülahaza ile Cenâb-ı Hakk’a teveccühlerinde mahzur yoktur. “Tezkiye-i nefs etmemek suretiyle tezkiye-i nefs etmek” diyor Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i Tâbân, bildiğiniz gibi. Kendimizi pâka çıkarmamamız lazım. Otuz Birinci Söz’de ifade ediyor: إِنَّ اللَّهَ لَيُؤَيِّدُ هَذَا الدِّينَ بِيَدِ الرَّجُلِ الْفَاجِرِ “Allah, bu dini, bazen fâcir bir insanın eliyle bile te’yîd buyurur.” Sonra diyor: “Müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin.” Bu açıdan da her şahsın kendisine böyle bakması, hem sık sık arınma kurnalarına koşması açısından önemlidir hem de kendine bir pay ayırmama mevzuunda çok önemlidir. Ne kadar kendi kudretlerimizden, iradelerimizden, meşîetlerimizden tecerrüt edersek, o ölçüde O’nun kudretine, meşîetine, inayetine, kilâetine teveccüh etmiş, sığınmış oluruz. Zaten doğru olan da odur: لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ “Havl ve kuvvet, Allah’a aittir; hiç kimsenin bir havli yoktur.”

Evet, bir de meseleye bu zaviyeden bakmak lazım; “Biz nerede, ne kusur yaptık!” filan… Mesela idrakimizin yetersizliğinden dolayı mı acaba?!. Bazen münferit hareket mi ettik acaba, münferit düşüncelere mi başvurduk bu mevzuda?!. Kafa kafaya verseydik, böyle kolektif şuura her şeyi emanet etseydik!.. Bu da başka bir mesele… Hani böyle daha değişik şeyler sıralanabilir bu mevzuda. Fakat ana hususlar olarak zikredilen üç temele ircâ etmek suretiyle meseleye umumî manada bakmak lazım.

   “Her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” Olumsuz hadiselerin yanı sıra Cenâb-ı Hakk’ın farklı lütufları bulunduğunu da görmek lazımdır.

Diğer taraftan, bir de meselenin güzel bir yanı var: Zaten her şey -bir yönüyle- öyle başlıyor. Mesela din, yasak ediliyor ülkede; bildiğiniz gibi, Kur’an kursları bile yasak ediliyor. Ben, öyle bir dönemde Kur’an kursuna gidiyordum. Ahırın bir yerinden bir delik açılarak, imam odasına giriliyordu. Orada işte biz çocuklar okuyoruz, 6-7 yaşlarında. Jandarmanın orayı bile bastığını hatırlıyorum. Böyle bir dönem… Bu defa Hazreti Pîr’in sistematiği içinde, ne oluyor? O kadar çok göze batacak gibi değil de iki-üç tane insan bir araya gelsin, bir evde, bir dershanede kalsın… Şimdi o sıkıntı, bir yönüyle çok farklı bir açılım açısı bize gösteriyor, Allah’ın izni-inayetiyle; hani bugünlere gelindiyse, öyle bir mebde ile, öyle bir başlangıç ile oldu.

Bir de meselenin böyle bir pozitif yanı var. Cenâb-ı Hak, şimdi tazyik ediyor ama فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا * إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا “Her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Evet, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirâh, 94/5-6) Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır; her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kur’an-ı Kerim buyuruyor, İnşirâh Sûresi’nde. Demek ki Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek canı çok sıkılıyordu Mekke döneminde. Onun için, وَوَضَعْنَا عَنْكَ وِزْرَكَ الَّذِي أَنْقَضَ ظَهْرَكَ “Senin belini çatırdatan o ağır yükünü üzerinden indirmedik mi?” (İnşirâh Sûresi, 94/2-3) deniyor. “Senin sırtının kemiklerini çatlatacak/kıracak şekilde tazyikât…” O öylesine maruzdu. “… Ama bilmelisin ki bütün bu zorluklardan sonra bir kolaylık var.”

Şimdi bize ait yanlarıyla da bahsettiğimiz o olumsuz şeylerin yanı sıra, Cenâb-ı Hak, bir de böyle olumlu şeylere doğru bizi sevk etti; dünyanın dört bir yanına saçtı-savurdu… Bir dönemde ihtiyârî gidenlerin yanına… Onda da ayrı bir hikmet varmış; bizim aklımız ermez: Onlar önceden oralara gitmeselerdi, sizin hissiyatınıza, düşüncenize, temel felsefenize tercüman olmasalardı, arkadan muhacirler gittikleri zaman, o iltifatı göremeyeceklerdi. Siz (arkadaşlarınızla) çok iyi bir imaj uyardınız oralarda; arkadan giden insanlar da sımsıkı kucaklara, açılmış âğuşlara kendilerini attılar ve huzur içinde soluklanmaya durdular. İşte bunlar da pozitif şeyler.

Bundan sonra -esasen- konuma göre meseleyi nasıl değerlendirmek lazım ise, öyle davranmalı!.. Eskiden gitmiş arkadaşlarımız var. Birileri o ümranları yıksa, bir yönüyle harap etse, blokajlara dinamitler koysa, orada sizin bütün statik hesaplarınızın altını üstüne getirse de Allah’ın izni-inayeti ile siz vazifenizi yapmalısınız. Onlar tahribat cihetine gidiyorlar; belki, işleri kolay. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın inayeti karşısında bozguna uğrama mahkûmiyetini mutlaka yaşayacaklardır. Evet, bunu çok iyi değerlendirmek lazım; meseleye bir de böyle bakmak lazım bu dönemde.

   Biz kurbet yolcularıyız; hep rıza ufkunu kollamalı, Allah’ın hoşnutluğunu kazanma yörüngesinde yaşamalı, zamanın şartlarını gözeterek insanlığa hizmete koyulmalı ve böylece sürekli O’na doğru mesafe almalıyız!..

Vakıa her gün içimizi acıtan, içimizi kanatan tablolar karşısında kalıyoruz. Bütün bunlar kan damlaları oluyor, benim de içime damlıyor, uykumu kaçırıyor, değişik rahatsızlıklarımı tetikliyor. Fakat dişimizi sıkıp sabretmemiz lazım. Sürekli رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) رَسُولاً -Bazı rivayetlerde رَسُولاً نَبِيًّا de var; رَسُولاً نَبِيًّا Sabah-Akşam dualarında olduğu gibi- “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl olarak da Hazreti Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı olduk.” demek suretiyle, olumsuz gibi meydana gelen o duygu, o düşünce, o tahayyülât, tasavvurâtın tepesine bir balyoz indirmemiz lazım, Allah’ın izni-inayeti ile.

Bir taraftan rıza ufuklu yaşarsak, sürekli Cenâb-ı Hakk’ın rızasını ve hoşnutluğunu talep yörüngesinde meseleyi götürür isek, bir taraftan da hâlihazırdaki dünyaya ve bugünkü şartlara, konjonktüre göre, zamanın yorumlarının katkılarını yanımıza alarak hareketlerimizi planlar isek, Allah’ın izni-inayeti ile, hep Allah’a doğru yürüyoruz demektir, inşaallah. Biz, kurbet yolcusuyuz.

Sofiler tekkelerde onu yapıyorlardı: “Fenâ fi’ş-şeyh”, “Fenâ fi’r-Rasûl”, “Fenâ fi’llah”, “Bekâ billah-maallah”, “Seyr ani’llah”… Gideceksiniz; sürekli “nüzûl”lar ile “urûc”lar birbirini takip edecek. Gidecek, dolacak, doyacaksınız; lebrîz olacak, taşacaksınız, taşacak her şey Allah’ın izni ile. Diyeceksiniz ki “Ben başkalarına bu duyguları duyurma mecburiyetindeyim!” İnsanlığın İftihar Tablosu’nun halini Abdülkuddûs’un ifade ettiği gibi: “Öyle makamlara erdi, öyle şeyler gördü ki, vallahi ben oraya çıksaydım, geriye dönmezdim ama O döndü!” Bir başka Hak dostunun dediği gibi, “Peygamber ile başkalarının arasındaki farkı işte bundan anlayın!”

Bir, yaşatma duygusu. Bir de yaşama duygusu. O da hor-hakir değil; Cennet’e girersin, Hûrî-Gılmân olur… Allah, Kur’an-ı Kerim’de o kadar anlatıyor. Fakat hiçbir şey o yaşatma duygusu gibi olamaz. Binlerce insanın elinden tutacaksın, edeceksin, filan…

Bütün bunlar ile sürekli gel-gitler yaşayacağız; o duygular bizi hırpalarken, hemen beri tarafta bu türlü reçeteleri elimize alarak Cenâb-ı Risâlet-penâhînin eczanesine müracaat ederek, “Yâ Rasûlallah! Benim böyle bir derdim var; efendim, bunun reçetesi nedir?” falan diyeceğiz. O da belki diyecek ki: “Sen benim Siyer’imi okumadın mı?!.”

   Bulunduğumuz ülkelerde entegrasyonu sağlamanın yanı sıra dinimizin emirlerinden taviz vermemek de hedefimiz olmalı!..

Bir başka mesele de dünyanın değişik yerlerine hicret etmişiz, göç etmişiz. Nerede Kanada, nerede Kaliforniya, nerede Almanya, nerede İngiltere, nerede Hollanda, nerede Amerika ve nerede Afrika, siyah Afrika?!. Bu açıdan da oralarda yetişmiş insanlar, oranın insanını arka planı ile okumuştur, doğru okumuştur; isabetli değerlendirmeleri vardır. Kafa kafaya verir isek, مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ “İstişare eden insan, haybet (kayıp) yaşamaz!” kazanımını yakalamış oluruz. Onu yakalarız Allah’ın izni-inayetiyle veya yanılma nispetlerini aza ircâ etmiş oluruz ya da aza çekmiş oluruz, indirmiş oluruz.

Bu açıdan da coğrafyayı doğru okumak lazımdır. Dolayısıyla, dünyanın neresinde bulunuyorsak, oradaki insanlar ile dirsek temasında bulunmak suretiyle diyeceğimiz, edeceğimiz şeyleri belirlemek ve onları temsil ile derinleştirmek lazımdır. Yani Peygamberâne ifadelerin yanında, -“Peygamberâne ifadelerin yanında” diyorum- meseleye “hâl” ile “temsil” ile kâfiyeler koymak… Yani, davranışlarımız, dediğimiz şeylerin milimi milimine aynı olmalı esasen. Dolayısıyla böylece o topluma entegre olmuş oluruz. O toplum bizleri kendilerinden birer fert, kendilerinden birer toplum olarak görür!..

Bir diğer taraftan da böyle bir yerde, yabancı bir ülkede esasen ağır basan, bizim dışımızda, bize tesir edebilecek ister hayat tarzı, ister üslupları, isterse inanç sistemleri ile ilgili hususlar olabilir. Meselâ insanî değerleri çok önde olabilir… Fakat dinin bazı emirleri var. İşte hafizanallah, bohemliğe karşı kararlı durma, seralar oluşturma, hep onların içinde emn ü emân içinde bulunma… Bunlar bizim için, arkadan gelen genç nesiller için çok önemlidir. Gençlerin okudukları kitaplar, onlara (gidilen coğrafyanın kültürüne) aittir. Ne yapıp yapıp bizim değerlerimizi, methedip göklere çıkarmak suretiyle, onlara sevdirmek lazımdır. Hangi insan vardır ki Asr-ı Saadet’teki o toplumun âdetâ ütopik hayat tarzlarını görsün de beğenmesin onu?!. Bu açıdan da öyle bir şey serdedildiği, sergilendiği zaman -zannediyorum- kendi evlatlarımızı da imrendirecek ve asimilasyona karşı da seralar/surlar oluşturmuş olacağız, Allah’ın izni-inayeti ile.

   Himmet, Asr-ı Saadet’ten beri süregelen bir uygulamadır; bugün adı, alanı, şekli biraz değişmiş ve “muavenet” olmuştur; hangi unvanla olursa olsun mağdurların yardımına koşmak üzerimizde bir borçtur.

İnsanlığın İftihar Tablosu mebdede meseleyi başlatırken insanların himmetine müracaat etmişti. Tebük’e gideceklerdi; çok ciddi donanıma ihtiyaç vardı. O günün şartlarına göre nasıl mekanize olunuyor ise, öyle mekanizasyona ihtiyaç vardı. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) himmete müracaat etti.

Sizinkinin de şimdiye kadar adı “himmet” idi zaten. Hemen her yerde himmet yapıyordunuz; burs veriyordunuz, bina yapıyordunuz, kurs açıyordunuz; bunları yapıyordunuz.

İnsanlığın İftihar Tablosu, orada en müessir şekilde konuştu. Konuşunca, O’nun sözlerine -bir yönüyle- dağ, taş, ağaç, hayvanlar bile cevap veriyordu. Üstad hazretlerinin, mucizâtı serdettiği yere bakacak olursanız, nelerin “Lebbeyk!” (Buyur yâ Rasûlallah!) deyip O’na koştuğunu göreceksiniz.

Orada birkaç mesele söz konusuydu: Hazreti Ebu Bekir efendimiz, Hazreti Ömer efendimiz, Hazreti Osman efendimiz, Hazreti Ali efendimiz… Hakikaten bunların her birerleri kâmet-i kıymetleri ölçüsünde yaptılar. Hazreti Ebu Bekir, malının bütününü getirdi; Hazreti Ömer efendimiz, yarısını getirdi; Hazreti Ali efendimiz, yarısını gizli, yarısını açık getirdi; Hazreti Osman efendimiz zaten beş yüz tane deve himmeti yaptı, malum. Dillere destan bütün bunlar.

Fakat bu meseleyi anlamayanlar da vardı. Mesela, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuştuktan sonra, “Ne yapılacak şimdi, alın teri ile kazandığımız şeyleri getirip bunların eteklerine mi dökeceğiz?!” falan… Birisi o inceliği anladı, hemen evine koştu; ya eteği veya avuçları dolu, ne var ise onun içinde, getirdi, “Al yâ Rasûlallah!” dedi. Hemen öbürleri dediler ki, “Demek böyle yapmak lazımmış!” Evet, bunun gibi.

Bu açıdan biz böyle körü körüne bir meseleye açılmış değiliz. Arkadaşlarımızdan, büyüklerimizden Allah ebeden razı olsun; onlar da bir himmet düşüncesi oluşturdular. Bu düşünce, bir dönemde öyle gelişti ki, Allah’ın izni-inayeti ile… Hani ben çok değişik yerlerde, değişik şeylere şahit oldum fakat sadece bir tanesini arz edeceğim; hatta yerini de arz edeceği onun:

Bozyaka’da, Bozyaka’nın salonunda… Yine Fakir, böyle derme-çatma bir şeyler konuşuyorum, işte burada başınızı ağrıttığım gibi. Ondan sonra da arkadaşlar, işin önündekiler, defteri kalemi alıyorlar; böyle, “Sen ne veriyorsun? Sen ne veriyorsun?” soruyorlar; insanlar da gönüllerinden koptuğu gibi taahhüt ediyorlar. Ben konuştuktan sonra çekildim, biraz utanıyordum. Yani onu da bir dilenme gibi görüyordum ama neylersin; başka türlü de o kocaman çark dönmüyor, ona göre bir çağlayan olması lazım ki döndürsün. Kendi odama çekildim ben. O sırada, astsubaylıktan emekli, orada hizmette de koşan birisi, elinde anahtarlar, koşa koşa geldi. Gözleri dolu dolu, “Hocam!” dedi, “Benim verecek param yok; astsubaylıktan emeklilik ikramiyesiyle aldığım evimin anahtarlarını veriyorum.” Unutamayacağım bir hadise…

Fakat o kadar çok unutamayacağım hadise var ki!.. Bir başka yerde neyse ki himmet az oldu, ben de çok sıkıldım. Dedim ki: “Ben bulurum bunu; ben de yüz bin lira taahhüt ediyorum!” Dedim ama belki hiç düşünmedim; nasıl bulurum diye de düşünmedim. Bir gün sonra, belki iki gün sonra, sizin çoğunuzun tanıdığı biri… Evet, her iki bacanak da öyle cömerttiler, Hizmet’in içindeydiler. Ne münasebetle ise ki, ben onun evine kahvaltıya gittim. Bir şey talep etmedim ben, istemedim ondan. O güne kadar da öyle çok önde görünmemişti. “Hocam” dedi, “Siz o gün himmet yapmışsınız, yüz bin lira taahhüt etmişsiniz. Kusura bakmazsanız, onu ben vermek istiyorum!” dedi. Evet, bir yerde siz cesurca bir adım atıyorsunuz; Cenâb-ı Hak, öyle mukabelede bulunuyor ki, hakikaten siz de utanıyorsunuz, iki büklüm oluyorsunuz asâ gibi.

Arkadaşlarımız böyle himmet ile muavenete de alışmışlardı; sadece işin adı, bir de alanı değişti. Eskiden mesele Türkiye’de cereyan ediyordu. Meselenin biraz şekli de değişti. Yurt dışına çıktık biz; burada bir hayli bakılacak insan var, muavenete muhtaç insan var. Kadınlar var, çocuklar var. İşte şehit olan insanlar var, gelip-giderken yollarda şehit olan insanlar var… Bunların hepsinin görülüp gözetilmesine ihtiyaç var belki.

Dışarıda, mesela Amerika’da bu türlü organizasyonları nasıl gerçekleştirebiliriz? Almanya’da nasıl gerçekleştirebiliriz? Bazı yerlerde böyle bu türlü muhtaçlara yardım fonları oluyor, yapıyorlar. O türlü organizasyonlar da olur ama bize inanmaları lazım, güvenmeleri lazım.

Dünkü sözlerimiz ile bugünkü hal ve temsillerimizin örtüşmesi, meseleyi koro haline getirecek, Allah’ın izni-inayeti ile. Herkes duyacak, herkes o çağrıya koşacak, Allah’ın izni-inayeti ile.

Yol, Çile ve Âkıbet

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Bazen küçük şeylere takılıp ara veriyoruz, belki. Nefis mi konuşturuyor, yoksa vicdanımın sesi mi, onu da bilemiyorum: “Sanki benim konuşmalarımla ne olacak insanlara! Ne ifade eder ki?!. Şimdiye kadar ne ifade etti ki onu ifade etsin?!.” Bu da aklıma gelebilir; bu da şeytanın bir oyunu olabilir. Sana ne; ne ifade ederse etsin!.. Sen, kendini toparla, bütün benliğinle Cenâb-ı Hakk’a yönel, hep “İhlas, Rıza, Hâlis Aşk ve İştiyak!” de… Sonra, “kalb”e müteallik, “ruh”a müteallik, “sırr”a müteallik meselelerde tam istikameti koruyor musun, korumuyor musun; onu, Sahibine (celle celâluhu) havale et: “Allah’ım! Beni zerre kadar istikametten ayırma, sadâkatten ayırma, ihlastan ayırma!” de.

   Izdırap ve çileler her zaman istihkak ile alakalı değildir; onları yolun şiarı bilip yürekli olmak ve elemleri ahiret sermayesine dönüştürmek gerektir.

Bazen öyle olabilir; bazen daha küçük dünyevî meselelere takılma olabilir. Bazen de günümüzdeki fırtınalar/rüzgârlar biraz şiddetli esiyor; tsunamiler birbirini takip ediyor; çevrenizdeki arkadaşların çektikleri ızdırapları görüyorsunuz. Onlar bir yönüyle sizin immün sisteminizi baskı altına alıyor; bazen de onlara takılıyorsunuz.

Orada daha yürekli olmak lazım.. daha iradeli olmak lazım.. arkadaşların mütalaalarına/düşüncelerine başvurmak lazım.. bir yönüyle, onların dediklerine de kulak vermek lazım.

Ne yapalım, Allah en sevdiği ıbâdını (kullarını) değişik zamanlarda hep aynı şeylere maruz bırakmış. Hazreti Âdem, daha Cennet’te iken ağır bir imtihana tâbi tutulmuş. Öyle bir zelle yaşamış ki, o zelleden ötürü kırk sene başını semâya doğru kaldıramamış. Bu, başın semaya doğru kaldırılması, Cenâb-ı Hakk’ın yüceliğini ifade etmek için; yoksa Allah (celle celâluhu) “Ne yerlerde, ne göklerde, ne sağ u sol, ön ve ardda / Cihetlerden münezzehtir ki hiç olmaz mekânullah.” Fakat kırk sene başını yukarıya kaldıramamış. Neden sonra diyorlar…

Vakıa, Cenâb-ı Hakk’ın ona talim buyurduğu: رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Sen kusurumuzu mağfiret buyurup bize merhamet etmezsen en büyük kayba uğrayanlardan oluruz.” (A’râf, 7/23) şeklindeki duayı okuyor. “Havva, ben, hatta şeytan, nefsimize zulmettik; mağfiret etmez isen, hüsranda olanlardan, kaybedenlerden oluruz.” İcmâlî manası itibarıyla… Allah (celle celâluhu), bu ayeti tâlim buyurmuş, Hazreti Âdem onu tekrar edip durmuş, tekrar edip durmuş. Enbiyâ-ı ızâmın duaları içinde, Hazreti Âdem’in dediği farklı şeyler de var, el-Kulûbu’d-Dâria’da; Enbiyâ-ı ızâmın duaları içinde, baktığınız zaman göreceksiniz onu. Fakat bu, Kur’an-ı Kerim’de olduğundan, en mutemet, onun dediği şeyin bu olduğu kanaati var bizde, o kanaat hâkim.

Seyyidinâ Hazreti Nuh, sadece kavminden değil, bir de hanımından çekmiş. İşte bu da Tahrîm Sûresi’nde ifade buyuruluyor. ضَرَبَ اللهُ مَثَلاً لِلَّذِينَ كَفَرُوا اِمْرَأَةَ نُوحٍ وَامْرَأَةَ لُوطٍ كَانَتَا تَحْتَ عَبْدَيْنِ مِنْ عِبَادِنَا صَالِحَيْنِ فَخَانَتَاهُمَا فَلَمْ يُغْنِيَا عَنْهُمَا مِنَ اللهِ شَيْئًا وَقِيلَ ادْخُلاَ النَّارَ مَعَ الدَّاخِلِينَ “Allah, küfre batmış olanlar için Nuh’un hanımı ile Lût’un hanımını misal getirir: Her ikisi de, kullarımız içinde iki sâlih kulun nikâhı altında idiler, fakat (onları inkâr ederek ve düşmanlarıyla işbirliği yaparak) onlara ihanet ettiler. (Peygamber olan) kocalarının Allah karşısında onlara hiçbir yardımı dokunmadı ve her ikisine de, “Girin Ateş’e ona girenlerle birlikte!” denildi.” (Tahrîm, 66/10)

Hazreti Asiye validemiz (Firavun’un hanımı) takdir ile yâd ediliyor. Meryem validemiz göklere çıkarılıyor. Ama Hazreti Lût’un hanımı (Eski Ahid’de “Odetta” deniyor) ve Hazreti Nuh’un hanımı zemmediliyor. Bunlar peygamber ocağında, peygamber yatağında senelerce peygamberi dinliyorlar; fakat tamamen peygamber yatağında ama şeytanın tuzağında. Hafizanallah… Ne ızdırap çekmiştir o peygamberler; çünkü âkıbeti çok net gören insanlardır onlar.. kabri gören insanlar.. Berzah’ı gören insanlar.. Mahşer’i, Mizan’ı gören insanlar.. Sırât’ı gören insanlar.. Cehennem’i bütün dehşeti ile, ürperticiliği ile gören insanlar.. Cennet’i bütün şaşaasıyla, debdebesiyle, ihtişamıyla, hezâfiriyle gören insanlar. Dolayısıyla, onların ufku açısından, “kazanma” ve “kaybetme” mevzuunun sizde/bizde olandan çok farklı tesiri olur. İyi şeyler, onları öyle sevindirir ki, kanatlandırır, melekler ile beraber uçuverirler semada; olumsuz şeyler de onları yere batırır âdetâ. Ee çekmişler bunlar; hatta en yakınlarından çekmişler. Şimdi meseleleri bu zaviyeden ele alın…

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem)… Herkes meseleyi öyle kabul ediyor mu, etmiyor mu? لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ Hatta halk arasındaki isti’mal şekliyle, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلأَفْلاَكَ “Sen olmasaydın, olmasaydın; felekleri, sistemleri, kehkeşanları yaratmazdım!” deniyor. Hadis kriterleri açısında sorgulanabilir ama çokları tarafından bunu teyîd eder mahiyette söylenmiş sözler vardır ki, “Varlık, yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır!” Üstad Necip Fazıl da O’nun hayat-ı seniyyelerini çizgilendirdiği, bir dantela gibi nakşettiği kitabında “O ki, o yüzden varız!” demeyi tercih etti; “O ki, o yüzden varız!” dedi. Evet, bir taraftan, Yaradan O’dur, Allah’tır (celle celâluhu); diğer taraftan da gâye ölçüsünden en büyük vesile de O’dur (sallallâhu aleyhi ve sellem). Cenâb-ı Hak, o vesilenin arkasında sâdıkâne durmaya muvaffak kılsın!..

İnsanlığı irşad etmek için gönderiyor, o donanım ile gönderiyor. Çocukluğunda ayrı yetimlik çekiyor. Amcasının yanında neşet ediyor. Başka bir yerde, Halime validemizin yanında kalıyor, belli bir miktar. Yani, çocukluğunda bile bir çocuğun annesinden-babasından göreceği şeyi göremiyor! -Canım çıksın!.. Bilmiyorum, o zamanda olsaydım canımı verir miydim O’nun için!.. Şimdi veririm gibi geliyor. Fakat hani bir sahabînin dediği gibi… “Yahu öyle demeyin!” diyor, “Biz ne çektik orada; çokları o çekme karşısında dayanamadı da inhiraflara yuvarlandı!” Hafizanallah.- Belli bir dönemden sonra Nübüvvet ile serfirâz kılınıyor. Bütün kabilesi, hatta kendi yakınları Haşimoğulları da, Beni Teym de, Beni Mahzum da hepsi karşı çıkıyorlar. Ölümüne kastediyorlar; o mevzuda değişik değişik komplolar planlıyorlar. On üç sene Mekke-i Mükerreme’de çekmediği gün kalmıyor O’nun.

Demek ki, çekme mevzuu, bir istihkak mevzuu değil. Fakat meselenin bir yanı şudur, belki sofîce bir yaklaşım oluyor bu: Allah (celle celâluhu) burada insana çektirmek suretiyle, âhirete âit örgü adına unsurlar oluşturuyor. Orası “Kudret dairesi”; burada siz kendi varlık dantelanızı örgülüyorsunuz. Allah’ın âdeti bu; varlık dantelanızı örgülüyorsunuz burada.

   Yolun sonunda Allah’ın cemalini müşahede ve rızasına mazhariyet var ise, çekilen çileler çok küçük birer bedel ve netice itibarıyla ilahî ihsan sayılır.

Bu açıdan da onu öperek başımıza koymamız lazım: رَضِينَا بِاللَّهِ رَبًّا، وَبِالْإِسْلَامِ دِينًا، وَبِمُحَمَّدٍ (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) رَسُولاً نَبِيًّا “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, rasûl ve nebi peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” Dolayısıyla bütün bunları, Cenâb-ı Hakk’ın bize bir lütfu olarak algılamak lazım: “Elhamdülillah! Bizi, Cenâb-ı Hak burada konumlandırıyor. Öbürlerini orada zebil olup gidebilecek bir yerde konumlandırıyor.

Siz, öbür âlem adına ne örgülemiş ve göndermişseniz, kabre girdiğiniz andan itibaren onu temaşa ile zevkten zevke geçeceksiniz, farklı zevk tabloları karşısında hep mest u mahmur yaşayacaksınız. Öyle ki, daha o zamandan itibaren kendinizi Cennet’te sanacaksınız. Bir de Cennet’e girdiğiniz zaman her şeyi unutacaksınız. Zira “Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakika Cennet hayatına mukabil gelmez.” Bir dakika… Ee bir de Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ kemâlini görme…

Şu bir buçuk trilyon galaksi… Yok, bir buçuk trilyon güneş sistemi gibi bir sistem… Bütün bunlara serpiştirilen güzellikler… Onlara göre yaratılan mahlûklar… Sadece fihrist olan küre-i arz üzerindeki o güzelliklere baksanız… Hazreti Pîr-i Mugân’ın tahlilleri ile delil olarak serdettiği şeyleri düşünseniz… Mesela, hayvanat; iki milyon, üç milyon -belki- hayvanat… -Hazreti Pîr, “üç yüz bin” diyor; çünkü o dönemde zoologlar “O kadar canlı var!”. diyorlar.- Bütün bunlar, bunların üzerine serpiştirilen o güzellikler… Bunların hepsini tek tabloda bir “dolunay” anında kameri müşahede ediyor gibi edeceksiniz. Çok tekrar ettiğim bir şey, Bed’ü’l-Emâlî’de dendiği gibi:

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!”

O’nu gördükleri zaman, Cennet nimetlerini de unutacaklar… Villaların yolunu, Hûrilerin yolunu, köşklerin yolunu unutacaklar… Öyle bir şey ile mest u mahmur hâle gelecekler. Bütün bunlar, hem de ebediyet vaadiyle insana veriliyor ise, bence burada böyle her günümüzü değil de her saniyemizi, her dakikamızı çok farklı bir işkence altında geçirsek, işkenceler gelse tepemize binse de ne olacak bunlar?!. Gelip geçici şeyler!..

Evet, hırtapozlar kendi karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. “Hırtapoz” (utanmaz, patavatsız, saygısız, serseri) biliyor musunuz?!. Kendi karakterlerinin gereğini sergiliyorlar. Ee size düşen şey de kendi karakterlerinizin gereğini sergilemek. O nedir? Bakın, hani birisi canı sıkılınca böyle, öfkeyle, şok hadiseler karşısında, tahammülünü aşan şeyler karşısında, “Allah kahretsin!” falan der. Hayır, öyle diyeceğinize daha kestirmeden, Cenâb-ı Hakk’ın hidayetini isteyin. “Allah’ım, hidayetin ile onları da serfirâz kıl! Onlara da Cennet’e giden yolu göster! Cennet-mennet falan deyip de böyle şeytanın yolunda oyalanmaktan onları da kurtar, halas eyle!” falan deyin. Böyle, bir insanın lehine olan dua, daha serî bir şekilde nezd-i Ulûhiyette kabule karin olur; aleyhindeki şeyler takılır, yollarda kalır. Hafizanallah. Evet, bize düşen şey, insanca davranmak, insanca düşünmek, insanca konuşmaktır.

Bu açıdan da Allah’ın bizi yerleştirdiği konuma binlerce hamd ü senada bulunmak lazım; onların konumlarına da acımak lazım. İnsanlığın İftihar Tablosu’nu Miraç’tan dönerken düşünün!.. Biraz evvelki Cennet’i yaşıyor O. Miraç’tan dönerken, başkalarının elinden tutmak için dönüyor. Onlara hidayet yolunu göstermek için, kapı aralamak için dönüyor. Cenâb-ı Hak, bizi, O’nun şefaati ile serfirâz kılsın, Livâu’l-Hamd’i altında bir araya gelmeye muvaffak eylesin!.. “İnsanları sefalet ve sukût-i hayale bâis üç şey vardır: Aklın kılleti, ruhun zilleti, vücudun illeti.” Allah, bunlardan muhafaza buyursun! Akl-ı kâmil ile, hiss-i kâmil ile, rûh-i kâmil ile serfirâz eylesin!..

   Özellikle gençlerin Deizm’e kaydığının söylendiği günümüzde, imanın esasları ve İslam’ın temelleri zamanın dili ve enstrümanlarıyla yeniden ele alınıp değerlendirilmeli ve muhtaç insanlara seviyelerine göre anlatılmalı!..

Enbiyâ-ı ızâm, bir taraftan edâ edecekleri misyonu eda etmişler. O kendilerine anlatılmış. Sonra da onlar, en önemli mesele olarak Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, Evsâf-ı Âliye’si ile, Esmâ-i Hüsnâ’sı ile, Zât-ı Baht’ı ile, nasıl tanınacak ise öyle tanınması istikametinde anlatmışlar. Kendi ufukları açısından onlar, duyuşlarına, sezişlerine, müşahedelerine ve O’ndan gelen mesajlara göre O’nu anlatmışlar. Onların anlatması olmasaydı, hiç farkına varmadan gider bazılarımız Materyalizm’e, bazılarımız Natüralizm’e, bazılarımız Monizm’e, bazılarımız Panteizm’e saplanıp kalırdık, hafizanallah. Bunların hepsi inhiraf çizgileridir. Dolasıyla da nezd-i Ulûhiyette hiçbir şey ifade etmez. Ciddî bir cehd sarf edeceksiniz, gayret sarf edeceksiniz fakat kendinizi yine düşünce gayyası içinde göreceksiniz, hafizanallah. Oysaki düşüncenin kıymeti zirvelerde dolaşmasına bağlıdır.

Şimdi O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda bize rehberlik yapmasaydı… Hani diyoruz ki O’na: O (sallallâhu aleyhi ve sellem), gaye ölçüsünden bir vesiledir, bir vâsıtadır. O, bu ufku bize göstermeseydi, O Zât-ı Ulûhiyeti bir yönüyle لاَ تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak/ihata edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar)dır.” (En’âm, 6/103) ufku itibarıyla bize tanıtmasaydı, biz O’nu bilemezdik. Sıfât-ı Sübhâniye’yi de bilemezdik, Esmâ-i Hüsna’yı da bilemezdik, imanın gönüllerde esasen Cennet zevki hâsıl ettiğini de bilemezdik. “İman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor.” Bunu bilemezdik. “Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” Bunu da bilemezdik. O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok şey medyunuz.

İşte enbiyâ-ı ızâm, tâ hazreti Âdem’den Efendimiz’e kadar… Ama değişik dönemler itibarıyla… İnsanlar basit düşündükleri bir yerde Cenâb-ı Hak ona göre bir elçi gönderiyor. Basit düşünme seviyesinde… Basit düşünme demektir; “mürekkep” değil. Mürekkep düşündükleri zaman, o ufkun insanını gönderiyor. Müzâaf düşündükleri zaman da o ufkun insanını gönderiyor. Değişik kavimlere göre, kültür ufukları itibarıyla, zaman ve konjonktür itibarıyla Enbiyâ-ı ızâmı gönderiyor. Dolasıyla tanıtılması gerekli olan şeyleri tanıtıyor: “Zât”ını, “Sıfat”larını, “Esmâ”sını… Sonra “haşr u neşri” işliyor, ispat ediyor.

Sabah hassasiyetle derste üzerinde durulduğu gibi, Kıtmîr de arkadaşımıza dedim, o işleri yapan arkadaşımıza dedim: Bu günümüzde Deizm’e çok ciddî bir kayma var. Bazı İslam ülkelerinde Müslümanlık iddiası, “Siyasî İslamiyet” iddiası var; fakat insanlar/gençler Deizm’e kaymışlar. Şimdi bu mevzuda o haşir meselesi çok iyi işlenip anlatılmalı!.. Zât-ı Uluhiyet mevzuu çok iyi işlenip anlatılmalı!.. Günümüzün insanının anlayacağı şekilde, değişik yerlerden derlenerek, kompoze edilerek, çok ciddî analizlere tâbi tutularak, değişik ilim adamlarının mütalaalarına göre günün sesi-soluğu haline getirilerek anlatılmalı!.. Dün bütün enstrümanlar namına belki bir “ney” vardı. Onları kullanın demek istemiyorum ama şimdi def var, dümbelek var, klarnet var, zurna var, davul var… Bütün bunları hesaba katarak, esasen meseleler ne ile seslendirilecek ise, bir mehter gibi, ona göre seslendireceksiniz. Dolasıyla günümüzün insanının anlayacağı bir dil ile anlatacaksınız onu… Astronomi’nin diliyle, Fizik’in diliyle, Astroloji’nin diliyle, Antropoloji’nin diliyle anlatacaksınız. Çünkü adamlar, o dil ile anlatılan şeylerden anlıyorlar. Bu itibarla da bunların her birisi esasen O’na bakan pencerelerdir. Siz, o pencereleri o istikamette değerlendireceksiniz..

Evet, peygamberler bir taraftan bu mesajları vermişler. “Haşir” dedim, bir de işte “Nübüvvet/Risalet” mevzuu. İmam Gazzâli, “üç esas” diyor; Hazreti Pîr, bir de “İbadet-Adalet” diyor, onun ile dört sayıyor. O da bu inanmanın gereği olarak yapmanız, O’na karşı yapmanız gerekli olan vazife: إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

   “Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner!..”

Şimdi Peygamberler, bu türlü mesajlarla, yapıcı, imar edici, insan duygu ve düşüncelerini hem koruyucu hem de yükseltici şeyler ile geldikleri halde, esasen sıkıntılara maruz kalmaları da eksik olmamış. Başlarından sıkıntılar da hiç eksik olmamış.

Biraz evvel arz ettiğim gibi -ki o ince bir husus- esasen öbür âlemin dantelası adına burada âdetâ bizim elektronlarımıza, nötronlarımıza, protonlarımıza, moleküllerimize, belki öbür âleme göre var olma keyfiyeti öğretiliyor, tâlim ediliyor. Çünkü burada olan şeyler hep eriyip gidiyor. Bildiğiniz gibi orada erime yok. Hatta yediğiniz şeyleri ıtrah zahmeti de yok. Belki ağaçların yaptıkları gibi… Bir taraftan karbondioksiti emiyorlar, diğer taraftan da oksijen ifrâz ediyorlar. Belki öyle bir şey; bu da esasen bir misal… وَلِلَّهِ الْمَثَلُ اْلأَعْلَى Hiç buna da benzemeyecek şekilde, bir terleme ölçüsünde bile sıkıntı çekmeyecek şekilde, öbür tarafta yudum yudum hep zevk yudumlayacaksınız, Allah’ın izni-inayetiyle.

Mesaj, onlar… Enbiyâ-ı ızâm, bunlar ile geldikleri halde, hep çekmişler; o sıkıntılara maruz kalmışlar. Şimdi onlardan bize kalan miras, esasen, bizim de aynı mukavemeti göstermemiz, çizgi değiştirmememiz!.. Birileri -böyle- dünyevî/muvakkat hayatta zevk u sefâ içindeler, böyle bohemce yaşıyorlar, böyle hayvanca yiyip-içip yan gelip -Yirmi Üçüncü Söz’de ifade edildiği gibi- kulakları üzerinde yatıyorlar. Şimdi bunlara bakıp da insan aldanabilir, hafizanallah.

Esasen bir kısım sıkıntılar var ama bir yönüyle -zannediyorum- zamanla onlar da hamd vesilesine dönüşebilir. Hani benim gibi birinde olduğuna göre, siz kendinizde onu çok daha âlî hissedebilirsiniz. Bazen öyle derin bir zevke dönüşüyor ki bunlar!.. Mesela değişik şeyler ile kıvranıp duruyorsunuz; onun bir sancısı var, onun bir sancısı, onun bir sancısı… Sancılar diyorlar ki, “Bundaki immün sistemi tamamen çöktüğünden dolayı ben de buraya yerleşebilirim!” O da geliyor, o da geliyor; on tane sancı birden geliyor. Fakat öyle bir zevk-i ruhânî veriyor ki bu, insana!.. “Allah Allah! Yâ Rabbi! Ben, demek o kadar bir şey imişim ki, Sen beni hep kurcalıyor, eviriyor-çeviriyor, şekillendiriyorsun!” falan diyorsun. Öyle derin bir zevk duyuyorsun ki orada, daha şimdiden, Cennet’e girmeden, Cennet’e girmiş gibi görüyorsun kendini.

Dolayısıyla, başa gelen her şeyi bence böyle karşılamak lazım; imanın bir tûbâ-i Cennet çekirdeği olmasını çok iyi değerlendirmek, inkişaf ettirmek lazım, Allah’ın izni-inayetiyle. Yol, Peygamberler yolu… Üslup, Peygamberler üslubu… Cenâb-ı Hak, bizi ondan ayırmasın; bizi karşı tarafın şatafat ve debdebesine bakarak aldananlardan kılmasın!..

Biraz evvel (elektronik tabloya) göz ucuyla bir nigâh-ı âşinâ kılınca, gördüğüm resimde, Hazreti Mevlânâ’nın o derin peygamber aşkını ifade eden sözü çıktı:

مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ،

مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ،

هَرْ بَنْدَه كِه آزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ،

مَنْ شَـادْ اَزْ آنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” “Ben, kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben, O’nun hizmetine, Hazreti Rasûl’ün hizmetine kul oldum” diyor. “Her bende, kulluktan âzâd olunca, sevinir; ben, O’na kul olduğumdan dolayı, iliklerime kadar sevinç duyuyorum” diyor.

هَرْ بَنْدَه كِه آزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ،

مَنْ شَـادْ اَزْ آنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

Evet, herkes öyle diyebilir bunu, Allah’ın izni-inayetiyle. Her zaman O’nun rahmetinin vüs’atine sığınmak: “Oh be!..” Kâkül-i gülberglerinizi “Yed-i Kudsiye”siyle okşaması, sizin için ne ifade eder?!. Evet… Hatta bir de bir şey ilave etse orada, “Gel yaramaz seni!..” Ha, bu bile inanın size şerbet sunmuş gibi olur. “Haydi, yaramaz, sen de gir Cennet’e!” O “yaramaz” sözü sana “Seni bağrıma basıyorum!” gibi gelir. Bu… O’ndan gelen her şey, böyledir.

Cenâb-ı Hak, Zâtını bu şekilde sevmeye/sevdirmeye bizi muvaffak kılsın. حَبِّبُوا اللَّهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ “Allah’ı, kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin.” Allah, inâyetini bizimle beraber eylesin!..

Neyse… Benimkini şöyle anlayın: وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ “Sen öğüt verip hatırlat; çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.” (Zâriyât, 51/55 ) Hangi enstrüman ile konuşuyorsanız/anlatıyorsanız, siz hatırlatın esasen. Hatırlatma, mü’minlere faydalı olacaktır.

   Kıyam (ayakta kalabilmek) kıvama bağlıdır; insan kıvamı ölçüsünde mukavemetli olur.

O sıkıntılı dönemlerde, Enbiyâ-i ızâm ile beraber çevrelerindeki sâdık insanlar da çekmişler. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) katlanmış ama Hazreti Ebu Bekir de katlanmış, Hazreti Ömer de katlanmış, Hazreti Osman da katlanmış, Hazreti Ali de katlanmış ve diğer ashâb-ı kirâm da katlanmışlar; Mekke’dekiler de katlanmış, Medine’dekiler de katlanmış; katlanmışlar. Ama o türlü şeylere maruz kalacakları âna kadar kulluk kıvamını sergilemişler; Allah da (celle celâluhu) onlara öyle bir donanım ihsan etmiş ki, tam kıvama ermişler. Sonra kıvamın temâdîsi olarak, o türlü şeyler ile karşılaşmışlar ama ona çarpan şeyler yok olmuş.

Günümüzde de bugüne kadar samimi hizmet eden insanlar, dünyanın dört bir yanına açılan insanlar, dikili bir taşları olmayan insanlar, hatta o türlü şeylerin hayalini bile yaşamayan insanlar… Ben zannediyorum o kardeşlerimizden hiçbiri ve arkalarında olanlardan hiçbiri, bir tane zırhlı arabasının olmasını hiç düşünmemiştir. Ama birileri elli tane alıyor, “Yahu yüz olsa daha iyi olacak galiba!” diyor. Sonra yüz olsa… Hani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis-i şerifleri var; ehl-i dünya için, “İki dağ altını olsa, üçüncü dağı ister.” buyuruyor. Onlar da “Üç yüz tane olsa daha iyi olacak!” diyorlar. Korumalar yüz tane oluyor, “İki yüz tane olsa daha iyi olur.. dört yüz tane daha iyi olur.. yahu en iyisi mi bir ordu teşkil etmek lazım!” Anlayın… Bir ordu…

Ee canım çıksın, Hazreti Ömer’in arkasında onu koruyucu on tane insan yoktu. Hazreti Ömer kimdi? İki tane güçlü devleti, iki süper gücü hizaya getirmişti: Persler, o güne kadar dünyanın en güçlü devleti; Romalılar, o güne kadar dünyanın diğer en güçlü devleti; onları dize getirmişti. Kendisi mescitte yatıp-kalkıyordu, kumun üzerinde yatıp-kalkıyordu. Beş-on tane insan ile orada meşveret ediyordu. “Ben Müslümanım!” diyen, böyle olmayan insanlar… Bir şey diyeceğim, ağır mı olur? Vallahi de yalan söylüyorlar, billahi de yalan söylüyorlar, tallahi de yalan söylüyorlar! Onlar, münafıktır; herkes de bilsin, münafıktır.

Şimdi zannediyorum o güne kadar o istikameti koruyarak işi oraya getirmiş insanlar, orada da o güne kadar çektikleri emeğin karşılığını görürler, Allah’ın izniyle. Ve zaten oradan gelen mesajlarda da o var. Şimdi ben bir sarsıntı yaşıyorum ki!.. “Acaba, bu Yezîd’lere karşı, Haccâc’lara karşı yapılacak şeyleri bilemediğimizden/cehaletimizden dolayı mı?!.” Size nisbet edilen bu insanlar, işkence çekiyorlar orada, ızdırap çekiyorlar. Çocuklar, masum çocuklar, anasından dünyaya yeni gelmiş çocuklar ölüyor; kadınlar ölüyor, beyleri ölüyor. Bazıları yurt dışına kaçıyor, dün düşman kabul ettiği insanların ülkelerine kaçmak istiyor; Meriç’te boğuluyor, başka yerde boğuluyor. Veya giderken başka yerlerde başka türlü şeyler oluyor. Zindanlar… Kaçırmalar oluyor; haramilikler, kırk haramilikler oluyor… Oluyor bütün bunlar. Siz bütün bunları ruhunuzda derinlemesine duyuyor ve hadiselerin şoku ile sürekli kıvranıp duruyorsunuz.

Karşı taraf orada onlara o işkenceyi yapıyor ki, kendileri gibi -bağışlayın- zâlimce davranmaya onları sevk etsinler, anarşiye sevk etsinler. Hiç olmayacak şekilde… Yeminle söyleyeyim: Karıncaya basmayan insanlara ve aynı zamanda bir arının ölümü karşısında yarım saat ağlayan insanlara “terörist” diyenler, teröristin tâ kendisidir. Karıncaya basmayan adama “terörist” diyor. Bunlar çok moral bozucu şeyler. Fakat Hazreti Ali’ye dayandırılan bir sözde ifade edildiği gibi: سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي صَبَرْتُ عَلَى شَيْءٍ أَمَرَّ مِنَ الصَّبْرِ “Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim.” Dişimi sıkıp öyle sabredeceğim ki, sabır, sabırdan daha ağırına, daha çetinine, daha yobazına katlanacağımı anlayacağı âna kadar.

O sıkıntıları görüyor, duyuyoruz. Yavaş yavaş şimdi dünya da duyuyor. Maksadınız ne idi sizin? Çok geniş dairede esasen bu pozitif tavrınız görülüyor. Temsil ve hâldeki gücünüz dikkat çekiyor. Temsil ve haldeki; yani, ölesiye hizmet fakat bir zerre kadar çıkar düşünmeme… Ölesiye hizmet… Hizmet yolunda ölmeyi cana minnet sayma… Giden arkadaşların çoğu öldükleri yerlerde gömüldüler.

Benim candan sevdiğim Hayatî kardeşim vardı, Kazakistan’da defnedildi. Arandığım dönemde Türkiye’ye kaçak olarak girmiştim; arandığım için kaçak Türkiye’ye girdiğimde yanımda bizden tek insandı o. Yaya, yedi-sekiz kilometrelik yeri beraber geçtik; tir tir titriyordum soğuktan. “Hocam, sırtını sırtıma ver benim!” demişti. Ama gitti Kazakistan’a… Hasta idi, “Türkiye’ye dön! Hastanede tedavi olursun!” dedim. “Hayır, ben Hizmet için oraya gittim, dönemem!” dedi.

Evet, o gün bugün giden insanlar hiçbir şeyi talep etme niyetiyle gitmediler, Allah’ın izni-inayetiyle. Bir beklentileri olmadı. Aslında, yaptığı işler beklentiye bağlı olan insanların sürekli başarılı olmaları mümkün değildir.

Bütün bunlarla beraber, bizim o insanların ızdırabını duymamız, gayet tabiidir. Binlerce, yüz binlerce insan aynı cendere içinde ezilmekte, aynı dibekte dövülmekte, bir tahmisçinin (kuru kahvecinin) dövdüğü gibi dövülmekte… Fakat onlar katlanıyorlar; biz de gelip bize çarpan o fırtınalar karşısında dişimizi sıkıp katlanmalıyız. Mülahazalarımız ise şu hakikate bağlı olmalı: يَكِى خَواهْ يَكِى خَوانْ يَكِى جُوىْ يَكِى بِينْ يَكِى دَانْ يَكِى گُوىْ “Yalnız Bir’i iste, Bir’i çağır, Bir’i talep et, Bir’i gör, Bir’i bil; sadece ve sadece Bir’i söyle!..”

اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، اَللَّهُمَّ إِطْلاَقَ سَرَاحِ إِخْوَانِي وَأَخَوَاتِي، وَأَصْدِقَائِي وَصَدَائِقِي، وَأَحْبَابِي وَأَحِبَّائِي، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ آنٍ، تُغْنِينَا بِهَا عَنْ إِطْلاَقِ سَرَاحِ مَنْ سِوَاكَ

يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ

Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan Allah’ım, hürriyeti gasp edilmiş bütün masumları bir an evvel hürriyetlerine kavuştur! Allah’ım, onları kurtuluşa erdir!.. Allah’ım kadınıyla erkeğiyle, yaşlısıyla genciyle dünyanın dört bir yanındaki ve hayatın her birimindeki kardeşlerimize, arkadaşlarımıza, sevdiklerimize hürriyetlerini lütfet; onların hepsini en yakın, en yakın, en yakın, en yakın, en yakın, en yakın anda kurtuluşa erdir. Allah’ım, onları öyle kurtar ve hürriyete kavuştur ki, Senden gayrı kimsenin serbest bırakmasına muhtaç olmasın, esbaba bel bağlamasın ve mâsivânın minneti altında kalmasınlar!..

Ey Erhamerrâhimîn, ey Celal ve İkram Sahibi!..

Hak ile Meşguliyet

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Eğer sen hak ile meşgul olmazsan, bâtıl seni işgal eder!”

Burada çıkan (bilgisayar ekranına yansıyan) bir tablo var: “Ulvî dertlerle dertlenmeyenlere, süflî dertler musallat olur!” İnsan dertleniyor ise, ulvî dertler ile dertlenmeli!.. Allah ile olan irtibatı açısından acaba tam mı, değil mi?!. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize kazandırdığı şeylere, gözümüzü açma ve her şeyi doğru görme adına beyanlarının yerinde bir mercek, yerinde bir dürbün, yerinde bir teleskop olmasına karşılık, acaba biz o Zât’ın edip-eylediği şeylere tam mukabelede bulunabildik mi?!.

Zât-ı Ulûhiyete karşı ubudiyet… Hazreti Pîr’in sözü: “Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır.” Yani, “Yaptık tamamen, şunu hak ettik, şuna mazhar olmamız lazım!” dercesine, Allah’a karşı -hâşâ ve kellâ- pazarlık yapıyor gibi bir tavra girmek, saygısızlıktır. Esasen bize verilen şeyler… Esasen “Biz!” deme bile, “Ben!” deme bile, “Sen!” deme bile… Bunları bile bazıları fazla görmüşler. Sen, ben… Aradan çık; O, tecellî eylesin!.. Bizim varlığımız, izafi varlıklardır esasen, nisbî varlıklardır; O’nun vücûd-i hakikisinin gölgesinin gölgesi… Bu açıdan da hiç alacak bir şeyimiz yok; O, vereceklerini vermiş. Bundan sonra ömrümüz olduğu sürece, isterseniz Hazreti Nuh (aleyhisselam) gibi dokuz yüz elli sene yaşayalım, bize düşen kâmil ubudiyettir.

Kur’an-ı Kerim, Hazreti Nuh için “dokuz yüz elli sene” diyor. O dönemlere aklımız ermiyor. Denen şeyleri olduğu gibi, “Müteşâbih” gibi manalara çekmeden olduğu gibi kabul etmek lazım. Efendim, o kadar ömrümüz olsa, Cenâb-ı Hakk’a karşı hep onu kulluk istikametinde kullansak, samimâne, hâlisâne kullansak, yine de Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki nimetlerine tam mukabelede bulunmuş olmayız, şükürde bulunmuş olmayız.

Şimdi bununla dertlenme, esasen bunu dert edinme… Sonra ikinci bir mesele; madem misyon itibarıyla o yol seçilmiş, Peygamberler Yolu seçilmiş; evvelâ Allah’ın bildirilmesi, bütün insanlığa tanıttırılması… Gönüllerin O’na karşı olan alaka ile çarpması, heyecanlanması… Bu, bir gâye-i hayal olmalı. Öyle bir şey ile bir insan, oturup-kalkmaz ise şayet, hep onu heceleyip durmaz ise, süflî dertler, musallat olur ona. İşte -böyle- rahat yaşama, debdebe, ihtişam, alkış, takdir, lüks villalar, zırhlı araçlar… Bütün bunlara gönlünü kaptırır ve hiç farkına varmadan şeytanın yoluna girmiş olur. Şeytan da insanlarda -esasen- sürekli bu duyguyu tetikler durur. İnsanın, ona (şeytana) karşı koyabilmesi, Allah’ın inayetine bağlıdır; Allah’ın inayeti de sizin Allah’ın yolunda olmanıza bağlıdır.

İnsanın, ulvî dertler ile meşgul olması lazım ki, süflî dertler insana musallat olmasın!.. İnsanın sürekli hak ile meşgul olması lazım ki, bâtıl onu işgal etmesin. Bu söz, biraz değiştirilmiş olarak İmam Şâfiî hazretlerine aittir; o der ki: “Eğer hak ile meşgul olmaz isen, bâtıl seni işgal eder!” Hafizanallah!.. Neleri kabul ettirir, neleri kabul ettirir!.. Dize getirir, “Yetmez!” der; yüzüstü vurur seni yere, “Yetmez!” der; yerin dibine batmana çalışır, “Yetmez!” der, hafizanallah. Çünkü insana karşı öteden beri çok ciddî hışmı vardır, hazımsızlığı vardır. Allah’ın “Safiyyullah” olarak yarattığı insana bile, bir zelle, bir sürçme yaşattığına göre, bizim, onun tek bir oyunu ile devrilmemiz mukadderdir her zaman. Ona karşı dik durmanın da tek yolu, Allah karşısında kemâl-i ubudiyet ile el-pençe divan durmaya, rükûa varmaya, başını yere koymaya ve orada içini Allah’a karşı dökmeye, el kaldırıp içini Allah’a karşı dökmeye bağlıdır. O’nun ile ne kadar irtibatın kavi ise şayet, başka zayıf irtibatların hepsi kendi kendine sökülür gider; evet, sökülebilecek bir şey gibi sökülür gider; Allah’ın izni-inayeti ile.

   “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir.”

Ekranda çıkan bir tablo üzerine söyledim bunları. Bundan evvel de bir söz çıkmıştı: “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir.” miydi? Evet, o çıktı arkadan. “Yalan, bir lafz-ı kâfirdir.” Bu da yine Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbâna ait. Yani, yalan söyleyen herkes kâfir olmaz; fakat yalan, kâfirlere ait bir tabirdir, sıfattır esasen.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) münafığın sıfatlarını sayarken -kâfirde haydi haydi onlar bulunuyor- آيَةُ الْمُنَافِقِ ثَلَاثٌ: إِذَا حَدَّثَ كَذَبَ، وَإِذَا وَعَدَ أَخْلَفَ، وَإِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan konuşur. Vadettiği zaman vadinden döner. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman da hıyanet eder.” buyuruyor. Bazen bir dördüncü sıfat da sayıyor; bir yerde, başka bir hadiste diyor ki: وَإِذَا عَاهَدَ غَدَرَ “Sana söz verdiği zaman da, o mevzuda hep gadir ile davranır sana, sözünde durmaz.” Bağışlayın, halk ifadesiyle, seviyesiz biraz, “kalleşlik” yapar. Ama işte birincisi yalandır; münafığın sıfatı, kâfirin de sıfatıdır.

Esasen “yalan söylemek” deniyor; bununla beraber, “iftira” da yalan kategorisine girer. Ayrıca yalana inzimam edecek iftira olması itibarıyla, o daha büyük vebaldir. Çünkü yalan söylemek, belki sadece kendini alakadar ediyor; iftirada başkasının itibarı, şerefi de söz konusu. “İtiraf” adı altında başkalarını karalama, dışlama başkalarını; bir yönüyle aradan sıyrılma adına başkalarına kötülük yapma, böylece kendi sıyrılmasını temin etmeye çalışma… Bu da “yalan” kategorisine girer; yalan söylüyor, çünkü hilâf-ı vâki beyanda bulunuyor.

Her gün yeni bir iftira ederler, başkalarını karalamaya matuf… Bir gün şöyle derler: -Mesela- “Falan Bekir ağa öldü!” Ertesi gün, yetmedi, inanmadı ise millet, adam yine çıkıyorsa milletin karşısına, bu defa da “Felç olmuş; yataktan kalkamıyormuş!” derler. Tabii, siz de bir miktar ortada görünmüyorsanız, “Tamam, tuttu!” falan derler. Bir başka defasında kalkar derler ki: “İntihara teşebbüs etmiş!” Bütün bunları dinleyip de değerlendirme, bunlara göre hüküm verme, insanın zihnini kirletir. Biz, meşgul olmayız bu türlü şeylerle; fakat bazen öyle ayağa düşüyor ki, herkes muttali oluyor, bütün bunlara muttali oluyor. Yani oturup-kalkıyorlar, hep kâfir sıfatları ile oturup kalkıyorlar; hep münafık sıfatları ile oturup kalkıyorlar.

Şimdi bütün bunlardan birini bir kere yapma, iki kere yapma, üç kere yapma insanı küfre sokmaz. Hani bunlar günah-ı kebâir olduğundan dolayı, tevbenin izâle edebileceği, yıkayacağı, arındıracağı şeylerdir.

   Hazreti Ebu Hüreyre, her gün on iki bin defa istiğfar ediyor; “Bu kadarı fazla değil mi?” denince, “Hayır, günahlarım adedince…” cevabını veriyordu; o kendi ufku itibarıyla hayalinden geçen şeylerden dahi bağışlanma diliyordu.

İstiğfar… İstiğfar önce geliyor; Cenâb-ı Hak’tan yarlığanma talep etme. Sonra tam O’na yönelme ki, ona “tevbe” diyoruz. Sonra bu tevbeyi içten yapma ki ona, “inâbe” diyoruz. Mukarrabînin yaptığı sürekli teveccühe de “evbe” diyorlar ki, onu umumiyet itibarıyla Usûlüddin uleması kullanmıyor, daha ziyade Sofiler kullanıyorlar; belki onlar içinde sizin gibi kimseler kullanabilirler. “Evbe” diyorlar; yani, Cenâb-ı Hakk’a daha içten teveccüh etme; esasen günahı/zelleyi öldüren bir mikrop gibi, bir virüs gibi görme… Altmış sene evvel, gözünün kapağını açtı, bir harama baktı ise, altmış sene sonra aklına geldiğinde, yine أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Binlerce, milyon kere istiğfar ediyorum.” deme; “Ben nasıl o haltı yaptım ya Rabbî! Keşke canımı alsaydın da ben gözümü açıp ona bakmasaydım; elimi ona uzatmasaydım; o harama doğru bir adım atmasaydım; -bağışlayın- o haltı karıştırmasaydım!” Altmış sene sonra aklına geldiğinde, yine sancı ile kıvranır, böyle der. Bu, “evbe” ehlinin Cenâb-ı Hakk’a teveccühünün ifadesidir, derinlemesine bir teveccühtür. Bunlar her akıllarına geldiklerinde, defter-i hasenatlarına istiğfar yağar.

İstiğfar… İnsanın defterinin istiğfar ile dolu olması da Sahib-i Şeriat tarafından takdir ile karşılanır: طُوبَى لِمَنْ وَجَدَ فِي صَحِيفَتِهِ اسْتِغْفَارًا كَثِيرًا “Ne mutlu o insana ki, defterinde pek çok istiğfar vardır!” Hatta bir kere “Estağfirullah!” demek değil de -hani birisinin sık sık tekrar ettiği gibi- أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Milyon milyon estağfirullah!.. Katrilyon katrilyon estağfirullah… Allah’ım, günahlarım kadar diyemiyorum!..”

Hadis dersinde ricâl okunurken, Hazreti Ebu Hüreyre’nin hayat-ı seniyyeleri her geldiğinde, nazara verildiğinde görüyoruz; yaptığı şeylerden bir tanesi de günde on iki bin tane tesbih söylemek. Zannediyorum, سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ أَسْتَغْفِرُكَ لِذَنْبِي وَأَسْأَلُكَ رَحْمَتَكَ، اَللَّهُمَّ زِدْنِي عِلْمًا، وَلَا تُزِغْ قَلْبِي بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنِي، وَهَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً، إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ “Ey bütün eksik ve kusurlardan münezzeh bulunan Rabbim, Seni (Zatına yakışmayan her şeyden) tenzih ederim. Allah’ım, günahımı bağışlamanı diler ve rahmetini dilenirim. Allah’ım, ilmimi artır ve beni hidayete erdirdikten sonra bir daha kalbimi kaydırma; katından bana rahmet lütfet; şüphesiz ki Sen, çok lütufkâr Vehhâb’sın.” diyordu. Me’sûrat’tan olan şeyler… (“Me’sûrât” kısaca Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatın her alanına ait yaptığı dua ve zikirlerin genel adıdır.) Ashâb-ı Kirâm, Me’surât’a çok dikkat ederlerdi. Kendi hevâ ve heveslerine göre uydurdukları kelimeler ile Cenâb-ı Hakk’a teveccüh yerine, “Allah’a teveccüh, ancak Allah’ı doğru bilen birisinin beyanı ile olur.” mülahazasıyla hareket ederlerdi. “Efendimiz ne demiş, O’na nasıl yaklaşmış, nasıl teveccüh etmiş, kapının tokmağına nasıl dokunmuş, başını eşiğe nasıl koymuş, kapıyı nasıl tıklatmış ise, bize düşen de odur.” derlerdi. Bu arz ettiğim tesbih de sabah-akşam dualarında; Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait Me’sûrât’tan bir duadır. Böyle diyebilecekleri gibi, aynı zamanda başka şekilde de yine Efendimiz’den mervî çok şey var, böyle de diyebilirler.

On iki bin defa tesbih yapıyor. Onun bu halini istiğrap edenler, biraz garip bulanlar diyorlar ki: “Yani bu kadar…” Diyor ki, “Ee, günahlarım kadar yapıyorum!” Evet… Bilmiyorum ne günahı olmuş! Gelmiş orada, Suffe’de yatmış, kalkmış.. Efendimiz’den hiç ayrılmamış.. bazen açlığından dolayı, susuzluğundan dolayı, saralı bir insan gibi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mihrabı ile Âişe validemizin hücresi arasında bayılmış düşmüş.. millet “Deli!” demiş kendisine ama “Açımdan bayılıyordum!” falan demiş… Şimdi günah ile arasında sürekli bir mesafe olmuş. Hadis râvîleri arasında, Efendimiz’den hadis rivayet edenler arasında, sahabe-i kiram arasında en çok hadis rivayet eden zattır. Cenâb-ı Hak, bizi, onların şefaatine mazhar eylesin.

   Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınma bir “tevbe”; makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla O’nda fâni olma bir “inâbe”; O’ndan başka her şeye kapanma da bir “evbe”dir.

Şimdi, “evbe”ye misal veriyordum; işte Hazreti Ebu Hüreyre’ninki bir “evbe”dir. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhissalâtü vesselam), “kendimizle yüzleşme” mevzuunda kısmen temas edildiği gibi, Hazreti Musa’nın (aleyhisselam), Hazreti İsa’nın (aleyhisselam), Hazreti Yakûb’un (aleyhisselam), Hazreti Yusuf’un (aleyhisselam) Allah ile münasebetleri açısından, kendileri ile yüzleşmeleri açısından dualarına bakarsanız, zannedersiniz ki oturup-kalkmış hep günah işlemişler, estağfirullah…

Kendilerine göre bir konum belirlemişlerdir esasen. Bazı deyip-ettikleri şeyler, bazen akıllarına gelen şeyler, bazen tasavvurlarına giren/sokulan şeyler, bazen bir güve gibi hayallerine gelip düşen şeyler… Bunları birer cinayet kabul etmiş; “Nasıl olur?! Allah, beni görüyor. Ben de O’nu görmenin peşinde olmalıyım! Ben burada o sadakatin gerektirdiği tavrı sergileyemedim.” mülahazasıyla, büyük bir günah işlemiş gibi, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ demişlerdir. O, kendileri ile yüzleşme meselesine (“Kendi Kendimizle Yüzleşme veya Muhasebe” adıyla başlayıp devam eden Çağlayan dergisi makalelerine) de bakılırsa, görülecektir ki öyledir. Yoksa onları bizim günahlarımız gibi günah görmek, hafizanallah, o yüce zatları kadr u kıymetleri ile bilememe, Allah’la münasebetleri ile, derin münasebetleri ile tanıyamama demektir. Cenâb-ı Hak, tanımaya muvaffak eylesin! Bizi de o yola ilelebet hep sülük eylemeyi lütfeylesin!.. -Evet, kurban olayım, çıktı bakın!.. (Ekrana yansıyan tabloya) “Herakliyus’a yazdığı mektup” derler de; bu, el yazması…

Herkesin ulaşabileceği bir şey değildir “Evbe”. Bir enbiyâ-ı ızâm (aleyhimüssalâtü vesselam)… Bir belki o “Ebdâl”; öyle deniyor onlar için.. “Evtâd”; öyle deniyor onlar için.. “Aktâb”; öyle deniyor onlar için.. “Gavs”, bir dönemde bir tane bulunuyor, ona öyle deniyor. Belki o müçtehidin-i ızâm, müfessirîn-i kirâm, müceddidîn-i fihâm hazerâtı. Onlar, o mevzuda çok temkinli, çok gayretlidirler hakikaten. Her şeyi, Tasavvuftaki o “temkîn” yörüngesinde götürürler. Katiyen çok küçük hataya bile, kaymaya bile, zelleye bile, göz kaymasına bile, el uzanmasına bile tahammülleri yoktur; ölürler orada.

İşte o Rical’de görüyorsunuz: Kur’an-ı Kerim’i okurken bazen, yüzüstü kapanıyor ona, yüzünü toza-toprağa sürüyor. Bazen kendisinin yazdığı “Rekâik”i okuyor orada, kendisinin yazdığı… Ahirete ait tablolar… Berzah’ta ne oluyor, Mahşer’de ne oluyor, Mizan’da terazinin kefeleri ne söylüyor?!. Sırat ne diyor senin için? Öbür taraftan, Cennet kapıları aralanmış; ne istiyorlar senden? Cehennem ağzını açmış, bir hortum gibi yutmak istiyor seni; o ne demek istiyor sana?!. Bütün bunları birden nazar-ı itibara aldıkları zaman, yürekleri ağızlarına geliyor onların; hayatı öyle götürüyorlar.

Bir de o dönemde, devr-i Risâletpenâhi’den itibaren bunlar yaşanmış; o İstiğfar da, Tevbe de, İnâbe de, Evbe de hepsi yaşanmış. Fakat hani sistem halinde henüz adlandırılamamış; belki, o sistemin gerekleri nelerdir, onlar ortaya konamamış. Daha sonra sofîler, bazı şeyleri isimlendirmişler; “Buna şu denir, buna şu denir, buna da şu denir, buna da şu denir!” demek suretiyle, esasen o mevzudaki yürümeye adlar koymuşlar. O mevzuda yapılacak şeylere adlar koymuşlar ve o adlar ile artık onları tarif etmişler. “Esasen onlar eskiden yoktu da sonradan icat oldu!” demek değildir yani. İsimsiz müsemma… Vardılar da onlar, daha sonra başkaları “Dile göre, ne diyelim bunlara?” dediler; “İşte bu, -dile göre- budur!” falan dediler, buna göre adlandırdılar. Tarikatlar oldu, Sofilikler oldu, Seyr-i Sülûk-i Ruhânîler oldu. “Seyr illallah”, “Seyr billah”, “Seyr maallah”, “Seyr anillah” tabirleri işin içine girdi. Ve bütün bunları, bizim iştihamızı kabartan, arzularımızı tetikleyen birer unsur haline getirdiler. “Âlem hep bu yolda O’na doğru yürüyor; siz ne diye duruyorsunuz!” şekline geldi. Hakiki mürşitlerin elinde de binlerce insan, yüz binlerce insan -Üstadımız her zaman “yüz binlerce” tabirini kullanıyor; yüzbinlerce insan- o ufku Allah’ın izni-inayeti ile ihraz ettiler.

   Gül bitirmek veya başağa yürümek için dünyanın dört bir yanına saçıldınız; Cenâb-ı Hakk’ın nâm-ı Celîlini bütün dünyaya duyuracaksınız.

Size de o yol açık, o ufuk açık, Allah’ın izniyle. Cenâb-ı Hak, size de lütfeylesin!.. Ve en zirveye varın, ondan sonra “İnsanlar niye buraya gelmiyor ki?!” diye gelin, onların ellerinden tutmaya çalışın ve onları da o ufka götürmeye çalışın, Allah’ın izni-inayetiyle.

Şu andaki konumunuz da ona namzet olduğunuzu gösteriyor. Cenâb-ı Hak, sizi, bazılarının elleriyle yeryüzüne saçtı. Şayet niyetleri hâlis olsaydı, yapmanız gerekli olan bu şeyi yapmak üzere sizi tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına -hâlis niyet ile- saçsalardı, onların hepsi de evliya olurdu. Fakat onlar o niyet ile saçmadılar; zulüm olsun diye, sizi bitirmek için yaptılar. Bu mesele onlar için ayn-ı günah oldu, onları batıracak bir şey oldu. Fakat sizi de kaldıracak bir şey oldu.

Şimdi tohumlar gibi dünyanın değişik yerlerine saçıldınız. Toprağın bağrına düştünüz. Sâdî Şirâzî’nin dediği gibi, خَاكْ شَوْ خَاكْ بِرُويَدْ بَا تُو گُلْ * كِه بَجُزْ خَاكْنِيسْت كَسْ مَظْهَرِ گُلْ “Toprak ol toprak ki, gül bitiresin; zira topraktan başkası güle mazhar olamaz.” Gül bitirmek için dünyanın dört bir yanına saçıldınız veya başağa/başaklara yürümek için dünyanın dört bir yanına saçıldınız. Cenâb-ı Hakk’ın nâm-ı Celîlini bütün dünyaya duyuracaksınız.

Bazen şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hakk’ın ism-i şerifleri, ism-i âlîleri dünyanın dört bir yanında şehbal açacak, bayraklar gibi, sancaklar gibi dalgalanıp duracak… Nâm-ı celîl-i Muhammedî, bayraklar gibi dalgalanacak duracak… Yahya Kemal, onun öyle olmasını istemiş. Hani ufku o kadar mıydı ama “Eski Şiirin Gölgesinde” içinde bulunan şeylerden -onda bize ait şeyleri yazar- bir tanesi de odur: “Ezan” şiiri, malum. Evet, çok iyi biliyorsunuz; tekrarı başınızı ağrıtır mı bunun?!

“Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî,

Kâfî değil sadâna, cihan-ı Muhammedî..

Sultan Selim-i Evveli râm etmeyip ecel,

Fethetmeliydi şân-ı Muhammedî..

Gök nura gark olur, nice yüz bin minareden,

Şehbal açınca ruh-i revân-ı Muhammedî..

Ervah cümleten görür “Allahu Ekber”i,

Akseyleyince arşa lisan-ı Muhammedî.”

Sonra da Üsküp’te, kabr-i madere meseleyi havale ederek diyor ki:

“Üsküp’te kabr-i mâdere olsun bu nev gazel,

Bir tuhfe-i bedi’ ü beyân-ı Muhammedî.” (Sallallâhu aleyhi ve sellem.)

O mesele, öyle bir nesil ile, iki nesil ile, üç nesil ile gerçekleşecek basit bir hadise değil. Bir nesil, o meseleyi kıvamında yaşayacak; hakikaten o meselenin kıvamını sergileyecek; her tavrı ile, her hali ile sergileyecek… Gittikleri her yerde Müslümanlık adına insanların problemlerini halledecek; insanlarda bir imrenme uyandıracak, Allah’ın izni-inayeti ile… Onların bıraktıkları yerden, arkadan gelen başka bir nesil alacak onu; birkaç kilometre daha ileriye götürecek; birkaç kilometre daha ileriye götürecek… Müslim-i Şerif’te ifade edildiği gibi, yeryüzünde nâm-ı Celîlinin gitmediği yer kalmayacak, Allah’ın izni-inayeti ile.

Ama herkesin aynı seviyede, zirvede meseleyi kabul etmesine gelince, o hiçbir zaman olmamış ki, yine olmayacak; bunu öyle kabul etmek lazım. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bulunduğu zamanda da olmamış. O elindeki fırçasını kime çalıyorsa, Kendine benzetiyor; fakat münafıklar dinlemiyorlar, sürekli arkadan fırıldak çeviriyorlar. Bu açıdan da realiteleri de gözeterek insan öyle bir gâye-i hayale kilitlenmeli!..

   Egoizm, egosantrizm, narsizm gibi gayyalara yuvarlanmamanın çaresi gaye-i hayaldir.

Yine Hazreti Pîr’in bir sözü ile, onu tekrarlayarak devam edelim: “Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsî edilse, elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler.” Egoizmaya gitmenin, egosantrizmaya gitmenin, daha Allah belası başka şeylere yuvarlanmanın karşısında bir şey var ise, o da “gâye-i hayal”dir.

Yüksek bir gâye-i hayal… Fransızlar “ideal” demişler; Ziya Gökalp “mefkûre” demiş, onun karşılığı diye. Fakat Hazret-i Pîr’inki “gâye-i hayal”. Yani, “taakkul”ünüz öyle olacak, “tasavvur”unuz öyle olacak ama esas “hayal”inizde bile o olacak. Oturup kalkarken “Niye ben bu işin rüyasını görmüyorum?! Neden ben bunu hep hayal etmiyorum?!. Böyle, oturup kalksam hep bunu hayal etsem!” diyeceksiniz. Böyle olunca, zannediyorum İstanbul’un surları Fatih’in (cennet-mekân) stratejileri/taktikleri karşısında kale kapıları misillü açıldığı gibi, Allah’ın izni-inayeti ile sizin için de nice kapılar kale kapıları gibi açılacak.

Şimdi de ekranda şu çıktı: اَمَرْتُكَ الْخَيْرَ لاَكِنْ مَا اتَمَرْتُ بِهِ – وَ مَا اسْتَقَمْتُ فَمَا قَوْلِي لَكَ اسْتَقَمِ “Sana hayrı emrettim ama ben kendim onu emir edinmedim! Kendim istikamet üzere olmadım ama sana sözüm, ‘İstikamet üzere ol!’ idi.” Bûsîrî kasidesinde diyor. İşte benim durumum. Size hayli güzel şeyleri söylüyorum fakat onları tabiatımda bir derinlik hâline getiremediğimden, içtenleştiremediğimden, nasıl o sözler size tesir edecek ki?!. Ben, dediğim şeylerin altında kalarak inlemeli/ezilmeliyim ki, sizin için de bir şey ifade etsin. Ama heyhat! Heyhat!.. Esselâmu aleyküm.

Kadın, Hizmet, Entegrasyon ve Asimilasyona Karşı Surlar

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Kadın ve erkek bütün adanmış ruhlar bir seferberlik mülahazasıyla hizmet etmeliler!..

İçinde bulunduğumuz şartlar itibarıyla, konjonktür itibarıyla, zannediyorum meseleyi seferberlik şeklinde ele almak lazım; kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, herkesin yapabileceği şeyi yapması lazım.

Bizim dinimizin temel disiplinleri zaviyesinden bakacak olursak, bu (kadın erkek herkesin dine hizmeti) Asr-ı Saadet’te belki açıktı. Hani hadis ricâlini okurken görüyoruz: Âişe validemizden, ricâlden (hadis râvîsi erkeklerden) dünya kadar insan ilim alıyor; mübarek validemizden, beş bin kadar hadis rivayet ediliyor ki, o da (hadîsin şartlarına uygun bulunup) rivayet edilenler; bir de rivayet edilmeyen şeyler vardır. Sahih buldukları şeyleri alıp, kitaplarında, “Kütüb-i Tis’â” dediğimiz “dokuz kitap”ta (Buharî’nin Sahihi, Müslim’in Sahihi, Ebu Davud’un Süneni, Tirmizî’nin Süneni, Nesaî’nin Süneni, İbni Mâce’nin Süneni, Darimî’nin Süneni, İmam Mâlik’in Muvattâsı, Ahmet İbni Hanbel’in Müsnedi’nde) naklediyorlar. O dokuz kitapta, onun (radıyallâhu anha) o mübarek sözlerini, Efendimiz’den naklettiği şeyleri değerlendirmişler.

Tâife-i nisâ (kadınlar), hemşirelerimiz, bacılarımız, o günkü analarımız, zannediyorum erkekler kadar Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda hizmet etmişlerdir. Fakat sonra mesele belli bir dönemde çığırından çıkmış; belli bir dönemde de meseleyi militarizm kontrol altına almış; dolayısıyla tâife-i nisâyı eve kapamışlar, tamamen hayattan tecrit etmişler. Çok nadir sahneye çıkan -Hürrem Sultan gibi, Kösem Sultan gibi- kadınlar olmuş. Osmanlı Devleti’nde böyle olduğu gibi, hani ben Abbasîlere de, Emevîlere de bakıyorum, daha ziyade ricâl istihdam ediliyor.

Kadınların bazı hususiyetleri var belki, dolayısıyla onlardan sınırlı bir şey beklemek lazım; erkeklerden beklenen şey, onlardan beklenmemeli; onlara mukavemetleri, güçleri kadar vazife yüklemeli. Hemen her günlerinin -bir yönüyle- aktif bulunmaya müsait olması, ayrı meseleler… Bu hususları birer realite olarak görüp gözetmeli; fakat bunun dışında onları da mutlaka hayatın içinde -devr-i Risâletpenâhi’de olduğu gibi- mütalaa etmek lazım. Ne var ki, edilemedi.

Cumhuriyet döneminde de onlar -esasen- sadece kadını sahneye sürdüler; kadını hemen her hususta figüre ettiler; bağışlayın, başkalarını baştan çıkarma, çok özür dilerim hemşirelerimizden, insanları bohemliğe atma mevzuunda onu öyle kullandılar. Meşrutiyet yıllarında bu yanlışlık başladı, Cumhuriyet’te devam etti, gırtlağa kadar devam etti.

Ama meşrû dairede, kendi disiplinlerimize sımsıkı bağlı kalarak, bunu (kadınların hayatın her birimine katılımını) devam ettirmek, zannediyorum günün şartları ve konjonktürün de gereği. Bu açıdan da “seferberlik” dedim bu meseleye; yani umumî bir hareket, kadın-erkek… Nasıl Ebu Süfyân, Yermük’e hanımı ile gitmiş; hanım orada o kılıcı çekmiş, kocanın yanında düşmana karşı savaşmış!.. Aynen öyle bir mantık, öyle bir felsefe ile kadın-erkek bir seferberlik içinde bu işi yapmaları lazım. Birinci mesele, bu; âcizâne, haddim değil, onlar benden iyi bilirler o meseleyi ama kendi duygularım, düşüncelerim çerçevesinde ifade ediyorum.

   Üslupta Hataya Düşmemeli!..

İkinci mesele: Bu mevzuda, yanlışlıklara düşmemek, üslup hataları ile insanları kaçırmamak. “Toplayalım, cem’ edelim; Allah’ı (celle celâluhu), Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevdirelim!” mülahazası taşırken üslup hataları ile insanları kaçırmamak için meseleleri mutlaka müzakere ve müşavere süzgecinden geçirmek lazım. Öyle bir kalibrasyona tâbî tutmadan, herkes bildiği gibi konuşur ise, çok kırılmalar olabilir. Yemek yemenin de bir usulü var ise şayet, evvela çorba geliyor ise, salata geliyor ise, bunun dışında diğer yemekler geliyor ise, sonra börek geliyor ise, sonra kadayıf geliyor ise, baklava geliyor ise… Bu, çok ciddî meselede, Allah’ı, Peygamberi sevdirmede, dinimizi sevdirmede, ona imrendirmede, en azından kendi dünyamız içinde onun şehbal açması ve dalgalanması istikametinde bir şey yaparken, mutlaka meseleyi “ortak akıl” gücüne havale etmek lazım, emanet etmek lazım. Aksi halde, yanlış yapabiliriz; hani kör hâkime “Kör hâkim!” demek gibi ki bazen yanlışlık yaparak öyle diyebiliriz.

Şimdi asıl meselemiz, derdimiz nedir? Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı, Allah’ın kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin!” Şöyle bir rivayet yok: حَبِّبُوا رَسُولَ اللهِ إِلَى أُمَّتِهِ وإِلَى اْلإِنْسَانِيَّةِ، يُحْبِبْكُمُ الرَّسُولُ Onu da diyeyim, o da -mana itibarıyla- doğru olur: “Allah Rasûlü’nü ümmetine, insanlığa sevdirin ki, Allah Rasûlü de sizi sevsin!” Bu mesele, doğru; bu bir esastır, bir usuldür, bunu yapmak lazım, herkesin vazifesi; bu, herkese düşen bir sorumluluktur. Gücü, takati, aklı, mantığı, muhakemesi, branşı, hayat içinde aktif olma disiplinleri açısından farklılık arz etse de temelde mesele, herkes için aynıdır. Tâife-i nisâ, hemşirelerimiz, bacılarımız, annelerimiz için de öyledir; erkekler için de aynı şey, öyledir.

Evet, Efendimiz’i sevdireceğiz. Diyelim ki bir Hristiyan ile, bir Yahudi ile karşılaşıyorsunuz, bir Budist ile, bir Brahman ile, bir Konfüçyüsist ile karşılaşıyorsunuz; hemen Efendimiz’i öne sürdüğünüz zaman, onlara O’nu sunduğunuz zaman, tepkiye sebebiyet verebilirsiniz. “Neden Buda değil, Brahman değil? Neden Upanişad değil?!.” falan derler. Bu açıdan da üsluba dikkat etmelisiniz.

Düşünün, antrparantez arz ediyorum: Efendimiz, Mekke’de Peygamberliğinin ilk yılları esnasında, sokaklarda dolaşınca, her karşılaştığı insana قُولُوا لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، تُفْلِحُوا diyor; “Allah’tan başka Ma’bûd-i bi’l-hak, Maksûd-i bi’l-istihkak yoktur deyin, kurtuluşa erin!” diyor. Bakın Kendi adı yok; oysaki işte orada (tabloda) لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ bittiği yerde مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ var. Zayıf bir rivayette, Hazreti Âdem, kırk sene başını semaya kaldırmadı, hicabından dolayı, “zelle”den dolayı. Bir sürçmedir o sadece; yürüdüğü yer buz idi, farkına varmadan bir adımını atarken isabetli atamadı. İçtihad; dolayısıyla sürçtü. Ama kırk sene başını -bir yönüyle- Cenâb-ı Hakk’a teveccühünün ifadesi olarak semaya çevirmedi. Hep رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ dedi. “Allah’ım! Havva ve Ben, kendimize zulmettik. Yarlığamaz isen, mağfiret ve merhamet buyurmaz isen, hüsranda, ziyanda, kaybedenler içinde oluruz.” dedi, yalvardı. Bir zaman sonra aklına geldi bu; Cennet’ten uzaklaştırılırken, O’nu görmüş idi orada. “Yâ Rabbî, Hazreti Muhammed hürmetine beni bağışla, yarlığa!” dedi. Cenâb-ı Hak, O’na dedi ki, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” “Ben, Cennet’ten ayrılırken, baktım o Cennet’in kapısı -işte, kale kapısı gibi, enbiyâ-ı izama açık o kapı her neyse- üzerinde, Cennet kapıları üzerinde -levhalarda olduğu gibi- لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ yazılı. Baktım iki isim yan yana. Anladım ki nezd-i Ulûhiyetinde O’ndan daha kıymetli biri yok: Onun için O’nu şefaatçi yaparak Sana teveccüh ediyorum, Beni bağışla!” Bağışlanması adına o yalvarışlara bir kafiye koymak lazımdı; bu kafiyeyi koyunca, o da Cenâb-ı Hakk’ın o engin rahmetine, mağfiretine mazhar oluyor. -Antrparantez idi bu, arz ettim.-

Fakat bu insan, o ilk Mekke müşriklerine on üç sene “Lâ ilâhe illallah deyin, kurtuluşa erin!” diyor. Esasen burada zımnen o nübüvvetini ifade ediyor. Sen kim oluyorsun, hangi salahiyet ile böyle “Şunu deyince insanlar, Cennete girer!” diyorsun?!. Şimdi bu mevzuda Sen, semaların bir vazifelisi, O’nun bir vazifelisi değil isen, bunu söyleyemezsin ki!.. Zımnen bunu diyor fakat karşı tarafta enâniyet âbideleri var. Günümüzün insanının her birisi bir enâniyet âbidesi kesildiği gibi, birer egoist, egosantrist kesildiği gibi, o günün o putperestleri, “Lât”çıları, “Menat”çıları, “Uzza”cıları, “İsaf”çıları, “Nâile”cileri de her birisi âdeta bir put; herkes, kendisine tapılsın istiyor. Günümüzdeki bazı kimseler gibi, “Dokunursan, ibadet olur!” deniyor, bayılıyor adam ona. “Sana tapıyorum!” deniyor, bayılıyor ona. “Bakara, makara!” deniyor… Bayılıyor onlara, hiç birine itiraz etmiyor. Bu, enâniyete yenik düşme, nefse yenik düşme, hevâya yenik düşme… Onlar, hevâlarına yenik düşmüşler; kalkar derler ki, “Abdulmuttalib’in torunu, yetim aynı zamanda, anasız-babasız büyümüş bir çocuk, kalkmış bize diyor ki: Muhammedun Rasûlullah! Ben, Allah’ın elçisiyim, semaların sözcüsüyüm; burada ben ne dersem, ona uyulması lazım!” Böyle derler. Fakat üslup, bu.

Esas nedir orada? لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Anahtar, o; işin içine girişin anahtarıdır. Açılmaz kilitleri, o anahtar açar ve insan, öbür âleme yürürken de onu söylediği zaman, Allah’ın izni-inayetiyle kurtulur. Kabre o anahtar elinde, onun ile girer ise şayet, Münker-Nekir de belki bakar ona, sadece sûret-i haktan söylerler: مَنْ رَبُّكَ، وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ “Rabbin kim; Peygamberin kim?” O da zaten diyeceğini biliyordur. Fakat o anahtar kelimenin -bir yönüyle- dişlerinden birini -o ilk dönemde- söylemiyor Allah Rasûlü; oysaki o, iki dişli bir anahtar orada: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Fakat onların enâniyetine dokunduğunuz ve üslup açısından hata ettiğiniz zaman, antipatiye sebebiyet verirsiniz.

   “Umumun ızdırabını duyuyorum!..”

Yine farklı, küçük bir meseleyi arz edeyim: Hep kendi kendimi sorgularken diyorum ki: “Geçmişte şunu şöyle yapsaydık, bunu böyle yapsaydık… Herhalde yapamadık, idrakimiz o ufukta değildi. Dolayısıyla bazı hatalar yaptık. İçlerinde hazımsızlık taşıyan insanlar, hazmedemediler; bu şekilde zâlimâne, hâinâne, hâsirâne üzerimize geldiler. Dünya kadar insanı zulme uğrattılar, gadre uğrattılar, azlettiler. Türkiye’nin elli-altmış seneden beri kazanılmış elit sınıflarını tamamen yok etti, kendilerini cehalet çağlayanına saldılar. Şu anda öyle… Acaba onlara -“kemik” demeyelim de, insan nihayet onlar da- böyle ballı-kaymaklı bir lokma ekmek atsaydık… Falan… Hani bunu derken ne demek istediğimi anlarsınız siz; bir sürü müessese vardı; bir misyon, bir fonksiyon onlara da verilebilirdi; “Alın, bir ulufe gibi bunu da siz alın!” denebilirdi. Hani padişahların ulufeleri vardır, liyakati olmayan insanlar da bazen gelirler, tufeylî gibi oraya sığınırlar. El-Kulûbu’d-Dâria’da bu tabiri kullananlar var; çok, evliyâullahtan. İyi-kötü tefrik etmeden orada herkese mutlaka bir şey veriliyor. Siz de öyle bir şey verseydiniz, acaba!..

Ama arkadaşlarım diyorlar ki: Hiç onlara kanaat etmezlerdi. Tamamen inhisâr-ı fikir var; tahabbüb-i nefisten geliyor; nefislerine öyle tapıyorlar ki, kendilerinden başka kimseye teveccühün olmasına tahammülleri yok. Çekememezlik ve hased içinde yürüyorlar. Çekememezlik ve hased öyle bir hastalık ki, Üstad hazretleri de diyor: “Hâsid, herkesten evvel kendini yakar.” Hasan Basrî hazretleri de diyor ki: “Ben, hased edenden daha ziyade mazluma benzeyen bir zâlim görmedim!” Hâsidden daha ziyade mazluma benzeyen bir zâlim görmedim çünkü kendine ediyor esasen, huzurunu kaçırıyor. Evet, diğer bir ifade ile şöyle diyebilirsiniz: Bu çekememezlik, hazımsızlık öyle bir maraz ki, psikiyatri kliniklerinde bile tedavi edilemez, tımarhanelerde bile tedavi edilemez.

Şimdi insanlar, böyle bir ruh haleti taşıyorlar ise, ille hep “Ben!” diye Ramazan davulu gibi ses çıkarıyorlar ise, zannediyorum ne verirseniz veriniz onlara, hiçbir zaman seslerini ney sesine çevirmeyeceklerdir bunlar. Hep güm güm bir ses duyacaksınız onlardan. Bu; arkadaşlarımızın genel düşüncesi, bu.

Fakat ben kendimi sorgulamadan edemiyorum. Hani herkes kendi yakını, bildiği-ettiği adına, annesi-babası adına ızdırap çeker. Fakat Fakir; bir yönüyle hakkım olmadığı halde, ircâ’ mahalli olması itibarıyla el-âlem meseleyi size bağlıyor. Hani sizin adınıza “terör” dediler, falan… Dolayısıyla şöyle-böyle sizinle irtibatı olanları, iltisakı olanları derdest edip götürüyorlar. Hiç olmayacak şeylere müebbetler veriyorlar. Ve öyle oldu; çok kıymetli insanlar, çok elit insanlar şu anda o cendere içindeler. Bütün bunları birden düşününce, kendimi affetmiyorum. Neredeyse günümün yarısında bunlar benim kafamı meşgul ediyor. Bunu şikâyet mahiyetinde demiyorum. Hiç uyuyamadığım gün oluyor; yatakta deniyorum, yastığı bir öyle bir böyle koyuyorum, oturarak uyumaya çalışıyorum, ağzıma bir tane pastil alıyorum belki o bir şey yapar… Ama bir türlü bunları kafamdan atamıyorum. Onları kafamdan atamama neticesinde, kelâm-ı nefsî ile, iç konuşma ile bu defa onlara cevap vermeye başlıyorum; hep onu düşünüyorum, “Al sen de ağzının payını, al sen de ağzının payını!” diyor, gereksiz şeylere giriyorum; israf-ı zaman ediyorum, uykumu kaçırıyorum, gündüz yapacağım şeyleri de yapamıyorum; mesela, iki aydır ben kalemi elime alıp müsvedde kağıtlarımı önüme koyup bir yazı yazamadım, düşünün burada! Bunlar, benim zaafımdan, yetersizliğimden, güçsüzlüğümden belki, kadere rızasızlığımdan… Cenâb-ı Hak, beni de size bağışlasın, inşaAllah..

Ama tabiî böyle bir dönemde Efendimiz’in mukavemetini düşününce, saldım kendimi!.. Dedim: “Ben, Sen değilim ki yâ Rasûlallah! Sen, Cenâb-ı Hakk’ın hususî matmah-ı nazarısın, O’nun te’yîdi altındasın sürekli; hep Sana moral veriyor, ediyor, arkanda olduğunu söylüyor. Mesela, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا diyor, Sevr sultanlığında: “Dostum, tasalanma! Allah, bizimle beraberdir!” إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا “Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir.’ diyordu. Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi.” (Tevbe, 9/40) diyor. Ben de öyle çok duygulanarak, “Ama ben Sen değilim ki!..” dedim. Bu açıdan da konumumu da bilmem lazım, zaafımı bilmem lazım, aczimi bilmem lazım. Burada ne kadarına dayanabileceksek, dayanmalıyız ona.

   Bir Kere Daha Aktif Sabır

Durağanlığa girmemek lazım; günümüzü ifade için, günümüzdeki sabra “aktif sabır” diyoruz zaten. Falan-filan kötülük yapmış, zulüm etmiş, haksızlıkta bulunmuş; ee bir şey deme, katlan sen de ona ama durağanlık içinde… Hayır, öyle değil!.. Esasen şimdi bu şartlar, benim durumum, bu konumum, konumlandırıldığım bu durum neler yapmaya müsait ise, onları yapmalıyım. İşte, sizin -Allah’ın izniyle- yaptığınız şey de o; hem erkekler ile, gençler ile, hem bu hemşirelerimiz ile, sizin annelerimiz dediğimiz anneleriniz ile…

Bir gün bu mesele tabii bir hal alınca -belli bir dönemde o himmetlerin, o okul açmaların, o üniversitelerin, o üniversiteye hazırlık kurslarının, bu insanların ablaları ile, bunların ağabeyleri ile gerçekleştirildiği gibi, realize edildiği gibi- bunların da daha büyük şeyleri realize edeceklerine inanıyorum. Şu anda dünyanın değişik yerlerine serpiştirilmiş olma mevzuu, esasen Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem bir isteğinin, hem de bir gâye-i hayalinin realize edilmesi açısından önemli bir adım gibi geliyor bana. Madem Allah saçtı, savurdu; işte üslupta hata etmeden, anlatacağınız şeyleri anlatmalısınız; bu pozisyonu iyi değerlendirip anlatmanız lazım. Herkes duydu, bu bir fırsattır. Dolayısıyla nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin -Kendi buyurduğu gibi- ism-i şerifleri, güneşin doğup-battığı her yerde bir bayrak gibi dalgalanacak.

Evet, böyle bir gâye-i hayale insanın kendini salması lazım; Allah, onu mutlaka deryaya ulaştırır. Sonra o da yolunu bulur oradan, bu defa buhar olur havaya çıkar damlalar halinde; pozitif-negatif yan yana gelir, yine yağmur damlalarına dönüşür, yine yerin bağrına akar; yine insanlığın imdadına koşar, nebatatın imdadına koşar, yine çağlayan olur, yine deryaya akar… Hani tıpta bir tabir vardır: “Fâsid daire”; şimdi “kısır döngü” diyorlar. Buna karşılık biz de buna “sâlih daire” diyoruz, “doğurgan döngü”; evet öyle bir şeye vesile olur, Allah’ın izni-inayeti ile.

   Beslenme kaynaklarımıza bir kere de günümüzün şartları ve ihtiyaçları açısından odaklanmalıyız!..

Belki zaruretler karşısında “Yahu biraz daha dişimizi sıkıp bazı şeyleri mütalaa etmemiz lazım; Siyer felsefesine bakmamız lazım; Efendimiz’in hayat-ı seniyyesini bir kere daha gözden geçirmemiz lazım; Risaleler’e bir kere daha baştan bakmamız lazım; bu asrın, bu çağın sözcüsü; dolayısıyla çağın derdini en iyi keşfeden insanlardan birisi, o.” demeliyiz. Günümüzün nesilleri de o türlü şeyleri mütalaa etme zaruretini hissedeceklerdir; sorumlulukları, o insanları bu türlü şeylerde derinleşmeye sevk edecektir, zorlayacaktır; kendilerini mecbur hissedeceklerdir.

Ben bunu Komünizmin revaçta olduğu belli bir dönemde, Türkiye’de hep yaşadım. O kürsülerdeki o konuşmalara şahit olmuşsunuzdur. O gençler, bazıları abdestsiz-mabdestsiz, camiye gelirlerdi; böyle hep sorular sorarlardı; irticali, verilen cevaplardı onlar. Ee şimdi de, buradaki insanların dertleri, problemleri nelerdir? Dolayısıyla onlara makul ve onları ürkütmeyecek-kaçırmayacak şekilde cevap vermek için fikir cehdi ortaya konmalı. Günümüzde düşünen insanlar ne demişler, tabii onlara müracaat edeceğiz, bakacağız. Esasen zaman, şartlar, konjonktür, o insanları, bir yönüyle yaptıkları işe kendilerini ehil hale getirmeye zorlayacaktır. Bazılarının belki arkadan ittirmeye ihtiyaçları olur: “Kabiliyetin var, donanımın var, maşallahın var; maksadını da çok rahat ifade ediyorsun; böyle Firdevsî’yi okuyormuşsun gibi geliyor konuştuğun her şey, insanı bayıltıyor.” Böyle kabiliyetler var ise, bunları pozitif şeylere biraz arkadan ittirmek lazım, dürtmek lazım.

Dünyanın, bu sesi-soluğu duymaya ihtiyacı var. Çünkü eskiden beri bazıları zaten Müslümanları terörist görüyorlardı; şimdi dünyanın değişik yerlerinde Müslümanlığı, onun kaderini temsil eden insanlar, ona doğrudan doğruya “terörist” dedirttiler, Müslümanlığa “terörist” dedirttiler. Onun böyle olmadığını, onun esasen hümanizmin üstünde çok önemli semâvî bir din olduğunu anlatmak lazım. İnsanların o mevzuda kendi ihtiyarları ile seçeceği bir yolu seçmiş oldukları, kendi ihtiyarları ile yaşayacakları şeyleri yaşıyor bulundukları anlatılmalı. Hepsi, bu; hür irade ile, adalet mülahazası ile, hürriyet düşüncesi ile yapıyorlar. Bunun için, sistem ona göre sergilenmeli, adeta bir ütopya oluşturulmalı.

   Entegrasyon

Bunda da belki en başta gelen şey, entegrasyon. Bulunduğumuz ülkede, kılığımız ile, kıyafetimiz ile, saçımız ile, sakalımız ile bir farklılık arz ederek din-i mübînin emirleri çerçevesinde yapacağımız şeyleri yaparız; hemşirelerimizin şu anda yaptıkları gibi, sizin yaptıklarınız gibi.

Fakat, hatta belki böyle bir şey (cübbe) ile görünme… Beni böyle görseler, yadırgamazlar veya burada mâbed gibi bir yerde görünce yadırgamazlar ama hayatın içinde böyle olduğunuz zaman yadırgayabilirler. Bence detaya ait bu meselelere takılıp kalmamak lazım; yoksa usulde kayba uğrarsınız.

Entegrasyon çok önemlidir. Aklı başında olan insanlar, genç nesiller, kadın-erkek hepsi, şebâben ve şuyûhen (genciyle ve yaşlısıyla) entegrasyonda kusur etmemeliler. Öyle ki o insanlar, “Bunlar bizden!” falan demeliler. Ancak konuştuğunuz zaman “Yahu siz, bizden değilmişsiniz!” falan diyebilmeliler. Bunun gibi…

Fakat bir diğer taraftan da bu kadar yakın durduğunuz zaman, bir asimilasyon yılanı, çıyanı baş gösterebilir bu mevzuda. Bu da daha ziyade -zannediyorum- böyle bir kısım hevâ-i nefsine uymuş gençler için, çocuklar için tesirli olur.

   Asimilasyona Karşı Surlar

Buraya gelen Amerikalı akademisyenlerden birisi -Efendimiz’i de tanıyor, “Peygamber” olarak biliyor, “Muhammedun Rasûlullah!” diyor, sallallâhu aleyhi ve sellem- bize yalvarırcasına dedi ki: “Aman hocam, ne olur, Allah aşkına!.. Bakın, buraya gelmişsiniz; erimeyin bu toplum içinde!.. Ne iseniz, öyle devam edin!” Siz de duydunuz, değil mi? Evet, yalvardı, yalvarırcasına konuştu; arkadaşlar da şahit burada. “Sizden evvel gelenler, değişik yerlere dağıldılar; fakat immün sistemleri zayıftı, mukavemet edemediler; o çağlayana kendilerini saldılar, bir daha da kenara çıkmaya fırsat bulamadılar.” Yalvardı bize burada.

Şimdi onun için de esasen, birinci mesele, entagrasyon; ikincisi de asimilasyona karşı seralar oluşturma.

Bunun çâre-i yegânesi; mümkünse kabiliyetli, donanımlı, idealist, esasen kendini bu işe adamış insanları yönlendirmek, tayin etmek. Bizim bulunduğumuz bölgede/ülkede yok ise, başka yerlerde olan insanları transfer etmek lazım; kabiliyetli, donanımlı o adanmış insanlara, o işi yaptırmak lazım.

Bütün bunların yanında bir de bir araya geldiğimiz zaman, “Sohbet-i Cânân”. “Keşke sevdiğimi sevse, kamu halk-i cihan / Sohbetimiz her zaman sohbet-i Cânân olsa.” dediği gibi şâirin. Bence mesele Allah ile, Peygamber ile başlamak, dinimiz ile başlamak, “şartlandırmak” o insanları… Âdetâ onları duymaya içlerinde hâhiş uyarmak, istek uyarmak, hepsini teşne hâle getirmek… Öyle ki, keşke şu ufka ulaşılsa: “İstanbul’u fethedecekmişiz!” Bu tâlî derecedeki bir iş, ne olacak!.. Esas önemli olan şey nedir? Cenâb-ı Hakk’a imanı, Efendimiz’e imanı gönüllerde ihya etmektir. Gerçek diriliş, odur, gerçek “ba’s-u ba’de’l-mevt” odur. Üstad Necip Fazıl, o tabiri kullanırdı, “ba’s-u ba’de’l-mevt” tabirini kullanırdı. Ba’s-u ba’de’l-mevt… Bütün dünyevî meseleleri tâlî bir mesele haline getirmek; onda öyle yoğunlaşmak ki, gönlü tamamen ona bağlamak…

Hakikaten gönlümüzü ona bağlamalıyız; böylece bir gün belki biz de onu tabiatımıza mal ederiz. Buyuruyor ki Efendimiz: “Sizin cismanî hazlardan lezzet aldığınız gibi, Ben, Rabbime karşı teveccüh ve ibadetten lezzet alıyorum!” Bu, işin tabiata mal olması; insan tabiatının, manevî anatomisinin bir buudu/derinliği haline gelmesi demektir. “Manevî anatomi” nedir? İnsanın vicdanı, kalbi, hissi, ihsasları, iradesi, şuuru, idraki; bu, “maddî anatomi”mizin yanında. Bunun bir derinliği haline getirmek lazım onu; bir yönüyle sürekli -o “dürtü” tabirini bu büyük şeylerde kullanmak doğru değil fakat karşılığında başka kelime bilemediğim için- o dürtü ile hareket etmek lazım. Yani, delillere bakarak değil artık; tabiatımıza öyle sinmiş, öyle içtenleştirilmiş ki… Mesela namaz vakti olunca, ezan-ı Muhammedî’yi duymadan hemen harekete geçmeli; hep kalbimiz, kulağımız mâbette olmalı; “Yahu bir gelseydi, şu; bir secdeye kapansam, içimi bir kere daha Rabbime dökseydim!” falan demeli. Bu hale getirme meseleyi…

Bu, birden bire olmaz. Meselenin tâlibi/râgıbı olursanız, bir gün o zirveye ulaşırsınız. مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ، وَجَدَ “Bir insan, bir şeyin arkasına düşer ve ciddiyet ile onu takip ederse, talep ederse, mutlaka umduğuna nâil olur.” Diğer bir söz, atasözü yine, Arapça: مَنْ جَالَ، نَالَ “Bir insan, kendisini cevelana salar ise, bir şeyin arkasına takılır ise, sürekli küre-i arzın güneş etrafında dönüp durduğu gibi, o gâye-i hayâlin etrafında döner-durur ise, mutlaka bir gün umduğuna, hayal ettiği şeye -Allah’ın izni ve inayeti ile- ulaşır.”

Bu açıdan özellikle o tatil aralıklarını genç nesillere karşı, kadın-erkek çocuklara karşı bu surette değerlendirmek suretiyle, burada bir kayıp yaşamayız, Allah’ın izni-inayetiyle. Bir taraftan entegrasyon gerçekleşmiş olur; bir diğer taraftan da başka zeminlere kaymanın önünü bizim oluşturduğumuz seralar ile engellemiş oluruz, Allah’ın izni-inayetiyle.

Fakat, bunlar ara vermeden yapılmalı!.. En kötü şartlarda, hatta darbelerin olduğu dönemlerde, -arkadaşlar bilirler- arkadaşları rehabilite etme adına, belki moralize etme adına hep kamplar yapılıyordu. Askerler basıyorlardı o kampları ama günümüzdekiler gibi insafsız değillerdi. Basıyorlardı, bir şey değil, götürüp istintak ediyorlardı; bazen hemen bırakıyorlardı, bazen de belki bir-iki ay yatan oluyordu. Böyle “müebbed” filan yoktu o zaman. Evet, o tehlikeli günlerde dahi hakikaten okuma kampları, programlar artırıldı; zannediyorum bütün Türkiye’ye de yayıldı, her yerde yapılmaya başlandı. Sonra o mevzuda da modernizasyona geçildi, bu defa otellerde-motellerde yapılmaya başlandı.

Kim bilir, gelecek, bu gidişle, daha neler vadediyor; şimdiden kestirmek mümkün değil. Burada öyle donanımlı yetişmiş, aynı zamanda immün sistemi gelişmiş nesillerle… Mukavemeti gelişmiş, artık her türlü mikroba karşı vücudunun bir mukavemeti var; mikrop, kendini vücuda salınca, kendi kendini tehlikeye atmış oluyor; âdetâ sürekli antibiyotik alıyor gibi bir şey oluyor, Allah’ın izni-inayetiyle.

Burada yetişmiş nesiller öyle mukavemetli olacak. Bunu göreceksiniz!.. Biz gideriz öbür tarafa da geldiğiniz zaman sorarım ben size, “Nasıl oldu diye!” İnşaallah. Cenâb-ı Hak, beni size bağışlasın, orada bir araya getirsin inşaallah.

Evet, bu da meselenin diğer bir yanı idi; burada kendimizi, neslimizi korumak için bunları dedim. Sözü uzattım, baş ağrıttım; hakkınızı helal edin.

Cenâb-ı Hak, içtenliğiniz ile, vicdan enginliğiniz ile sizi pâyidar eylesin! Çok önemli hizmetlere vesile kılsın, Hizmet’te birlerinizi bin eylesin!..

İmtihan, Sekîne ve Kurtuluş

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Mazlumlar, mağdurlar nazar-ı itibara alınarak, onların o sıkıntıları, dertleri paylaşılmalı!.. Hani hep ism-i mef’ûl kipiyle ifade ediyoruz: Mazlûmiyetlerini, mağduriyetlerini, ma’zuriyetlerini, mahkûmiyetlerini, daha değişik gâileler ile malul bulunmalarını… Bunların hepsini birden düşününce tabii ızdırap duyarız. Bir de hey’et ile umumî alakadârlığımız var ise, Hizmet ile ciddî alakadârlığımız var ise, kardeşlik ruhu tam inkişaf etmiş ise şayet, paylaşırız o âlâmı, o mesâibi, o devâhîyi. Paylaşıyoruz onlar ile beraber… Onlar, bazıları içeride; bazıları evlatlarından, eşlerinden, arkadaşlarından, dostlarından, anne-babalarından ayrı, onun hasreti ve hicranı içindeler. Bizler de o heyet içinde bulunmamız itibarıyla, aynı vücudun birer parçası, birer unsuru, birer molekülü gibi aynı şeyleri, aynı sıkıntıları paylaşıyoruz.

   “Bayram o bayram olur!..”

Antrparantez; bu paylaşma işi, biraz o kardeşlik düşüncesini derinlemesine duymaya vabestedir. Herkes aynı ölçüde duymayabilir: Bazılarını yatağa düşürecek şekilde felç eder, o türlü şeyler. Belki çok defa o, Cenâb-ı Hakk’ın o sonsuz iradesine hürmetin gereği, o iradenin muradı ne ise, ona saygının ifadesi olarak yaşamaya katlanır; iradesinin hakkını verir ve katlanır o meseleye. Fakat insan olarak -esasen- ızdırap duyar. Hani İzzet Molla’nın sözünü çok tekrar etmişimdir, biliyorsunuz: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan ama / Ne de olmasa cefadan usanır, candır bu!”

Evet, nice kimseler tekme yemiş, sarsılmış veya şiddetli bir darbe ile, bir balyoz ile, bir hıyanet ile yerle bir edilmiş, düşmüş, tökezlemiş, sürüm sürüm hâle gelmiş… Bunların hepsini böyle vicdanımızda derinlemesine duymak, kardeşlik irtibatımızın sımsıcak olması ile mebsûten mütenasiptir (doğru orantılıdır). Duyarız, paylaşırız onlar ile beraber…

Dolayısıyla, bir ferec, bir mahreç isterken de esasen hem onlar için hem kendimiz için istemiş oluruz. Onlar için öyle bir ferec ve mahreç olunca, biz de bir yönüyle bayram ederiz. Alvar İmamı hazretlerinin “İslam yeniden doğa / Bayram o bayram olur.” diye bir şiiri vardır. Ona, başka iki mısrayı Fakîr ilave ediyor:

“İslam yeniden doğa,

Bayram o bayram olur.”

“Bayram o bayram olur.” o Hazrete ait.

“Işık zulmeti boğa,

Bayram o bayram olur.

Her yana rahmet yağa,

Bayram, o bayram olur.”

Çoğaltabilirsiniz bunu… “…Bayram o bayram olur.”

Sonra bir de müstezat yapıyor ama müstezatların mısra uzunluğunda olmaması esastır: “Gör ne güzel îd olur.” diyor; o, ne güzel bir bayram…

Şimdi, onlar, o bayramın sevincini paylaşırken kendi aralarında, bunun size uzanan yanı da az değildir; siz de bir bayram neşvesi içinde kendinizi hissedersiniz.

Bir taraftan o duygunun, o düşüncenin insanda olması lazım. Bununla beraber, öyle bir bayramın gelmesi, o “ferec”in, o “mahrec”in zuhur etmesi bir yönüyle hem ibadet ü tâatimiz ile Cenâb-ı Hakk’a teveccüh-i tâmma, hem de Allah’tan sürekli aynı şeyleri istemeye vabestedir.

   Allah’tan başka kim var ki, gaflet ve dalaletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-i nefsin zararlarını defetsin; öyleyse Yunus-vâri O’na yakarmalıyız!..

Seyyidinâ Hazreti Yunus İbn Mettâ, لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87) dedi. -Lem’alar’daki o konunun izahına bakabilirsiniz.- لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ “Sen’den başka Ma’bud-u bi’l-Hak, Maksûd-u bi’l-istihkak yoktur. Sadece Sen’sin, Sen!” dediğimiz zaman… Gerçek, Sen’sin; bütün varlık, Sen’in vücudunun gölgesinin, gölgesinin gölgesi… “İlim”ler, Sen’in ilminin gölgesinin, gölgesinin, gölgesi… “İrâde”ler, Sen’in İrâde’nin gölgesinin, gölgesinin gölgesi… “Yok!” değil, var ama işte gölgenin varlığı gibi bir şey o. Bir “isneyniyet” -evet, usûliddin ulemasının ifade ettiği kelime bu- var burada fakat “Bir”isi esas, diğerine gelince o, zıllîdir ve izâfîdir.

Evet, لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ Seni tesbih u takdis ederim!.. Burada “Sübhâneke” سُبْحَانَكَ kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ı evsâf-ı âliye ile tavsif etme ve noksan sıfatlardan da tebrie manasına gelir. Cenâb-ı Hakk’ın “Kuddûs” ism-i şerifinde de bu mana vardır. Hazreti Üstad, İsm-i A’zam gibi alıp yine Lem’alar’da zikrettiği o altı isimden biri de o; orada Kuddûs isminden de bahsediyor: Yeryüzünde maddî temizlik, nezahet, âhenk, eko-sistem ve aynı zamanda -orada ona çok temas edilmiyor ama- Cenâb-ı Hakk’ı tenzih manasına da gelir. Yani, Zât-ı Ulûhiyet:

“Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.

Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.

Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,

Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.

Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda,

Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.”

“Sübhâneke” dediğimiz zaman, aynı zamanda bu manaları kastetmiş oluruz. Şu kadar var ki, Peygamber, kendi ufku itibarıyla meseleyi söylerken, çok derinlemesine söylemiş olur.

Zât-ı Ulûhiyeti, Zâtına şayeste ve lâyık tavsif ettikten sonra, kendi durumuna geçiyor: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ O kapının eşiğine başını koyarak, “Allah’ım! Başım, Kapının eşiğinde…” diyor. Evet, bu meseleyi daha arızasız ifade etmek için “rahmetinin eşiğinde, re’fetinin eşiğinde, şefkatinin eşiğinde…” demek, teşbih ve temsile meydan vermeden bir ifade tarzı olur; çok defa onu tercih ediyoruz ve (Çağlayan başyazılarında da) o tercih edilmişti esasen. “Başım orada…” سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ben, zâlimlerden oldum!” diyor. O hep -böyle- tekrar edip durduğundan dolayı balığın karnında, Zât-ı Ulûhiyet de onu kurtarıyor; balık getiriyor O’nu (aleyhisselam), bir sahile atıyor. Açık; Kur’an-ı Kerim’de, iki yerde net ve detaylı olarak anlatılıyor.

Ve sonra döndüğü zaman da Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle, o bir insan halâs oluyor fakat yüz bin insan veya daha fazlası O’na (aleyhisselam) iman etmek suretiyle kurtuluyor; bu da O’nda inşiraha vesile oluyor ve Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğu da ortaya konmuş oluyor.

Şimdi bu ayeti okuduk: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ Sonra hemen اَللَّهُمَّ اجْعَلْ لَنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا “Allah’ım! Bize de ferec ve mahreç ihsan eyle!” diyebiliriz.

   Balığın karnında olduğunuzun tam şuuru ile Allah’a teveccüh edeceksiniz ki, nur-u tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet inkişaf etsin ve sizin geceniz, deniziniz ve balığınız da size hizmetkâr edilsin.

Antrparantez bir şey daha arz edeyim: Arkadaşlar çok güzel rüyalar gördüler. Bazen Efendimiz, doğrudan doğruya, yakazaten, temessül buyurarak çıktı karşılarına; bazen Hazreti Ebu Bekir, bazen Hazreti Halid… Bu “büyük” zatlar temessül buyuruyor. Tabii Efendimiz’in büyüklüğü, “büyüklük” sözü ile ifade edilemez. Fakat meseleyi nispetlere bağlayarak ifade etmemeli. “Büyük” O (sallallâhu aleyhi ve sellem); büyük… Fakir’in ifadesi ile “gâye ölçüsünde bir vasıta, bir vesile” esasen. Onun için, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Kelime-i Tevhîd’inde, Cenâb-ı Allah’ın ism-i şerifi ile Efendimiz’in mübarek ismi yan yana zikrediliyor.

Efendimiz, temessül buyuruyor; Hazreti Hâlid, temessül buyuruyor… Şahısların karakterlerine göre, o andaki sıkıntının keyfiyetine göre… Birisi de Yunus İbn Mettâ’yı (aleyhisselam) rüyasında görüyor. Fakat bazen onlar öyle net görülüyor ki, belki oradaki birkaçı da görmüş oluyor onu. Yunus İbn Mettâ’ya (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselam) diyor ki “Sen, bu لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ duasını okudun; Cenâb-ı Hak, sana salâh ve necât verdi. فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّ ‘O’nun yalvarıp yakarışına da hemen icabet ettik ve kendisini o sıkıntıdan kurtardık, onu halas ettik.’ (Enbiyâ, 21/83) dedi.” Hazreti Yunus, o şahsa buyuruyor ki: “Ben onu, balığın karnında söyledim!”

Demek ki sıkıntı, seni öyle bir sıkacak ki, canın, gırtlağına gelecek; tâbir-i diğerle, esbâb bilkülliye sukût edecek fakat O’nun (celle celâluhu) ile irtibatını koparmayacaksın, her şeye rağmen… Hazreti Yusuf (aleyhisselam) gibi kuyunun dibinde bile… Cenâb-ı Hak vahyediyor; Hazreti Yusuf daha çocuk orada. Allah, ona vahyediyor; o işin encamını ona göstereceğini vadediyor. Dolayısıyla da ciddî bir itmi’nân içinde… Şikâyet ettiğine dair bir şey yok… Biraz sonra bir kova iniyor oraya; su çıkarılacağına, insanlığın güzeli, insanı bayıltacak güzellikte bir çocuk çıkarıyorlar oradan, kuyunun dibinden.

Bunun gibi, esbâb, bil-külliye sukût edince, esasen, nûr-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur ediyor. Dolayısıyla da لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ derken, bütün arkadaşlarımız/kardeşlerimiz için اِجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا niyazı da ilave edeceğimiz bir duadır.

   Dudaklarımızdan dökülen her söz, yalnızca dilin beyanı değil, asıl kalbin tercümanı olmalı!..

Hani, tavır ve davranışlarımız, o kapıda olmalı; ayrı bir mesele. Fakat aynı zamanda beyanlarımız da olmalı… Öyle olunca, zaten beyanımız dilin-dudağın beyanı olmaz. Günümüzde her şey, dilin-dudağın beyanı… O câmilerde duyduğunuz din adına söylenen sözler, dilin-dudağın beyanı, kalbin sesi değil!..

Düşünürlerimizden bir tanesi… Antipatinize sebep olabilir ama ben çok seviyorum onu… Ağlayarak namaz kılan bir düşünür, bir akademisyen; kısmen de Fakir’in hemşehrisi sayılır. Fransa’da doktora yapmış, gelmiş; Denizli’de iken de Hazreti Pîr-i mugân, Şem’-î tâbân ile tanışmış. Namaz kılarken, hıçkıra hıçkıra ağlayan bir insan…

Antrparantez: Siz hiç camilerde ağlaya ağlaya bayılıp kendinden geçen insan gördünüz mü? Ben şahsen, belli bir dönemden sonra görmedim. Gençler, kendilerinden geçiyordu belli bir dönemde. Fakat bir yönüyle o ruh hâletini öldürdüler esasen, kezzâb döktüler onun üzerine, kendilerine benzettiler. O gençlik, namazdan uzaklaştı, uyuşturucuya alıştı, sigaraya alıştı, içkiye alıştı. Sözde İmam Hatipli oldu… Onu hayatî her birim içine sokacaklardı; kendileri gibi adam yetiştireceklerdi. Doğru, kendileri gibi adam (!) yetiştirdiler… Nifakın yapacağı odur esasen.

O zat, “gırtlak ağası” derdi bunlara, gırtlak ağası. “Ses sanatkârı” tabirini de kullanırdı, ses sanatkârı… O Mevlidcilere, o cenazelerde dua edenlere, cenazelerde Kur’an okuyanlara, kimseye bir şey ulaşsın diye değil de esasen kendilerini ifade etme, bir yaptıkları şey ile yapacakları başka bir şeye yatırım yapma adına… “Bir yerde güzel ses ile şöyle bir Kur’an okursak, başka bir yere de çağırırlar; buradan beş geldi ise, oradan da on gelir!” filan… Yaptıkları şeyler hep başka bir şeye bir yatırım… Dolayısıyla bunlara “gırtlak ağası” bile hafif geliyor zannediyorum; “ses sanatkârı” sözü de hafif geliyor.

Esas mesele; dil-dudak, kalbe tercüman olmalı!.. Öyle ise şayet, kalb, imanî heyecan ile mızrap yemiş gibi ürperiyor, titriyor ve dil-dudak da “Yahu dur, acele etme! Ben bir bunu tercüme edeyim!” diyor ve kendine göre kendi renk ve deseniyle bir kombinezon ortaya koyuyorsa, bu, çevrede hakikaten bayıltan/öldüren bir tesir uyaracaktır. Ricâl’i (Efendimiz’in hadislerini nakleden râvîleri) okuduğumuz zaman görüyoruz; mesela, Kuteybe İbn-i Saîd bir yerde Kur’an-ı Kerim okurken, sohbet ederken, dört şahıs birden ölüyor orada.

Evet… Hiç unutmam… Ben telsizci idim askerde; Abdulbâsid Abdüssamed’i dinliyordum, Kur’an-ı Kerim okurken. Kur’an-ı Kerim’i okuyunca, Tekvîr Sûresi ile bitiriyordu; o kadar güzel okuyordu ki!.. Ben daha sonra onu teyplerde görmedim; hakikaten insanı bayıltacak şekilde okuyordu. Demişlerdi ki: “Orada o Kur’an okurken, bir tanesi düştü, bayıldı ve öldü.” İşte okumaya bağlı bu, kalbin sesine bağlı; dilin-dudağın -Bağışlayın; bağışlıyor musunuz?- hırıltısına, mırıltısına değil. İnsan, bir ney sesi verebilecekse, ne diye hırıltıya, mırıltıya, başka mahlukların sesine-soluğuna kendisini salıyor ki?!.

Geriye dönelim; evet, antrparantezi kapadık. رَبَّنَا اِجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا Hâl, tavır ve davranış ile, öyle bir konum ihraz ediliyor ki, insan, öyle bir konum ile kendini konumlandırıyor ki, orada hakikaten dilinden-dudağından dökülen her şeyi enine-uzununa değerlendirdiğiniz zaman, analize tâbi tuttuğunuz zaman diyorsunuz ki, “Vallahi bu çok dile-dudağa benzemiyor. Bu, olsa olsa kalbin sesi-soluğu olur.” O kalb ki, “Dil, beyt-i Hudâ’dır; ânı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye, Rahman, gecelerde.” Evet, “Tecelligâh-ı İlahî”dir o; Allah, oraya tecelli ediyor, hususiyle gecelerde.

   Allah’ım! Bu Kıtmîr de, bu Hizmet’in içinde bulunanlar da, bu Hizmet de Sana emanet!..

Şimdi o durumu ihraz etmek lazım ve işte o رَبَّنَا اِجْعَلْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا فَرَجًا وَمَخْرَجًا duasını da ona bağlamak lazım. Yunus İbn Mettâ’nın (aleyhisselam) sözünü de o şekilde anlamak lazım. Hakikaten esbâb, bilkülliye sukût ediyor, yapacak bir şey yok… Bütün gönlüyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyor. Sebepleri, elinin tersiyle itiyor, “Sadece Sen varsın, başka şey aramaya gerek yok!” diyor. Allah da (celle celâluhu), “Ben varsam, meseleyi Bana emanet ediyorsan, işte Ben de yapacağımı yapıyorum!” diyor, onu (aleyhisselam) balığın karnından çıkarıyor.

Çok defa diyorum ki: “Allah’ım! Bu Kıtmîr de, bu Hizmet’in içinde bulunanlar da, aynı zamanda bu Hizmet de Sana emanettir.” Bütün benliğim ile böyle diyorum: “Bunu başkasına, hükümete, devlete, siyasîlere emanet edersek, canına okurlar. Ama Sen, Emîn’sin. Sen, Mü’min ismi ile mevsûfsun veya müsemmâsın. Dolayısıyla hepsi Sana emanet!.. Nezd-i Uluhiyetinde, Hazîre-i Kuds’ünde bunları Sana emanet ediyorum, bahtına düştüm!.. Sen, emanete hıyanet etmezsin!” Bu açıdan da meseleyi Cenâb-ı Hakk’a havale etmek lazım.

Siz, bütün benliğiniz ile meseleyi O’na emanet ederseniz, O’nun da o engin lütfu ile, keremi ile mutlaka karşılığını bulursunuz. وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ “Bana verdiğiniz sözü tutun ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben’den korkun!” (Bakara, 2/40) “Verdiğiniz sözü yerine getirin, Ben de mukabelesinde bulunayım!” diyor. أُوفِ “Ben de vefâlı olayım.” diyor da burada fakat bunlar mukabele manasına gelir. “Sizin bu vefanız ölçüsünde, Ben de mukabelede bulunayım.” demektir. Ne yaptınız siz? Kul, kendi darlığı içinde, bir karış… Zât-ı Ulûhiyet, Kudsî Hadiste buyuruyor: “…Benimki bir adım. Siz bir adım attınız, Benimki gelme. Siz geldiniz, Benimki koşma. Sonra da dil olma, dudak olma, konuşma.” Yani siz kendi küçüklüğünüz ölçüsünde O’na karşı bir yaklaşım tavrı sergiliyorsunuz, O (celle celâluhu) Kendi büyüklüğü ölçüsünde, onun ile mebsûten mütenasip bir teveccühte bulunuyor, hepsi bu.

Şimdi böyle bir ruh hâleti içinde -inşaallah- hem kendimiz için, hem de kardeşlerimiz için Cenâb-ı Hak’tan ferec ve mahreç talep edilirse, o, yere düşüp kalmayacaktır; Cenâb-ı Hak, kabul buyuracak, o fereci ve mahreci ihsan edecektir.

   Mağdur ve mazlumların ferec ve mahrece mazhar kılınmaları şahsî, içtimâî, kaderî pek çok kayıt ile mukayyettir; dolayısıyla ferec ve mahreç dualarımız bir vakt-i merhûna bağlı bulunabilir. 

Bir; esasen bir imtihan oluyoruz, bir mîâdı var bu meselenin. İnsan, bu imtihanda o mîâdı doldurup işin içinden pâk olarak, pîr u pâk olarak sıyrılıp çıkıyor.

İki; Cenâb-ı Hakk’ın belli bir dönemde bize lütfettiği imkanları rantabl değerlendirmediğimizden dolayı, Cenâb-ı Hak -adeta- “O vaktine erişip edâ edemediğiniz şeyleri katlayarak kaza edin!.” buyuruyor hâdiselerin diliyle. Kaza edince -malum- vaktin edasını da beraber yapıyorsunuz. Mesela; ikindiyi kaza ediyorsunuz; bir, ikindinin farzı, bir de başka bir farz. Bu defa vitesi yükselteceksiniz; dört ile gidiyorsanız, bu defa sekiz ile gideceksiniz. Bir de buna “temkin dörtlüsü” ilave edecekseniz şayet, on iki olur bu defa. Evet, edâ edeceksiniz onu; bu da ayrı bir mesele.

Vaktine erişip yapmanız gerekli olan şeyleri tam vaktinde edâ edemediğinizden dolayı… Mesela; başkaları ile dirsek temasına geçemediniz, şu dönemde yaptığınız gibi. Mesela; Ramazan iftarları tam veremediniz; üst seviyede, binlere tekâbül eden insanlar ile dirsek teması içinde olamadınız. Olsaydınız, sesiniz-soluğunuz, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun buyurduğu gibi, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktı ve Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm memnun olacaktı. Sizin rüyalarınıza girseydi, yaptığınız şeylerden dolayı size tebessümler yağdırması ile memnuniyetini gösterecekti.

Hiç tereddüdüm yok bunda; çünkü O’nun bundan başka arzusu ve isteği yoktur: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ hakikati, dünyanın dört bir yanında şehbal açsın. Yahya Kemal’in Ezan şiirinde dediği gibi:

“Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî

Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî

Sultan Selim-i Evvel’i râm etmeyip ecel,

Fethetmeliydi âlemi, şân-ı Muhammedî..

Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,

Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî..

Ervâh cümleten görür “Allahu Ekber”i

Akseyleyince arşa, lisân-ı Muhammedî..

Üsküp’te kabr-i mâdere olsun bu nev gazel,

Bir tuhfe-i bedi’ ü beyân-ı Muhammedî.” Sallallâhu aleyhi ve sellem…

Evet, O’nun size gösterdiği hedef, bu; gayb-bîn gözüyle görmüş, “Bir gün böyle olacak!” demiş. Aynı zamanda size bir hedef göstermiş; “O hedefi siz, kendi nesliniz olarak yakalamaya bakın!” Ama size müyesser olmayabilir. Siz o yolun yolcusu iseniz, hedefe terettüp eden sevap/derece ne ise, Allah, size onu verir; çünkü siz, hedefe göre kendinizi planladınız.

Bunun gibi; bir de bu… Cenâb-ı Hak, bize çok geniş imkanlar bahşetti, acaba bunlar rantabl değerlendirildi mi? Onun için “Ferec ve mahreç şahsî, içtimâî, kaderî pek çok kayıt ile mukayyet.”  diyoruz; çok değişik yönleri var bu meselelerin.

Bir diğer husus; zalimleri iyi idare etme filan meselesi… İnsanlığın İftihar Tablosu, on üç sene Mekke-i Mükerreme’de eziyet görmüştü. Zâlimler, kâfirler, münafıklar, müşrikler, daha başka bütün bütün Allah belası ne kadar -bağışlayın- zirüzeber insan var ise, hepsi âdeta eziyet etmede, zulmetmede yarışmışlardı. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o zaman yapması gerekli olan şeyleri yapmıştı, hicret buyuracağı âna kadar. Yoksa iflah etmezlerdi o insanlar.

O, hicret buyurduğu zaman, Sevr sultanlığına kadar gidip, o kötü niyet ile kılıç bilemeleri gösteriyor ki, çok kötü şeyler düşünüyorlardı. Bugün, günümüzde bazı İslam ülkelerinde bir kısım tiranların aynı şeyleri düşündükleri gibi… “Evladından ayrı anne.. ölürse ölsün, bana ne!.. Benim saltanatım gitmedikten sonra!..” Bakın şu İslam dünyasına… Kapkara olmuş çehresi ile, kapkara saraylarda, kapkara düşüncelerle, hep kapkara dumanlar içinde insanları götüren insanlar… Evet, öyle bir şey fakat Allah’ın izni-inayeti ile, O yapması gerekli olan şeyleri yapmış ve sıyrılması gerekli olan günde de sıyrılmış-etmiş. Ama on üç sene onca şeylere maruz kalmasına rağmen, Allah’ın izni-inayeti ile, davasını bayraklaştıracak şekilde, Yesrib’i Medine yapmış, medeniyet merkezi yapmış. Bir muvazene unsuru olmuş, Hazreti Ömer döneminde. Hem de kısa bir sürede. “Kaç sene bu?” diyeceksiniz. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’de on sene; Hazreti Ebu Bekir, üç seneye yakın; Hazreti Ömer efendimiz on sene; düşünün, yirmi üç sene… Atın-katırın sırtında… Tank ile, top ile, tayyare ile değil. Bir nesil… Bir nesil…

   Ferec ve mahreç duasının yanı sıra Allah’tan hem kendimiz hem de kardeşlerimiz için sekîne ve itminan istemeliyiz. Zira sekîne ve itminana mazhar bir kalb, dünyevî endişelerden kurtulur ve sadece Hak hoşnutluğuna bağlı bulunur.

Dolayısıyla ferec ve mahreç dualarımız, vakt-i merhûna bağlı bulunabiliyor. Buna göre, ya arınmamız söz konusu, ya kaderin takdir buyurduğu mîâd var. Cenâb-ı Hak, bizi nezd-i Ulûhiyetine arınmış olarak, pâk, pirüpak olarak almak istiyor. O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasındaki insanların, “Yıldızlarım!” buyurduğu, أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ، بِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; hangisine tutunursanız, hidayete erer, Bana ulaşırsınız!” buyurduğu O’nun ashabının arkasında saf bağlamak için esasen o ölçüde arınma, pirüpak olma mevzuu… O noktayı ihraz etmek için, o mevzuda bir kıvam sergileme, bir mukavemet sergileme… Hakikaten, Allah’ın izni-inayeti ile O’nun sesini-soluğunu bütün dünyaya duyurabilecek bir kıvam sergileme…

Şimdi Cenab-ı Hak, bunları murad buyurmuş ise, bunların hepsi azap gibi, ızdırap gibi, çile gibi görünse bile, yine Cenab-ı Hakk’ın rahmet tecelli-boyunda bize bir ihsanıdır; rahmet tayfları şeklinde algılayabilirsiniz bunları da. Evet, tereddüt etmeden… Dolayısıyla, onu intizar etmek lazım; acele etmemeli o mevzuda.

Kur’an buyuruyor: إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Eğer Siz Peygambere yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder. Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir.’ diyordu. Derken Allah onun üzerine sekînesini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin dâvasını alçalttı. Allah’ın dini ise zaten yücedir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Tevbe, 9/40)

Sevr sultanlığında, Hazreti Ebu Bekir’in heyecanı, “Efendim’e bir şey olur diye!” endişesinden kaynaklanıyordu. Fakat Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) orada hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu. Onlar dolaşıp duruyorlar; O onların ayaklarını görüyor orada, belki ayaklarının sesini de duyuyor; öyle, mağara derin bir mağara değil. Ama örümcek ağı ile Allah (celle celâluhu) ahmakların önünü kesiyor; iki tane güvercin ile Allah, münafıkların önünü kesiyor. لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma dostum! Allah, bizimle beraberdir!” diyor. فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا “Derken Allah onun üzerine sekînesini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin dâvasını alçalttı. Allah’ın dini ise zaten yücedir.” Allah’ın kelimesi, ulyâ; kâfirlerin kelimesi, diyeceği-edeceği şeyler ise süflâ. Endişe etmeyin!.. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ “Hak daima üstün gelir; hakka galebe edilmez.”

İşte Efendimiz’e o sekînenin inmesi, bir mana şeklinde oluyor, kalbde bir itmi’nan hâsıl oluyor. Kalbe inen -esasen- bir itmi’nân… Ne var ki, bunların hepsi, O’na bir teveccüh-i tam ile teveccüh etmeye vabestedir. Siz, teveccüh ederseniz, teveccüh, teveccüh doğurur. Teveccüh edin, teveccüh bulun!..

   Allah’ın inayetinin bir tezahürü de Amerika’daki mahkeme oldu; Cenâb-ı Hak, çamur atma ve adam kaçırma eşkıyalığı da ihtiva eden bütün entrika ve komplolarını başlarına geçirdi.

Cenâb-ı Hak, inayetini sizinle/bizimle eylesin!.. İttirdi; iyi bir yerde duruyoruz. Yanılıp yanılıp zâlimlerin içinde bulunabilirdik. İşledikleri zulümlere bir kısım humekânın (ahmak ve sefillerin), ahmak-ı humekâdan tahammuk etmiş (en ahmak ve sefil kimselerden daha ahmak hale düşmüş) insanların bulundukları gibi bulunabilirdik. Sürü gibi onların arkasından sürüklenebilirdik. Allah (celle celâluhu), değişik şekilde ayıkladı. Bazı arkadaşlarınızı içeriye koydu. Bir kısmı da sizler gibi hicret etti. Bununla İnsanlığın İftihar Tablosu’nun “Benim namım, güneşin doğup-battığı her yere gidecektir.” müjde ve hedefini gerçekleştiriyor.

Dünyada şu anda sizi duymayan insan yok!.. Amerika’da şu anda bir mahkeme oluyor. (Bakınız: http://www.tr724.com/akpli-4-bakan-washingtondaki-mahkeme-dosyasinda-guleni-kacirma-davasi-basladi/ ve https://zamanaustralia.com/2019/07/24/abdde-juri-kararini-verdi-guleni-kacirma-davasinda-amerikali-is-adami-kian-oybirligiyle-suclu-bulundu/) Tam yirmi tane güçlü şirket -burada- kiralamışlar, güçlü avukatlar tutmuşlar, “Harekete mensup insanları derdest edin.” diye… Başta sizin arkadaşlarınızdan bir Kıtmîr var, başta o olmak üzere… Tabii o olduktan sonra, burası Türkiye’ye insanları taşımak için bir liman, bir rampa olacak. Birer birer herkesi derdest edip, oraya gönderecekler. Artık onlar da orada hücrelerde ölüme terkedilecekler. Yirmi tane, otuz tane avukat tutuyorlar; yirmi tane, otuz tane şirket buluyorlar. Tonlarla para harcıyorlar… Sadece bir tanesi biliniyor medyada ama savcılar hepsini biliyorlar. Bir tanesi de bir adam için sadece on beş milyon dolar… Ve bu meseleyi teklif edenler, pazarlık yapanlar da o Kapadokya’dan iki tane… Neyse isimlerini söylersem gıybet olur; iki tane bakan. Bakan… Evet, bakıp da göremeyen insanlar; bakan… Şimdi bir tane insan için böyle yaparlarsa, meseleyi beyninden vurdukları zaman, esasen diğerlerine ne yapacaklarını kestiremezsiniz.

Böyle bir hınç karşısında, Allah (celle celâluhu), sizi koruyor. Hâlâ her gün gelip insanlar, oraya sığınıyorlar. Estağfirullah “sığınma” ne demek; esasen misyonlarını edâ etmek üzere yer değiştiriyorlar, cebrî hicret yapıyorlar. “Cebrî hicret” de “ihtiyarî hicret” de çok değerli; râcih-mercûh münasebetiyle bazı yönleri ile o efdal, bazı yönleriyle de o efdal. Evet, dünküler ihtiyarî hicret ile sevabı kazandılar. Bugünküler de yerlerini-yurtlarını, mallarını-mülklerini terk ettiler; bir yönüyle onun acısı var sinelerinde ama “Olsun!” diyorlar, “Dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın da, ne olursa olsun!” diyorlar.

اَللَّهُمَّ أَعِنَّا عَلَى ذِكْرِكَ، وَشُكْرِكَ، وَحُسْنِ عِبَادَتِكَ * اَللَّهُمَّ انْصُرْنَا عَلَى أَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ؛ مِنَ السِّيَاسِيِّينَ، وَالْعَسْكَرِيِّينَ، وَالشُّرْطِيِّينَ، وَاْلاِسْتِخْبَارِيِّينَ، وَالْعَدْلِيِّينَ، وَالْمُلْكِيِّينَ، فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ وَفِي  كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ * يَا عَزِيزُ يَا جَبَّارُ، يَا جَلِيلُ يَا قَهَّارُ، اِسْتَجِبْ دَعَوَاتِنَا، وَلاَ تُخَيِّبْ رَجَاءَنَا، وَلاَ تَرُدَّنَا خَائِبِينَ، وَإِنْ لَمْ نَكُنْ أَهْلاً، فَأَنْتَ أَهْلٌ لِذَاكَ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ

“Allah’ım, hep zikrinle yaşayıp gafletten uzak kalarak Seni sürekli yâd etme, nimetlerin karşısında Sana karşı şükür hisleriyle dopdolu olma ve hakkıyla kullukta bulunup ibadetleri en güzel şekilde yerine getirme hususlarında bize yardım et. Allah’ım, bize düşmanlık yapan politikacı, bürokrat, asker, polis, istihbaratçı, hukukçu ve diğer meslek erbabının bütününe karşı hayatın her biriminde ve dünyanın her yanında bize yardım et. Ey mutlak galip Azîz ü Cebbâr, Celil ü Kahhâr; dualarımıza icabet buyur; ümit ve beklentilerimizde bizi inkisara uğratma ve ellerimizi boş çevirme. Biz buna layık olmasak da böyle bir lütf ü kerem Senin şanındandır. Ey Erhamerrâhimîn, ey Celal ve İkrâm Sahibi!..”

Gençler ile Hasbihâl

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Kıymetli arkadaşlar,

Çoğunuzun malumu olduğu üzere, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Ramazan ayında inziva ve itikâf yapıyor; dolayısıyla da Bamteli sohbetlerine o ay boyunca ara veriliyor. Bayram sonrası Bamteli sohbetleri hala başlamadı. Fakat dört-beş gün önce, ekseriyeti üniversite öğrencisi yaklaşık 200 genç, Hocamızı ziyaret ettiler. O sırada kayda aldığımız hasbihâli bu haftanın Bamteli olarak arz ediyoruz. Hürmetle…

***

Fethullah Gülen Hocaefendi, şunları söyledi:

Zannediyorum, Üstad hazretlerinin reçete olarak verdiği o husus çok önemli: “Teâvün düsturunun teshîli” diyor… “Mesâînin tanzimi”, “a’mâlin taksimi” ve en sonunda da “teâvün düsturunun teshîli” diyor. Zannediyorum, bir bast-ı zaman gibi, az bir zaman içinde çok iş yapmaya vesile olabilecek bir yöntem o.

   “Musibetlerden kurtuluş, içtimâî yükseliş ve huzurun temini için mesâîlerin tanzimine, yapılacak işlerin doğru taksimine, aramızdaki emniyetin tesisine ve teâvün düsturunun teshîline muhtacız!..”

Mesâî, çok iyi tanzim edilmeli; hayatımızın içinde ne yapıyorsak, yapacaksak, yarınlar adına neyi planlamışsak, o mevzuda bir kere mesâî çok iyi tanzim edilmeli. Yani, ne kadar evde duracağım? Ne kadar anneme-babama kemerbeste-i ubudiyet içinde mukabelede bulunacağım? Ne kadar uyuyacağım? Ne kadar ayakta duracağım? Ne kadar kitap mütalaa edeceğim? Ne kadar…

Bu durumda olan arkadaşların, böyle önemli şeye dilbeste olmuş, yüksek bir gaye-i hayale bağlanmış insanların aktüalite ile çok meşgul olmamaları lazım. Bizi doğrudan doğruya, evvelen ve bizzat alakadar etmeyen (mâlâyânî) şeylere karşı mesafeli durmamız lazım. Bu mevzuda kırmızı çizgimiz, o olmalı; işlerimiz baştan düzenli olarak hep belli bir plan içinde realize edilmeye çalışılmalı.

“A’mâlin taksimi” diyoruz; yani, herkes ne yapabilecek ise, temayülü ne ise, ruh ve kalb ibresi neyi gösteriyor ise, bence o istikamette yol almalıdır. Yoksa öbür türlü bilmediği/istemediği/sevmediği bir patikada yürüyor gibi olur; çok zamana mal olur. Ben burada çok kıymetli arkadaşlarımızın on senede, on beş senede doktora yaptıklarına şahit oldum. Ee bir ömür bu!.. On ayda yapılabilecek şeyleri, dört seneye serpiştirmişler; dört sene insanı meşgul ediyorlar. Kestirmeden bir şeyler yapılsa; böyle temel disiplinler iyi verilse, matematikteki bir problemi çözme gibi, çözmesi onlara bırakılsa… Zannediyorum bir dört senelik İmam Hatip’i, üç senelik ortaokulu -veya tersi onun- o yedi seneyi insan herhalde iki-üç seneye sığıştırabilir. Üniversite de öyle; o üniversitede verdikleri şeye göre o da iki senede, üç senede olabilir. Böylece insan hayatının en canlı olduğu dönemde, böyle dinamizminin en güçlü olduğu dönemde millete yararlı olur, faydalı olur.

Bir de burada esas benim üzerinde durmak istediğim; bu iki disiplinin yanında üçüncü bir disiplin. Üstad’ın ifade ettiği, “teâvün düsturunun teshîli” (herkesin birbirine kolayca yardım etmesi) çok önemli geliyor bana. “Teâvün” kelimesi, Sarf ilminde, iştikakta, esasen مُشَارَكَةٌ بَيْنَ اْلإِثْنَيْنِ فَصَاعِدًا “müşâreketun beyne’l-isneyni, fesâiden” sözü ile ifade edilen sigadan; yani, iki kişinin veya daha fazla insanın, bir problemi çözme mevzuunda kafa kafaya vermeleri, ortak akla müracaat etmeleri.

Şimdi bir arkadaşımız doktora yapıyor ise şayet, ona yardım etme… Öyle arkadaşlar vardır ki birikimleri itibarıyla kitapları bilirler, kaynakları bilirler mesela. Şimdi o arkadaşa onlar, yardımcı olmalıdırlar. Mesela birisinin kompoze kabiliyeti çok yüksektir; kalemi eline aldığı zaman, şakır şakır yazar. Zannedersiniz ki yazdığı şeyler bizim kendi dünyamızdan Firdevsî’nin o dâsitânî kitapları gibi şeylerdir. -Firdevsî, İranlı, İranlıların övündükleri bir şairdir.- Öyle bir kabiliyeti vardır. Bir meseleyi kompoze etme mevzuunda da o, arkadaşına/kardeşine, arkadaşlarına/kardeşlerine yardımcı olmalıdır. Böylece zamanı büzme/daraltma, çok kısa zamanda taşı-eritebilecek damlalar halinde mermerin bağrına dökülme… Bunu da bir Türk atasözünden mülhem dedim: “Mermeri aşındıran suların akışı değil, devam ve temâdîleridir.”

   Bencillik bağlarından kurtulmanın ve beden insanı olmaktan sıyrılmanın yolu, yüce bir mefkûreye bağlı kalmaktır ki, en yüce mefkûre de Allah’ın rızasını kazanmaktır.

Bu husus, kendini böyle okumaya vermiş arkadaşlarımız için. Hani bazıları vardır ki, babalarının yanında, kendi işlerinin içinde; öyle de olabilir. Bazıları, siyasî alana atılır, orada ona göre hizmetler görebilirler. Fakat hani bizim arkadaşlarımız genelde bir gaye-i hayali olan insanlar ki, yine Hazreti Pîr, Şem’-i Tâbân, Ziyâ-i Himmet’in ifadesiyle, “Gâye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse, ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.”

Çok yüksek bir ideal… O “gâye-i hayal” diyor; zannediyorum Fransızcadaki bu “ideal”in karşılığı ki Ziya Gökalp de ona “mefkûre” demişti. Yüksek bir ideale dilbeste olma, sürekli onu hedefleme böyle… O, hayatında onun “on iki”si olmalı; vuracaksa on ikiden vurmalı, ondan. Öyle bir gâye-i hayal olmalı. Öyle yüksek bir hedefe dilbeste olursa bir insan, onun beri tarafında değersiz şeylere karşı gönül kaptırmaz. Evet, o, onun “Leyla”sı olmalı; kendisi de o işin “Mecnûn’u olmalı. Leyla’yı gördüğü zaman bile, onu tanımayacak şekilde bir “Leyla”cı olmalı. Tanımayacak şekilde, öyle mest ve sermest olmalı ki, evet, tanımamalı onu…

Bunun gibi, yüksek bir gayeye tâlip olmuş arkadaşlarımız/hemşirelerimiz gibi kimseler, onun berisindeki her şeyi pes şeyler saymalı, onlara karşı çok iltifat etmemeli. O pes şeyler dağınıklığa sebebiyet verir. Onun için diyor ki: “Öyle bir gâye-i hayal olmazsa veya nisyan edilse, unutulsa veya insan tenâsî etse…” Unutuyor gibi bir tavır alsa… Bu da yine biraz evvelki iştikâk kipinden; “tenâsî”. Eskiden, eski tıpta kullanılırdı: “Temâruz”. Hasta olmadığı halde hasta görünme; bu da o demektir. Esasen unutmadığı halde, unutma tavrı içinde bulunma. “Ezhân, enelere döner.” Zihinler, enâniyete döner, bir egoist olur, egosantrist olur, narsist olur insan, hiç farkına varmadan.

Onun için, Allah ile irtibatlı, çok yüksek hedeflere talip olmalı!.. “Ne yapsam ki O’nun hoşnutluğunu ve rızasını kazansam?!. Ne yapsam ki, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı memnun etsem! Teşrif buyursa, benim kalbime otağını kursa, benim gecelerimi nurlandırsa. Keşke, her gece öyle olsa!..” İnsan, gönlünü bunlara kaptırınca, zannediyorum artık bir deli, bir sevdalıdır; başka şey görmez, düşünmez. Hazreti Ebu Bekir çizgisi, Ömer çizgisi, Osman çizgisi, Ali çizgisi, daha yüzlerce… (Radıyallahu anhüm ecmaîn.) Mus’ab İbn Umeyr çizgisi… Ben, o iki kolunun Uhud’da biçildiğini kitaplarda görmüştüm fakat önemli bir hoca efendi vaaz ederken kürsüde -kendisine saygım vardı- dinlerken şu ilaveyi yapmıştı: Bir darbe de boynundan yemiş, işte o zaman yıkılmış; fakat yüzünü toprağa kapamış, “Aman kimse görmesin!” diye. “Melekler bana derlerse: Hala boynun vardı da senin, Rasûlullah’a niye iliştiler?!” falan. “Utanıyorum ya Rabbim, Senin huzuruna çıkmaya!..”

O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu kadar dilbeste olmak… Bu, O’na doğru atılan adımdır, adımlardır. Siz bir adım atarsanız, on adım ile mukabele görürsünüz. Kudsî hadis ifade buyuruyor ve bunu Zât-ı Ulûhiyet diyor: “Kulum, Bana bir karış gelirse, Ben, bir adım gelirim. O bana bir adım atarsa, Ben, gezerek gelirim.” Böyle diyor ki, bunlar teşbihe, tecsime, hayyize, mekâna, Cenâb-ı Hakk’ın otağını kurmasına delalet ettiğinden dolayı biz aynıyla tercümeyi mahzurlu buluyor, onun yerine “mukabelede bulunur” diyoruz.

   Sözlerinizin muhatap gönüllerde tesir uyarması daha çok hal ve tavrınızın da o sözleri teyîd ediyor olmasına bağlıdır.

Sizin âlemden beklediğiniz şey ne ise, âlemin sizden beklediği de aynı şeydir. Bir şeyler bekliyorsanız, bir şeylerin beklendiğini bilmeniz lazım. Sözlerin tesiri önemlidir; biraz evvel “Firdevsî” dedim, Firdevsî gibi konuşabilirsiniz veya Mevlânâ Celâleddin-i Rumî zenginliğinde ya da ifade zenginliği itibarıyla -tabii üzerinde durduğu konular hepsininkinden daha önemli- Hazreti Bediüzzaman’ın ifade zenginliği ile… -Üzerinde durulmadık bir husus; üzerinde durulması gerekli olan bir mevzu: Her konuyu o konu ile alakalı çok zengince kelimeler ile, nüanslara dikkat ederek nasıl ifade ediyor, öyle…- Şimdi öyle, o tarzda, o üslup ile çok yukarıdan anlatsanız, hatta biraz Jules Verne hayali ile anlatsanız, “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” veya “Bay Tekin Göklerde” gibi anlatsanız bile, zannediyorum çok cazip gelmeyebilir. Fakat onların diyeceğiniz şeyler üzerinde im’ân-ı nazar etmeleri, konsantrasyona geçmeleri, sizin hal ve tavırlarınıza bağlıdır. Hâl ve tavır mercekleriniz ile size bakarlarsa ancak diyeceğiniz şeylere de kıymet atfederler.

Çok acele etmeden… Mesela sizin arkadaşlarınız, bizimkiler bazı yerlerde kafa karıştıracağı âna kadar, on sene, on beş sene; onu da geçti… Çünkü doksan birden (1991) itibaren başladı bizim ihtiyarî hicretlerimiz, dünyanın dört bir yanına. Evvelâ ana yurdumuz olan Orta Asya’dan başlandı. Azerbaycan’a gittiler; hatta Rusların işgalinden evvel gittiler, o işgalde arkadaşlarımız orada idi. Sadettin bey de orada idi; tanırsınız herhalde, orada idi. Bana telefon ettiler, “Ne yapalım?” dediler. “Kalın orada!” dedim, “Ancak o zaman vefâ tavrınızı sergilemiş olursunuz; onlar için gittiğinizi göstermiş olursunuz; kendiniz için, ülkeniz için, memleketiniz için oraya gitmediğinizi ortaya koymuş olursunuz.” Ee Haydar Aliyev’in gönlünü fethetti bu mesele. O işgalde Fakir’in de kürsüde bayılması olmuştu; ona karşı dayanamamış bayılmıştı. Onu çok önemsediler mesela o insanlar. Yani, onları kendinizden aziz bilmeniz lazım; o tavır…

Şimdi “Acaba doğru mu bu?!” dediler. On sene, on beş sene sizin kalbinizin ritmine baktılar, nabzınıza baktılar, “Allah, Allah! Hep ritmik atıyor bu! Bu kalbde hiçbir ahenksizlik yok! Bir insan bu kadar zaman hep aynı çizgide olamaz!” dediler. Böyle bir inanma oldu, “tavır”a inanma oldu, “temsil”e inanma oldu, “hâl”e inanma oldu.

   Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, tebliğ vazifesini eksiksiz yerine getiriyordu; fakat O’nun tebliğden daha önemli bir yanı, hatta tebliğin birkaç kadem önünde bir yanı vardı ki, o da temsil idi.

Fakir, arz ederim her zaman; İnsanlığın İftihar Tablosu’nun bir “tenzîl” durumu var, bir “tebliğ” durumu var. Yani, Kur’an-ı Kerim’i Allah “inzâl” buyuruyor, ceste ceste; “tenzîl”, onun için dedim. Efendimiz aldığı o mesajları insanlara “tebliğ” ediyor, ifade buyuruyor. Bir de esasen “temsil” durumu var O’nun. Siyer’e baktığımız zaman görüyoruz ki, Sahabe-i Kiram üzerinde -esasen- en müessir olan şeyler, daha ziyade O’nun temsili. Söylediği sözlere değer kazandıran, onları üveyik gibi kanatlandıran, semâvîleştiren, O’nun mübarek ahvali. O, sabaha kadar ayakları şişmeden yatmıyor, ayakta kemerbeste-i ubudiyet içinde duruyor. Ee buna Hazreti Âişe validemiz de bayılır, Hafsa validemiz de bayılır, başka validemiz de bayılır. Hadice validemiz de buna bayılmıştı, O’nun bu haline. O tebliğe, insanın sunacağı şeye, o söze, o beyana, o baş döndürücü fesahate, belagate esasen değer kazandıran husus, deyip-ettiği şeyleri harfiyen yaşamasıdır.

Nitekim Kur’an-ı Kerim buyuruyor: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ * كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللهِ أَنْ تَقُولُوا مَا لاَ تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah indinde şiddetli bir buğza sebep olur.” (Saff, 61/2) “Ne diye yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz!” Bu “Madem yapmıyorsunuz, söylemeyin!” demek değildir; aslında, “Madem bunları söylüyorsunuz, öyle ise dediğiniz şeyleri evvelâ temsil ederek ortaya koyun!” manasınadır. Dilinizden o kelimeler dökülürken, başkaları hayallerinde âdeta bir perdede, bir sinema şeridinde görüyor gibi sizin hâl ve tavırlarınızın dediğiniz şeylere uygunluk içinde olduğunu müşahede etmeli. Bu iki şey birbirine inzimam edince, inandırıcı olur.

Bu açıdan da bizim başkalarına nüfuz etme mevzuunda bir inandırıcılık süremiz olmalı; zamanımızın bir kısmını ona ayırmalıyız. Hakikaten onca zaman bizi, hatta mümkünse dimağımızı, nöronlarımızı dinleseler, böyle hep aynı sesi alsalar, aynı âhenk içinde alsalar. O insanlar inanırlar bize, diyeceğimiz şeylere de inanırlar. Onun için tavır istikameti, davranış istikameti çok önemlidir.

Duruş çok önemlidir esasen. İnsan, nerede duruyor ise, nasıl duruyor ise, nasıl tekmil verme vaziyeti sergiliyor ise, bu çok önemlidir; fakat ondan daha önemli bir şey vardır,  o da “duruşta temâdî”; uzun süre o istikamette öyle kalma ve senin o olduğunu ortaya koyma!.. “Evet, ben, bundan başka değilim!” Sözün, beyanın, bakışın, mimiklerin, göz irisinde işaretlemelerin senin hep aynı şeyi, aynı noktayı hedeflemeli!.. Zannediyorum bu inandırıcı olur. Ağzınızı açıp konuştuğunuzda “Ha bu, hal ve davranış istikameti insanının hal ve davranışını aksettiren beyanları!” falan derler ve işte o zaman karşı koymazlar.

Zannediyorum, eğer o tavır ve davranış istikametini koruyabilseydik, bugün çok kimse Müslümanlığı din olarak kabullenmese bile, hakikaten en azından “Bunlar ile geçim olur!” diyecekti.

   “Teennî (temkin ve sükûnetle hareket etmek) Rahman’dan; acele ise şeytandandır.”

Sonra bir de bütün bunların ötesinde şu hakikat var: Siz, bu yolda samimi yürüyorsanız, O size inayet buyurur. Biraz evvelki mülahazalarla, kendi dırdıriyâtım içinde geçtiği gibi, siz Cenâb-ı Hakk’a karşı bir adım atarsanız, O da gelme mukabelesinde bulunur; siz gelme tavrını sergilerseniz, koşma mukabelesinde bulunur; koşma mukabelesine karşı siz tavırlarınızı ayarlar, biraz daha üveyikliğe dönerseniz, O da üveyik mukabelesinde bulunur. Daha hızlı şeyler var ise, kuşlar var ise, daha hızlı uçaklar var ise şayet, öyle bir mukabelede bulunur. “Mukabele” diyoruz bunlara.

“Ne cism ü ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir.

Yemez, içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.

Tebeddülden, tegayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,

Muhakkak ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.

Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ ve sol ne ön ardda,

Cihetlerden münezzehtir ki, hiç olmaz mekânullah.” diyor, İbrahim Hakkı hazretleri, Tevhidnâme’sinde.

Evet, onun için acele etmemeli. اَلتَّأَنِّي مِنَ الرَّحْمَنِ، اَلْعَجَلَةُ مِنَ الشَّيْطَانِ “Teennî (temkin ve sükûnetle hareket etmek) Rahman’dan; acele ise Şeytandandır.” Hazret-i Sâhib-i Zîşân (sallallâhu aleyhi ve sellem) öyle buyuruyor. Teennî; temkin, atacağı adımları bilerek atmak, sürçmeyecek, düşmeyecek yerlerde yürümektir ki, bunlar çok önemlidir. “Vakitsiz hedefe şitâb eyleyen kaybeder.” diyor; vakitsiz… Her şeyin vaktini, zamanını çok iyi belirlemek lazım; âdetâ bir iftar vakti gibi… O vakitten biraz evvel orucunuzu açarsanız, o gün akşama kadar boşuna aç durmuş olursunuz; sonraya bırakırsanız da kerahet irtikâp etmiş olursunuz. Çünkü Sâhib-i Şeriat, orada إِلَى الْمَغْرِبِ “Akşama kadar” diyor. Onun gibi, bu miadı çok iyi belirlemek lazım, kollamak lazım. Vakt-i merhûnu gelince, ona göre diyeceğimiz-edeceğimiz şeyi dememiz lazım. Yavaş yavaş, adım adım…

Düşünün ki, İnsanlığın İftihar Tablosu… Yine Kendisi hadis-i şerifte buyuruyor: إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ “Hakiki Mü’min görüldüğü zaman, Allah hatırlanır.” Sahabe, Tabiîn, Tebe-i Tâbiîn içinde bu kıvamda insanlar vardı. Bir meclise girdiklerinde tavır ve davranışlarından âdetâ lafz-ı celâle dökülürdü; ondan, “Allah!” derdi millet hep. İnsanlığın İftihar Tablosu o idi. إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ İnsaflı bakınca; garaz, hased, çekememezlik olmayınca… Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl, Ka’bu’l-Eşref; bunlar, sindirememiş, hazmedememişlerdi; Allah Rasûlü, onların aralarında onca zaman kaldığı halde, temerrütlerini devam ettirdiler. Ama Abdullah İbn Selâm, insaflı idi; Allah Rasûlü’nün mübarek çehre-i dırahşanını görünce, “Vallahi, bu çehrede yalan yok!” dedi, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dedi. İnsaf ile bakanlar, öyle dediler.

   Cenâb-ı Hakk’ın temiz gönüllere nasıl teveccühte bulunacağını kestirmek mümkün değildir; inşaallah bir gün onlar için gönül kapıları kale kapıları gibi aralanacaktır.

Şimdi zannediyorum bir gün -inşaallah- sizin çehrenize bakan kimseler, evlerine gidip çaylarını içtiğiniz zaman, onlar sizin evinize gelip sizin çayınızı içtikleri zaman, sizinle içli-dışlı olacaklar, kaynaşacaklar. Kültürümüzün güzelliklerini onlara verirken, onların kültür güzelliklerini alırken, karşılıklı… Buna alış-verişte “te’âtî” denir; siz bir şey veriyorsunuz, mukabelesinde onlardan da bir şey alıyorsunuz. Bu alışveriş böyle devam ettiği sürece, zannediyorum, bunlar çok ciddî bir sıcaklığa sebebiyet verecek; dediğiniz şeyleri de o sıcaklık içinde kabullenecekler. Efendim, kazanımdır bu.

Ne o mevzuda İnsanlığın İftihar Tablosu’nun kullandığı yöntemlerde/argümanlarda ne de samimiyette inhiraf göstermeden, yürüdüğümüz yolda yürürsek, esasen, o şehrâhı insanlar görmezlikten gelmeyecekler. Yürünen yol, bir şehrâhtır ama bugün yanlış temsil edenler onu patika haline getirmişlerdir.

Evet, burada yine antrparantez bir şey diyeyim: Türkiye’de bugün sergilenen Müslümanlığa dışarıdan, bir kilisenin haziresinden, bir havranın haziresinden baktığınız zaman, “Müslümanlık!” dediklerinde, “Aman Allah göstermesin!” derdiniz. Zannediyorum böyle derdiniz; çünkü mide bulandırıcı bir tavır var.

Öyle değil; esasen ütopyalarda olduğu gibi, böyle baktıklarında hayran olmalılar. Arkadaşlarımızda biraz da o ruh haleti hissedildiğinden, geçende misyoner mahiyetinde birisi gelmişti buraya fakat Müslümanlığa öyle hayranlık duyuyor ki!.. Kelimesi kelimesine ifade edemem tabii, aklımda kaldığı şekliyle, dedi ki, “Ben, sizin arkadaşlarınızı tıpkı Seyyidinâ Hazreti Mesih’in havarîleri gibi görüyorum!” Efendim, yaşatma duygusunu, yaşama zevkine tercih etmişler!.. Dünyanın dört bir yanına -böyle- tohumlar gibi saçılmışlar. Toprağın altında çürüyorlar -çünkü kendileri için yaşamıyorlar- ama bir başağa yürüyecekleri muhakkak!.. Bu ilaveler bana ait.

Evet, O’nun ile geceleyenler, hep O’nu heceleyenler, mutlaka bir gün Ebced’e çıkarlar, bir gün “Fatiha” derler, bir gün “Amme” derler, bir gün de “Bakara” der, diyeceklerini tamamıyla ifade etmiş olurlar.

Allah razı olsun, zahmet etmişsiniz. Bu türlü şeyler (çiçek buketi hediyesi) fazladan; sizin gelmeniz, gülden-çiçekten daha önemli. Allah razı olsun.

Bu temiz gönüllere, Cenâb-ı Hakk’ın, nasıl teveccühte bulunacağını kestirmek mümkün değildir. İnşaallah bir gün bu gönüllere, cihan, kapılarını kale kapıları gibi aralayacak; kendi kendilerine “Buyurun!” edecektir inşaallah. Biz o ütopik tavrı sergilemeli, o cazibedar güzellikleri ortaya koymalıyız.

İnşaallah, (söz alıp konuşan misafir) hemşiremizin iç dökerek dediği gibi, tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına saçıldınız.  Esasen “O’nu bulan neyi kaybetmiştir ki; O’nu kaybeden, ne bulmuştur ki?!.” Öyle bir şeye talip olmuşsunuz ki, bütün dünyalar onun yanında bir damla etmez!.. Allah âfiyet-i dâime ihsan eylesin.

Elektronik tabloda, Fuzûlî’den bir söz çıktı:

“Canımı Cânân isterse, minnet canıma,

Can nedir ki, onu kurban etmeyem Cânân’ıma?!.”

Evet, kâfiyesini o koydu. Kafiye, oldu mu?!.

Hakkınızı helal edin!.. Baş ağrıttığım endişesini de taşıyorum.

İnşaallah, Cenâb-ı Hak, sağlığım hayırlı ise onu lütfeder; başka zaman da yine rûberû görüşür, sizden daha güzel bişâretler/müjdeler alırız!..

Rahmet, Ümit ve Bereket Ayı Ramazan

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan umarak Ramazan orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.”

(Bir hadis-i şerifte anlatılır: Peygamber Efendimiz bir keresinde minbere çıkarken birinci basamakta “Âmin!” dedi. İkinci basamakta yine “Âmin!” dedi. Üçüncü basamakta bir kere daha “Âmin!” dedi. Hutbeden sonra, Sahabe efendilerimiz “Bu sefer Senden daha önce duymadığımız bir şeyi duyduk yâ Rasûlallah! Eskiden böyle yapmıyordunuz, şimdi minbere çıkarken üç defa ‘Âmin’ dediniz. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. Peygamber efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: Cebrâil aleyhisselam geldi ve ‘Anne-babasının ihtiyarlığında onların yanında olmuş ama anne-baba hakkını gözetmemiş, onlara iyi bakarak mağfireti yakalama gibi bir fırsatı değerlendirememiş kimseye yazıklar olsun, burnu yere sürtülsün onun!’ dedi, ben de ‘Âmin!’ dedim. Cebrâil, ‘Yâ Rasûlallah, bir yerde adın anıldığı halde, Sana salât ü selâm getirmeyen de rahmetten uzak olsun, burnu yere sürtülsün!’ dedi, ben de ‘Âmin’ dedim. Ve son basamakta Cebrâil, ‘Ramazan’a yetişmiş, Ramazan’ı idrak etmiş olduğu halde Allah’ın mağfiretini kazanamamış, afv ü mağfiret bulamamış kimseye de yazıklar olsun, rahmetten uzak olsun o!’ dedi, ben de ‘Âmin’ dedim.”)

“Ramazan’ı idrak ettiği halde, afv u mağfiret liyakati kazanamamış kimseye yazıklar olsun, burnu sürtülsün onun!” deniyor. Üç hususu söylediği yerlerde, bir tanesi de budur Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem). “Burnun yere sürtülmesi” mevzuu, “Hakarete maruz kalsın!” yerinde bir idyum olarak kullanılıyor; “Allah, belasını versin! Allah, kahretsin!” değil. Bunlar ve “Yerin dibine batsın! Canı cehenneme!” gibi cümleler bizim kullandığımız ifadeler; bu şekilde anlamamak lazım onu. Secdede zaten burnumuz yere sürünüyor bizim. “Burnu böyle yere sürtülsün onun!” Yoksa İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek dudaklarından dökülen beyanlar, beyanların sultanıdır; çünkü onlar İnsanlığın Sultanı’nın dudaklarından dökülen ifadelerdir. Bir kere meseleye öyle bakmak lazımdır.

Şimdi Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları mağfiret adına lütfettiği bir fırsat ayıdır. O Ramazan-ı şerifte, oruç, aç durma, ayrı bir fırsattır; Allah (celle celâluhu) sizin günahlardan arınmanıza -bir yönüyle- o işi bir sebep kılıyor, bir vesile kılıyor; onunla günahlardan arınıyorsunuz. Aç duruyorsunuz; aç durmak suretiyle sabrediyorsunuz, sabrın mükâfatını görüyorsunuz. İ’tiyatlardan (alışkanlıklardan) uzaklaşmanız adına gayret gösteriyor, o mevzuda ayrı bir sevap kazanıyorsunuz. Yiyecek-içecek bir şey bulamayan insanları düşündüğünüzden dolayı ayrıca sevap kazanıyorsunuz; siz, onları düşünüyorsunuz, “Bu aç insanlar…” diyorsunuz. Hani kermes yapanlar, birileri için kermes yapıyorlar… Dolayısıyla, “Demek ki hakikaten açlık, susuzluk böyle bir şeymiş!” filan diye, o düşünmeyle de ayrı bir sevap kazanıyorsunuz.

Zaman dilimi olarak Ramazan-ı şerif, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere rahmet ile teveccüh buyurduğu bir ay olması itibarıyla, Allah, ondaki “bir”lerinizi “yüz” yapabilir, “bin” yapabilir, “on bin” de yapabilir. Hâlis bir niyetle Ramazan-ı şerife girilirse, orucu tutulursa, Terâvîh’i kılınırsa, sahura kalkılırsa ve ağza-göze de sâhip olunarak bu ay iyi değerlendirilirse…

Bunu da yine Kendileri (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyorlar: رُبَّ صَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ صِيَامِهِ إِلَّا الْجُوعُ وَالْعَطَشُ، وَرُبَّ قَائِمٍ لَيْسَ لَهُ مِنْ قِيَامِهِ إِلَّا السَّهَرُ وَالْعَطَبُ (Bazı rivayetlerde son kelime النَّصَبُ ve التَّعَبُ şeklinde geçmektedir.) “Nice oruç tutanlar vardır ki, açlık ve susuzluk, yanlarına kâr kalmıştır! Nice ayakta duran insanlar da vardır ki, gece teheccüd adına, yanlarına sadece uykusuzluk ve yorgunluk kâr kalmıştır!”

Öyle değil; bir taraftan aç-susuz kalırken, bir diğer taraftan da elimizi-ayağımızı, gözümüzü-kulağımızı, dilimizi-dudağımızı kontrol altına almalıyız. Olumsuz bakmama, olumsuz şey söylememe, olumsuz şeylere kulak kabartmama, olumsuz şeylere el uzatmama, olumsuz şeylere doğru bir adım atmama… Bütün âzâ ve cevârihi -eskilerin ifadesiyle- “mâ hulika leh”inde, yani ne için yaratılmışsa o istikamette kullanma… Bu da orucu çok buutlandıran, ona derinlik üstüne derinlik kazandıran bir şey oluyor. Bütün âzâ ve cevârihine oruç tutturuyorsun; Ramazan böyle bir vesile/mevsim.

Şimdi bir insan bunların ne kadarını yapabiliyorsa, o kadar sevap kazanır. Bütününü yapıyorsa burada, enbiyâ-ı ızâmın arkasında yerini alır o insan; Hazreti Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (radıyallahu anhüm) kâfilesine katılır. Cenâb-ı Hak, öyle oruç tutmaya ve o dırahşan çehreli kâfileye veya Kamer-i Münîr’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlesi olan o kâfileye katılmaya muvaffak eylesin bizleri!..

   Kur’an-ı Kerim’de ilahî maksatları izlemek ve Efendimiz’in gönderiliş gayesini takip etmek çok önemlidir; bu da onun manasına genişletilmiş bir meal çerçevesinde muttali olmaya bağlıdır; Ramazan mukabelesi bu gayeye matuf yapılmalıdır.

İki: Toplumumuzda âdet olmuş, mukabele yapıyoruz. Esasen, Kur’ân-ı Kerim’le meşguliyet bir aya münhasır olmamalı. Selef-i sâlihîne bakılınca görülüyor ki, onların Kur’ân’la irtibatı öyle Ramazan-ı Şerif’e münhasır değildi. Esasen, kütüb-i fıkhiyede de ifade ediliyor bu mesele; üç günde bir Kur’an-ı Kerim’i hatmetme meselesi var, her gün hatmetme meselesi var. Her gün hatmetme epey zor, onun için on beş saat ayırmanız lazım.

Keşke insan manasını bilerek okusa!.. Cenâb-ı Hak’tan bize gelmiş bir mesaj. “İlahî mesaj, ne diyor; Allah, benden ne istiyor?” Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) inmiş gibi değil de herkes kendisine inmiş gibi okumalı. Evet, O’na inmiş ama aynı zamanda bana da inmiş gibi; o mülahaza ile okuma. Bu, biraz manayı bilmeye vâbeste. Fakat bizde öyle okunmadığından dolayı, mukabeleler âdettir bizim câmilerde; yani, ibadet edâlı bir âdettir câmilerde onu öyle karşılıklı mukabeleli okuma, birinin okuyup diğerlerinin dinlemesi. “Ne diyor Cenâb-ı Hak onun içinde?” Onu merak etme meselesi hiç söz konusu değil.

Evet, selef-i sâlihîn arasında Kur’an-ı Kerim’i üç günde bir hatmedenler olmuş; lâakall (en azından) on beş günde bir hatmetmişler. “Otuz gün” diyen, ben görmedim. Fakat en azından otuz günde bir; yani, her gün bir cüz okumak suretiyle otuz günde bir hatim yapmalı, lâakall. Allah’ın Kelamı’nı, bu kadar zaman içinde tekrar etmeli, hatmi lâakall bir ay içine sığıştırmalı.

Burada antrparantez bir hususu daha ifade edeyim: Hanefi fukahasınca, icmâ’a yakın şekliyle, “Namaz kılarken, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumak, namazı bozar!” deniyor. İmam Ebu Yusuf hazretleri, istisnaî olarak, diyor ki: “Nafile namazlarda, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumakta bir mahzur yoktur.” İmam Ebu Yusuf, çok önemli bir şahsiyet; Abbasî döneminde Şeyhülislamlık da yapmış bir insan. Ve “Kitâbu’l-Harâc”ı yazmış; o dönemde devlet adına çok önemli bir kitap o da. O zat, “Nafile namazlarda, Kur’an-ı Kerim’e bakarak okumakta bir mahzur yoktur.” diyor.

Günde kıldığımız namazların şu kadarı da nafiledir; şu kadarı farz, şu kadarı nafiledir. Şu rahle gibi -Burada da var mı? Şu rahle gibi.- bir rahle üzerine koyarak, Mushaf’ı önümüzde bulundurup nafile namazlarda ona bakarak okuyabiliriz. İçinizde hafızlar var ise, hafızsanız onu sadece -bir yönüyle- fâtih olarak kullanırsınız, yani takıldığınız yerlerde göz ucuyla bir nigâh-ı âşinâ kılarsınız ve tıkanıklığı açarsınız, onunla by-pass yaparsınız. Diğerleri, bütün bütün bakarak okuyabilirler. Fakîr, en azından nafile namazlarda Kur’an’ın hatmedilmesini diliyorum. Allah aşkına, hiç olmazsa her ay Kur’an-ı Kerim’i öyle hatmetseniz; işte senede on iki defa hatmetmiş olacaksınız. Allah Kelamı…

Senede sadece bir Ramazan-ı şerifte, bir kere Kur’an-ı Kerim’i hatmediyoruz. Allah’ın Kelamı’na değer vermemiz, işte o kadar bizim!.. Onu da hafife almamak lazım; niyetlerin hulûsuna göre Cenâb-ı Hak, onu da katlayarak geriye döndürebilir. Ama bari o hatmi makâsıd-ı İlahiye’yi Kur’an’da görme adına iyi değerlendirsek!.. Daha evvel de âcizâne arz ettiğim gibi, keşke mü’minler, bir günün üç faslında ayrı ayrı o Kur’an-ı Kerim’i okusalar; sonra da açıklamalı bir meal ile manasına baksalar. Allame Hamdi Yazır’ın tefsiriyle değil, Râzî’nin tefsiriyle değil, Ebu’s-Suud’un tefsiriyle değil. Bunlardan biriyle okumak, çok uzun zaman alır. Ama açıklamalı, tek cilt içine sıkıştırılmış veya iki cilt içine sıkıştırılmış bir meal ile bu yapılabilir. Bir sayfa Kur’an-ı Kerim okurken, bir sayfa da onun mealini okumak suretiyle; bir öğlen faslında, bir ikindi faslında, bir de Terâvîh’ten önce yarım saat. Zannediyorum üç fasılda okunduğu zaman da bir cüz okunmuş olur; meali ile beraber, açıklamalı meali ile beraber bir cüz okunmuş olur. Senede bir hatim yapıyorsak, hiç olmazsa yüzümüze-gözümüze bulaştırmadan, bu ölçüde yapalım. Cenâb-ı Hakk’ın makâsıd-ı Sübhâniyesi nedir o Kur’an-ı Kerim’de? Bizden ne istiyor? Onları görme adına, onlara muttali olma adına hiç olmazsa o kadar bir cehd ortaya koymalı ve Kur’an-ı Kerim’le haşir neşir olmalıyız.

   Terâvîh namazı, sünnet-i müekkededir; orucun değil Ramazan ayının ve vaktin sünnetidir. Onun için, hasta ve yolcu gibi oruç tutmak zorunda olmayanlar için de Terâvîh namazını kılmak sünnettir.

Evet, Ramazan’da bir, oruç; ikincisi, Kur’an-ı Kerim; üçüncü olarak da Terâvîh… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru, iki defa cemaate Terâvîh kıldırdı. Fakat böyle cemaatin derlenip toparlanması, biraz zor olur. Bir yönüyle bu, “tekâlif-i mâlâyutâk” (insana gücünün yetmeyeceği işleri yükleme) sayılabilir. “Teklif-i mâlâyutâk” var ya: لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez.” (Bakara, 2/286) Başkalarına zor gelir, özellikle işi-gücü olanlara. Bağ ve bahçeleri var, tımar ediyorlar; bir de akşam gelip yirmi rekât Terâvîh namazı kılmada zorlanabilirler. “Herkes kendi kendine müsait bir vakitte evinde kılsın!” mülahazasıyla… Bu meseleyi, Kendi (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarındaki bir mesnede, bir blokaja dayandırabiliriz: يَسِّرُوا وَلَا تُعَسِّرُوا، وَبَشِّرُوا وَلَا تُنَفِّرُوا “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; tebşir edin, nefret ettirmeyin, insanları kaçırmayın!”

Tavzih için arz ediyorum: Şefkat Peygamberi, bazen namazı hızlıca kıldırıyordu. Buyuruyor ki: “Ben, çok uzunca ayakta durmak istiyordum fakat ciyak ciyak bir çocuk sesi duydum; annesinin ona karşı alakasını düşünerek, namazı kısa kestim!” İnsanlığın İftihar Tablosu, meseleyi sürekli yapılır hâle getirmek adına, “teysîr” diyebileceğimiz, “kolaylaştırma” yöntemini ileriye sürüyor.

Şimdi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Terâvîh’i cemaate iki gün kıldırıp o meseleyi öyle yaptıktan sonra eve çekiliyor. Sonraki gün, cemaat toplanıyor; bu çok müthiş bir hadise; Peygamberimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında yirmi rekât namaz kılacaklar. Sesleniyorlar, öksürüyorlar; çıkmıyor Efendimiz. Sonra, o maksad-ı Nebevîlerini ifade buyuruyorlar. Sonra millet, kendi kendine kılıyor onu; gönül rızası ile kılıyorlar Terâvîh’i. Yirmi rekât Terâvîh öyle kılınıyor. O da çok önemli; işi-gücü olan bir insanın günde beş vakit namazın yanında bir de gelip bir Terâvîh kılması, farzlara tekâbül etmesi açısından çok önemli. Yine bir hadis-i şerifin ifadesiyle, ötelerde, ötelerin ötesinde mizân meselesi söz konusu olduğu zaman, bir mü’minin farzlarda eksiği var ise, Cenâb-ı Hak buyuracak ki, “Bakın, nâfilesi var mı? Alın, o farz boşluğunu nafile ile doldurun!” İşte Terâvîh böyle bir ibadettir.

Günde beş vakit namazda “zevâid” (işlenmesi iyi/hasen olmakla birlikte terkedilmesinde sakınca bulunmayan, Rasûlullah’ın çok zaman yapıp bazen terk ettiği nafileler) ve “revâtib” (farz namazlardan öncekiler gibi belli düzen ve devamlılık içinde kılınan müekked sünnetler) esasen, farzlardaki noksanlıklara mukabil sayılacaktır. Şayet farzlarda bir kusur, bir eksiklik var ise… Kıldığımız namazı tam kılamamış isek.. bir kusur ile kılmış isek.. abdestte kusur var ise.. istibrada kusur var ise.. başka bir kusur var ise.. gaflet ile kılınmış ise… Bir eksik, bir gedik, bir kırılma var demektir. Dolayısıyla bunların nâfile ve sünnet namazlarla sarılıp sarmalanması ve tamamlanması, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin vüs’atidir; “Alın, nâfile ile o boşluğu doldurun; kulum, bir boşluk yaşamasın!” demektir. Evet, bu da Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin vüs’ati demektir. Şimdi Terâvîh, bu mevzuda boşluk dolduran çok önemli bir ibadet şeklidir. Evet, zor olsa bile, bu mülahaza ile kılındığı zaman tamamlanabilir. Evet, belli bir dönemde belki aksattığımız namazlar vardı. Öbür tarafa gittiğimiz zaman, yere bakmayacak şekilde, Cenâb-ı Hak, onun ile boşlukları dolduracak; biz de اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalâletten başka, her hâle hamd ü senâ olsun!” deyip sıyrılacağız, Allah’ın izni-inayetiyle.

Keşke Terâvîh kılarken, iki-üç tane hafız olsa; bunlar, Hadr tarikiyle o Kur’an-ı Kerim’i okusalar. Hani bir de gündüz hatimde, mukabelede aynı ayetler okunuyor; insanlar az meale de vâkıf oluyorlar. Bir de imamın arkasında dinleyince… “Yahu meal okurken, şöyle denmişti; bak, öğlen meal okurken böyle denmişti; ikindide öyle denmişti, akşam da öyle denmişti.” Bir de Terâvîh’te bu mesele terdâd edilince, Kur’an, zihnimize daha bir yerleşir; nöronlar, bütün kapılarını kale kapıları gibi açarlar ona, “buyur” ederler. Dolayısıyla günde bilmem kaç defa Kur’an ile bir beraberlik tesis edilmiş olur. Terâvîh’in bir de böyle bir derinliği var; o, böyle bir şey de ifade ediyor. Cenâb-ı Hak, muvaffak eylesin!..

   “Oruçlu için iki sevinç (ânı) vardır; birisi iftar vakti, diğeri de oruç tutmanın verdiği huzurla Allah’a kavuştuğu zamandır.”

İftar vaktinin ayrı bir neşvesi var. Aç-susuz duruyorsunuz; dudaklarınız kurumuş, bir yudum suya, “Bir olsa da!..” falan diyorsunuz. Sonra, iftar edeceğiniz zaman, Cenâb-ı Hakk’ın nimetinin kadr u kıymetini bilme söz konusu. لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7) “Şükrederseniz, nimetimi artırırım Ben!” Şimdi Ramazan-ı şerifte, o bir bardak suyun kadri/kıymeti biliniyor. Orada öyle bir şükrediyorsunuz ki siz, hâlen en azından… “Elhamdülillah yâ Rabbi! Sen, bu suyu yaratmışsın.. su ile benim ağzımdaki münasebeti yaratmışsın.. yutağımdaki münasebeti yaratmışsın.. vücudumdaki münasebeti yaratmışsın.. vücudumda suya ihtiyacı yaratmışsın Sen.. ve ben, bütün bunları hissediyorum, onu yaratmışsın!..” İnsan bunları düşünmeyince -zannediyorum- gâfilâne yaşıyor demektir. İnsandaki tefekkür, tedebbür, tezekkür, taakkul meseleyi böyle ele almayı iktiza eder. Şayet, bir iftar vaktinde, iftar, bunları düşündürüyorsa sana, bu da çok önemli bir husustur.

Sahura kalkıyorsun; gece, uykunu terk ediyorsun. Hele şimdiki dönemde, Terâvîh kılacaksın; yorgun-argın, vakit bulabilecek misin, bulamayacak mısın; iki saat uyuyacak mısın, uyumayacak mısın?!. Fakat o tatlı uykudan, yumuşak döşekten, sımsıcak yorganın altından sıyrılarak, sahura kalkacaksın, yemek yiyeceksin orada. Fakat senin kendi rahatını terk etmen, belki ailevî rahatını terk etmen, onlarla münasebetini terk etmen… Bunlar öyle fedakârlıklardır ki, Cenâb-ı Hak nezdinde neye tekâbül eder, bilemezsiniz.

Bir de “itikâf” var; bu da Türkiye’de çok unutulan ibadetlerden birisi. Bunlar yapılıyor fakat büyük ölçüde kadavrası yapılıyor; işin hakikati ile yapılan şey arasında numara-drop uygunluğu yok. Bir de “itikâf” var; Ramazan’ın son on gününde, mescitlerde kalma şeklinde. Ama bugün bu ya hiç yok, ya o kadar azalmış ki, zannediyorum bunu -değil başkaları- imam da yapmıyor, müezzin de yapmıyor, Diyanet mensubu da yapmıyor, müftü efendi de yapmıyor, vaiz efendi de yapmıyor. “Oruç tutmak, yeter!” diyorlar; inşallah oruç tutuyorlardır, “Oruç tutmak, yeter!” falan diyorlar.

Evet, bir de itikâf var; tamamen o Hak dostlarının halvet hayatları gibi bir şey, itikâf. Bütün dünya ve mâfîhâdan -içindekilerden- sıyrılmak.. tamamen “görülüyor olma” mülahazasına kendini salmak; o akıntıya kendini salmak.. “Acaba görüyor olma mülahazası nasıl bir şey? Mir’ât-ı ruhuma nasıl aksedecek benim?” Hep o sevda ile koşmak… İtikâfa da böyle bakmalı!.. Orada, az yeme, az içme, hayrete varma, fânî olma, O’nu (celle celâluhu) bulma… İtikâf… Bu da biraz daha fazla sıkıntılara katlanarak, meseleyi farklı şekilde değerlendirme…

   Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdine “takva” denir; oruç, takvaya yürüme yolunda çok önemli bir köprüdür.

Bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, (nefsinizin gayrı meşrû ve aşırı arzularına karşı) Allah’ın koruması altına girip takvaya ulaşabilesiniz.” (Bakara, 2/183) Evvelâ “iman edenler” deniyor; demek birinin, iman etmeden, iman ve iz’ânı duymadan ibadeti kâmil eda edip takvaya ermesi mümkün değil. Esasen imanın da mertebeleri var; bir taklidî olanı var, bir de tahkikî olanı; imanın da mertebeleri var. Tahkikî iman, tekvinî ve teşriî emirleri sürekli analiz ederek, tahlilden terkibe, terkipten tahlile giderek, her gün yeni bir iman ile hayata uyanma işidir. Fiil, teceddüde delalet ediyor; “iman ettiler” ifadesi, yarın yine, yeniden, bir kere daha o imanlarını gözden geçirdiler de demektir. “İki günü bir birine müsâvî olan, kaybetmiştir.” buyuruyor Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). İmanda yenilenmek ve ona bir kısım katkılarda bulunmak suretiyle yarını bugünden farklı yapmayan, kaybetmiş olur. Öbür günü, yarından farklı hale getirmeyen, yine kaybetmiş olur. Evvelâ ona bakmak lazım; tefsir açısından ona bakmak lazım.

Sonra, كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ diyor ki, burada “ke-te-be” kelimesi “yazma” manasına gelir, “kü-ti-be” de “yazıldı” demektir. Kitaplarda “farz kılındı” manasını veriyorlar. Şimdi bu, şunu ifade edebilir: İlm-i İlahîde bunun farziyeti yazılmış. İmam-ı Mübîn’de yazılmış. Sonra Kitâb-ı Mübîn’de, değişen kitapta da yazılmış. Birine Levh-i Mahfuz-i Hakikat; diğerine “Levh-i Mahv ve İspat” deniyor. يَمْحُوا اللهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ Allah, bazı şeyleri siler, bazı şeyleri onun yerine kaydeder. Ama bunların hepsi, bir Ümmü’l-Kitap’ta, Levh-i Mahfuz-i Hakikat’tedir.

(Levh; yassı, düz, üzerine yazı yazılabilecek bir cisim demektir. “Levh-i Mahfuz”; Allah tarafından üzerine maddî-mânevî, canlı-cansız her şeyin kayıt ve tespit edildiği mânevî bir levha veya bütün bu hususlara bakan ilm-i İlâhînin bir unvanı kabul edilegelmiştir. Onun için herhangi bir tebeddül, tagayyür söz konusu olmadığından ötürü ona “Levh-i Mahfuz” denmiştir. Ulema, Levh-i Mahfuz’un yanında, يَمْحُوا اللهُ مَايَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ “Allah dilediğini mahv u isbat eder ve ana kitap (Ümmü’l-Kitap) O’nun nezdindedir.” (Ra’d, 13/39) ayetinin delâletiyle, bir de “Levh-i Mahv u İsbat”tan bahsederler.)

Şimdi, كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ dendiği zaman, “Oruç başta Levh-i Mahfuz-i Hakikat’te yazılmıştı, sizin için.” manasına gelir. كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ Sizden evvelkilere yazıldığı gibi. لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Allah (celle celâluhu), orucu, size farz kıldı; bu da sizin için -esas- takvaya yürüme mevzuunda bir köprüdür.

Takva, burada تَتَّقُونَ kelimesi ile ifade ediliyor. Demek ki, o takva dairesine girme, kapıyı zorlama gibi biraz meşakkatli olabilir. Açılmıyor gibi olacaktır. Bir kısım sıkıntılara maruz kalacaksınız. Fakat بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Meşakkat miktarı, me’âlî elde edilir.” Ne kadar zorluklara maruz kalıyorsanız, Cenâb-ı Hak, o kadar fevz ü necatta bulunur. بِحَسَبِ الْمَغْنَمِ اَلْمَغْرَمُ Tersine çevirin: بِحَسَبِ الْمَغْرَمِ، اَلْمَغْنَمُ Bu, Mecelle’nin kuralıdır; fakat hadis-i şeriflerden alınmış bir Mecelle kuralıdır. Bir taraftan dersiniz ki: “Ne kadar cereme çekme var ise, karşılığında o kadar mükâfata erme var.” Bir taraftan da “Ne kadar mükâfata mazhar iseniz, onun da o kadar sıkıntısı vardır, ona ulaşmak için.” Tersine çevirdiğiniz zaman göreceksiniz onu.

Şayet siz orucu böyle tutarsanız ve bu mevzuda hâhiş izhar ederseniz, takvaya erişirsiniz. Takva nedir? Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek suretiyle, hakkınızda âkıbet itibarıyla endişe ettiğiniz şeyler karşısında O’nun inayetine, himâyesine, riâyetine, kilâetine sığınma demektir. Takva, bu… Takva, “vikâye” (وِقَايَة) kökünden gelir; vikâye de gayet iyi korunma ve sakınma demektir. Korunma istiyorsanız, takva dairesi içine gireceksiniz.

Takva dairesi içine girdiğiniz zaman, sizin için mahz-ı fezâil olan veya nûr-efşân şeyler olan hakikatlerden de ancak o zaman istifade edebilirsiniz. Yoksa bazı şeylere gözleriniz kapalı gider, farkına varamazsınız. Daha ikinci sûrede, الم*ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ “Elif, lâm, mim. İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir müttakîlere!..” (Bakara, 2/1-2) diyor. “Hidayet”in hidayet olduğunu duymak, yani dalaletten/sapıklıktan onu ayrı görebilmek takva ile mümkündür. Esasen o hidayet yolunda mesafeler kat’ etmek suretiyle doyma bilmeyen bir küheylan gibi sürekli koşabilecek insanlar, müttakîlerdir. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Kur’an, mahz-ı hidayettir; yol gösterir, projektör gibi insanın yolunu aydınlatır. Fakat bu, takvaya tâlip olanlar için -müttakîn (مُتَّقِينَ) diyor- Cenâb-ı Hakk’ın himayesine sığınmaya azmetmişler için söz konusudur; o mevzuda kararlı duranlar için, dik duranlar için mahz-ı hidayettir. Bu açıdan, o takvayı da öyle anlamak lazım.

   “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dâne, bir lem’a, bir işaret ve bir öpmekle batma!”

Şimdi oruç, ona bir köprü ise; namaz, ayrı bir köprüdür; Hac, ayrı bir köprüdür; iffetli yaşamak, bohemliğe girmemek, ayrı bir köprüdür…

Bir delikanlı, çiçeği burnunda, görkemli, gösterişli; Hazreti İbn Abbas gibi, Mus’ab İbn Umeyr gibi. Geçerken daha panjurlar açılıyor, o güzelliği görmek için herkes ona bakıyor: “Yahu şuna bakın! Sanki yerde gezen bir melek!” Mus’ab İbn Umeyr de öyle idi; hayatının baharında Uhud’da, Allah Rasûlü’nün önünde, önce sağ kolu, sonra sol kolu ve bir kalkan kılıca karşı “Bir boynum kalmıştı, son; onu vur!..” Rasûlullah’ın önünde kalkan olmak üzere… Jalûziler sıyrılıyor, ona bakıyorlar; böyle bir delikanlı…

Mescid-i Nebeviye giderken, Hazreti Ömer döneminde, birinin kapısının önünden geçiyor. Bir fettan, gönlünü ona kaptırmış. Takılıyor ona, değişik argümanları değerlendiriyor, fakat bir türlü istediğine eremiyor. Ağ atıyor ama avını avlayamıyor. Bir sürü, değişik ağlar atıyor, değişik yöntemler kullanıyor Nihayet, herhalde nefs-i emmâre veya şeytanın ona tasallutu neticesinde -O da bir sahabî olabilir; Allah, lisanımızı günahtan korusun!- bir felaket varmış gibi kapının arkasında bir çığlık koparıyor. Delikanlı, “Acaba ne var ki, yangın mı var?!” filan diye kapıyı tıklatıyor. “İmdada koşayım!” diye içeriye girince, kapı “Tık!” diye kapanıyor. Bu defa Zeliha’nın Hazreti Yusuf’a teklif ettiği teklif ediliyor orada.

Birden bire o gencin diline şu ayet-i kerime vird-i zebân ediliyor: إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ “Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar; kendilerine şeytandan bir tayf, bir vesvese geldiği zaman hemen Allah’ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.” (A’râf, 7/201) İttikâ… Kendileri takva dairesi içinde, Allah’ın himayesine girmiş… “Şeytandan bir şeytanî tayf, bir dalga, bir esinti geldiği zaman, Biz, onun gözünü açarız!” Kadının zorlamaları karşısında, genç kendini dinleyince bakıyor ki, dilinde hep o ayet; hep o ayeti tekrar edip duruyor, hep o ayeti tekrar edip duruyor. Ve kalbi dayanamıyor, düşüyor ve ölüyor orada.

Tabiî kadın kapıyı açıyor; arkadaşları, camiye gidip gelen bu insanı tanıyanlar, “Aman, bir yabancının evinde öldü. Ayıp olur; Emîru’l-mü’minîn görmesin bunu!” diyorlar. İlk saflarda duran birisi idi. Hazreti Ömer de orada yoklama yapmasını çok iyi bilirdi. Arkasında bin insan namaz kılıyor ise, biri var mı, yok mu, onu bilecek kadar mahrutî bir bakışa sahip idi. Ömer’e kurban olayım, radıyallâhu anh!.. Evet, “Aman duymasın, ayıp olur; bir yabancının evinde vefat etti..” deyip gizlice götürüyor, namazını kılıyor ve gömüyorlar.

Hazreti Ömer efendimiz, işte o mahrutî bakış ile yaptığı yoklamalarında, onu göremeyince durduğu yerde, “Falan nerede?” diyor. Kem-küm ediyorlar önce; sonra da “Ya Emire’l-mü’minîn! Başına böyle bir şey geldi, ölü bulduk. Hem biz hicap ettik, hem de sizi mahcup etmemek için gizlice götürdük. Gömdük onu…” diyorlar. “Beni, mezarına götürün!” diyor. Mezarının başına dikiliyor: وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ “Buna karşılık, Rabbisinin (Rab olarak) Makamı’ndan korkan ve (Âhiret’te de) O’nun huzuruna çıkacak olmanın endişesiyle yaşayan için iki cennet vardır.” (Rahmân, 55/46) ayetini okuyor. “Allah mehâfeti ile, mehâbeti ile, korkusu ile hareket edene, iki cennet vardır, bir cennet değil. Arzı, tûlü (genişliği, uzunluğu) gökler genişliğinde cennetler vardır.” Birdenbire mezardan ortalığı lerzeye getirecek bir ses duyuluyor: “Yâ Emire’l-mü’minîn! Ben, onun iki katını buldum!” Allah, seni Cennetü’l-Firdevs ile sevindirsin! Ve bizi de sizin kıtmîrleriniz olarak orada haşr ü neşr eylesin!..

Bohemliğe karşı kararlı durma… Namaz kılsan da, oruç tutsan da hevâ-i nefsin arkasından koşuyorsan, hiç farkına varmadan yaptığın o güzelliklere güve düşürmüş olursun. Yok “Siyasî İslam!”, yok “Müslümanlık!”, yok “Bilmem neyi getireceğim!..” Çoktan ona güve düşmüş, onu yemiş, onu didik didik etmiş, lif lif parçalamış olur. Öbür tarafa gittiğin zaman, İflas Hadîsi ile ifade edildiği gibi, eli boş, yüzü kapkara olarak gidersin öbür tarafa!..

   Ramazan’ın her anı mazlum ve mağdurlara maddî manevî yardım mülahazalarıyla ve gayretleriyle de dolu olmalıdır!..

Ayrıca, Ramazan’da o “mazlum”lar, “mağdur”lar, “mehcur”lar, “mevkuf”lar, “mescûn”lar, “muhtefî”ler, “fârr”lar, “muhacir”ler ve bir de daha önceden gitmiş olduklarından dolayı “Ensar” olma gayreti içinde bulunan insanlar için Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunmak lazımdır. Bunların hepsinin -bir yönüyle- maddeten olduğu gibi, muavenet açısından olduğu gibi, dua açısından da desteklenmesi gerekmektedir. İşte o aralanan gök kapılarını değerlendirerek, bir size, bir ötelere, ötelerin ötesine bakan ruhanîlerin/meleklerin bakışlarındaki şefkat durumunu değerlendirerek, onlar için “Allah’ım! Bu mazlumları, mağdurları, zâlimlerin, münafıkların şerrinden muhafaza buyur!” demek lazımdır.

Mesela; اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Onları hürriyetlerine kavuştur Allahım!..” deyin. يَا غَافِرَ الْخَطَايَا، يَا كَاشِفَ الْبَلاَيَا، يَا مُنْتَهَا الرَّجَايَا، يَا مُجْزِلَ الْعَطَايَا، يَا وَاسِعَ الْهَدَايَا، يَا رَازِقَ الْبَرَايَا، يَا قَاضِيَ الْمَنَايَا، يَا سَامِعَ الشَّكَايَا، يَا بَاعِثَ السَّرَايَا “Ey hata, kusur ve günahları bağışlayan! Ey bela ve musibetleri kaldıran! Ey bütün istek ve dilekler Kendisine ulaşan! Ey ihsan ve atiyyeleri bol olan! Ey hediyeleri çok geniş olan! Ey her varlığın rızkını ulaştıran! Ey vakti geldiğinde verdiği hayatı geri alan! Ey her şekva ve arz-ı hali duyan! Ey her yana değişik mahlûkatından ordular yollayan!” Son fıkra: يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan!” يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا * يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Masumiyetine rağmen hürriyeti gasp edilen bütün kardeşlerimizi bir an evvel hürriyetlerine kavuştur! Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Masumiyetine rağmen hürriyeti gasp edilen bütün kardeşlerimizi bir an evvel hürriyetlerine kavuştur!..” Onların hepsini birden kurtar; بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Mağdur kardeşlerimize öyle bir lütufta bulun ki; göz görmemiş, kulak işitmemiş ve beşer tasavvurlarını aşkın, Şânına yakışır bir iltifat-ı Sübhâniye ile onları serfirâz kıl!” “Tasavvurları aşkın, sürpriz şekilde salıver Allah’ım! Ne olur?!. Ey mutlika’l-usârâ!..” diyeceksiniz. يَا صَاحِبَ الْغُرَبَاءِ، يَا صَاحِبَ الْمَظْلُومِينَ، يَا صَاحِبَ الْمَغْدُورِينَ، يَا صَاحِبَ الْمَحْكُومِينَ “Ey Gariplerin Sahibi… Ey Mazlumların Sahibi… Ey Mağdurların Sahibi… Ey mahkumların Sahibi…” يَا مُطْلِقَ اْلأُسَارَى، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Ey esaret hayatı yaşayanları hürriyetine kavuşturan! Onları da hürriyetlerine kavuştur!..” diyeceksiniz. “Onları eski hallerine, güzel durumlarına yeniden iade buyur!.. Haklarını, imkanlarını iade buyur!.. Onlar, bir kısım mutasallıtların, mütegalliplerin, mütemelliklerin tasallutuna, saldırısına, tahakkümüne maruz kaldılar; o zalimlerin ve münafıkların ellerinden onları kurtar! Ve onları salıver!” diye inleyeceksiniz.

İnlemeliyiz; bir yönüyle, içimizin sesi olarak, heyecanlarımızın bir mızrap gibi kalbimizin hassasiyet tellerine dokunması neticesinde çıkacak seslerle, aralanan gök kapılarını değerlendirmeye bakmalıyız. Bunu her fırsatta yapmalı… Teheccüd kılacaksanız, teheccüd esnasında.. gece sahura kalkacaksanız -kalkacaksınız- sahurda.. ve aynı zamanda Terâvîh’lerde. İki rekâtta bir selam vererek kıldığınız Terâvîh’in “tervîha”larında… Mübarek günlerde, mübarek saatlerde, çok mübarek ibadetler arasında, gök kapılarının aralandığı bir esnada, meseleyi o şekilde koro haline getirme, nezd-i ulûhiyette -inşaallah- kabule karin olur.

Düşünün ki, hürriyetini yitirmiş, esarete düşmüş, mazlumiyet, mağduriyet yaşayan on binlerce insan var. Mallarına/mülklerine el konmuş, eğitim müesseselerine el konmuş, “münâfık”lar tarafından, “zâlim”ler tarafından… Tereddüt etmeden söylüyorum bunu; çünkü milletin alın teriyle kazandığı şeylere, himmetleriyle ortaya koyduğu şeylere, hiç kimsenin gelip el koyma hakkı yoktur; onun hesabını ötede Allah görecektir. “Zâlimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var / Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.” Bugün halka cevretmek kolay, çünkü güçlüsün, kuvvetlisin; yarın Hakk’ın divanı var, canına okuyacaklar; ya-rın Hak-kın di-va-nı var, ca-nı-na o-ku-ya-cak-lar!..

Bir taraftan sızlayan, inleyen bir gönül ile, yani heyecan mızrabını hassasiyet tellerine dokundurmak suretiyle çıkaracağımız seslerle, onlar için Cenâb-ı Hakk’a arzularımızı sunmalıyız. “Niyaz” edasıyla, “nâz” edasıyla değil, niyâz edasıyla. Bir taraftan, bu…

   Mazlumlar için dua dua yalvarın, Ramazan hürmetine Allah onları kurtarsın; zalimler için de ıslah-ı hal niyazında bulunun, Mevla onları da insan eylesin ve ahiretlerini karartmaktan halas etsin!..

Bir taraftan da -bence- himmeti âlî tutarak başkaları için de ıslah-ı hal duasında bulunmak… İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), mübarek sinn-i şerifi düştüğü zaman, miğferi yarıldığı zaman, yanağı yaralandığı zaman, uğrunda başların-kolların verildiği zaman, hiç öfkelenmedi, kızmadı; şöyle dua etti: اَللَّهُمَّ اهْدِ قَوْمِي فَإِنَّهُمْ لاَ يَعْرِفُونَ “Allah’ım kavmimi hidayet eyle, bilmiyorlar beni; bilseler, yapmayacaklar!” Evet, bir taraftan da İslam dünyasına musallat olan münafıkların ve zalimlerin ıslahı için, içinizden gelircesine dua edin. Allah, onları da evvelâ insan eylesin! Sonra da şöyle-böyle Müslümanlık şerefiyle şerefyâb eylesin! Âhiretlerini karartmasın!..

Zira ben biliyorum ki, sizin kalbiniz dünyada her mazlum, her mağdur için tir tir titrediği gibi, bam teline dokunurcasına tir tir titrediği gibi, öbür tarafta da onların o ağır hesapları karşısında, terazinin bir kefesinin yukarıya kalkması ve günah kefesinin gidip yerin dibine batması karşısında, orada da yürekleriniz sızlayacak. Oradaki o yürek sızlamasına meydan vermemek için, Müslüman milletlerin başına musallat olmuş münafıkların, bütün münafıkların, bütün zalimlerin salah-ı hâl etmeleri için de dua etmelisiniz.

Evet, terâvîh kılarken, o tervîhalar arasında şöyle de diyebilirsiniz: يَا مَنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ؛ هَا نَحْنُ مُضْطَرُّونَ، قَدْ ضَاقَتْ عَلَيْنَا الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ، وَضَاقَتْ عَلَيْنَا اَنْفُسُنَا، وَأَنْتَ مَلْجَأُنَا وَرَجَاؤُنَا “Ey darda kalanların, canı gırtlağına dayananların, dergâh-ı ulûhiyetinin kapısının tokmağına dokunanların çağrılarına icabet buyuran Allah’ım! Hâl-i pür-melâlimiz Sana ayân.. canlarımız gırtlakta ve son kelime dudakta. Hak duygusunun gönlümüzde hâsıl ettiği heyecan ve hafakandan, bâtıl duygu ve düşüncesine karşı koyma cehdi ve gayreti sebebiyle, yeryüzü bütün genişliğine rağmen daraldıkça daraldı; sadırlarımız ve nefsimiz bizi sıktıkça sıkmaya başladı. Ne olursun bizlere tez zamanda ferec ve mahreç nasip buyur! Sensin yegâne sığınağımız ve ümit kaynağımız!..” demek suretiyle, halinizi arz edersiniz.

Bir tervîhada bunu diyebilirsiniz. Bir tervîhada da يَا مَنْ هُوَ عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ؛ هَا نَحْنُ مُنْكَسِرُو القُلُوبِ “Ey kalbi kırıkları maiyyetiyle şereflendiren! Ey ‘Gönlü mahzunların yanındayım!’ buyuran! Hâlihazırda gönüllerimiz paramparça, mahzun ve kederli. Ne olur, maiyyetini bizlere duyur! Bizi bize terk etmek suretiyle bizleri mahvettirme!” niyazını üç kere tekrarlar, sonunda da onu şu söz ile noktalarsınız; اُجْبُرْ كَسْرَنَا، وَاجْبُرْ كَسْرَنَا، وَاجْبُرْ كَسْرَنَا “Kırıklarımızı sarıp sarmala.. yaralarımızı iyileştir.. ve kırık döküklerimizi gider!..” dersiniz.

Böylece inşaallah, bu Ramazan ayı, Ümmet-i Muhammed’in, sizin, bizim -her şeye rağmen, günahlarımıza/hatalarımıza rağmen- vesile-i necatımız olduğu gibi; ehl-i dalaletin, ehl-i nifakın da hidayetine vesile olur. Mazlumların halâsına, hapishane kapılarının açılmasına, bir sürü mağdur edilen insanların mağduriyetten sıyrılmalarına, mahrum edilen insanların mahrumiyetten sıyrılmalarına vesile olur!..

“Izdırap, Izdırap, Izdırap!..”

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

İnananların şiarı (Müslümanlık alameti/nişanı) sayılan dua ile başlayalım: رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَأَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ “Rabbim, yarlığa bizi, merhamet buyur; buyur ki, merhamet edenlerin en hayırlısı Sensin, Sen!” (Mü’minûn, 23/118) وَبِهِ نَسْتَعِينُ “Ancak Ondan yardım dileriz.”

   Allah’tan uzaklaştıran nimet, lütuf suretinde bir nıkmettir.

Allah’ı unutturan nimet, nimet görünümlü bir nıkmettir (azaptır, cezadır), bir belâdır. Dünya saltanatı bile olsa, Allah’ı unutturduğu dakikalar, saatler adedince -hafizanallah- insanın başından aşağıya bela ve musibetler yağıyor demektir; o adım adım Cehennem’e doğru yürüyor demektir. Dünya saltanatı, bir dakika O’nu unutturuyor ise, bir saat O’nu unutturuyor ise…

Ama gel gör ki günümüzde insanlar, neyin “nimet”, neyin “nıkmet” olduğunun farkında değiller, bilemiyorlar. Dünya, bütün ufuklarını kapamış; Allah ile kendi aralarında öyle bir husûf (ay tutulması) yaşıyorlar ki?!. Kapkaranlık bir gece içindeler fakat farkında değiller. Sırtları güneşe dönük yürüyorlar, gölgelerine takılmış olarak, “Dünya, dünya, dünya!” diye… Bestesi dünya, güftesi dünya; hep dünya mırıldanıp duruyorlar; saltanat, debdebe, takdir, alkış, “Ben!” deme…

Cenâb-ı Hak, sizi böyle bir zift akıntısına sürüklenmekten muhafaza buyursun! Bugüne kadar belli ölçüde muhafaza buyurdu; o buyurmalarını devam ettirsin!.. Bu da hüsnüzannım; bu, Hak yolunda olanlar için, alnını yere koyanlar için, “Allah!” diyenler için, “Sübhânallah!” diyenler için hüsnüzannımın ifadesi. O kadar suizan, insanı tepetaklak götürür. Herkesi kendim gibi bata-çıka yürüyen birer insan gibi görüyorsam şayet, çok ciddî bir suizan gayyasına gömülmüşüm demektir. Onlar hakkında elimden geldiğince hep hüsnüzan etmeliyim.

Ama gel-gör ki toplum, tepeden tırnağa öyle bir levsiyât içinde; onun radyoaktif tesirlerinin, en temiz yuvalara ve en temiz vicdanlara dahi tesir etmemesi, onları kirletmemesi mümkün değil. En azından radyoaktif tesiri, gama tesiri onlar üzerinde de belli izler bırakır farkına varmadan. En azından şu olur: Yapılan o mesâvînin mesâvî derinliğini göremezler. İç içe cinayetler, müzâaf, hatta mük’ab cinayetler işleniyordur, zulümler irtikâp ediliyordur, kafirin yapmadığı şeyler yapılıyordur; Müslüman iniltileri ile, mazlum iniltileri ile fezâ inliyordur, zâlim hay-huyu ile fezâ inliyordur, ülke değişik belâ ve musibetler ile inliyordur. Hiç farkına varmadan bunları ahvâl-ı âdiye, ahvâl-ı tabiiye görme gibi -esasen, farkına varmadan- tebeî bir körlüğü herkes yaşayabilir, hafizanallah. Bu açıdan, herkesin kendine bakarken belki böyle bakması lazımdır.

   İnsanlığın sefalet ve rezalet içinde inim inim inlediği günümüzde ızdıraplı gönüllere ihtiyaç var; zira bir muzdaribin duası, bazen bütün kasvet bulutlarının sıyrılıp gitmesine vesile olur.

Burada antrparantez bir şey diyeyim: Günümüzde yaşanan bu fecâyi’ (facialar, felaketler) ve fezâyi’ (korkunç hadiseler) karşısında eğer her birerlerimiz günde bir, iki, üç saatimizi bu işe vererek ve bunun bir kısmını da Cenâb-ı Hakk’a tazarru, niyaz ve duada geçirerek -bu belâ ve devâhînin (âfetlerin) savulması adına- inlemiyorsak, farkına varmadan onun radyoaktif tesirinde kalmışız demektir.

Evet, bir tarafta, karşıda yangın… Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “İçinde evladım/imanım tutuşmuş yanıyor!” Eğer elimizde tulumba, o yangını söndürmeye koşmuyorsak, içinde yanan insanları ondan kurtarmaya koşmuyorsak, dünkü ve evvelki günkü hortumdan insanları kurtarma adına bir kısım tedbirleri alma nev’inden tedbirler almıyorsak, o iş için yüreklerimiz çarpmıyorsa, nabızlarımız atmıyorsa, zannediyorum, insanlığımızı mizanda öyle bir kefeye koyar tartarlar; “İşte siz, bu kadar insansınız!” derler, hafizanallah.

Esasen, eğer belâ ve musibetin genişliği/vüs’ati, ne kadar korkunç cereyan ettiği bilinemiyor ise -hafizanallah- biz de vicdanlarımızda o ölçüde üzüntü duymayız, ızdırap duymayız. Oysa ızdırap, insanların dualarının kabul edilmesi adına çok önemli bir faktördür. Bir muzdaribin duası, bazen bütün kasvet bulutlarının sıyrılıp gitmesine vesile olur.

Muzdarip ve muztarr… أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ وَيَكْشِفُ السُّوءَ “(Ona ortak koştukları şeyler mi üstün) yoksa muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren Allah mı?” (Neml, 27/62) Muztarr, içini Allah’a döktüğü zaman, o belâ ve musibetleri savan ve sonra onlara yeni keşifler yaşatan, yeniden Güneş ile buluşmalarını sağlayan/temin eden Allah’tan başka kimdir?!. Bu, O’na yönelmeye bağlı.

İnsanlık, sefalet ve rezalet içinde inim inim inliyor. Bütün dünyada, hususan bazı yerlerde, bahusus sizin ülkenizde öyle fecâyi’ ve fezâyi’ yaşanıyor ki!.. Aynı zamanda ona “adalet” diyorlar, “hak” diyorlar, “istikamet” diyorlar, “Her şey yörüngesinde yürüyor!” diyorlar. Dolayısıyla bir kısım şuursuz, muhakemesiz insanlar da buna inanıyor ve üzüntü duymuyorlar, Allah’a teveccüh etmiyorlar, içlerini Allah’a dökmüyorlar/dökemiyorlar; çünkü onlar da -bir yönüyle- genel tablodan zehirlenmiş bulunuyorlar.

Burada yine antrparantez bir şey diyeyim: Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamd u senâ olsun ki, sizi o kirli çağlayan, o zift akıntısı içinde bulundurmadığından dolayı, kendi farklılığınızın şuurunda olarak hayatınızı götürüyorsunuz. Yani “Elhamdülillah öyle değiliz!.. Zulmedenlerden değiliz!.. Zulmü görüp ses çıkarmayan dilsiz şeytanlardan değiliz!.. Sesini yükseltmeyen şeytanlardan değiliz!.. İtiraz etmeyen şeytanlardan değiliz!” diye, hâlihazırdaki konumunuz itibarıyla Allah’a hamd etme durumundasınız, zannediyorum. Bunun farkındasınız veya değilsiniz ama konumunuz bu. Allah’ın konumlandırdığı durumunuz bu. Cenâb-ı Hakk’ın ilettiği, sizin için hazırladığı, temin buyurduğu durum, bu. Cenâb-ı Hak, bunu geliştirsin, inkişaf ettirsin!..

   Mazlum ve masum insanların yaşadıkları mağduriyetler karşısındaki ızdıraptan immün sistemimin tamamen pes ettiğini söyleyebilirim fakat Rabbime karşı recâmda bir sarsıntı yaşamadım ve ümidimi asla yitirmedim.

Mehmet Akif’in sözü: “Irzımızdır çiğnenen, namusumuzdur doğranan / Ey sıkılmaz, ağlamazsın; bari gülmekten utan!..” Evet… “Irzımızdır çiğnenen, namusumuzdur doğranan / Ey sıkılmaz, ağlamazsın; bari gülmekten utan!..” Dudakların geriye gitmesini, Allah’a karşı bir saygısızlık olarak göremiyor ve ızdırap çeken insanlara karşı bir alay mahiyetinde kabul edemiyorsan hâlâ, nasibin o kadar demektir senin. O kadar nasip… Cenâb-ı Hak, olup-bitenleri, mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun duymaya/duyurmaya muvaffak eylesin!..

Ben de olup biten hadiseler karşısında iki büklümüm. Evet, ümidimi hiç yitirmedim, recâ duygumda hiç kayıp yaşamadım; Rabbime karşı ümidimde bir sarsıntıya maruz kalmadım. Ama şunu itiraf edeyim; immün sisteminin çökmesi karşısında, yirmi tane rahatsızlık ile yirmi dört saat inlediğim de muhakkak. İmmün sistemim, tamamen “Pes!” dedi bana; “Ben artık bu kadar fecâyi’ ve fezâyi’ karşısında -bir kısım vücuda musallat olan virüsler ve mikroplara karşı- mukavemet edecek güçte değilim!” diyor bana her ân, her dakika. İşte on dakika evvel de ayağıma refleksoloji ile alakalı takunyaları takmış, odanın içinde dolaşıyordum; “Gidemem galiba, namaza gidemem; bu arkadaşların huzuruna çıkamam!” diyordum. Fakat dişimi sıktım, her şeye rağmen…

Bu dünya, âhirette mutluluklara ulaşmanın koridoru -daha doğrusu âhiret yukarıda bir şey olduğundan dolayı- helezonudur. Dünya ne kadar denî (alçak, aşağıda) olursa olsun, o âlî makamlara insanları yükselten bir vesile, bir vâsıtadır. Esmâ-i İlahiye’nin tecellî ettiği bir yerdir; Cenâb-ı Hakk’ın tanındığı, tanınması gerekli olan şeylerin tanındığı bir yerdir. Bu dünya, öyle bir yerdir… Buraya takılıp kalanlar, esasen, onun bir vesile/vasıta oluşunu ihmal ettiklerinden dolayı, öbür tarafı tamamen karartmış olurlar; âhirette kendilerine sonu gelmeyen bir küsûf yaşatmış olurlar.

Şimdi burada insan, kendi dertleri ile meşgul ise… Biraz evvel min vechin tahammülü aştığından dolayı arz ettim; söylemek doğru değil, O’na karşı şikâyet olur. Fakat قَالَ إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ “Hazreti Yakup, ‘Ben, bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyor, O’na şikâyette bulunuyorum.’ dedi.” (Yûsuf, 12/96) O yüce peygamberin, “Dağınıklığımı ve tasamı Sana arz ediyorum Allah’ım!” dediği gibi, Rabbim, benimkini de öyle kabul etsin!..

Ama mü’minin işi, sadece böyle kendi ızdırapları karşısında inlemesi değildir. İnsanın, فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ “Artık bana/bize düşen, güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında yardımına müracaat edilecek sadece Allah var.” (Yûsuf, 12/18) demesi; sabr-ı cemîl ile sabretmesi.. إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللهِ “Ben, bütün dertlerimi, keder ve hüznümü Allah’a arz ediyor, O’na şikâyette bulunuyorum.” diyerek halini Allah’a arz etmesi.. وَأَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Bu arada, önderler içinde Eyyûb’u da an, hatırla. Hani O, ‘Rabbim, bu dert bana iyice dokundu (ve Sana gerektiği gibi ibadet edemez hale geldim). Sen, Merhametlilerin En Merhametlisisin!’ diye yalvarmıştı.” (Enbiyâ, 21/83) buyurulduğu gibi, “Bana zarar dokundu!” deyip inlemesi.. veya لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Sensin İlâh, Senden başka yoktur ilâh. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87) şeklindeki, Hazreti Yunus İbn Mettâ’nın niyazıyla dua etmesi… Bir insanın, kendi başına gelen şeyler karşısında bunları vird-i zebân etmesi… Hâşâ, dilimin ucuna kadar geldi “mırıldanma” kelimesi ama o tabirlere karşı saygısızlık olur diye durdum, tevakkuf yaşadım. Bunları vird-i zebân etmesi, diline dolaması mevzuu, şahsı adına güzel şeylerdir; Allah’a karşı arz-ı halde bulunma demektir.

   “Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen, onların yaşadığı acıları vicdanında derinlemesine duymayan, onlardan değildir!”

Fakat bir de insanın çevresinde olup-biten hadiseler var; biraz evvelki mülahazalar çerçevesinde, bir yangın var ki, içinde iman tutuşmuş yanıyor. Anne-evlat, birbirinden koparılmış. Karı-koca, birbirinden koparılmış. Kimisi soluğu yurt dışında almış; teselli için kendilerine “Muhacir” diyorlar. İnşaallah muhacirdirler, inşaallah gittikleri yerlerde de ahlak bakımından “Ensâr” türü insanlar ile karşılaşırlar. Kendi ülkelerinde yedikleri tokat ve zılgıtları, karşılaştıkları insanlar sayesinde unuturlar, inşâallahu teâlâ. Bir de böyle ızdırap içinde, elem içinde kıvranan insanlar var…

İşte İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bu belâ ve mesâibe maruz insanlar karşısında, مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ “Müslümanların dertleri ile dertlenmeyen, o dertleri paylaşmayan, onların yaşadığı şeyleri vicdanında derinlemesine duymayan, onlardan değildir!” diyor. Yani, “Hakiki manada Müslüman değildir!” diyor. O ızdırabı, insanın, içinde duyması lazım; bir yangın karşısında, yanan insanın ızdırabını içinde duyması lazım.

Sizin temel felsefeniz içine girmiş; kim tarafından sokulursa sokulsun: Bencilce ifade edilmiş bir laf vardır milletimizde; “Yangın, nereye düşerse, orayı yakar!” Bizim felsefemize göre, “Yangın, nereye düşerse düşsün, beni yakar!” Felsefemiz budur. Myanmar’a düşen yangın, beni yakar!.. Şam’a düşen yangın, beni yakar!..

Evet, مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ Müslümanların dertlerini paylaşmayan, “Benim derdimdir!” demeyen, “Bu yangın, beni de yakıyor, onlarla beraber!” demeyen insan, o kategoride mütalaa edilmez. Öbür tarafta da onlarla beraber o güzelim muameleye tâbi tutulmaz; onlara verilecek o vâridata mazhar olamaz. Hafizanallah, “Hele siz ayrılın şöyle, şurada durun; kantara/teraziye girecek durumunuz yok sizin, tartılacak durumunuz yok!” denilir.

Gerçi herkes, belki kendisine öyle bakmalı, havf zaviyesinden. Biri öyle demiş: “Ger beni bu günahlarla tartarsa Hazreti Rahmân (Deyyân) / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan!” “Deyyân”, Fakir’e ait; o, “Rahmân” diyor. “Ger beni bu günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan!” Terazi kırılır, bu günahlar ile Allah beni tartar ise orada. Hafizanallah, tartıya bile tâbî tutulmadan, haklarında “Lüzum yok bunlara; hayatlarını kirletmişler ve Berzah hayatını da kirli geçirmişlerdi. Arınmaları için bunların oraya gitmeleri lazım!” denilenler de var. Onların hepsi, hafizanallah, tepetaklak o gayyâlara yuvarlanacaklar.

   İsimlerini bildiğim insanları ismen sayarak, diğerleri hakkında da “Sen biliyorsun ya Rabbî, onları hürriyetlerine kavuştur!..” diyerek günde kaç kere dua ediyor ve ekliyorum: Sürpriz olarak salıver onları; salıver ve benim şu hafakanlarımı da dindir!..

O duruma düşmemek için, burada o mağdur ve mazlumların çektiklerini arınma gibi görmek lazım. Fakat aynı zamanda, onların çektikleri şeyleri paylaşmak suretiyle, bizim için de o meselenin bir arınma vesilesi olduğunu görmek lazım, buna inanmak lazım. Biz de onunla arınıyoruz. Biraz evvel dedim; immün sistemi çökmüş, onun bedava gideceğini düşünemem ben!.. Cenâb-ı Hak, onu bir yere koyacaktır!..

Ben her gün aklımda o insanları sayıyorum; isimlerini bildiğim arkadaşları ismen zikredip, اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، اَللَّهُمَّ أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “Allah’ım, onları bir anda kurtuluşa erdir; onları hürriyetlerine kavuştur.” Öyle sürpriz bir inayetle ki, بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Allahım, ‘Kullarıma öyle sürpriz nimetler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanın hatırına gelmiş!’ buyurduğun gibi, işte öyle sürpriz şekilde olsun.” Sürpriz olarak Allah’ım, salıver onları!.. Ali’yi salıver, Veli’yi salıver, falanı salıver!.. Hayat-ı içtimâiyedeki konumları itibarıyla tanıdığım insanlar… Onurlu yaşamış, iffetli yaşamış, izzetli yaşamış; fakat orada kapıkulu gibi, halayık gibi, belki onların bile maruz kalmayacakları şeylere maruz kalmış insanlar… İsimlerini bildiklerimi ismen anıyorum. Bilemediklerim ile alakalı da diyorum ki “Sen biliyorsun yâ Rabbî!” أَنْتَ تَعْلَمُهَا، أَنْتَ تَعْلَمُهَا، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا، أَطْلِقْهُمْ سَرَاحًا “O isimleri Sen biliyorsun; o isimleri Sen biliyorsun; onları kurtar, onları hürriyetlerine kavuştur!..” Sürpriz olarak onları salıver!.. Salıver ve benim şu hafakanlarımı da dindir. Artık taşıyamıyorum; bu hafakanlarımı da dindir!..

Zâlim, zulme doymuyor; hâin, hıyanete doymuyor… Bunun karşısında sessiz kalma, alakasız kalma, insanlık adına ciddî kayıp sayılır. Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) -Kurban olayım!..- ifade buyurduğu şey, odur zaten. O, insanlık için, insanlığın öyle bir sû-i âkıbete maruz kalmaması için Cennet’e girmeyi bile tehir etmiştir. Abdülkuddûs’un ifadesi ile diyeceğim:

O Hüzün Senesi’nde, yani Boykot’tan sonra, o güne kadar kendisine arka çıkan, sürekli kendisini fikren destekleyen, mânen destekleyen, maddeten destekleyen Hadîce-i Kübrâ, mübarek annemiz, ruhunun ufkuna yürüdü. Antrparantez; o annemizin bu Hizmet ile çok alakalı olduğunu, bir ehl-i hak dostumuz söylemişti: Hadîce validemiz, Efendimiz’e soruyor: “Yâ Rasûlallah! Nasıl görüyorsun bunları?” “Ben, onlardan çok memnunum” diyor. Arada anamız vasıtalık, vesilelik, tercümanlık yapıyor. Ben, salât ü selâmlarımda, Ezvâc-ı Tâhirât’ı anarken onu anmamayı ona karşı vefasızlık sayıyorum. Hadîce-i Kübrâ, kurban olayım sana!.. Allah nasip etse de kirli başımı senin ayaklarının altına koysam!.. Anam!..

Çilesizlik ve ızdırapsızlık, insana musallat olmuş bir güve gibidir. İnsanı er-geç yer, bitirir. Evet, o, ruhunun ufkuna yürüyor. Bir yönüyle tam inanmamış, O’na saygı duyuyor ama tam inanmamış Ebu Tâlib’i de kaybediyor Allah Rasûlü. O seneye “Hüzün Senesi”, tasa senesi deniyor. Ve Allah (celle celâluhu), “Habibim! Sen çok üzgünsün. Bak, o üzgünlüğü sana unutturacak, değişik iltifatlarda bulunacağım!” diyor; O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kendi (celle celâluhu) Huzur-i Kibriyâsı ile şereflendiriyor. Bütün peygamberlerin makamlarından geçirerek, onlar ile görüştürerek, Mele-i A’lâ’nın sâkinleri ile buluşturarak Huzur-i Kibriyâsına alıyor, cemâl-i bâ-kemali ile -Kadı Iyâz’ın beyanına göre- şereflendiriyor. Kendisi ile bizzat konuşuyor; namazı Ümmet-i Muhammed’e iletmek üzere O’na emanet ediyor: “Bu emaneti, Sen de onlara intikal ettir!” diyor.

   Çilesizlik ve ızdırapsızlık, insana musallat olmuş bir güve gibidir; er-geç onu yer bitirir.

Hazreti Mesih, oraya gitti ise, kaldı orada. Başka peygamberler de ruhlarının ufkuna yürüdü, kaldılar orada. Fakat senin, benim, cihanın efendisi, hatta peygamberlerin de efendisi, Efendiler Efendisi, Miraç’ta ulaşılmayacak şeylere ulaştı. Cennet’in binlerce sene hayatı, bir dakika rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini müşahede ufkuna ulaştı. Rıza ufkuna ulaştı. İltifâtât-ı İlahiye ufkuna ulaştı… Ama geriye döndü. İnsanlığı düşündü, “Benim dünyaya dönmem lazım!” dedi ve döndü. Mekke dönemi, Bi’set-i Seniyye’nin sekizinci senesi. Hâlâ çölde bazı kimseler sırt üstü yatırılıyor, üzerlerine taşlar konuyor. Bazıları çarmıha geriliyor; bazıları öldürülüyor orada. O bunları gördükçe, yüreği yanıyor. Fakat dönüyor; insanları, ulaştığı ufka ulaştırmak için, “Ne olursa olsun katlanma pahasına, onların içine dönmem lazım!” diyor ve dönüyor.

İşte, büyük veli Abdülkuddûs diyor ki: “Hazreti Muhammed öyle makamlara yükseldi ki, Allah’a yemin ederim, ben oraya ulaşsaydım, vallahi, billahi, tallahi, geriye dönmezdim!” Al, senin Efendinin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ufkunu ve başkalarının ufkunu, mukayese yap!..

Başkaları için yaşama… Adanmışlık ruhu ile, esas, yaşatmak için yaşama… Sizin bundan başka -antrparantez- bir düşünceniz var mıydı?!. Yaşatma duygusundan başka bir düşünceniz var mıydı?!. Adanmışlık ruhundan başka bir mülahazanız var mıydı?!. “Her yere ulaşalım, herkesin elinden tutalım! ‘Gerçek insaniyet nedir?’ Herkese hâl ile, temsil ile sergileyelim; teşhir ediyor gibi edelim! Bu (hâl ve temsil dili), sözün tesirinden -semâvî bile olsa sözün tesirinden- daha müessirdir.” Siz, bu yolda yürüyordunuz. Birileri bu mevzudaki çarkı ve düzeni yıkmak/kırmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyor; etek etek paralar döküyor, mahkemeler oluşturuyor; insan kaçıran, gasp eden, paketleyen ve zulüm diyarına onları sevk eden yıkıcılar, tahripkârlar, eşkıya güruhu oluşturuyorlar.

Onlar (fesada kilitli o şerirler) karşısında, o mazlumiyet ve mağduriyete maruz kalanların dertlerini içinde paylaşmıyorsan şayet, onlar ile o derdi paylaşmıyorsan, sen onlardan (o mazlumlardan) değilsin!.. Öbür tarafta “Sen hele şöyle kenarda dur! Onlar, göreceklerini görecekler, alacakları mükâfatı alacaklar!” denecek. Bu, muhakkak; bunda kimsenin şüphesi olmasın!..

Çilesizlik ve ızdırapsızlık, insana musallat olmuş bir güve gibidir. İnsanı er-geç yer, bitirir. Çilenin elini öpmek lazım, ızdırabı alnından öpmek lazım!.. Veya başımızı onun ayaklarının altına koymamız ve “Izdırap, ızdırap, ızdırap!” deyip inlememiz lazım!.. Zira Süfyân İbn Uyeyne’nin ifade ettiği gibi, “Bazen bir muzdaribin duası ile Allah, bütün bir ümmeti, bir milleti bağışlar.”

Cenâb-ı Hak, bugüne kadar devam ettirdiğiniz hâlinize denk, böyle bir mülahaza ile gönüllerinizi mamur kılsın!.. Vird-i zebânınız olsun bu mülahazalar. Ve bu mülahazalar ile Kendisine kavuşmaya muvaffak eylesin!.. Vesselam.

Şahsiyet Yetimliğinden Kurtuluş

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

İnsan, kendi ile uğraşmıyor, yaka-paça olmuyor ise, farkına varmadan nefsin güdümüne düşer, sukût eder; sonra hep karşı tarafta bir şeyler aramaya durur. Sürekli başkalarını suçlayan ve kusuru başkalarında arayanlar, esasen kendilerinden uzak yaşayan, şahısları/şahsiyetleri açısından yetim kimselerdir; onlar “şahıs yetimliği” yaşamaktadırlar, “şahsiyet yetimliği” yaşamaktadırlar. Ama insan, kendi ile meşgul olunca, iki göz yetmez insanın kendisine bakmasına.. beyindeki nöronlar yetmez insanın kendisine bakmasına.. idrak yetmez insanın kendisini tartmasına…

   Asırlardır devam eden yetimlik ve öksüzlükten sıyrılma adına çok önemli cehd ü gayretler ortaya koymaya başlamıştınız ki, insî ve cinnî şeytanların hücumuna maruz kaldınız.

Fakat insan, kendini görmüyor ise, ciddî dağınıklığa, bir yönüyle dengesizliğe düşer. Falanda bir şey arar, filanda bir şey arar ama bulamaz işe yaran bir şey; günaha girer sadece. “Lâyık mıdır insan olana vakt-i kazada, Hak zâhir iken, zulm ile hükm-i kaza.” (Ziya Paşa’dan, az değiştirerek.) İşte öyle bir şey olur; hak zâhir iken, başkaları suçlanır hep. Böyle suçlamalarda insanlar kendilerini arındırıyor gibi görünürler. Sun’î -bağışlayın- yalandan gündemler oluştururlar. Oturur-kalkar, başkalarına bir şeyler söylemek, nefislerini tezkiye etmek adına değişik kurgular peşine düşerler. Fakat başkalarını düşürmek istedikleri her hususta, kendileri düşerler. Düşmemek için, “el-Hablü’l-Metîn” olan Kur’an’a sarılıp kendine bakmak lazım, kendi ile yüzleşmek lazım!..

Biz, bir nesil olarak hem yetim hem de öksüz yetiştik. Şu andaki gayretleriniz, himmetleriniz, açılım adına sergilediğiniz tavırlarınız itibarıyla demiyorum ama topyekûn millet olarak, hatta İslam dünyası olarak, İslam adına hem yetim, hem de öksüz yetiştik. Ne İslam’ı kendine mahsus ruhuyla tam kavrayabildik, ne de ona uygun yaşayabildik. Belli bir dönemde, sistematik hale gelene kadar Devr-i Risâletpenâhi’de “isimsiz müsemmâ” olarak yaşanan kalbî/ruhî/sırrî hayatı, ihsaslar/ihtisaslar dünyasını, daha sonra sistematik olarak tekyelerde, zaviyelerde icrâ etmeye çalışan insanlar yok oldu. O noktada biz -bir yönüyle- bir öksüzlüğe düştük, baba yetimi kaldık. Diğer taraftan medrese, tekvinî emirlere karşı kapandı. Mektep, aldı onları ele ama Pozitivizm, Natüralizm, Materyalizm disiplinlerine göre yorumladı, analize tâbi tuttu; kapkaranlık tablolar, inkâr çizgisinde şeyler önümüze serdi. Bu defa da farklı bir yetimlik yaşadık.

O yetimlikten, o öksüzlükten belli ölçüde bir sıyrılma cehd ve gayretini siz ve sizin biraz büyükleriniz gösterdiniz. O öksüzlüğü gidermeye, yeniden anneyi-babayı bulmaya çalışadurmuştunuz ki, insi ve cinnî şeytanların hücumuna maruz kaldınız. Çünkü umur-i hayriyenin muzır mânileri olur. Şeytanlar, bu doğru yolun, düşmanı kesilirler. “Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.” diyor Hazreti Pîr; “zamanın sözcüsü” diyoruz, “günümüzde bizim hissiyatımızın tercümanı” veya “devr-i Risâletpenâhî’nin bu asırdaki sözcüsü”.

Dolasıyla az bir diriliş emaresi, ba’s-ü ba’de’l-mevt emaresi gösterince, şeytanlar, bütün ordularıyla üzerinize hücum ettiler. Ama onlar, insanları kullandılar. Kur’an-ı Kerim’de değişik yerlerde, يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا “Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözler fısıldayıp telkin ederler.” (En’âm, 6/112) hakikatine dikkat çekilir. Şeytanlar, insanlara, insanlar da şeytanlara baş döndürücü, şatafatlı, siyasîler ağzı ile öyle parlak sözler söylerler ki, insanın büyülenmemesi, hipnoza tutulmuş gibi olmaması mümkün değildir. Dolasıyla toplum ve toplumlar çapında bir illüzyon yaşanır. Birileri, kendi çarpık akılları ile topluma hükmederler; birileri de alkışlar, onların arkasından sürüklenir giderler. Ve böylece şeytan, kitleleri kullanır. Doğruya giden insanların önünü kesmek, o istikametteki köprüleri yıkmak, olmayacak yerlerde zararlı, ziftten çağlayanlar meydana getirmek, za-rar-lı, zift-ten çağ-la-yan-lar mey-da-na ge-tir-mek, zihinleri kirletmek, insanları kirli düşüncelere sevk etmek adına ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Dolayısıyla size, realiteleri hesaba katarak her şeye rağmen bu yolda yürümek düşüyor.

   Allah gaye, insan yolcu ve yollar mahlûkatın solukları sayısınca; istidat, kabiliyet ve karakterlerin farklılığından, zaman, mizaç ve meşreplerin tenevvüünden meydana gelmiş bir sürü -muhkemât testli- yol, yöntem ve sistem var.

Belki yaşlılar, bu meselede sonuca varmayı görmeyebilirler; zaten çoğu da görmek istemez. Partaldan insanlarız, revaçta değiliz; zaten revaca da yok merakımız. Biz, burası için yaratılmadığımızın, burada muvakkaten kaldığımızın farkındayız. Nasıl buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu: مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا، مَا أَنَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ فَتَرَكَهَا “Ne alakam var Benim dünya ile? Benim halim tıpkı önemli bir yere giderken, muvakkaten bir ağacın altında istirahat etmek isteyen insan gibi. Sonra kalkar, merkûbuna (bineceği şeye, binitine) biner, gideceği yere azm-ı râh eder, yürür!..” Yolumuz bu bizim… Ama mutlaka o bayrağın dalgalanması, o şehbalin her yerde diyeceği şeyi demesi, ifade edeceği şeyi ifade etmesi, tâbir-i diğerle nâm-ı celîl-i İlahînin ve nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), yani “Lâ ilâhe illallah, Muhammedun Rasûlullah” hakikatinin her yerde duyulması ve tanınması…

“Kabul”, ayrı bir meziyettir; o, meziyetler üstü meziyettir. Bir yönüyle ona karşı saygılı olmak, ikinci derecede bir meziyettir. “Yahu bu da olabilir!” demek, üçüncü derecede bir meziyettir. “Varsın o da olsun, biz onunla da geçiniriz!”; bu da dördüncü derecede bir meziyettir. Bu gayret, bu himmet, bu cehd ile bunlardan birine varılabilir. Hangisine varılırsa varılsın, Cenâb-ı Hak, hoşnud edilmiş olur, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına mazhariyet kesbedilmiş olur. Bu açıdan da bu yolda yürümeye devam etmek lazım, yetimlikten, öksüzlükten sıyrılmak için…

O devr-i Risâletpenâhî’deki “isimsiz müsemmâ” diyebileceğimiz kalbî hayat, ruhî hayat, sırrî hayat… İnsanın iç dünyası, manevî anatomisi adına hayatını şekillendirmesi ve ona göre yaşaması… Daha sonra bunu tekyeler, zaviyeler, değişik ad ve unvanlar ile kendi aralarında paylaşmış, zamana göre, şartlara göre, konjonktüre göre “Şimdi şunu, şöyle yapmak lazım! Bunu böyle yapmak lazım!” demişler. Gün gelmiş, kimisi, Hazreti İbrahim Hakkı gibi, “Az ye, az uyu, az iç!..  / Ten mezbelesinden vazgeç!.. / Dil gülşenine göç!.. / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.” demiş. Kimisi -Emir Buhârî gibi- “Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.” demiş. Kimisi de -Çağın Sözcüsü gibi- “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz / Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!” demiş.

Ve bunları beşlere, onlara, yirmilere çıkarabilirsiniz. Çünkü her zamanın kendine göre şartları vardır; her devirde bilgi birikiminin -bir yönüyle- o türden, o seviyeden bir ders almaya ihtiyacı vardır. Bir dönemde çok küçük şeyler yetiyordu belki insanlara. Fakat belli bir dönemde nefisler kabardığından dolayı, Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretleri, dört şeyi terk etmek gerektiğini söylemiş. Biraz evvel Farsça onun dediği şeyi hatırlattım; o tarikatın esasıdır; o nefse bakan yönüyle dünyayı da, ukbâyı da, kendini de ve terk mülahazasını da kafadan silip atarak Hakk’a teveccühü salıklar. Dört şeyi terk etmek lazımdır: Dünyayı terk etmek; ahireti de terk etmek lazım…

Sadece Cenâb-ı Hakk’ın cemâline hasr-ı himmet edenler, esasen, Cennet’i de görmezler. Zannediyorum Cennet’e koysanız, O’nu görmüş iseler şayet, ne çağlayan ırmaklardan haberleri olur; ne onlara el işareti, ayak işareti, göz işareti yapan Hurîlerden haberdar olurlar; ne cilası, boyası bambaşka, baş döndürücü olan saraylardan, villalardan haberleri olur!.. Öyle bir güzelliğe meftun olur, kendilerinden geçer ve onun sermestisini yaşarlar ki, o anda ne derseniz deyiniz onlara, onlar, “Allah, Billah, Lillah, İlallah, Ma’allah, Anillah!” der dururlar sürekli. Seyr u sülûkta değişik merâtibi ifade etme adına, bunlar, farklı karakollar veya benzin istasyonları… Her birisinde insan, değişik bir donanımla bir ilerisine gider. Bir ilerisine gitmek için de bu defa hangisi uygunsa onu alır.

Ama öyle bir zaman geliyor ki, insanlar, hakikaten enâniyetleri adına çok ileriye gidiyorlar. Çağın Sözcüsü’nün dediği gibi, bu çağ, bir enâniyet çağı; bilerek, dünya hayatının âhiret hayatına tercih edildiği bir çağ. Âdetâ ahiret görülmüyor; dünya, değişik sütreleriyle, seralarıyla öte tarafı görünmez kılıyor; insanların gözlerinin önünde sütre sütre üstüne, sera sera üstüne oluşturmak suretiyle, o tarafı görmeye mâni oluyor. Onun için diyor: Çağ -bir yönüyle- bilerek dünya hayatını, âhiret hayatına tercih edenlerin asrı… Öyle ise, acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak istiyor bu çağ. İnsan, kendini âciz görecek; çünkü çağ, enâniyet asrı.

   Bizim cehd ve gayretlerimiz ile Cenâb-ı Hakk’ın şimdiye kadar lütfettiği nimetler arasında katiyen bir kozalite söz konusu değil, her şey O’ndan; öyleyse, insî-cinnî şeytanların yol kesme gayretlerini bir realite olarak kabul etmeli ve Allah’a sığınarak hiç durmadan yürümeli!..

Aslında pratik hayatta da cehd ve gayretlerimiz ile o cehd ve gayretlere terettüp eden şeylere baktığımız zaman, kozalite mülahazası ile, sebep-sonuç arasında bir münasebet görülmüyor. Sizin arkadaşlarınız, çiçeği burnunda, üniversiteden yeni mezun olarak dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Ellerine birer çanta alıp gittiler. Gittikleri yerlerde ev kirası verecek imkânları bile yoktu. Gidecekleri yerin coğrafyasını bilmiyorlardı: “Nerede, falan yer nerede? Tayvan nerede, Tayland nerede, Çin nerede? Orta Asya’da, falan memleket nerede, filan memleket nerede?!.” Bilmeden gittiler; hava meydanında sordular, “Bu uçak, nereye kalkıyor?” Eğer kendi gidecekleri yer ise, bindiler uçağa, gittiler oraya… Cenâb-ı Hak, gönüllere “vüdd” sevgi, hüsn-i kabul vaz’ etmişti; gittikleri hiçbir yerde tersyüz edilmediler. Herkes gönül kapılarını onlara açtı. Dünyada yüz yetmiş küsur ülkede herkes sinesini, bağrını açtı; “Hoş geldiniz, safâ geldiniz ama -bir yönüyle- sizden şikâyetçiyiz, biraz geç kaldınız! Daha evvel niye gelmediniz?!” dedi.

Ee gelemezdik ki!.. Zira orada bir diktatörlük vardı; “İlle dediğim dedik!” diyordu, “Bana bey’at edeceksin!” diyordu, günümüzde olduğu gibi, “Yoksa sizi sürgün yaparız! Ya sürgün ederiz, ya hapse atarız!” diyordu. Ne kadar benziyor değil mi?!. Dolayısıyla o şer sistemi yıkılınca, bir yönüyle sizin de otağınızı kurabileceğiniz “sulh adacıkları” oluştu, ütopyadan dünyalar kuruldu. Çevreden bakıp görünce, “Yahu bize niye gelmiyorsunuz; bize niye gelmiyorsunuz?!” dediler. Dinleri ne olursa olsun; değişik mezhepleri ile Hıristiyanlar, değişik versiyonları ile Budistler, Brahmanistler, değişik versiyonları ile Şintoistler… Hepsi kapılarını kale kapıları gibi ardına kadar açtılar, “Buyurun!” ettiler, evlerinin anahtarlarını verdiler.

Size oralarda hizmet etme imkânı doğdu; kendi enginliklerinizi sergilediniz; Kitap Fuarı yapıyor gibi, “Düşünce Fuarı” yaptınız, düşüncelerinizi sergilediniz. Bir yerde Müslümanlık adına onun dırahşan çehresini karartan insanlara karşılık siz de stantlar açtınız. Meydanlarda açıktan açığa insanların kellelerini alan ve ona da “Müslümanlık!” diyen insanların İslam’ın dırahşan çehresini karartmasına mukabil, sergilediğiniz düşünce dünyanızın sergileri, kendi gönül dünyanızın sergileri, o fuarlara giren insanları hayran bıraktı; “Yahu bunlar böyle ise, o iş bizim bildiğimiz gibi değilmiş… IŞİD değilmiş, çaşıt değilmiş, casus değilmiş, bilmem ne Haram değilmiş, ne Murabıt değilmiş… Değilmiş, değilmiş; çok farklıymış bu mesele!” dediler ve en azından bir tereddüt yaşamaya başladılar.

Zamanla sizin nabzını tuttular, kalbinizi dinlediler; âletler koydular, dimağ âletini koydular, fikir âletini koydular, dinlediler. Ritimde değişiklik yok, hep “di-di-da-dıt, da-da-dıt.. di-di-da-dıt, da-da-dıt” atıyor. “Vallahi bunlar doğru söylüyorlar!” dediler ve dolayısıyla da birden bire “bir”ler, “yüz”lere ulaştı Allah’ın izni-inayetiyle.

Ee şeytan boş durur mu? Kendisinin emrine âmâde/teşne, onun tasmalı kulları, halâyıkı -değişik yerlerde, bazen serkârlar da dâhil- şeytanın dediğinin arkasından sürüklendiler: “Bunu bizim yıkmamız lazım! Yoksa bütün dünya bu doğruluğa uyanacak! O zaman bizim hikmet-i vücudumuz kalmayacak. Oysaki çok eski zamanlardan beri, zaman üstü zamandan beri biz bu işi yapıyoruz. Onu gökte başlattık, hem de Safiyyullah (Âdem aleyhisselam) ile başlattık bu işi. Bunlara dünyayı bırakmamamız lazım! Dünya, inanmış bu insanlara bırakılacak hakir bir yer değildir! Şeytanî yaldızlar ile yaldızlanması lazım bunun; şeytanî insibağ ile münsebiğ olması lazım!” Kendi avenelerine, hempalarına, boynu tasmalı halayıklarına birer fırça verdiler, “Bu (tahripkâr) düşünce boyalarını çalın her yere!” dediler, verdiler ve dediler, verdiler ve dediler… Dolayısıyla birileri takıldı sizin arkanıza; yaptığınız şeyleri yıkmaya durdu, fitne ve fesat uyardılar. “Olmuyor! En iyisi mi ben bunları kapkaranlık bir şey ilan edeyim: Maşerî vicdanda onlara karşı (mevcut) güveni sarsayım ben; ayrıştırayım, ‘Onlar, bu toplumun düşmanıdır!’ diyeyim.” dediler avenelerine, hempalarına.

Dün ayrı bir strateji, ayrı bir plan; bugün ayrı bir strateji, ayrı bir plan… Yarın başka türlü bir plan yapacaklarını gösteriyor bu. Dün yaptıkları, yarın farklı şekilde yapacaklarının en inandırıcı referansıdır. Değişmeden, hep şeytanî plan ve projeler ile ön kesmeye çalışacaklar. Bağışlayın, o meret de çok profesyonel birisi, duayen… Tâ gökte bile oyununu oynamış; melekler içinde oyununu oynamış, insan ne olacak buna karşı?!. Evet, “umûr-i hayriyenin muzır mânileri olur; şeytan, bu hizmetin hâdimleri ile çok uğraşır.” diyor Sâhib-i zaman, Hazreti Sâhib-kıran. Öyle ise bunu bir realite olarak görmek lazımdır.

   Allah, ne sizi yüzüstü bırakır ne de bu seviyeye getirdiği hayırlı hizmetleri akamete uğratır; yeter ki siz dağınıklığa düşmeyin, meşveretten vazgeçmeyin ve Kur’ânî makuliyet istikametindeki gayretlerinizi eksiltmeyin.

Ne var ki, burada bir şeyi daha min gayr-ı haddin arz etmek istiyorum; istidradî (antrparantez) de sayabilirsiniz: Bu türlü şeyleri alabildiğine tasvir ederek sâfî düşünceleri, sâfî zihinleri kirletmemek lazım. İcmâlen meseleyi bilmeli… Şeytan bir oyun oynuyor burada… Bu oyun “künde” ise, kündeye göre kendinizi hazırlarsınız; bu oyun bir “el-ense” ise, el-enseye göre kendinizi hazırlarsınız; bir “paçadan kapma” ise, ona göre kendinizi hazırlarsınız. -Kırkpınar’ı seyrettiğimden dolayı, biraz o terminolojiye göre konuştum, kusura bakmayın.- Ona göre kendinizi hazırlarsınız ve bu olumsuzluklar sarmalından dışarıya çıkmaya çalışırsınız. Dünden bugüne bunu devam ettire geldiniz ve çok önemli hayırlara vesile oldunuz, çok önemli şeyleri inkişaf ettirdiniz. Bunu daha ileriye götürmek için Allah’ın izni-inayetiyle, sadece kendi meselelerinizle meşgul olursunuz. Oturur-kalkar “ortak akıl”a müracaat edersiniz.

Hazreti Sahib-i Zîşân’ın -Rasûl-i Ekrem’i kastediyorum, sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurduğu gibi, مَا عَالَ مَنِ اقْتَصَدَ، وَمَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ “İktisat yapan, fakr u zarurete düşmez. İstişare eden de haybet ve zarar yaşamaz.” Evet, iktisat yapan, fakr u zaruretin kirli yüzünü görmez. İstişare eden de hiçbir zaman sürçmeye, teklemeye, yığılıp yerde kalmaya maruz kalmaz, haybet yaşamaz! Meşveret, meşveret, meşveret… Sahabe-i kiramı takdir sadedinde, Şûrâ Sûresi’nde, وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ “… Onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir.” (Şûrâ, 42/38) deniyor. Değişik faziletler sıralanıyor ve sonunda da “Onlar, kendi aralarında her şeylerini meşverete bağlı, meşveret yörüngeli götürüyorlar.” deniyor; “Onlar öyle babayiğit, öyle kâmet-i bâlâ insanlar…” deniyor.

Bu açıdan da oturup-kalkıp hep kendi plan ve projelerimizi bu şartlar altında nasıl realize edebileceğimizi düşünüp konuşmalıyız. Zannediyorum ona bakmamız lazım. Çünkü yine Hazreti Pîr’e ait bir sözdür: “Her zamanın ayrı bir hükmü vardır.” Değişmeye müsait meselelerde, Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırı olmamak, Sünnet-i Sahîha’ya aykırı olmamak, Müçtehidîn-i ızâm hazerâtının o mevzuda selametli içtihatlarına aykırı olmamak kaydıyla, her zamanın ayrı bir hükmü vardır. “Şimdi konum, nasıl hareket etmeyi, neler düşünmeyi gerektiriyor? Bu problemler sarmalından nasıl sıyrılırız, nasıl çıkarız? Bugüne kadar Allah’ın izniyle getirilen bu işi, bundan sonra nasıl ileriye götürürüz?” Hep bu meseleleri mülahaza ve mütalaaya almalıyız.

Biz, bu mevzuda isabetli bir adım attığımız zaman, Allah’tan tevfîk bekleyebiliriz. Biraz evvel dediğim gibi, şu âna kadar yapılan şeylerde zaten, tenâsüb-i illiyet prensibine göre, sebep-sonuç arası bir münasebet yok. Allah’ın size yaptırdığı şeyde, tenâsüb-i illiyet -Frenkçe ifadesi, “Kozalite” prensibine göre, sebep-sonuç arasında hiç münasebet yok! Çiçeği burnunda delikanlılar… Tecrübeleri yok… İlk gidenler kuralarını çekti gittiler, yirmi tane mi, otuz tane mi? Ertesi defa külahın içi almayacak kadar kura olduğundan dolayı, “Yahu makine ile yapalım bu işi!” filan dendi. Daha sonra, daha başka şeyler ile… Sonra bir güzergâh haline, bir şehrâh haline geldi ki, artık sizin varlığınız yokluğunuz önemli değil… Muhâsibî ifadesi ile “Kur’ânî makuliyet” içinde bir araya gelindi. “Yahu bu güzel bir şey imiş! Kur’an mantığı da bunun, bu meselenin böyle olmasını iktiza ediyor!” dediler. -Hazret, “Kur’an Mantığı” diyor, “Kur’anî makuliyet”.- Kur’an mantığı çerçevesinde sistemler kurdular; dünyanın dört bir yanına açıldılar. Şaşılacak bir şey… Ama biz farkına varmadan, zannettik ki, “Biz yapıyoruz!..” İnşaallah siz öyle dememişsinizdir, ağabeyleriniz de öyle dememişlerdir. Belli; işin büyüklüğü ile bizim sa’y ve gayretlerimiz arasında tam bir münasebet yok. Mesela, Kıtmîr kendi açısından dese: “Benim ayak bağı olmam, filan ile bu meselenin telif edilmesi mümkün değil!..” Mümkün değil bu!..

Şimdi, belli bir dönemde Cenâb-ı Hak, böyle tenâsüb-i illiyet prensiplerini aşkın şekilde size engin eltâf-ı Sübhâniyede bulunmuş ise, sağanak sağanak başınızdan aşağıya zaferler yağdırmış ise, bu iş bu seviyeye geldikten sonra, ne sizi yüzüstü bırakır, ne de yapılan bu işleri olduğu yerde bırakır. Ama murâd-ı Sübhânî, daha başka şekilde, daha başka renk ve desende, dünyaya kendinizi bir farklılık içinde, bir kere daha ifade etmeniz yönünde demek ki; bunun adına sizi tohumlar gibi dünyanın dört bir yanına cebrî hicret ile saçtı-savurdu. Dedi ki: Bulunduğunuz ülkede birer tohumdunuz siz, bir tane… Ama gittiğiniz yerde toprağın kuvve-i inbâtiyesine göre, yani gönüllerin size açılmasına göre, toprağa kendinizi atacaksınız; orada -fenâ-fillah, bekâ billah, maallah- çürüyeceksiniz Allah yolunda. Siz çürüyeceksiniz ama bir başak meydana gelecek. Bu defa lâakall on tane olacaksınız. Bir gidecek, yerinizi on tane alacak. Bazen de Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, on tane başak olacak, her başakta on dane olunca, bu defa “bir”, “yüz”e yükselecek. Allah’ın lütfu çok engin; rahmeti, gazabına sebkat etmiş ve her şeyden vâsi’; isterse bin tane yapar.

   Şimdilerde çektiğiniz çile ve ızdırapları ileride ve ahirette birer fıkra gibi tebessümle anlatacaksınız; belki de maruz kaldığınız mazlumiyet ve mağduriyetlere karşı sabrınız sayesinde Ashâb-ı kiramın Cennet sofralarında yer alacaksınız.

Bu açıdan da şimdiye kadar bu işi Kendi inayet, kudret, riayet ve kilâeti ile devam ettirdi; aynı zamanda hırz u sıyâneti ile -“hırz” koruma demek, “sıyânet” de koruma demek- düşmanlarınıza karşı size yardım etmek suretiyle, sizi öyle bir noktaya ulaştırdı ki!.. Bugüne kadar size yaptırdığı şeyler, gelecekte daha büyüğünü yaptırmak için en inandırıcı referansıdır. Hiç sekmediniz, hiç sürçmediniz, hiç yüzüstü düşmediniz. Tekme yediniz, sarsıldınız; balyoz yediniz, onun şokunu yaşadınız. Fakat bunların olmadığı hiçbir dönem yoktur ki!..

İnsanlığın İftihar Tablosu bile çend defa başından balyoz yemiş ama sarsılmamış Allah’ın izni-inâyetiyle, şikâyet etmemiş. Şikâyet etmeye bâdi olan faktörler karşısında bile “Elhamdülillah!” demiş. Çağın Sözcüsü de اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ diyerek nefes alıp vermiş: “Küfür ve dalalet müstesna, O’ndan gelen her şeye hamd ü senâ olsun!” “Hoştur bana Senden gelen / Yâ hil’at u yahut kefen // Yâ taze gül yahut diken / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” Bu mülahaza içinde, yediğiniz balyozların acısını -zannediyorum- unutacak ve ileride onları adeta birer fıkra gibi anlatacaksınız.

Şimdiye kadar 27 Mayıs görmüş olanlar olarak, 12 Mart görmüş olanlar olarak, Haziran görmüş olanlar olarak… Bir de ne vardı? Aralık filan mı vardı? Aralık da vardı galiba. Bir de Temmuz vardı. Temmuz görmüş olanlar olarak… Ayların çoğu kirlenmiş; onların arındırılmasını Allah (celle celâluhu) size bırakmış. İmam Şâfiî hazretlerinin, takdir edip sürekli bu kirli takkeme sorguç yapacağım bir sözü var: “Seleften Allah ebediyen razı olsun; halefe ne kadar çok yapacak iş bırakmışlar!” Ee Cenâb-ı Hak, size o kadar çok iş bırakmasaydı, onlar ile beraber nasıl Cennet’e girecektiniz ki?!. Hazreti Ebu Bekir ile beraber nasıl olacaktınız ki?!. Şimdi hanginize sorsam, zannediyorum, “Ben de varım, ben de varım, ben de varım!” dersiniz. Hanginiz Hazreti Ebu Bekir ile beraber aynı sofraya oturmayı istemezsiniz? Hanginiz Hazreti Ömer ile, Hazreti Osman ile, Hazreti Ali ile, tâife-i nisadan Hazreti Hadîce-i Kübrâ ile, Âişe-i Sıddîkâ ile, Hazreti Hafsa ile aynı sofraya oturmayı istemezsiniz?!. Bin canımız olsa fedâ olsun, teşneyiz o işe!.. Siz o işe teşne olduğunuz sürece, emre âmâde bulunduğunuz sürece, inanın, Allah bütün gönülleri sizin diyeceğiniz/edeceğiniz şeylere teşne haline getirecek, âmâde kılacak.. kulaklar, sizin için açılacak, semâvî sesleri dinliyor gibi dinleyecek.. ve aynı zamanda Allah basiretinizi açacak; selef-i sâlihînin tekvinî emirleri okuduğu, eşya ve hadiseleri hallaç ettiği gibi size de ettirecek, Allah’ın izni-inayetiyle, “Yahu, aradığımız, meğerse bu imiş!” diyeceksiniz.

İşin başlangıcına dönelim: Aynı zamanda böylece yetimlikten, öksüzlükten siz ve milletiniz -Millet-i İslâmiye- kurtulmuş olacaksınız. Bugün sizin dünyanızda görülen o karalamalar hadisesi, Allah’ın izni-inayetiyle unutulacak. Şimdi o geçmişte olan belâ ve musibetleri gülerek, birer fıkra gibi anlattığınız şekilde bugünleri de anlatacaksınız. “12 Mart’ta, hapishanede arkadaşlar ile şunları konuşuyorduk!” diye… Ee hapishane, kendine göre psikozu var, insanın moralini bozuyor. Gardiyan geliyor; bağışlayın, “Lan, kalkın ayağa!” diyor.

Mesela, bir tek örneğini söyleyeyim: Zehirli yumurtadan zehirlenmişim. Götürmüşler dışarıya; araba/cankurtaran gelmemiş. Dönüp bir daha içeriye getirmişler; “Ölürse, koğuşta ölsün!” demişler. Sonra rahmetli Osman hoca yardım etmiş. Benim çok sevdiğim bir arkadaş idi, geçen de oğlu buradaydı. Bana diyordu ki: “Ben istifrağ ettirdim de seni, sen kurtuldun!” Gardiyan geldi sabah; zannediyorum, o ayağı ile dürttü beni, “Lan hoca! Dün, geberiyordun!” dedi. Evet, bu denen/edilen şeyler, sizin toplum içindeki konumunuza karşı da saygısızlıktır ve çok ciddî moral bozukluğuna sebebiyet verir. Ama şimdi bunları anlatırken, gördüğünüz gibi dudaklarınız geriye gidiyor, gülerek anlatıyorsunuz; birer fıkra gibi, tatlı fıkra gibi anlatıyorsunuz, üstûre gibi anlatıyorsunuz. Bir gün gelecek, Şubat’ı da öyle anlatacaksınız; Aralık’ı da öyle anlatacaksınız; Temmuz zift karalamasını da öyle anlatacaksınız, Allah’ın izni-inayeti ile..

Âkıbet bu ise, bence gözlerimizi o âkıbete, öyle bir sonuca dikerek, o hususa konsantre olalım; başka şeylere çok girmeyelim. Dağılmayalım, nöron kirliliğine girmeyelim, kirli şeyleri bahis-mevzuu yapmayalım! Bilmiyorum daha açık konuşmam yakışıksız kalır mı? Efendim, etrafa zift püskürten gazeteleri, elden geldiğince takip etmeyelim. Bazen Hizmet’e/Hareket’e dokunacak şeyler veya o mevzuda doğrulup bir şey yapmamız gereken hususlar olabiliyor. Onlarda bir-iki insanın o işe bakmasında mahzur olmayabilir. Fakat herkesin, birinci meseleymiş gibi o mevzuya yoğunlaşması, zihin kirliliğinden başka bir şeye yaramaz.

İyileri, iyilikle alkışlayın!.. İnanmış gönüllere karşı mürüvvetli olun!.. İnançsızlara öyle yumuşak yanaşın ki, kinleri-nefretleri eriyip gitsin!.. Ve soluklarınızda daima Mesih olunuz!..

Mercûh, râcihe bir hususta tereccüh edebilir. Âhirzamanda Muhammedî ruh (sallallâhu aleyhi ve sellem)… Bir yönüyle sağ tarafına bir tokat vururlar ise, dön; hınçlarını ayakları altına alsınlar diye, bir de sol tarafına bir tokat vursunlar. Sizin Yunus’unuzun diliyle ifade edecek olursak:

“Dövene elsiz gerek,

Sövene dilsiz gerek,

Derviş gönülsüz gerek,

Sen, derviş olamazsın!..”

***

“Dervişlik dedikleri,

Hırka değil, taç değil,

Gönlün derviş eyleyen,

Hırkaya muhtaç değil!”

Siz, öyle birer dervişsiniz.. ne taç istersiniz, ne de hırka istersiniz.. yaptığınız şeyi yapar, gidersiniz… Siz, tohum atarsınız, kim hasat ederse etsin; önemli değil.. onu kendiniz yapmış gibi kabullenir, saygı ile karşılarsınız. Şeytanın avenesinin hasetten çatladıkları gibi bir duruma -hâşâ ve kellâ- düşmezsiniz, Allah’ın izni-inayetiyle.

“Hizmet varsa şayet, değer az daha yaşamaya / Şimdilerde göz ağrım, sırf O’nun bilinmesi.” Senelerce evvel Kıtmîr söylemiş bu sözü; birisi size tekrar ediyor. Vesselam.

Yitiklerimiz, Arayış ve Diriliş

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

“Zulmet-i hicranla bîdâr olmuşum yâ Rab meded!.. / İntizâr-ı subh-ı dîdâr olmuşum yâ Rab meded!” (Niyazi Mısrî) Sevdiğim ile yüz yüze geleceğim bir sabah beklentisi içinde, yüreğim hep heyecanla çarpıp duruyor: “Ne zaman Allah’a mülâkî olacağım?!.”

Bilmem ki ne kadar insan, bu mülahaza ile oturup kalkıyor, yürüyor, yiyip-içip yatıyor, hayatını bu çizgide götürüyor?!. Evet, bir ân evvel O’na kavuşmak veya hayatını O’na kavuşmuşluk içinde, ciddî bir ihsan şuuruyla devam ettirmek… Yitirilen şeyler… Dünya kadar şey yitirilmiş, bu da onların başında gelen hususlardan birisi.

   Son asırlar bizim için yitikler tarihi oldu, ne çok kaybımız var; maalesef en acı yitiğimiz de kayıplarımızın farkında olma şuuru ve onları arama cehdi; evet, kayıplarımızı arama duygusunu da yitirdik!..

Bizim tarihimiz, esas, dünden bugüne, hususiyle son üç-dört asır, yitikler tarihi.  “Üç asır” diyor o zat; zannediyorum kendi yaşadığı dönem itibarıyla, o döneme kadar “üç asır” diyor herhalde. Dört asır saymak lazım; dört asır tepetaklak gitme dönemi bizim için. Aslında dokuz asır duraklama, renk atma, solma, pörsüme dönemi.

Yer yer kıvamında bazı insanlar, sergiledikleri seviyeli bir temsil ile diğerlerinde de bir sinerji oluşturmuş, onları da o çizgiye çekmişlerdir. Bir Ömer İbn Abdülaziz; o, eski zaten.. bir Selâhaddin.. Âkif, onu Fatih ile beraber bir mısrada zikrediyor, “Bülbül” şiirinde; “Selâhaddin-i Eyyûbî’lerin, Fatih’lerin yurdu.” diyor, Bülbül ile dertleşirken: “Eşin var, âşiyânın var, baharın var ki beklerdin / Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? / O zümrüt tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun / Cihanın yurdu çiğnense hep, çiğnenmez senin yurdun.” diyor. Neler yitirilmiş!.. Yurdun uğursuz, densiz insanlar tarafından işgal edildiği dönem, daha doğrusu değerler mahrumu yaşama kayganlığına kendisini kaptırdığı dönem diyeceğimiz o dönemde sanki biz o coğrafyayı kirletmiş, o geçmişte olan güzelliklerimizin bütününü kaybetmiş gibiyiz.

Renk ata ata, şöyle böyle, üç asır, dört asır öncesine kadar geliyor. “İhsan” şuuru yitiriliyor, insanlar farkında değiller. İhsan şuuru… Allah tarafından görülüyor olma çizgisinde bir kulluk yaşama… “Hep beni görüyor. Nasıl davranmam lazım benim? Acaba böyle yapmam saygısızlık olur mu; O beni görüyorsa, benim O’nun tarafından görüldüğüm meselesi söz konusu ise, bu, O’na karşı saygısızlık olur mu? Kahkaha atmak, acaba O’na karşı bir saygısızlık olur mu? Gözyaşlarının kuruması, O’na karşı bir saygısızlık olur mu?” mülahazaları içinde olma… İlk yitiğimiz, maalesef bu ihsan şuuru, ihlas mülahazası… O’nu derinlemesine vicdanlarımızda duyma, o duyuşu içtenleştirme, tabiatımızın bir derinliği haline getirme; yokluğunu, kendi yokluğumuz sayma… “Bunlar, yok olacağına, ben yok olsaydım daha iyiydi! Çünkü o mevzuda benim yok olmam, belki, Allah’a karşı saygının gereği olacaktı. Allah’ım! Böyle kupkuru yaşayacağıma, bir odun gibi…” Kur’an-ı Kerim, münafıkları anlatırken öyle diyor: “Yemen kumaşı giydirilmiş keranlar, kirişler, odunlar gibi.” وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌ “Onları gördüğün zaman kalıp ve kıyafetleri hoşuna gider. (Öyle bir ton ve üslûpla konuşurlar ki,) konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Gerçekte ise onlar, duvara dayalı giydirilmiş kütükler gibidir.” (Münafikûn, 63/4)

Yitirdiğimiz şey… Yüksek bir gâye-i hayal duygusu/mülahazası; onu hedefleme, o istikamette yaşama… Nedir o? Zât-ı Uluhiyeti dünyanın dört bir yanında duyurma, bayraklaştırma.. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’ı bütün dünyaya duyurma… İstiyor ve işaretliyor: “Adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” O duyguyu yitirdik biz; bir yitiğimiz de o bizim. Gâye-i hayalsiz yaşama… 

“Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler.” diyor Çağın Sözcüsü. Gaye-i hayal olmazsa veya bütün bütün unutulsa ya da unutulmuş tavrı yaşansa, o zaman nefisler, enâniyetlere döner; herkes kendi kendine tapmaya başlar, Allah’ı bırakır kendine tapar. “Var ise bir çıkar, o da benim için önemli. Çıkarım var ise, esasen, önemli. Bundan ne kazanıyorsam, esas önemli olan şey, odur. Dünyayı bana mesûdâne yaşatan şeyler ne ise şayet, esas gâye-i hayal odur.” Böyle kaskatı bir benlik -“âbidesi” mi diyelim, “putu” mu diyelim- putu haline gelir, gâye-i hayali yitirilmiş insanların dünyasında. Evet, üç asır, dört asır deniyor bu meseleye; fakat başlangıcı çok daha eskilere gidiyor.

Kulluğu ciddî bir şuur, derin bir mülahaza ile yerine getirme… Yitirilen şeyler bunlar… Âhiret mülahazasının yoğun bakıma kaldırılması veya musallaya konması ya da gömülüp üzerine de altından kalkamayacağı taşların konması, “Nemelazım, bir daha kalkar, hortlar!” diye…

Bilerek, dünya hayatını, âhiret hayatına tercih etme kaybı… Yitirilmiş şeylerden, geriye dönüp baktığımız şeylerden biri de ahiret yörüngeli yaşama…

Milletçe bize kazandırılan şeyler; geleneklerimiz, göreneklerimiz, ananelerimiz… “Edille-i şer’iyye-i asliye”nin, Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet, Kıyas, İctihad’ın yanında, “edille-i şer’iyye-i tâliye” diyebileceğimiz anane, gelenek, örf ve âdetlerden süzülerek, onlar ile elenerek, dinin ruhuna uygun hale getirildikten sonra tabiatımızın bir derinliği haline gelmiş güzellikler manzumesi. Yitirilmiş şeylerden birisi de o. Başkalarını taklit etme; esasen değersiz, kıymet-i harbiyesi olmayan insanların arkasına takılıp sürüklenme… Kendimiz olma duygusunu yitirmişiz, belli bir dönemden sonra.

Yitiklerimizin yüz tanesini sayabilirim. Yitirilmiş… Zannediyorum az kendimi sıksam, yüz tane sayabilirim. Fakat şununla kâfiyelendirmek istiyorum: O kadar çok yitirdiğimiz şey var ki!.. Fakat bunların içinde en acı olanı, “yitirdiğimiz şeyleri geriye dönüp arama duygusunu yitirme.” “Acaba nasıl diriliriz; nasıl yeniden bir ba’s-ü ba’de’l-mevt yaşarız; nasıl bir diriliş sergileriz? Nasıl insanlık imrenerek bize bakar; ‘Yahu bunlar ne güzel, böyle ütopyalarda olduğu gibi bir dünya tesis etmişler! Niye bunlarla beraber aynı çizgide değiliz?’ der.” Öyle bir imrendirici tavır, insanlarda öyle bir arzu uyaracak tavır ve bu düşünceleri arama duygusu; işte bunu da yitirmişiz.

Arama duygusunu da yitirince, esasen, “mâ-fât”ı (elden çıkan, kaybolan, kaybedilen şeyi) kaza etme gibi bir şey söz konusu olmuyor. Her şey, olduğu gibi, terk edilmişliğe emanet… Terkediliyor ve biz dönüp onları aramaya girişmiyoruz. “Acaba nerede neyi takibe alırsak, kayıplarımızı telafi ederiz, kaza ederiz?! Vaktine yetiştik, kaza edemedik… İnsanî değerleri, ihsan şuurunu, ihlas ahlakını, îsâr düşüncesini, insanca yaşamayı, melekleri imrendirecek bir keyfiyet sergilemeyi, bütün dünyanın parmakla gösterebileceği bir sistemin molekülleri olmayı… Acaba bunları yeniden nasıl tedarik ederiz?” Bu duygunun yitirilmesi, doğrudan doğruya bir milletin kendi kendini yitirmesi demektir.

   Biz, evde öldük; “Acaba camide bir dirilişe erebilir miyiz?” deyip oraya gittik; baktık ki imam ölmüş, vaiz ölmüş, hatip ölmüş, cemaat ölmüş; sonra mektebe ve tekyeye koştuk ama heyhat hepsini yokluğa mahkum gördük!..

Evet, bunlar acı; yıkıntılardan bahsin ifadesi esasen; çöküşlerin, kırılmaların bahsinin ifadesi… Fakat değişik dönemlerde, bir kısım yenileyici insanlar, “tecdîd hareketleri” ile insanlarda olması gerekli olan o duyguyu uyarmaya çalışmışlar. Dinin ifadesiyle, Hâkim en-Neysâbûrî’nin el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn isimli eserinde geçen bir hadiste “Müceddid” deniyor; “yüz sene” kaydıyla ifade ediliyor. Bu, yüz sene de olabilir, doksan sene de olabilir, Ömer İbn Abdülaziz’i müceddid gördüklerinden, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) yüz sene sonra olması itibarıyla veya bi’setinden (Peygamber olarak vazifelendirilişinden) yüz sene sonra olması itibarıyla, “Demek ki esasen yüz senede bir Müceddid geliyor.” denilmiş. İmam Gazzâlî’yi, Hicri beşinci asırda bir müceddid olarak görebilirsiniz. İkinci bin seneye girdiğimiz zaman İmam Rabbânî hazretlerini öyle görebilirsiniz. Bu çağa doğru geldiğimiz zaman, on dokuzuncu asırda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’yi öyle görebilirsiniz.

Bu büyük insanlar, yaşadıkları çağ, dönem, durum itibarıyla, kırılmaların keyfiyetine göre bir diriliş projesi ile, diriliş planları ile ortaya çıkmışlar; insanlara dupduru soluklarla -İsrafil gibi- yeniden dirilme ruhu, dirilme havası üflemişlerdir. Biraz evvel o sözle ifade ettim: Mevcudiyetleri, başkalarında bir sinerjiye sebebiyet vermiş; “Onlar gibi biz de dirilelim!” denmiştir.

Hani değişik vesileler ile arz etmeye çalıştığım gibi, bir camide keşke imam konuşurken, bazen konuşamayacak hâle gelecek şekilde hıçkırıklara boğulsa!.. Keşke kalbi dursa, ölse!.. Keşke minberden aşağıya yuvarlansa, ölse!.. Bir kitap boyu anlatmadan daha ziyade vicdanlarda tesiri olacaktır. Bu duygu, insanlarda, sizin câminizde de ölmüş mü, ölmemiş mi? İnsafınız ile meseleyi test edin!

Biz, evde öldük! “Acaba camide bir dirilişe erebilir miyiz?” deyip oraya gittik. İmam ölmüş, vaiz ölmüş, hatip ölmüş, cemaat ölmüş!.. Cenazelerin insana ifade edeceği hiçbir şey yoktur. “Acaba mektep, tekvinî emirleri, Kur’an’ın emirleri ile örtüştürmek suretiyle bize Zât-ı Uluhiyet adına bir şey ifade eder mi?!” diye oraya doğru yöneldik. Gördük ki skolastik düşünce içinde bocalayıp duruyorlar; ne medrese bir şey verecek durumda ve zenginlikte ne de mektep bir şey verecek durumda ve zenginlikte. Yok… Hepsi yokluğa mahkûm… Yokların varlık adına insana vereceği hiçbir şey yoktur. “Yok”un “var”lık adına insana vereceği hiçbir şey yoktur!

Hâlbuki buna (yuva, mektep, medrese ve tekye birlikteliğinin seviyeli eğitimine) eskilerin ifadesiyle “eşedd-i ihtiyaç” ile ihtiyacımız vardı. Ve Çağın Sözcüsü esas bu duygu ve bu düşünceyi tetiklemek üzere vazifelendirildi (istihdam edildi). O yüksek fetânetiyle, engin düşüncesiyle, Kur’an anlayışıyla, Sünnet mülahazasıyla, kendi zamanını doğru okuyarak, zamanın yorumlarını kendi mülahazaları içine katmak suretiyle yeni yeni sentezler yaparak, insanlarda çok farklı şekilde “uyanma duygusu” meydana getirmeye çalıştı. Bir ba’s-u ba’de’l-mevt nefehâtı üfledi insanlara, bir diriliş nefehâtı üfledi insanlara…

Size gelinceye kadar renk attı mı, soldu mu, o da pörsüdü mü? Bir gülistana doğru giderken, bir bâğistana doğru giderken, bir bostana doğru giderken, acaba vefasızlıktan dolayı biz de onun açtığı o gülistanı hâristana mı çevirdik?!. Yoksa çağa göre, şartlara göre, ona o çağın renk ve desenini ilave ederek çok yeni şeyler ortaya koyduk mu, sentezler ortaya koyduk mu?!. Recâ ve ümit açısından, ben, “koyduk” istikametinde veya “koydunuz” istikametinde mütalaada bulunmak istiyorum; recâm, çağa uygun renk ve desenler koyduğunuz istikametinde.

Fakat bir şeyi tahrip çok kolaydır. Senelerden beri, üç asırdan, dört asırdan beri balyozlarla, külünklerle yıkmaya çalıştıkları bir şeyi, bir kaleyi tamir ediyorsunuz. Bu, hemen birden bire yapılacak gibi değil. İhlas, samimiyet, vefa, adanmışlık ruhu bazen bir nesilde bu meseleyi Allah’ın izni-inayetiyle ayağa kaldırır. Fakat o ölçüde ihlas, samimiyet, vefa, adanmışlık ruhu olmazsa, belki iki nesil ister, belki üç nesil ister, bir yetmiş beş sene ister, Allahu a’lem. Öyle bir ba’s-ü ba’de’l-mevt, öyle bir diriliş… Üstad Necip Fazıl -makamı cennet olsun- “ba’s-ü ba’de’l-mevt” derdi. O ekolden yetişen Sezai Karakoç, “diriliş” sözcüğüyle o duyguyu ifade etmeye çalıştı. Dolayısıyla ikisi de aynı şeyi ifade ediyor.

Öyle bir diriliş… Acaba bir nesilde mi halledilir, iki nesil mi ister, üç nesil mi ister? Diş sıkılırsa, ihlas istikametinde, ihsan duygusu istikametinde konsantrasyona geçilirse, hep oturulur kalkılır “Allah!” denirse, Allah’ın izni-inayetiyle, belki bir nesle bile kalmaz, on senede olur. Günümüzdeki telekomünikasyonu, inkişaf etmiş telekomünikasyonu hesaba katmalı… Teknoloji öyle inkişaf etmiş ki, bir tuşa basmakla, Tayvan’daki, Tayland’daki insanla hemen münasebete geçiyorsun; duygu ve düşüncelerini onun gönlüne boşaltabiliyorsun. Medya o istikamette öyle inkişaf etmiş ki, aynı günde, aynı demde, aynı ânda hemen herkese her şeyi duyurabiliyorsun. Bu açıdan da bunlar yerinde değerlendirildiği zaman, rantabl değerlendirildiği zaman, Allah’ın izni-inayetiyle, daha kısa zamanda öyle bir diriliş gerçekleştirilebilir. Yitikler, bir yönüyle, keşfedilmiş olabilir: Şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik, şunu yitirmiştik… İnsanî değerleri de yitirmiştik… Bunları arama ruhuyla yeniden kendimiz oluruz. -“Kendimiz olma” konusuna dair yazılmış yazılar var.- Yeniden kendimiz oluruz… Cenâb-ı Hak, bizi, kendimiz olmaya muvaffak eylesin!..

   Yitiklerimizi bulma ve yeniden dirilişe erme istikametinde ümit ve azim ile yürüyorduk ki, hüsnüzan yanılgımızı suiistimal eden gulyabaniler önümüzü kestiler.

“Kar-kış demeden, her yanda göğeriyor güller,

İnâyetle tülleniyor gelip geçen günler,

Güller Gülü’nü yâd ediyor bütün gönüller

Ve siliniyor ruhumuzu saran hüzünler.”

Dünyanın dört bir yanına açılan arkadaşlar, peygamberler yolunda, o ruhu yeniden ihyâ etme yolunda yürüdüler: Çöle çevrilmiş yerlere tohumlar şeklinde saçılma.. “Bir gün bu tohumlar başağa yürüyecek!” mülahazasıyla hareket etme.. kendilerini silme, kendilerinin yerinde mefkûlerini, gaye-i hayallerini ihyâ etme.. dünyanın ihyâ edilmesini, insanlığın ihyâ edilmesini o ihyaya bağlama.. “Biz, böyle tohumlar şeklinde kendimiz adına yok olursak, kendimizi düşünmeyecek kadar bu mevzuda, fenâ-fillah, bekâ billah maallah olursak, Allah’ın izni-inayetiyle, öyle bir diriliş gerçekleşir ki, hakikaten herkese parmak ısırttırır ve herkes bizi parmakla işaretler.” Buna eskilerin ifadesiyle “müşârun bi’l-benân” denirdi, parmakla gösterilme mevzuu, Allah’ın izni-inayetiyle. Böyle bir şeye doğru gidiliyordu. Yani, yitiklerin telafisi, yitiklerin yeniden bulunması istikametinde bir yoldu yürünüyordu.

Umur-i hayriyenin muzır mânileri olur. Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle, bu yola açılmışlar ile çok uğraşırlar. Bu şeytanların bazıları, insan şeklindedir; aynı zamanda gücü-kuvveti elinde bulunanlar şeklindedir. Bunlar, bu istikamette (yüksek insanî değerleri ihyâ yoluna) açılmış insanları kösteklemek, frenlemek, kündeye getirmek için, onların dökülüp yollarda kalmaları adına lazım gelen her şeyi yaparlar. Kimilerini derdest eder, içeriye atarlar. Kimilerini ayrıştırırlar, aynı zamanda onları değersizleştirirler; hor-hakir hâle getirir, tesirlerini kırmaya çalışırlar. Kimilerini ellerinden gelirse, öldürürler, yok etmeye çalışırlar. Ve böylece bütün dağılma yollarını, derbeder olma yollarını değerlendirirler. Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar.

Bu açıdan da dünyanın dört bir yanına nâm-ı celîl-i İlahîyi ve nâm-ı celîl-i Nebevîyi götürüp insanlığa duyurma istikametinde hareket eden insanlar, değişik köşe başlarında bu türlü gulyabanîler ile karşı karşıya geleceklerini hatırdan dûr etmemeliler. Hemen her zaman böyle biri ile karşılaşabilecekleri mülahazasına göre hareket etmeliler.

Biz, belki aldandık… Ziya Paşa’nın “Aldandık!” dediği gibi: “Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık / Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık!” O istikamette bir başka söz: “Gönül, her zaman arar-durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de ‘Sâdık!’ dedikleri, çıkar münafık.” Karşınıza çıkar, geleceklerini -bir yönüyle- bayraklaştırma istikametinde “hak” derler, hak nağmeleri ile size neler neler dinletirler. “Adalet” derler, adalet türküleri söylerler. “İnsanî değerler” derler, Rast makamından bayıltacak şeylerle sizi meşgul ederler. Evet, “Biz ki ehl-i imanız, aldanırız, fakat aldatmayız.” Siz de hüsnüzannınıza yenik düşer, aldanırsınız. Ve dolayısıyla da onların arkasından koşarsınız.

Evet, bu, çoğu zaman mü’minlerin acı kaderi olmuştur: Hüsnüzanlarına yenik düşmüşlerdir. Çağın Sözcüsü, “Biz ki hakikî müslümanız, aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz.” diyor. “Biz ki mü’miniz, aldanırız, fakat aldatmayız!” Evet, aldandık… Her zaman sâdık bir insan aradık… Fakat sâdık dediklerimiz çıktı münafık…

Yine, onun ifadesi ile, bu asır, nifak asrı, enâniyet asrı, bilerek dünya hayatını âhirete tercih asrı. Gördüğünüz gibi insanlar, bire kanaat etmiyorlar, iki; ikiye kanaat etmiyorlar, üç; üçe kanaat etmiyorlar, dört; dörde kanaat etmiyorlar, on; ona kanaat etmiyorlar, yüz… İnsanlığın İftihar Tablosu, Hadis kitaplarında, çöküş dönemleri ile alakalı, din adına kırılış dönemleri ile alakalı, fay kırılmalarının yaşandığı dönemler ile alakalı ifade buyuruyor ki: “İki dağ altını olsa, üçüncüsünü ister!” Öyle bir hırs, öyle bir dünyaperestlik, hafizanallah.

Evet, siz de hiç farkına varmadan, onların bu arzularına âlet edilmiş olabilirsiniz. Ama inşaallah başlara inen o balyoz uyarmış olur; Ebu Bekir yoluna, Ömer yoluna, Osman yoluna, Ali yoluna, selef-i sâlihîn yoluna, bir dönemde sizin de birkaç asır hakikî manada temsil ettiğiniz gerçek Müslümanlık yoluna insanlar yönelmiş olurlar ve Allah yönlendirmiş olur!.. Cenâb-ı Hak, en yakın zamanda öyle bir ufka yönlendirsin. Yitiklerimizi gidermeye, telafi etmeye bizleri muvaffak eylesin!..

   “Nereden nereye?!.” Zirveden dereye…

“Feragat yâ Hû!” deniyor, elektronik tabloda. Her şeyden feragat etmeyince, elde edeceğiniz şeyleri elde edemezsiniz. Ne eve takılacaksın, ne evciye takılacaksın, ne evlâd u ıyâle takılacaksın, ne anneye-babaya takılacaksın, ne köye-kasabaya takılacaksın, ne saltanata-debdebeye-yıldıza takılacaksın, ne makama-mansıba takılacaksın!.. “Bed asla necâbet mi verir hiç üniforma? / Zer-dûz palan ursan…” O tabiri kullanmayacağım, “şey” diyeceğim; “…yine şey, yine şeydir.”

Kaybettiğimiz şeyler, müsellem. Ben, min-vechin bir kısmını arz ettim.. Bunların çoğuna da serkârlar tarafından sebebiyet verildi. Bir örnek isteyecek olursanız; Topkapı’dan Dolmabahçe’ye geçişle esasen, tepe-taklak bir duruma geldik biz. İ’tilâ (yükseliş, şahlanış) dönemimiz bizim esas Topkapı ile olmuştu. Duyûn-i Umûmîye altında iki büklüm inlerken, on altı ton altını yaldızlamasına sarf ettiğimiz o sarayları yaptık. O insanlar Müslümandı; namaz kılıyorlardı, oruç tutuyorlardı. Fakat kıvam kaybı yaşıyorlardı, renk atmıştı, solmuşlardı, desen kaybı içindeydiler. Onlara baktığınız zaman, Hazreti Rasûlullah’ı hatırlayamıyordunuz! Onlar, Allah’ı hatırlatmıyordu. Ve debdebeye yenik düşmüşlerdi. Müslümandılar; günümüzün bazı talihsiz ülkelerine musallat olmuş parazitler gibi… Gü-nü-mü-zün ba-zı İs-lam ül-ke-le-ri-ne mu-sal-lat ol-muş pa-ra-zit-ler gi-bi… Güveler gibi, içten içe “yün” diye toplumu kemiriyor ve öğütüyorlar. Öyle oldu; kayıplar oldu.

Kayma noktaları çoktur; bu noktalardan birisi, işte o; Devlet-i Aliyye’deki çözülüş. Murad Hüdâvendigâr -I. Murad da deniyor- Sırpsındığı’nda, sinesinden hançer yiyip ruhunun ufkuna yürüyeceği ân, belki dudakları zor kıpırdıyordu ama son söylediği sözler “Attan inmeyesüz!” oldu. Attan indik, merkûba bindik, zirvelerden, derenin dibine indik.

Hani birileri diyor: “Nereden nereye!” Zirveden dereye… Ahırdan mereğe (samanlığa)… Kimse aklını peynirle yememiş. Nereden, nereye? Görüyor herkes onu…

Evet, çözülüş öyle oldu. Fakat yitirdiğimiz şeyleri bulma adına belki tarihin sayfaları arasında yeniden meseleyi bir kere daha mütalaaya tâbi tutmamız, analizlerimizi ve sentezlerimizi ona bakarak yapmamız lazım.

   Evinize Rasûlullah ile beraber dönmek istemez misiniz?!.

Huneyn vakasını müteakip, ciddî ganimet elde edilmişti. Onlar, güçlü kimselerdi ve Müslümanların birkaç katı idi. Ve ilk planda Uhud’un son planında olduğu gibi “muvakkat bir hezimet” yaşandı. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu, orada yeni bir hamle yaptı. İşte her zaman serkârlar, öyle yaparlar. Amca, Hazreti Abbas diyor ki: “Atını öyle mahmuzladı ki!.. Yağan oklar karşısında geriye çekilenlere mukabil atını öyle mahmuzladı ki!..” Öne doğru, en öne doğru… Adeta “Şimdi burası ölünecek bir yer ise şayet, evvelâ benim ölmem lazım!” diyordu.”

Uhud’da da öyle yaralandı. Her zaman O, öyle ölüme en yakın durdu. Ölüme en yakın durmak suretiyle ölümü sevdirdi; seve seve herkes, ölüme koştu orada. Mus’ablar öyle, İbn Cahşlar öyle, Abdullahlar öyle, Hz. Câbir’in babası Abdullahlar öyle… O tarafa gittikten sonra da “Allah’ım! Bizi dünyaya bir kere daha gönder, bir kere daha öyle şehid olalım, onu bir kere daha duyalım, tadalım!” dedi. Hazreti Abdullah’ın ifadesini, Efendimiz ifade buyuruyor. Cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Hayır, geriye dönme meselesi yok ama Ben, haber veririm geridekilere.” Haber veriyor, öyle.

Büyük bir ganimet Müslümanların önüne gelince, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “te’lif-i kulûb” için, insanların bazılarının gönüllerini yumuşatma adına dağıttı onları. Henüz İslamiyet’e yeni adım atmış olanların gönlünü kazanma adına, elinden geldiğince onları birinci derecede nazar-ı itibara aldı, vereceğini onlara verdi. Yüksek fetânet… Bütün derdi esasen insanları Cenâb-ı Hakk’a yönlendirmek, o imanı insanlara kazandırmak… Bunun için, zannediyorum, deselerdi ki: “Senin dediğin şeyleri yapmamız için, canını vermeni istiyoruz!” Hiç tereddüt etmeden, “Ben o meseleye hep teşneyim!” buyururlardı. Hiç tereddüdünüz olmasın!.. Hazreti Ebu Bekir de öyle derdi, Ömer de öyle derdi, Osman da öyle derdi, öyle derdi, öyle derdi, öyle derdi… Uhud’da “Peygamber şehid oldu!” diye bir yaygara koparılınca, sesi yüksek, tiz perdeden bir Hicaz nağmesi ile, biri şöyle dedi: “O’nun vefat ettiği yerde siz niye yaşıyorsunuz ki?!.” Evet, O, ölümü öyle şirin görmüş, öyle göstermişti; başkaları onu kazansınlar diye, başkaları o imana ersinler diye elinden gelen her şeyi yapıyordu.

İşte oradaki ganimetleri müellefe-i kulûba dağıtırken öyle dökülüp saçılması da ondan dolayı idi. Gönülleri kazanalım… حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهَ “Allah’ı kullarına sevdirin, ki Allah da sizi sevsin!” Hadis-i şerif… “Peygamberimizi, ümmetine sevdirin ki, insanlara sevdirin ki, Peygamber de sizi sevsin!” diyebilirsiniz. Bu son söylediğim hadis değil ama böyle dense sezadır. Fakat o kadîm, “Sâbikûn-u Evvelûn” Muhacirler ve Ensâr-ı kirâm (radıyallâhu anhüm) arasından bazıları meseleyi ilk planda kavrayamadılar. Dediler ki: “Dün gelen insanlara bu iltifat?!. Biz, bugüne kadar bu mevzuda canhırâşâne mücadele verdik; fakat ganimeti başkaları alıyor!” Öyle bir ganimet dertleri de yoktu fakat kafalarına takılan şeyler olabilir; genç bir kısım müslümanlar, böyle düşünebilirler. İnsan tabiatında var; وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ “Şüphesiz, insan, mal sevgisinde de çok şiddetlidir.” (Âdiyât, 100/8) Kısâr’da (kısa sürelerin birinde) geçiyor. Mal, mülk, menâl sevgisi, insanın tabiatında vardır; fakat insanın onu Allah sevgisi ile kontrol altına alması lazım, baskı altına alması lazım.

Birkaçı o mevzuda öyle söyledi. Efendimiz de bütün Ensâr’ı orada toplamayı emretti ama “İçlerinde Muhacir bulunmasın!” dedi. Onlara, Ensar’a hitap edecekti. Toplandılar oraya. Söz dinliyorlardı. Anlattı onlara: “Siz, şu idiniz. Ben buraya gelince, şunları elde etmediniz mi?!. Bu sayede dini elde etmediniz mi?!. Cennet, Cehennem duygusu elde edilmedi mi?!. Allah’a inanma olmadı mı?!. Ve bir yönüyle dünyayı bile bilmiyordunuz; bu sayede dünyaya bile açılma olmadı mı?!.” O, bütün bunlar ile onlara değişik sorular tevcih ederken, hep tiz perdeden, “Evet öyle! Evet öyle! Evet öyle!..” dediler. Buyurdu ki: “Şimdi istemez misiniz, başkaları mal ile, mülk ile evlerine dönerken, siz de Benimle beraber evinize dönün; istemez misiniz?!.” Hepsi bir ağızdan, koro hâlinde “İsteriz yâ Rasûlallah!” dediler. Ve Efendimizin yanında, Efendimiz ile beraber o Ensâr-ı kirâm efendilerimiz evlerine döndüler. Efendimiz ile beraber…

   “Sen nasihat edip hatırlat; çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.”

Yitiklerimizin farkına varma ve onları telafi etme adına, Kur’an-ı Kerim’de geçen اُذْكُرُوا kelimeleri de “Hatırlayın, yâd edin, dillendirin, vicdanlarınızda duyun!” şeklinde manalandırılabilir. Asıl “zikir” de esasen, kalbin o mevzuda o meseleyi içten içe duyması; tâbir-i diğerle o meselenin içtenleştirilmesi, ağzın da bir ney gibi onu terennüm etmesidir. Dilden-dudaktan dökülen şeyler, kalbin heyecanının ifadesi olduğu ölçüde kıymet ifade eder. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim “Üzkurû” derken, bazen “Zât-ı Ulûhiyeti hatırlayın!”, bazen “Belli bir dönemde boşluk içinde bocalayıp duruyordunuz, şu andaki gınâyı hatırlayın!”, bazen “Varlığı, varlığın mahiyetini, nefsü’l-emriyesini bilmiyordunuz, öğrendiniz; hatırlayın bunu!”, bazen “İnsanlığın İftihar Tablosu’nu tanıdınız; aynı zamanda O’nun beyanı ile nelerin açığa çıktığını, vuzuha kavuştuğunu hatırlayın!” demektedir. Değişik yerlerde siyak-sibak itibarıyla, değişik şeyleri hatırlatma anlamında hep “vezkürû, vezkürû…”

Bir ayet-i kerimde de وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنِينَ “Sen öğüt verip hatırlat; çünkü hatırlatmak müminlere fayda verir.” (Zâriyât, 51/55 ) buyuruluyor. Evet, “Hatırlat! İnanan insanlara hatırlatma, çok yararlı olacaktır. Hatırlat devamlı!” deniyor. Bizim de belki bu türlü şeyleri sürekli birbirimize hatırlatmamız icap ediyor. Eksiğin-gediğin giderilmesi adına, eksik-gedik, ümitsizliğe sebebiyet vermeyecek şekilde, ye’se bâdî olmayacak şekilde anlatılmalı. Fakat aynı zamanda bir yüksek ufuk gösterilmeli bununla ki, esasen, mâ-fât telâfî edilebilsin, kaçırdığımız şeyler telâfî edilebilsin, Allah’ın izni-inayetiyle.

Mâ-fâtı telafi adına Cenâb-ı Hakk’ın sizlerde ekstradan, yeniden, şiddetli bir arzu ve istek uyarmasını cân u gönülden arzu ederim. Doğru mü’min olma yolunda mesafe almanızı, mesafe kat’ etmenizi Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. Yürüdüğünüz kazanma yolunda, inşaallah kaybetmeye maruz kalmazsınız, tökezlemeye maruz kalmazsınız, engellere takılmazsınız, Süfyânların tesirinde kalmazsınız, dünyaya tapanların arkasından sürüklenmezsiniz!.. Çünkü siz -kusura bakmayın- sürü değilsiniz; çünkü siz insansınız, insanlığınızın şuurunda olan insanlarsınız. İnsanlık duygusunu insanlığa duyurmak için dünyanın dört bir yanına açılmış insanî duygular ile serfirâz, ağzını açarken, dilini-dudağını kıpırdatırken hep insanlık konuşan, insanlıkla inleyip duran insanlarsınız. Dolayısıyla Allah, onların durumuna düşürmesin!.. Ve size de bulunduğunuz durumu kaybettirmesin!..

Onlar, hazımsızlığın zebunu, tımarhanelerde bile tedavisi imkânsız bir hastalığın pençesinde inim inimler. Ama Cenâb-ı Hak, sizi, sıyânet buyurmuş; bir yönüyle, âdetâ hijyenik bir ortamda neş’et ettirmiş gibi, sevk-i Sübhânîsi ile hep o hijyenik ortama doğru sevk etmiş gibi, hususî sıyâneti ile, riâyeti ile, kilâeti ile, hıfzı ile, nusreti ile korumuş. Bundan sonra da o istikamette eltâf-ı Sübhâniyesini devam ettirsin!.. Ve sizi sürçmeden, düşmeden, tökezlemeden muhafaza buyursun!.. Genci ile, ihtiyarı ile; kadını ile, erkeği ile; bu mevzuda mesafe kat’ etmiş olanı ile, işe yeni başlamış olanı ile; önden gidenleri ile, arkadan gelip onlara iltihak edenleri ile; hepinizi hak istikametinde sâbit-kadem eylesin!..

Vesselam.

Konuma İhanet

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Allah (celle celâluhu) herkesi seviyesine göre mükâfatlandırır veya cezalandırır; çok önemli vazifelerle istihdam buyurduğu bir zümreye mükâfatı ya da cezası da ona göre olur.

Şahsî sarsıntılar, şahsî kusurlara ve istikameti koruyamamaya verilmeli. “İyiliği Allah’tan, kötülüğü kendinden bil!” diyor Hazreti Pîr; Kur’an-ı Kerim’in bir ayetinin meali, farklı bir ifade tarzı ile söylenmiş oluyor: مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ “Sana gelen iyilik/güzellik, Allah’tan; fenalık da nefsinden, senin sebebiyet vermendendir!” (Nisa, 4/79) Sana gelen güzellik, iyilik ve ihsanı, Allah’tan; olumsuz herhangi bir şeyi, negatif şeyi de kendinden bil!..

Şahsî hayatta bu mesele böyle olduğu gibi, sosyal hayatta da aynı ile söz konusudur; Hizmet Hareketi için de aynı şey söz konusudur. Bir problem -şayet- vâki ise, insanlar, onu kendilerinden bilmeliler. Kendilerinden bilmezler ise şayet, mesele onlardaki “tevbe”, “istiğfar”, “inâbe”, “evbe” duygusunu tetiklemez; dolayısıyla da oldukları yerde kalırlar, tepinir dururlar. Ama Allah (celle celâluhu) herkesi seviyesine göre mükâfatlandırır ve herkesi seviyesine göre cezalandırır. Çok önemli vazifeler ile istihdam buyurduğu bir zümrenin mükâfat veya cezası da ona göre olur.

Bunu, حَسَنَاتُ اْلأَبْرَارِ سَيِّئَاتُ الْمُقَرَّبِينَ “Ebrâr adına iyilik kabul edilen şeyler, daha ileri seviyede bulunan mukarrabîn için günah sayılabilir.” sözüyle irtibatlandırabilirsiniz. “Ebrâr” dediğimiz insanlar, “evliyâ”nın da üstünde; evliyâ, asfiyâ, ebrâr, üçüncü derecede; bütün işleri-güçleri hep iyilik, iyilikten başka bir şey düşünmüyorlar. Ama bunların yaptıkları bazı iyilikler, “Mukarrabîn” dediğimiz Allah’a en yakın olan insanlar nezdinde günahtır.

Şöyle bir misal ile misallendirmek mümkündür; mesele aynıyla öyle midir, değil midir, bence onun üzerinde durmamak lazım! İnsanın yaptığı bazı hatalar vardır ki, fiilen hatadır; bir adım atma ile, bir el uzatma ile, bir bakma ile, bir dil-dudak hareketi ile. Bu, bir günahtır; bu, avamın günahıdır. Bazıları vardır ki, bunlar “taakkul” ederler onu fakat fiilen yapmazlar; bu da bir günahtır, bir hatadır; geriye dönerler ise, sevap kazanırlar. O meseleyi akılları ile planlarlar: “Şunu yapayım, mesela şu Manhattan’da bir tur atayım, az bir gözüm-gönlüm açılsın!” Fakat sonra biri karşılarına çıkar, “Gel, şurada bir çay içelim!” der, onu öyle bir mâsiyetten alıkoyar. Bazıları vardır ki, meseleyi “aklî” planda götürmeden, sadece “tasavvur” ederler; gelip-geçici tasavvurlardır, düşüncelerdir bunlar. Bunlar da bir seviyedeki insanlar için yine “hata” sayılır. Bazıları da vardır, onların hayallerine gelir-ilişir bazı şeyler; bu hayale ilişme meselesini, o “Mukarrabîn” için söz konusu etmek lazım; rüyalarının bile kirlenmesi karşısında tir tir titrerler.

Yatağa girmeden evvel, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) okuduğu sûrelere, okuduğu dualara dikkat ederseniz… Kendisi için o türlü şeyler söz konusu değildir; “rehber” olması itibarıyla arkasındakilerine derstir esasen. Ama hayat-ı seniyyelerine bakınca, kalbi tir tir titrer. Hazreti Musa’nın kalbi, tir tir titrer. Hazreti İsa’nın kalbi, tir tir titrer… Neden? Sizin “tasavvur” ettiğiniz şeyler, onlar için günahtır, “tahayyül” ettiğiniz şeyler, onlar için günahtır. Cenâb-ı Hakk’a bu kadar yakın olan bir insanın, o ölçüde olsun hayal kirliliğine kendisini salmaması lazım! Hep temiz düşünmeli! Hep O’nun ile oturup-kalkmalı. Hep O’na ulaşma, O’na kavuşma, vuslat arzusu ile oturup-kalkmalı. Bir “Şeb-i Arûs” beklentisi içinde olmalı: “Acaba ne zaman O’na ulaşacağım!” Bütün dünyevî zevkler, safalar, keyifler, eğlenceler, O düşünüldüğü zaman, unutulacak hâle gelmeli ve hiçbir şey O’na tercih edilmemeli!..

Burada antrparantez rica edeyim: Ehl-i âhiret gibi görünen bizler… Bırakın ehl-i dünyayı, dünyaya tapanları; bir araba ile yetinmeyip iki tane, iki tane ile yetinmeyip üç tane, üç tane ile yetinmeyip on tane, on tane ile yetinmeyip yirmi tane, otuz tane… Bunlar, dünyaya tapan talihsiz bedbahtlar… Şeytan bile zil takıp oynuyordur onlar için; “Bunlar, işin doğrusu bu mevzuda beni geçti, ipi göğüslediler! Şeytanlar âleminden bunlara Nobel Ödülü vermek lazım!” diyordur. Fakat kendini tamamen Kur’an’a hizmete vermiş, adamış insanlara gelince…

Bu mevzuda “adanmışlık” diyoruz: Benim derdim/davam tamamen İ’lâ-i Kelimetullah mülahazasına sahip bulunma… Hani, اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ وَفِي كُلِّ نَوَاحِي الْحَيَاةِ وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ “Allah’ım! Zâtında yüksek ve pek yüce olan kelimetullahı, kelimetülhakkı, ‘Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah’ hakikatini i’lâ buyur, onu dünyanın dört bir yanında ve hayatın her ünitesinde gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından duyulur hale getir. Bizi bu vazifede istihdam buyur.” diyoruz. Allah’ım! Bu konuda beni de istihdam buyur!.. وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ “Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’ et.” Yerde-Gökte benim için, bütün dünyalarda benim için ‘vüdd’ vaz’ et!.. وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ Bu hususta beni de istihdam buyur! İ’lâ-i Kelimetullah yapayım, başka hiçbir derdim olmasın! Evimin yolunu unutayım, çocuğumun çehresini unutayım, eşimin çehresini unutayım ama Seni hiç unutmayayım!.. Adanmış bir ruhun vasfı, bu.

   Allah’ın lütfuyla bir noktaya getirilmiş bir insan, ona göre bir duruş sergilemiyor ve oranın hakkını vermiyorsa, konumuna ihanet ediyor demektir.

Bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın konumlandırdığı yerin hakkını vermiyorsa şayet, o mevzuda o da ona göre bir tokat yer. Çünkü o duruma getirme mevzuu, Cenâb-ı Hakk’ın bir iltifatıdır; o iltifat, bir karşılık ister. Cenâb-ı Hak, o kadar iltifat etmiş ise şayet, senin de ona göre bir karşılıkta bulunman lazım! Enbiyâ-i ızâm, seviyelerine göre çok küçük şeyleri mâsiyet saymışlardır; birine eliyle böyle yapsa, “Ben nasıl böyle yaparım!” demişlerdir. Vurmamış ama böyle iter gibi işaret yapmış iseler, onu büyük bir cinayet gibi sayar, hemen başlarını yere koyar ve “Estağfirullah!” derler. Değil o, hayallerine gelip-çarpan bir şey karşısında bile hemen tir tir titrerler. Çünkü tamamen adanmışlardır onlar; masumiyet-i mutlaka içinde, ismet-i mutlaka içindedirler.

O noktaya ulaşılamaz; o, onlara mahsus bir keyfiyet. Ama iradî olarak kendilerini adayanlar, adanmış görenler, “Benim derdim/davam: Dünyanın dört bir yanında ruh-u revân-ı Muhammedî şehbal açsın; nâm-ı celîl-i İlahi, bayrak gibi dalgalansın! Bundan başka bir şey düşünmüyorum ben. Dünyanın kaç tane ülkesi var? Her yere girme, her yerde -bir yönüyle- Allah’ı soluklama, Peygamberi soluklama; o nefeslerimle, soluklarımla gönüllere girmeye çalışma.” diyenler… Kendini bu işe adamış bir insan, bunun dışında kendince en önemli gördüğü meselelere bunun önünde -bakın, bu-nun ö-nün-de- bir yer veriyor ise şayet, diğer şeylere ehemmiyet verdiği kadar yirmi dört saat içinde bu meseleye o denli önem vermiyor ise, konumuna ihanet ediyor demektir; o, “konum hâini”dir. Tekrar ediyorum: o noktaya getirilmiş bir insan, konumunun hakkını vermiyor ise, o, konum hâinidir!.. Dolayısıyla Allah, tokat vurur.

Antrparantez: Ben, şahsım adına meseleye öyle bakıyorum. Günümün yarısı, kendimi tokatlamak ile geçiyor. Öyle evim-barkım olmadı, bir dikili taşım da olmadı. Annem ölürken yanında değildim; babam ölürken yanında değildim; kardeşlerim ölürken de yanlarında değildim. Belki onları çok düşünmedim de… Babam, belki ağlayarak beni gideceğim yere saldı. Amcamı, elimin tersiyle ittim; “Karşıda bir yangın varken ve içinde benim dinim yanıyorken, sizin bana dünya adına bir şey teklifinizi anlamıyorum; dininizden şüphe ediyorum!” Öyle; öyle bir şey… Ama yine kendimi bir “eşek” yerine koyarak, Cenâb-ı Hakk’ın getirdiği konumun hakkını vermediğimden, kendimi konum hâini sayıyorum; konum hâini…

Konum hâini olma var; Allah, hangi konuma yükseltmiş ise, ona göre bir tavır belirlenmezse… Hani tekrar edeyim: Hal, tavır ve davranış… Efendimiz, hadis-i şerifte ifade ediyor: “Göz bakarsa, adım atılır, el uzatılır, arkası gelir onun…” Başka bir yerde, meselenin pozitifini anlatıyor: “Gözünü kapatırsa, bu mevzuda kalbini şöyle temiz tutarsa, şunu da şöyle yaparsa, bu defa firâsetinde hiç yanılmaz o.” diyor. Pozitifi, bu; negatifi de o. Olumsuz bir şeye gözün ile yaklaşırsan, bu, adıma bir çağrıdır, elin uzanmasına bir çağrıdır, o fiili realize etmeye bir çağrıdır, hafizanallah. Her bir günah, kalbde bir yara açar; tevbe-istiğfar ile şayet silinmez ise, anında silinmez ise, konuma göre, hafizanallah, o ikinci bir günaha bir çağrıdır. Bu defa kalb, kirlenir; bu defa meleklere karşı kapanır o kalb; bu defa şeytanlara kale kapıları gibi açılır. Hazreti Gazzâlî de ifade ediyor, İhyâ’sında ifade ediyor bunları; bu açıdan, konumun hakkını vermek lazım.

   Adanmış ruhlar, Cennet’ten tapu dağıtan gafiller gibi davranmamalılar; kâfir olarak ölme ihtimali karşısında tir tir titremeli ve mutlaka konumlarının hakkını vermeye çalışmalılar.

Bakın; zannediyorum dünyanın değişik yerlerinde -ben çok merak etmiyorum, belki onlarca yerde- Hizmet Hareketi ile alakalı doktora tezleri yapıldı. Göklere çıkardılar. Hizmet, her yerde takdirler ile yâd ediliyor. Millet, sizi bir yerde konumlandırıyor, Hareketi/Hizmeti bir yerde konumlandırıyor. Sizin durumunuz/tavrınız, bu… İnsanlığın geleceği adına milletin sizden beklediği şeyler bunlar. Şimdi böyle bir konum var ise şayet, onun hakkının verilmesi lazım. Yoksa ehl-i dünya gibi -biraz evvel bahsettim- bir villanın yanında bir tane daha, yetmedi bir tane daha, yetmedi bir tane… Bir belediye başkanlığı ölçüsünde alkış, milletvekilliği ölçüsünde alkış, başbakanlık ölçüsünde alkış, cumhurbaşkanlığı ölçüsünde alkış… Doyma bilmeyen bir dünyaperestlik, esasen dünyaya taparlık… Namaz kılsa bile, o, dünyaya tapıyor. Ve bir sürü de bunların arkasında sürüklenip gidiyor ise, bunlar, bütün âhiret hayatını heba ediyorlar demektir.

Bir de kalkıp bu arada “Falanı intihap ederseniz, âhirette sizin için beraat fermanı hemen hazırdır! Melekler, ‘Aman buyurun, Cennet sizi bekliyordu!’ der.” gibi şeyler söylüyorlar, hafizanallah. En büyük insanlar, Peygamberler bile “Cennet’e girebilir miyim ben?” diye, onun endişesini yaşamışlardır. Peygamber gibi yaşayanlardan Esved İbn Yezîd en-Nehâî’yi belki yirmi defa, otuz defa arz etmişimdir: Nehâî ailesi, Ebu Hanife’nin de o ekolde yetiştiği bir ailedir. O, Tâbiîn’den; ilmin, fokur fokur kaynağı bir ailedir. Bütünüyle irfan ocağıdır; hele dört tanesi zirvedir bunların; Esved, onların başında gelir. Vefat ederken, Alkame, yanına geliyor; aynı aileden, kuzeni. Esved, sürekli ızdırap içinde, kendinden geçiyor; yüzde takallüsler, tir tir titriyor: “Ne o?” diyor, “Kardeşim, günahlarından mı endişe ediyorsun?!” Ne günahı?!. Günah, onların rüyalarına bile misafir olmamıştır. Gülüyor, acı acı gülüyor; “Ne günahı?!” diyor, “Kâfir olarak ölmekten korkuyorum!”

Ben burada bir noktalı virgül koyarak sorayım: Allah aşkına!.. Sizin vicdanlarınıza meseleyi havale ediyorum. Kaç insan var bu mevzuda endişe taşıyan; “Kâfir olarak ölmekten korkuyorum!” diyenler parmak kaldırsınlar burada?!. Bırakın ehl-i dünyayı; onların nereye yuvarlandığı belli!.. O arabalar ile nereye gidileceği, o villalar ile nereye gidileceği, o alkışlar ile nereye gidileceği, o millete zulüm yapmakla nereye gidileceği bellidir. Elin-âlemin dışarıda onlara -bir yönüyle- birer pasaport vermeleri, birer vize vermeleri, Cennet’e giriyor gibi göstermeleri; bu, riyakârlığın tâ kendisidir, küfrün tâ kendisidir. Bırakın onları!.. Onların işi bitmiş… Ama Cenâb-ı Hak, sizi çok önemli bir konumda konumlandırmış. Tekrar ediyorum: Konumun hakkı veriliyor mu acaba?!.

Peygamberler yolunda yürünüyor ise şayet, o yolun hakkının verilmesi lazım. Gözünü açıp kapayacaksın: “Allah’ım! Şu anda beni görüyorsun; ne olur Seni görüyor gibi olabileyim, Seni görüyor gibi olma ufkuna beni ulaştır!” Bütün dediğin-ettiğin şey, bu olmalı! “Allah’ım, aşk u iştiyak-ı likâullah!.. Allah’ım, aşk u iştiyâk-ı likâullah!.. Allah’ım, içimde öyle bir alaka ihsan et ki, kardeşlerimin adını unutayım ben!” Çünkü nasıl olsa -bir yönüyle- öbür tarafa gittiğin zaman, kardeşlerin, yanında kümelenecekler. Sen, bu yolun yolcusu olduğuna göre, “adanmışlık” mesleğinde bulunduğuna göre, Cenâb-ı Hak, bir yerde konumlandırmış seni. Özür dilerim, tekrar ediyorum: Konumun hakkını vermek lazım. Konumun hakkı verilmez ise, konum hâinliği olur. Onu yapanın adına melekler, semada “hâin” derler; ona, “Hâin!” derler, hafizanallah.

   Yol, Efendimiz’in ve Ashabının yoludur; yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi olan gerçek müminler, hal ve temsilleriyle, binlerce insanın o yolun yolcusu olmalarına vesile teşkil ediyorlar.

Geriye dönelim: En küçük bir musibeti, kendimizden bilmeliyiz; Cenâb-ı Hakk’ın sağanak sağanak başımızdan aşağıya yağdırdığı iyilikleri de O’nun rahmetinin vüs’atine vermeliyiz! Bizi, yerin dibine batırmamasını yine rahmetinin vüs’atine vererek, “Allah Allah! O, bizi bu konuma getirdiği halde hakkını veremedik…” demeliyiz.

Yirmi dört saat yüzün yerde, sürekli hep O’nu düşünüyorsun, hep O’nu. Hatta bir Tahiyyât okuyorsun ki, gerçekten tir tir titriyorsun tepeden tırnağa kadar. Aklının köşesine geliyor ki “Tam O’na göre bir kulluk oldu!” Hafizanallah, burada yine bir küstahlık yaptın, مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ يَا مَعْبُودُ “Ey ibadete layık yegâne Ma’bud, Sana hakkıyla ibadet edemedik!..” kafiyesi ile meseleyi kafiyelendirmiyorsan.. مَا حَمِدْنَاكَ حَقَّ حَمْدِكَ يَا مَحْمُودُ “Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Mabud-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik.” kafiyesi ile kafiyelendirmiyorsan.. مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ يَا مَشْكُورُ “Ey her dilde meşkûr olan Rabbimiz, Sana gereğince şükredemedik!..” kafiyesi ile kafiyelendirmiyorsan… “Sana hakkıyla şükredemedim!” Bir hal… Çünkü konumun gereği bunlar.

Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki; bir taraftan konumun bizden istediği şeyler, bir diğer taraftan da ehl-i dünyanın, dünyaya tapanların, dünyaperestlerin, dünyayı put haline getirenlerin, bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih edenlerin, Cennet’i görmezlikten gelenlerin, köşkleri görmezlikten gelenlerin, Cemâlullah’ı hiç hatırlamayanların, Peygamberimiz ile aynı sofraya (sallallâhu aleyhi ve sellem) oturmayı hiç düşünmeyenlerin halleri…

Bırakın onları!.. Yürüdükleri o Gayyâ’ya doğru gidiyorlar, şeytanın dürtüleri ile hareket ediyorlar; onlar öyle hareket etsinler!.. Fakat siz, İ’lâ-i Kelimetullah’a kendinizi adamış iseniz.. “Dünyanın dört bir yanında Ruh-u Revân-i Muhammedî şehbal açsın!” diyorsanız.. “Nâm-ı celîl-i İlahî, bir bayrak gibi her yerde dalgalansın! Her yerde hoparlörlerde ‘Allah, Allah, Allah’ sesi yükselsin!” istiyorsanız.. kendinizi bu işe adamışsanız.. en azından bu işi beğendiriyorsanız.. en azından tavır ve davranışlarınızdan bu iş damlıyorsa.. size, hal ve temsilinize bakan insanlara, “Bunlarla yol alınır, yol yürünür!” dedirtiyorsanız şayet, Cenâb-ı Hak, sizi öyle bir konuma getirmiştir ki, bu, Peygamberler yolunda en önemli bir mevkidir. Bu, bin tane başbakanlığa değiştirilmez. Bin tane cumhurbaşkanlığına değiştirmem ben! Böyle bir ruh haleti ile, bu türlü kendini adamışlığı, o dünyevî makamlar açısından zirvede bulunma durumuyla değiştirmem!..

Mü’min, yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisidir; mü’min bunu yeryüzünde sergiliyor ise şayet, Allah’ı sevdiriyor, Peygamberi sevdiriyor, bir yönüyle çoğunu o yolun yolcusu haline getiriyor ise… Kaç tane insan, sizin yanınıza geldi. Hâl, tavır ve davranışıyla, onların ruhuna girmiş, gönüllerine otağını kurmuş arkadaşların o mevzudaki temsilleri vesilesiyle… Haşa, onlara ait olması itibarıyla “yarım yamalak” demeyeceğim ama “tamamiyet”ini de şüphe ile ifade edeceğim o hal ve temsil sayesinde… O kadarı bile onlara öyle müessir olmuş ki!.. Geldiğinde sizin yanınıza, diyor ki: “Ben, Allah Rasûlü’nün peygamber olduğuna inanıyorum. لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ” Kaç tanesine şâhit oldum burada, “Sizin ile yol alınır. Sizin ile tepeler geçilir. Sizin ile kandan-irinden deryalar aşılır!” diyenlerin.

Eğer bu kadarcık hâl ile bile çevrede böyle bir müessiriyet sergileniyor ise, bir de bu işin tamamiyeti sergilenir ve tam temsil edilir ise, Allah’ın izni-inayeti ile… Efendimiz gibi.. O’nun gölgesi, gölgesinin gölgesi, Ebu Bekir’in yolu, Ömer’in yolu, Osman’ın yolu, Ali’nin yolu, Hasan’ın yolu, Hüseyin’in yolu, radıyallâhu anhüm milyon merratin. Az oldu değil mi? Radıyallâhu anhüm katrilyon merratin. Hayır, az oldu! Zerrât-ı kâinat adedince Allah razı olsun onlardan!..

Evet, onların yolu; yol, onların yolu… Biz, kendimize göre bir Müslümanlık belirlemiş gidiyorsak, “İşte bu kadarı da yetiyor!” diyorsak… Oysaki dememiz gerekli olan:  “Allah’ım! İman-ı ekmel!.. -Bakın, “ek-mel” diyorum.- Allah’ım! İslam-ı ekmel!.. En kâmil manada iman.. en kâmil manada İslam.. en kâmil manada ihlas.. en kâmil manada ihsan.. en kâmil manada yakîn.. en kâmil manada sadâkat.. en kâmil manada istikamet.. en kâmil manada tevekkül.. en kâmil manada teslim.. en kâmil manada tefvîz.. en kâmil manada sika.. en kâmil manada nefs-i mutmainne, râdıye, mardıyye, sâfiye, zâkiye.” Göz, hep bunlarda, bu yüce ufuklarda…

   “Irzımızdır çiğnenen, namusumuzdur doğranan / Ey sıkılmaz! Ağlamazsın, bari gülmekten utan!”

İnsan, böyle âlî şeylere, yüksek gâye-i hayale kilitlenir ise, zannediyorum, bunun dışında kalan şeylere evvelen ve bizzat fazla değer atfetmez. Hatta arkadaşlarınızdan birisi demişti: Zât-ı Ulûhiyet, Kur’an-ı Kerim’inde Cennet, Huri, Gılman, köşkler ve ırmaklardan bahsediyor. Acaba insanın aklından geçse ki, “Yahu bunlar ne ki, ne ifade eder ki bunlar benim Rabbimin hoşnutluğu yanında?!. Efendimiz’in ‘Bu da Bendendi!’ falan demesi yanında?!.. Hazreti Ebu Bekir’in ‘Bu da bizdendi!’ demesi yanında ne ifade eder ki bunlar?!.” Acaba Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın birer utûfeti olan bu türlü şeyleri hafife alma manasına gelir mi? Bunu sordum İlahiyatçılara, cevab-ı savab alamadım. Aynı zamanda menfi bir cevap da alamadım bu mevzuda. “Hayır, doğru değil bu düşündüğün!” O cevabı da alamadım. “Evet, isabetlidir bu!” O cevabı da alamadım. Zannediyorum, çokları hakikaten o meseleye kilitlenmişler; O’ndan başka bir şey düşünmüyorlar, düşünmüyorlar, düşünmüyorlar.

Şimdi burada Alvar İmamı’nın sözüyle belki bir şey demek icap ediyor, onun dediği şeyi demek gerekiyor: “Allah bizi insan eyleye!” Böyle içinden gele gele derdi sık sık: “Allah bizi insan eyleye!” Demek, konumuna göre diyordu; konumunun hakkını veriyordu. Zira nâm-ı celîl-i İlahî yâd edilince, birden bire rengi değişirdi, yüzünün çizgileri değişirdi, gözünün irisine kadar her şey değişirdi, şakır şakır gözyaşları dökerdi. Bir menkıbesini arz etmişimdir, vakıa: Birisi Medine’den gelmiş, Hac’dan dönmüş. “Efe” diyorlar. Efe; o dönemde, o büyük insanlara “Efe” deniyor. “Medine öyle güzel bir yer ki, hakikaten insan bayılır oraya. Fakat bir kısım bakımsız uyuz köpekler vardı.” diyor. O hemen “Sus!” diyor, “Ben, Medine’nin uyuzlu köpeğine de kurban olayım!” Anlıyor musunuz Rasûlullah’a bağlılığı?!. İşte o, bu seviyede bir “Allah bizi insan eyleye!” diyor. “Allah bizi Müslüman eyleye!” diyor; o ölçüde, o seviyede.

İnsan, o kadar âlî şeylere dilbeste olursa, Cenâb-ı Hak, onu yüzüstü bırakmaz.

“Aç ellerini, içini O’na dök her zaman,

Kes ağyâra dil dökmeyi, O’ndan dile emân,

Eremez emâna gaflet ile gülen, oynayan,

“Ve’l-yebkû kesîren”le bunu istiyor Kur’an.”

(Son mısrada فَلْيَضْحَكُوا قَلِيلاً وَلْيَبْكُوا كَثِيرًا جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Yaptıklarının cezası olarak, bundan böyle az gülsünler, çok ağlasınlar.” (Tevbe, 9/82) ayetine işaret ediliyor.) Allah Rasûlü şöyle buyuruyor: لَا تُكْثِرُوا الضَّحِكَ، فَإِنَّ كَثْرَةَ الضَّحِكِ تُمِيتُ الْقَلْبَ “Çok gülüp eğlenmeyin; şüphesiz çok gülmek kalbi öldürür!” Akif’imiz de, felaketli günlerin yaşandığı bir dönemde -ki, şimdiki günler ona bin defa rahmet okutturur; Akif’in yaşadığı felaketli günler ki, şimdiki zaman, ona bin defa rahmet okutturur- şunu söylüyor:

“Irzımızdır çiğnenen, namusumuzdur doğranan,

Ey sıkılmaz! Ağlamazsın, bari gülmekten utan!”

Öyle ağırıma gidiyor ki!.. Dudakların geriye gitmesi, öyle ağırıma gidiyor!.. Dinin ayaklar altında çiğnenmesi.. kafirce tavır ve davranışlarla, Müslümanlık adına bir şey yapılıyor gibi tavır sergilenmesi.. dinin tahrif edilmesi, dinin farklı gösterilmesi.. Cennet’in çok ucuza peylenmesi.. Cennet adına insanların kandırılması… Öyle ağırıma gidiyor ki benim!.. Hafizanallah, İslam dünyası, böylesine bir şenâat, böylesine bir denâet, böylesine bir aşağılık, böylesine bir kompleks yaşamamıştır.

   Allah, adanmış ruhları, şefkat tokatları mesabesindeki bela ve musibetlerle arındırıyor; onları Allah Rasûlü ve O’nun Hâle’si ile aynı sofrayı paylaşabilecek hâle getiriyor.

Siz, bir farklılık sergilediniz, bir yere kadar, Allah’ın izni-inayeti ile. Ama nasıl kötülük adına atılan bir adım, ikinci bir adım için bir çağrı, bir davetiyedir; iyilik adına atılan bir adım, iki adım, üç adım, dört adım, beş adım, on adım da bir çağrıdır. Atılan on adım, diğer on adımın atılması için de bir çağrıdır, bir davetiyedir. Allah, sizi önemli bir konum ile konumlandırdı. Şimdi maruz kaldığınız şeyler, peygamberler yolunun gereği. Hiç eziyet çekmeyen büyük insan, yoktur; hiç… Hazreti Ebu Bekir’in çektiği, Ömer’in çektiği, Osman’ın çektiği, Ali’nin çektiği dağların başına dökülseydi, Alvar İmamı ifadesiyle, dağlar tuz-buz olurdu. O yolun gereği, bu…

Bir: “Elhamdülillah!” demelisiniz. Yine Hazreti Pîr’in ifadesiyle -başka biri demiş midir, bunu bilmiyorum- اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalalet ahvâlinin dışında, her şeye hamdolsun!” Kıtmîr, bu belli ölçüdeki mazhariyetler karşısında başa gelen şeylere mukabil, أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Bir milyon defa Allah’a hamd u senâ olsun, küfür ve dalaletin dışında her şeyden ötürü.” diyorum.

Cenâb-ı Hak, böyle bir konumlandırmanın gereği, bu peygamberler yolunda, başınızdan aşağı belayı sağanak sağanak yağdıracaktır. Sizi arındıracaktır bunlar ile, Cennet’e ehil hale getirecektir. Belâlar -bir yönüyle- insandaki olumsuzlukları eriten, olumlu şeyler oluşturan, insanı öbür dünyadaki hâl ve keyfiyete göre hazırlayan vesilelerdir. Tâbir-i diğerle, burada yaptığınız güzel şeyler ve katlandığınız -böyle- ağır şeyler, sizin öbür âleme göre yapılanmanız adına -esasen- yapı taşları mahiyetindedir. Buradaki gibi -böyle- fiziksel bir varlık değil, yok atomlar, yok elektronlar, yok nötronlar, yok moleküller değil. Burada yaptığınız şeylere göre şekilleneceksiniz; çünkü ebedî bir varlığa ereceksiniz. Buyurmuyor mu: “Abdest aldığınız uzuvlar, pırıl pırıl nur saçacak.” Seyyidinâ Hazreti Musa’nın eli gibi, koynundan çıkardığı zaman… Alınlarınız secde izinden dolayı âdetâ güneş gibi pırıl pırıl parlayacak. Ve siz, kamer-i münîri temâşa ediyor gibi -bu, bir yönüyle, herkesin rahat temâşâsını ifade etme adına müteşâbih bir ifade- ayın on dördünü temâşâ ediyor gibi müzâhamesiz temâşâ edeceksiniz Bütün Güzelliklerin Kaynağı’nı.

Cenâb-ı Hak, sizi bir yerde konumlandırmış; bence çok önemli bir eltâf-ı Sübhâniye bu.. Size -bir yönüyle- bir iyilikte bulunmuş. Bir taraftan o konumun hakkını vermek lazım. İhtimal, onun hakkını tam veremediğimizden dolayı, “Hakkını verin!” diye hafif kulak çekti. Hazreti Pîr’in Lem’alar’da, Şefkat Tokatları’nda ifade ettiği gibi. -Orada önce kendisinin üç tane şefkat tokadını ifade ediyor.- Şefkat Tokatları’nda ifade ettiği gibi şefkat tokadı, hafif, böyle enseden… Evet, öğretmenim bana öyle yapmıştı. Çok basit bir şey, mesela “Şuraya tohum saçalım!” demişim. “Yahu bundan şu mana da çıkar: Tohum saçalım falan demek, birilerini gömelim demek mi, bu manaya gelir mi?” falan. Zannediyorum, böyle bir şeydi. Hayatta mı, değil mi bilmem; İstanbullu bir hanımefendi idi. O dönemin yetiştirdiklerinden ama tam hanımefendi idi. Hiç unutmam,  “Sen de mi?!” dedi bana. Hiç unutmam bunu; bu, yetmiş küsur senelik bir hadise, unutmuyorum. “Sen de mi?!” dedi.

Ee canım, sizi bu konumda konumlandıran Allah, bu mevzuda küçük bir hatamızdan tecziye buyurmuş olabilir. Ne hatası bu? El-ayak, göz-kulak, dil-dudak hatası veya taakkul hatası veya tasavvur hatası ya da tahayyül hatası. Hata ne olursa olsun; bakış hatası, adım atma hatası, el uzatma hatası, dil-dudak kullanma hatası… Her ne ise bunlar, bilmeyerek yaptık. Hafif, “Sen de mi?!” diye, evvelâ dolayısıyla bizi istiğfar, tevbe, inâbe ve evbe kurnalarına koşmaya teşvik ediyor, “Gidin arının!” diyor. Kendisi de bizi arındırıyor, kudsî teveccühleri ile, tecellileri ile yıkıyor; Huzur-i Kibriyâsına ehil hale getiriyor; Peygamberler ile, Peygamberlerin arkasındaki o “Hâle” ile aynı sofrayı paylaşabilecek hâle getiriyor.

   “Efendimsin, cihânda itibarım varsa Sendendir.”

Bir diğer taraftan da bu yolda yürüyenlerin başına gelen şeyler, hep aynı şeyler olmuştur. Onların başına geldiğine göre, sizin de başınıza gelecek, sakın yadırgamayın bunu!.. كَلاَمُ سَيِّدِ الْبَشَرِ، سَيِّدُ كَلاَمِ الْبَشَرِ “İnsanlığın Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözü, sözlerin efendisidir.” O buyuruyor ki: أَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْأَنْبِيَاءُ، ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belanın en zorlusu, en çetini, üstesinden gelinmezi, Enbiyânın başına, sonra da derecesine göre diğerlerinin başına…” Hâle’nin başına, Hâle’ye müteveccih olanların başına, müteveccih olanlara müteveccih olanların başına, müteveccih olanlara müteveccih olanların başına…

Hâle, Efendimiz’in ashabı (sallallâhu aleyhi ve sellem). Tâbiîn, onlara müteveccih olanlar. Tebe-i Tâbiîn, Tâbiîn’e müteveccih olanlar. Daha sonra gelenler, onlara müteveccih olanlar… Allah, o teveccüh ile bizleri serfirâz kılsın ve o yolda, düşüp yolda kalmaktan muhafaza buyursun!.. Vesselam.

“Efendimsin, cihânda itibarım varsa Sendendir.

-Ey Rasûl-i Zîşân; Efendim-

Meyân-ı âşıkânda iştiharım varsa Sendendir.”

Şeyh Galip, bunu Hazreti Mevlânâ için söylemiş. Fakat Kıtmîr, bunu söyleseydi -ki öyle söz söyleyemez katiyen- ben, onu Gerçek Sahibine gönderirdim: Efendimsin! Cihanda bir itibarım varsa, Sendendir. Bir insan olarak, insanî değerlere yarım yamalak bir saygı duygum varsa, Senden öğrendim. Senden öğrendim, Senden, Senden, Senden…

مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ

مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ

هَرْ بَنْدَه كِه اٰزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ

مَنْ شَـادْ اَزْ اٰنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum;

Ben Sana hizmette iki büklüm, Senin yolunun bendelerinden biri oldum.

Bendeler, hürriyete kavuştuklarında sevinir, sürura ererler;

Ben, Sana kul/köle olduğumdan dolayı sürûr ve sevinç içindeyim!..”

Huzur Vesileleri ve Sohbet-i Cânân

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   İnsan, akl-ı selim, kalb-i selim, ruh-u selim, hiss-i selim birleşik noktasında Rahmeti Sonsuz’un himayesine sığınacağı ve O’na yürekten teslim olacağı âna kadar gerçek huzuru bulamaz.

Akl-ı selîm, kalb-i selîm, ruh-i selîm… Bir dördüncüsünü daha ekliyorum son zamanlarda: Hiss-i selîm. İnsanları huzura bâis üç unsur, bununla dört unsur olur.

Akl-ı selîm: Değişik şeyler ile kirletilmemiş, başka şeyler bulaştırılmamış, muhakeme merkezi diyebileceğimiz, kalbin/latîfe-i Rabbâniyenin yoldaşı, işleyen bir sistem… Malumatını sürekli kalbe akıtan; dönen değirmen taşlarının ambara un akıttığı gibi, tefekkür, tedebbür, tezekkür, teemmül çarklarını çevirerek sürekli kalbî dünyamıza bir şeyler aktaran ve ondan (kalbden) mesajlar alan… Böyle bir şey, selîm akıl; kirlenmemiş, dünyevî levsiyât ile kirlenmemiş, siyasî mülahazalar ile kirlenmemiş, beşerî arzular ile, garîzeler ile kirlenmemiş, -içinizde öylesi yoktur- hayvanî hisler ile kirlenmemiş… “Garîze-i beşeriye” diyoruz, günümüzde “bohemlik” tabiri daha çok o duyguyu ifade için kullanılıyor.

Akıl selîm olunca, kalb de selâmete selâm durur: “Gelen mesajlar, bu olduğuna göre ve bu şifrelerin çözülmesi beni bu noktaya yönlendirdiğine göre, bana düşen şey de şudur: Yüzüm hep o “Şemsü’ş-şümûs’a (celle celâluhu) müteveccih olmalı, kalbimin atışında sürekli O duyulmalı veya nabızlarımda O duyulmalı, kalbimin ritimlerinde O duyulmalı!..”

Çok iyi bildiğiniz bir söz: “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sözümüz cümle hemân, kıssa-ı Cânân olsa!” Ben biraz onu değiştireceğim: “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihân / Sohbetimiz hemen her zaman, olsa sohbet-i Cânân!” Hep Cânân’dan bahsedilse!.. “Can” isteyenlerin, cana takılanların, “Cânân”dan bahsetmeleri yalandır! Cânân ile hemdem olanlar, canlarını da -bir yönüyle- Cânân’ın bir aynası haline getirmişlerdir; cân, Cânân’a ayna olmuştur; hep O’na ait şeyleri müşahede eder gibi olur.

Rûh-i selîm: Bu cismâniyetten çıkma, hayvaniyeti bırakma, kalb hayatına yükseldikten sonra “nefha-i İlahî” olan ruh ufkuna yükselme… Onu ifade ediyor; onun da selîm olması lazım. Ruh, çağın levsiyâtı ile kirlenmiş ise şayet, vâridât ne kadar zengince olursa olsun, o kirlerden sıyrılamaz. “Takva önlüğü” ile korunmalıdır; esasen üstünü kirletmemek için, sürekli o önlüğü dimağının önünde taşımalıdır. Takva önlüğü ile… Akıp gelen dünyevî kirler, beşerî kirler, nefsânî kirler, hevâî kirler dökülecek ise, ona dökülmeli, zihnimizi kirletmemeli, kalbimizi kirletmemeli!..

Ve bütün bunları doğru duyma, doğru hissetme, “hiss-i selim” ister. O hissin varacağı husus da “ihsas”lardır; artık akıl ile, mantık ile değerlendirilmesi çok zor olan, bir yönüyle kalbin dilinin çözüldüğü, insanın farkına varamayacağı şekilde bir ney sesiyle daima O’na ait nağmeler dinlediği bir âlem, “ihsas âlemi” ve onun insan tabiatına mal olup tabiatın bir derinliği haline gelmesi… İsterseniz ona, sizi hep O’na yönlendiren “dürtüler merkezi” diyebilirsiniz; “dürtü” kelimesi, hafif düştü; “sevkler, emirler, itmeler merkezi” diyebilirsiniz.

“İhtisas” hissin ötesinde… Dil kuralları açısından, yani Sarf/İştikak açısından baktığınız zaman, bir şeyi hissetme, duyma, mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle onu doğru okuma, doğru anlama demektir. O meselenin tabiata mal olması, tabiatın bir derinliği haline gelmesi, o meselenin daha derincesi de ihtisastır. İnsanda o “ihtisas ruhu” hâsıl olunca, insan, yemeye, içmeye ve başka beşerî arzulara ihtiyaç duyduğu gibi, yapması gerekli olan şeylere ihtiyaç duyar; onların arkasındaki ilahî emirleri mülahazaya almadan, sevk-i tabiî ile hep onlara doğru itilir, o ihtisas ufku itibarıyla… Anlaşılmayan yanı var mı?!. O ufuk ile baktığı zaman meselelere, yemeye, içmeye ve sâir -geniş dairede- beşerî arzulara ihtiyaç duyduğu, onların üzerine yürüdüğü gibi, Allah’ın “Namaz kılın, oruç tutun; karşımda el-pençe divan durun, kemerbeste-i ubudiyet ile kulluğunuzu edâ edin, karşımda asâ gibi iki büklüm olun, ‘Yetmedi!’ deyin, secdeye kapanın!” manasına bu mevzudaki emirlerini -evvelen ve bizzat- nazar-ı itibara almadan, “O, Allah; ben de O’nun âzâd kabul etmez kuluyum!” deyip kullukta bulunur. İçten gelen istekler ile, arzular ile… “Dürtü” sözü de onu bir manada ifade ediyor; fakat “itme”ler ile, “sevk etme”ler ile o vazifeyi yapma, işi o ölçüde tabiatın bir boyutu haline getirme mevzuu ihtisas oluyor, hissin ötesinde.

   “Sana, Cânân, gönül hayran nedendir / Cemâlin gün gibi rahşan, nedendir?!.”

İnsan, his dünyasında selâmete ererse, kirliliklerden uzak kalırsa, ihtisasa doğru ciddî kapılar aralamış olur ve “Allah’a dostluk” yolu (velâyete giden yol) da ondan geçer. اللهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ “Allah, iman edenlerin velîsi (işlerini Kendisine havale etmeleri ve her bakımdan güvenmeleri gereken dostu, yardımcısı ve koruyucusudur); onları daima her türlü (zihnî, manevî, içtimaî, iktisadî ve siyasî) karanlıklardan nura çıkarır (ve nurlarını arttırır).” (Bakara, 2/257) Allah, onların dostudur; onları karanlıklardan, değişik nefsânî, cismânî, hayvanî, tabiî karanlıklardan çıkarır ve Kendi ziyâ-ı nuru ile nurlandırır. İnsanın gideceği bir yolda, bin tane projektör yolu o kadar aydınlatamaz. اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ Allah, Nûru’s-semâvâti ve’l-ard’dır; göklerin ve yerin Münevviridir, Nurlandıranıdır.

Evet, insan, otururken, kalkarken, konuşurken, dudakları kıpırdarken, hatta kulaklarına bir şeyin gelmesi söz konusu olduğunda hep O’nu arzulamalıdır. “Keşke o (O’nunla irtibatlı) nağmeler gelse!” mülahazası ile yaşamalıdır: Keşke o nağmeler gelse!.. Biri gelse, bana dese ki: “Cânan dileyen, dağda-i câna düşer mi? / Can isteyen, endişe-i Cânân’a düşer mi?!.” O’nu dinlesem ve hemen eğilsem o istikamette; Cânân’a doğru eğilsem!.. Canına takılı gidenler, Cânân yolundan sapmaya maruzdurlar, hafizanallah. O canı; Cânân’ın emrine, Cânân’ın güdümüne vermek lazım. “Girdik reh-i sevdâya, cünûnuz / Bize namus lazım değil / Ey dil ki, bu iş şâna düşer mi?!.” Sen meseleye öyle bak!.. Fakat o yola girenler, oturur-kalkar hep “Cânân!” der dururlar, “Cânân, Cânân!..”

“Kaşındır ‘Kâb-ı kavseyni ev ednâ’ / Yüzündür Sûre-i Rahman, nedendir?!” Alvar İmamı diyor: “Sana, Cânân, gönül hayran nedendir / Cemâlin gün gibi rahşan, nedendir / Kaşındır ‘Kâbe kavseyni ev ednâ’ / Yüzündür sûre-i Rahman, nedendir?!.” Sa-na Câ-nân, gö-nül hay-ran, ne-den-dir?!. Cemâlin gün gibi rahşân (pırıl pırıl) nedendir?!. Kaşındır “Kâb-ı kavseyni ev ednâ.” Yüzündür Sûre-i Rahman, nedendir?!. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) için söylenmiş sözler, “Mir’ât-ı Mücellâ” için. “Bir âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den, Allah görünür, dâim.” demişler, sallallâhu aleyhi ve sellem.

İnsan, aklını, kalbini, ruhunu, hissini, ihtisaslarını hep bu istikamette, ciddî bir metafizik gerilim içinde tutar ise, zannediyorum, öyle bir dünyanın içine, onlar ile çevrili, surlar ile muhât bir dünyanın içine girmiş olur ki!.. İstanbul’un surları ne oluyor? Roma’nın surları ne oluyor?!. Öyle çevrili surların içine girmiş olur ki, şeytanî duygular, beşerî kirli mülahazalar akıp içeriye giremez, Allah’ın izniyle. Çünkü o kapıları bu duygular kapamıştır; arkasına da sürgü vurmuşlardır ve kalbleri şöyle bağırıyordur: “Beyhude yorulma! Kapılar sürmelidir!..” Bey-hu-de yo-rul-ma, ka-pı-lar sür-me-li-dir!..

   Kötülükler karşısında sabredip mukabele yerine af yolunu seçmeli; zihin kütüphanesini tertemiz fikirlerle donatmalı ve kalb hazinesini selim duygularla nurlandırmalı!..

Günümüzde zihinleri kirleten, akılları kirleten, hisleri kirleten, duyguları kirleten o kadar çok hâdise var ki!.. Hiç farkına varmadan, şu size dırıltı eden insan da o türlü akıntılara kapılarak, bazen birilerinin deyip-ettiği şeyleri tekrar etmek suretiyle, hiçbir faydası/getirisi olmayan vadilerde beyhude dolaşıp duruyor. Gül bahçesinde reftâre gezmek var iken, ayaklarına diken bata bata hâristanda dolaşıp duruyor!.. Hadiseler öyle şiddetli akıyor, öyle çirkince üzerimize geliyor ki, nefis diyor: “Sen buna mukabele etmeyecek misin?!” Gıybet etmişler, yalan söylemişler, bağışlayın “Kelb!” demişler: “Tahir efendi bana ‘Kelb!’ demiş / İltifatı bu sözde zâhir durur / Zira mezhebim Mâliki benim / Mâliki mezhebine göre kelb, Tâhir’dir.” Cinas… Meseleyi iç mülahaza ile, böyle savmak suretiyle bence ona hiç girmemek lazım. وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126)

Üzerinize gelen bilmem kaç kanatlı, kaç buutlu belâ ve musibet karşısında, o yüksek karakterinizin gereği ne ise onu sergilemeli ve başkalarının karakterlerine göre hareket etmemelisiniz!.. قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلًا “De ki: Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır. Kimin daha isabetli olduğunu ise asıl Rabbiniz bilir.” (İsrâ, 17/84)  Herkes karakterinin gereğini sergiler ve kim ne sergiliyor ise, sergiye ne koyuyor ise, Allah, onu bilenlerin en iyi bilenidir!” Şimdi Allah biliyor ise, bence, o sergide öyle şeyler sergilemeli ki, nezd-i Ulûhiyette kabule karîn olsun; rızanın kapısının tokmağına dokunsun; çehresine bakıldığında o mülahazanın, onda Rü’yet-i Cemâlullah’a aşk u iştiyak okunsun, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’a aşk u iştiyak okunsun!..

El-âlem şöyle demiş, böyle demiş… “Müsvedde!” demiş, bilmem ne demiş; falan demiş, filan demiş… “Sen de müsveddesin!” demek suretiyle hemen mukabelede bulunmamalı!.. O, karakterinin gereğini yapmış; Allah onu, o seviyede tutuyor, belki acınacak durumda. Ne diye kendi seviyene kıyıyorsun!.. Senin kalbin Allah ile irtibatlı, hislerin dupduru, mantığın hep O’nun için çalışıyor ve kalbinin ritimlerinde hep O duyuluyor. Nabızların ciddî dinlense, adeta “Hû, Hû” sesi duyuluyor.

Alvar İmamı gibi… O, böyle “Lâ ilâhe illallah!” derken, bizim gibi demiyordu; hani, bazılarınız diyorsunuzdur belki. Nefiyden sonra “illa” ile gelen istisna; esas, mazmunu ifade eden odur; لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ ifadesinde de “Allah” ikrarıyla mana tam oluyor. Kalb, bu ikrarla ritme giriyor; onun kalbine kulağınızı verdiğiniz zaman anlıyorsunuz ki farklı atıyor kalb. Yüz elli mi atıyor, iki yüz mü atıyor?!. Hazret bir gün hastalanmış, doktor onun nabzını dinlemek istiyor: “Efendi hazretleri! Şu kalbinizin hızını, vitesini biraz düşürseniz de ben gerçekten ne atıyor, onu alabilsem!” diyor. Kalb, bu şekilde, böyle atıyor ise, zannediyorum, o zaten gelen şeyleri -“İrdeme” tabirini kullanıyor musunuz?- irdiyordur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, ellerini böyle yaparak, dünyaya “Git, bana kendini kabul ettiremezsin!” dediği gibi, “Git! Bana kendini kabul ettiremezsin!” diyordur. Evet, onu itmek lazım…

Şimdi el-âlem, karakterinin gereği olarak, levsiyâttan bir kısım şeyleri size doğru fırlatıyor. Bir kısım lehviyât merkezleri var; tasrih etmeyeceğim, başkaları rencide olur. Bütün bunlar, deyip ettikleri şeyleri dünyanın dört bir yanına yayıyorlar. Farklı şekilde, allıyorlar, pulluyorlar, metalarına rağbet uyarmak için ellerinden gelen her türlü propagandayı yapıyorlar. Çok kimse, bunun ile zehirleniyor. Fakat gönlünü Allah’a vermiş, kaptırmış, o işin Mecnun’u olmuş, Ferhat’ı olmuş, Vâmık’ı olmuş bir insanın gözü Mahbûb’undan başkasına kaymamalı!.. O’nun dediklerinin, ettiklerinin dışındaki şeylere kulak kapalı kalmalı!.. Kalb, onları duymamalı!.. Ve insan, onları hiçbir zaman mülahazaya almamalı!..

   İm’ân-ı nazar ve konsantrasyon marifet ve muhabbetin anahtarıdır; kalb ve zihin dağınıklığı, en önemli gâye-i hayâl olan Allah rızasına dikkat kesilmeye bile manidir ve insanı, tevcîh-i nazar etmesi gereken böyle bir hedeften dahi uzaklaştırır.

Güzel mülahazalarda konsantrasyon sayesinde, O’ndan gelen tecellîler, sizi sürekli bir tecellî sağanı altında bırakır. Fakat siz, ne kadar uzak duruyor iseniz, hafizanallah, O’ndan uzaklaşmış olursunuz. O, yakındır. Gelin, Allah aşkına, o yakınlığı kendi uzaklığınıza kurban etmeyin!.. “Kulum, bana bir ayak gelir ise, Ben, bir adım gelirim!” diyor. Bu, mukabeledir; Allah, “adım atmak”tan, “gelmek”ten münezzehtir. Allah, o türlü yaklaşmalardan münezzehtir; O, her zaman bize yakındır, en yakındır: وَلَقَدْ خَلَقْنَا الإِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ “Gerçek şu ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona sürekli olarak neler fısıldadığını, neler telkin ettiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16) “Ben, size, sizin şah damarınızdan daha yakınım!” Uzaklık kime ait? Cismanî, nefsânî, hevâî arzularına takılmış insanlara… “Cüdâ düştüm güzellerden / Derem: ‘Vâ hasretâ!’ şimdi.” Değişik vadilerde dolaşıyor; Güzel’den cüdâ (ayrı) düşmüş. Senin O’na karşı yapacağın şeyler, kendi uzaklığını aşmak ve O’nun yakınlığına ulaşmak… O, yakın. Fakat senin uzaklığın, senin elin ile, sun’î, senin yaptığın bir şeydir; onu aşmadıktan sonra ulaşamazsın! Ama bir şeylere takılıyorsan, elin-âlemin dediğine takılıyorsan, meclisini ve arkadaşların ile muhaverelerini elin-âlemin meclisleri kirlettiği gibi, sen de onlarla kirletiyorsan, uzaklığını aşamazsın, O’na yaklaşamazsın, hemdem olamazsın, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm ile postnişin bulunamazsın!..

Bütün bu mazhariyetlerin arkasında, konsantrasyona ihtiyaç var. Siz, bir şeye -eskilerin ifadesiyle- im’ân-ı nazar etmiş iseniz, gözünüzü ona dikmiş iseniz, işte o zaman görüleceği görmüş olursunuz. Yoksa gözlerinizi açıp bakarsınız ama “bakma” başkadır, “görme” başkadır. Bakarsınız ama böyle uyukluyor gibi bakarsınız, “Karşıda ne var, ne oldu demin?!” dersiniz. Huzur-i Risâlet-penâhî’ye geliyor, oturuyorlar, o dönemin siyasîleri. Dışarıya çıktıkları zaman “O adam ne demişti ki?!” diyorlar. Kur’an-ı Kerim ifade buyuruyor: وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ حَتَّى إِذَا خَرَجُوا مِنْ عِنْدِكَ قَالُوا لِلَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ مَاذَا قَالَ آنِفًا أُولَئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ “Onlardan öyle kimseler vardır ki seni dinlerler. Nihayet yanından çıktıkları zaman kendilerine ilim verilmiş olanlara ‘O, demin ne söylediydi ha?’ derler. Onlar öyle kişilerdir ki Allah kalblerinin üzerine mühür basmıştır. Onlar hevâ ve heveslerine uymuşlardır.” (Muhammed, 47/16)

“O adam ne demişti ki?!” diyor/diyorlar. تَبَارَكَ الَّذِي جَعَلَ فِي السَّمَاءِ بُرُوجًا وَجَعَلَ فِيهَا سِرَاجًا وَقَمَرًا مُنِيرًا “Gökte burçlar yaratan, onların içinde bir kandil (güneş) ve nurlu bir ay yerleştiren Allah, yüceler yücesidir, hayır ve ihsanı sınırsızdır.” (Furkân, 25/61) demişti. İnsanda ürperti hasıl edecek şey!.. إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لأُولِي الأَلْبَابِ * الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip sürelerinin uzayıp kısalmasında düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır. Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!” (Âl-i Imrân, 3/190-191) demişti. İnsanlığın İftihar Tablosu, gece semanın o gülen yüzüne bakıp bunu okuyor ve ağlıyor; “Yazıklar olsun bu ayeti okuyup ağlamayanlara!” diyor. Onlar, bunu duyuyor, dışarı çıkıyorlar; “Adam ne dedi ki?!” diyorlar. Kendileri cüdâm; İnsanlığın İftihar Tablosu’na da diyorlar “sıradan adam!”

Evet, bakma başkadır, görme başkadır. Bir sesin gelip kulağa çarpması başkadır, fakat onu bir şifre-küşâ (şifre çözen/açan) sistem gibi çözme başkadır: Bana ne diyor acaba? Ne anlatıyor bu? O meselenin kalbe nüfuzu, kalbi kendine göre ayarlaması, kalibrasyondan geçirmesi; bunlar başka şeylerdir. Dolayısıyla, insan bu donanımda yaratılmış ise, böyle fâniyât u zâilâta meyletmek suretiyle, değersiz şeylerde o yüksek donanımını kullanmak suretiyle israfa gitmemeli.

   Maddî-manevî her türlü nimetin yaratılış gayesine ters kullanılması ve boşu boşuna harcanması savurganlıktır; giyim-kuşamda, içinde oturulan binada ve evin tefrişinde olduğu gibi, beyan, zaman ve sağlık misillü nimetlerin kadrinin bilinmeyişinde de israf söz konusudur.

Baştan dedik ya, “israf”. Düşünce israfı, bakma israfı, zaman israfı, benim dırdırlarım karşısında sizin zamanınızın israfı gibi, israfı.. israfı.. israfı… İsrafı sadece malda anlamamak lazım; yiyip-içip yan gelip kulağı üzerine yatmada anlamamak lazım. Bunların hepsinde israf… يَا بَنِي آدَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ “Ey Âdem’in çocukları! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” (A’râf, 7/31) İsraf edenleri Allah sevmez. Neyde olursa olsun, israf edenleri, gereksiz şeylere takılıp gidenleri, olmayacak şeylere yelken açanları, nefsânî ve şeytânî arzulara takılıp gidenleri, Allah (celle celâluhu) affetmez; çünkü israf ediyorlar, çok önemli bir şeyi israf ediyorlar.

İnsan, bir akıntıya kapılmış ise, niyetinde deryaya gitme olmalı!.. Pusulası olmayan, hedefi belli olmayan bir gemiyi varması gerekli olan yere götürmeye hiçbir rüzgârın gücü yetmez! Rota, belli olması lazım; onu belirlemede pusula olması lazım veya daha modern sistemler olması lazım, tâ insan hep gideceği yere kilitli olsun. Yoksa yüzüyoruz denizin yüzünde; karşımıza bir tsunami mi çıkar, başka bir dalga mı çıkar, başka bir Allah’ın belası mı çıkar; bu defa yolsuzluğun riskine öyle bir maruz kalırız ki, bütün gücümüzü-kuvvetimizi -daha sonra- kullansak, o korkunç tahribatı tamir etmeye yetmez.

Gelin, Allah rızası, için -siz öylesiniz inşallah, ben kendi zaviyemden konuşuyorum- zamanımızı/vaktimizi başkalarının -eğer nezaketim müsaade etseydi “dırdıriyât” diyecektim- dırdıriyâtıyla israf etmeyelim. “Dırdır” kelimesi Türkçemizde; o “yât” kelimesi Arapçadaki Cem’-i müennes sigası oluyor. Cem’-i müennes sigasıyla söyledim, çünkü dırdır, dırdır doğurur; o espriye binaen herhalde, dilimden öyle çıktı. O türlü şeylere kulak vermeden, esas kulak kesilecek şeylere kulak vermek lazım; göz ile, konsantre olunacak şeylere konsantre olmak lazım; yapılması gerekli olan şeyleri yapmak ve dağınıklığa düşmemek lazım.

Hazreti Pîr-i Mugân, Şem’i tâbân, Ziyâ-ı himmet diyor ki: “İki elimiz var, dört elimiz dahi olsa, yapmamız gerekli olan şeyleri yapmaya yetmez!” Sekiz elimiz de olsa, on altı elimiz de olsa, otuz iki elimiz de olsa, yapılması gerekli olan şeylere yetmez. Öyle ise, zihnimizdeki o milyonlarca nöronun hepsini aynı noktaya teksif etmek suretiyle onlara emirler vermeliyiz; kumandalar, sinyaller göndermeliyiz: “Bakın şu noktaya müteveccih olun!” demeliyiz.

Nedir müteveccih olmanız gerekli olan şey: Dört bir yandan türlü türlü gâileler ile kuşatılmış gibi bir haliniz var. Ama Cenâb-ı Hak türlü türlü fereçler ve mahreçler de ihsan ediyor. Siz bir yere kapatıldığınızı hissediyorsunuz, kapıyı kapatıyorlar; Allah (celle celâluhu), çıkacak bir pencere açıyor. Onlar, bir yönüyle kendi dünyamızda oturup-kalmanıza mani oluyorlar; dünya, kapılarını ardına kadar açıyor: “Siz gidin o Hızır soluklarınızı dünyanın değişik yerlerinde soluklanın! İnsanlığın o türlü soluklara ihtiyacı var!” Şimdi Allah, bir kapıya bedel, bin tane kapı açmış mı açmamış mı? “Bir kapı bend ederse, bin kapı eyler küşâd / Hazreti Allah -efendi- Müfettihü’l-ebvâb’dır.” diyor bir Hak dostu. Bir kapı bend ettiler, Hazreti Allah bin kapı küşâd eyledi. Dünyanın bin yerinde, kulaklar size ait sesleri artık çok ciddî bir intizar ile bekliyor: “Acaba ne diyecekler bu adamlar? Elin-âlemin ‘Şöyle!’ dediği bu insanların düşünce dağarcıklarında acaba ne var? Getirip önümüze ne dökecekler bunlar?” diye intizar içinde…

Öyle ise öyle şeyler dökmeliyiz ki, o pazarda, o piyasada arz ettiğimiz şeyler, en çok talep edilen şey olmalı! Döktüğümüz malın kıymeti, aynı zamanda talebi de artırır. Götürür bakır dökerseniz oraya, demir dökerseniz şayet, talep de ona göre olur. Döktüğünüzün kıymeti aynı zamanda sizin de kıymetinizi aksettirir. Dünya böyle bir intizar içinde bekliyor ise şayet, bu asimetrik taarruzları ve bütün bunların tesirini kırmanın da tek yolu, oturup-kalkıp kafa kafaya verip, “Şu muvakkat gâileleri, sınırlı bir dairedeki gâileleri, Allah’ın izni-inayeti ile nasıl savarız? Pencereleri kapı haline nasıl çeviririz? Ev kapısını, kale kapısı haline nasıl getiririz? Yerde yürüyoruz, üveyikler gibi nasıl kanatlanırız? Ulaşılması gerekli olan yerlere, bilmem vitesi kaçta bir vasıta gibi, daha kısa zamanda nasıl ulaşırız? Sesimize-soluğumuza ciddî bir iştiyak ile intizar içinde bulunan insanlara, o sesi, o soluğu nasıl çabucak duyururuz; o ses ile, o soluk ile onları doyururuz?” İnsan bu konuya konsantre olursa, zannediyorum, zamanını israf etmemiş, düşüncesini israf etmemiş, aktivitelerini israf etmemiş, müzakerelerini, meşveretlerini israf etmemiş olur. Ve bunlar, hâristana çevirdikleri o acayip zemini, bir anda bakarsınız gülistana, bâğistana, bostana çevirivermiş…

   Rahmân’ın has kullarının en önemli vasıflarından biri, boş/faydasız şeylerden yüz çevirmeleri ve her zaman “Allah yâr!” mülahazasıyla nefes alıp vermeleridir.

(Sözün burasında elektronik tabloya akseden dörtlük.)

“Kışta gelmiştin ama soluklarında bahar,

Bugün geçip gittiğin yollar, bitevî gülzâr;

Mefkûren uğruna dolaşmıştın diyar diyar,

Şimdi bir yâd-ı cemil oldun, ey vefalı yâr.”

Şimdi kalbin hep atıyor, diyor: “Yâr, Yâr!..” Hani vardı ya, bir tanesi… Evet o, bütün hayatı boyunca söylediği türküleri o kafiye ile gazele çevirmişti, naata çevirmişti: “Allah yâr, Allah yâr, Allah yâr, Allah yâr!..” Gayrısı ağyâr… Allah yâr!.. “Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı / Ben, beni terk eyledim; gördüm ki ağyâr kalmadı.” Niyâzî-i Mısrî’den bu da. Allah yâr!.. Allah (celle celâluhu) “Allah yâr!” diyenleri ne bir yarın/uçurumun kenarında bırakır, ne de yârsız eder! O (celle celâluhu) yâr ise şayet, siz artık başka hiçbir yâr arama sevdasına tutulmayacaksınız.

Ayet-i kerimede قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ buyuruluyor: “Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.” (Mü’minûn, 23/1) قَدْ “Kâd”, harf-i tahkiktir; “hiç şüphesiz, kat’î, aklınıza yanlış bir şey gelmesin” demektir. “Şüphesiz Mü’minler, kurtuluşa ermişlerdir.” Allah’a eren, kurtuluşa ermiştir; Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın yolunu bulmuş olanlar, o şehrâha girmiş olanlar, kurtuluşa ermişlerdir. قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ İman edenler, iz’ân ufkuna ulaşanlar; cismâniyeti koyacakları yere koyanlar, hayvaniyeti koyacakları yere koyanlar; kalb ve ruha müteveccih yürüyenler…

El-Müflihûn… الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ “Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” (Mü’minûn, 23/2) diyor. Bakın, önemli: Namaz kılıyorlar ama şekil değil, yatıp-kalkma değil, yetiştikleri kültür ortamında aldıkları şeyler değil; namazın ne olduğunu bilerek, onun Allah karşısında durma olduğunu bilerek, Allah tarafından görülüyor olma mülahazası ile, görülüyor olma mülahazasını görme mülahazasına bir rasathane yapma mülahazası ile onu ikâme ediyorlar. Evvelâ “görülüyor olma”ya çok ciddî bağlı bulunmak lazım ki, bir yönüyle görebileceğiniz şeyleri de tam göresiniz. قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ * الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ Huşu içindedirler, ciddî bir saygı hissi ile yapıyorlar. Haşyet, insanın kalbinin o mevzuda Allah’a karşı duyduğu saygı. Ve bu saygı, eğer orada samimi ise, orada köpürüp duruyor ise, içeride kaynayıp duruyor ise, magmalar şeklinde insanın davranışlarına da aksedecektir.

Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde duruyorsunuz: “Yâ Rabbi! Ben bunu yetmedi buluyorum, Sen de öyle emretmişsin; bir de asâ gibi eğilmek istiyorum, Senin azametin karşısında. ‘Yetmedi!’ diyorum. Kalkıp âdetâ bakışını temâşâ ediyor gibi bir kavme yapıyorum; orada رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ، حَمْدًا كَثِيرًا طَيِّبًا مُبَارَكًا diyorum. Bu da yetmedi. Baktım, yine görüyor gibi davrandım. Hemen yüzüstü yere kapandım.” أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ، فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun, Allah’a en yakın olduğu ân, tevazuunun zirvesi sayılan, başını-yüzünü yerlere sürdüğü andır!” Geçen gün de dendi: “Baş-ayak, aynı yerde / Öper alnı, seccâde / İşte insanı ‘kurbet’e taşıyan cadde.” أَقْرَبُ مَا يَكُونُ الْعَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهُوَ سَاجِدٌ “Kulun, Allah’a en yakın olduğu ân, secde ânıdır.” buyuruyor Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm, Efendimiz, Efendiler efendisi. فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ Madem o kadar yaklaştınız, orada kalbinizden gele gele içinizi Allah’a dökün; el açın, içinizi Allah’a dökün!..

Şimdi böyle bir namaz kılıyor; bakın, o ne büyük bir şey!.. Allah’a karşı yapılan bir ubudiyet. Fakat esasen o meselenin o hale gelmesi, o namazın öyle kılınması, belki bir yönüyle bir şeye bağlı… Sonraki ayetin başındaki “vâv” harfi, “vâv-ı takip” ise şayet, ondan hemen sonra geliyor: وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ “Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn, 23/3) Lağviyâttan hep yüz çeviriyorlar. Bir yerde nâ-sezâ, nâ-becâ hırıltılar oluyor; kulak tıkıyorlar onlara. O mevzuda söz etmeyi israf-ı kelâm sayıyorlar; i’mâl-i fikirde bulunmayı -bir yönüyle- düşünce israfı sayıyorlar. “Boş ver!” diyorlar, “Karakterinin gereğini sergiledi; onların yazdıkları, çizdikleri, attıkları, tuttukları şeylere, kulak tıkamak lazım.” Onlara kulak tıkanırsa, dil de o mevzuda harekete geçmeyi israf sayar: “Ben arkadaşıma (kulağa) karşı vefalı olmalıyım; madem kulak kapısını tıkadı, ben de böyle yapmalıyım!” der.

İlle de bu dudaklar kıpırdayacaksa şayet, O’nu ifade eden bir şeyler ile kıpırdamalı. “Lâ ilâhe illallah!” demeli, “Sübhânallah” demeli, “Elhamdülillah” demeli, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، سُبْحَانَ اللهِ، اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، بِعَدَدِ عِلْمِ اللهِ، بِعَدَدِ مَعْلُومَاتِ اللهِ demeli… Demeli ve böylece denecek şey değerlendirilmeli!..

Evet, böylece lağviyâta karşı kapılarını ardına kadar kapıyorlar, sonra da arkasına sürgüler sürüyorlar. Lağvî düşünceler geldiğinde, “Hiç zorlamayın! Ne kapıyı kırabilirsiniz, ne içeriye girebilirsiniz, ne de benim düşünce konsantrasyonuma dokunabilirsiniz, Allah’ın izni-inayetiyle!..” diyorlar.

   “Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirinin velileri (dostları ve yardımcılarıdır.) Bunlar insanları iyiliğe teşvik ederler, onları kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar.”

Bakın ondan sonra ne geliyor? İmam Şâfiî’ye göre “Vâv” yine takip manasına… Hanefiler, “Vâv”ı mutlak cem’ için kullanıyorlar ki, “Hepsi aynı kategoride mütalaa edilebilir.” demektir. Sanki burada İmam Şâfiî’nin sözünü esas almak daha uygun olabilir; o da çok önemli bir imam, İmam Şâfiî. وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ “Onlar ki, zekât için çalışırlar.” (Mü’minûn, 23/4) Onlar, aynı zamanda zekât ameliyesini yaparlar; o işi aksiyon/fiil halinde yerine getirirler. الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ gibi. Şöyle diyebilirsiniz: فَاعِلُونَ “Fâilûn” kelimesi, ism-i fâil olduğundan dolayı devam ve sebata delalet eder. لِلزَّكَاةِ “Li’z-zekâti” ifadesi, mutlak zikredildiğinden, orada harf-i tarif de bulunduğundan ve aynı zamanda “Lâm” da tahsîs için olduğundan, esasen, bütün himmetlerini/faaliyetlerini zekata tahsis ederek, zekatı sadece bir yönüyle değil, mallarından verecekleri gibi düşüncelerinden de verirler, aynı zamanda değişik imkânlarından da verirler, ilimlerinden de verirler, âsâr-ı ber-güzîdelerinden de verirler, kitaplarından da verirler. Verirler… Hep bu “verme” faaliyeti içinde bulunurlar. Çünkü “ism-i fâil” devam ve sebata delalet eder.

Şimdi, وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ bunun, yani وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ beyanının önüne geçmiş. Önce lağviyattan yüz çevirmek… Demek ki evvelâ “terk-i menâhî”, ondan sonra “emr-i ma’rûf” geliyor. Bir de münkeri emretmek ve aynı zamanda maruftan insanları alıkoymak var ki, Tevbe sûre-i celîlesinde, münafıkların sıfatı olarak anlatılıyor: اَلْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُوا اللهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ “Münafık erkekler de, münafık kadınlar da birbirinin (tamamlayıcı) parçasıdırlar (hepsi birbirine benzer). Onlar kötülüğü (küfrü, me’âsîyi) emrederler, iyilikten (imandan, tâatten) vaz geçirmeye uğraşırlar, ellerini (cimrilikle sımsıkı) yumarlar. Onlar Allah’ı unuttular (Ona tâati bıraktılar), O da onlara unutma muamelesi yaptı. Şüphesiz ki münafıklar fâsıkların ta kendileridir.” (Tevbe, 9/67) Bazısı, bazısından… Al onu, ona vur; onu da ona vur. Karakter bakımından, düşünce bakımından, al onu ona vur, onu ona vur. Birini gördüğün zaman, diğerlerine baktığında, “Allah Allah! Aynı fabrikadan çıkmış gibi şeyler bunlar!” Aynı elin örgülediği varlıklar gibi; ruh dünyaları itibarıyla, nefis dünyaları itibarıyla… يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ Onlar, münker ile emrederler. وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ Maruftan da nehyederler. Sonra Kur’an, iki ayet ile onların o karakterlerini ifade ediyor; İlk ayet, وَعَدَ اللهُ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ diye, diğeri كَالَّذِينَ ifadesiyle başlıyor. İki ayet ile de onların genel karakterlerini resmediyor.

Altta, ondan sonra ne geliyor? Bak, evvelâ o kötülük, o olumsuzluk sıfatı, o münafıklık sıfatı anlatılıp bir kere “Ondan uzak durun!” dendikten sonra, وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللهَ وَرَسُولَهُ أُولَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللهُ إِنَّ اللهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirinin velîleridir (dostları ve yardımcılarıdır.) Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte bunlar o kimselerdir ki, Allah onları rahmetiyle yarlığayacaktır. Çünkü azîzdir (va’d ve vaîdini yerine getirmekten hiçbir şey Onu acze düşüremez), hakîmdir (her şeyi yerli yerinde, hikmetle yapandır).” (Tevbe, 9/71) وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍ değil, (öncesinde Münafıklar için kullanılan) “bazısı, bazısından” ifadesiyle değil; أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ beyanıyla, “Bazısı, bazısının candan dostudur.” Elinden tutar, bakışını yönlendirir; yürümesi gerekli olan yola yönlendirir; dostudur, refikidir, yoldaşıdır onun. وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ Ee böyle olunca, ne olur? يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ Allah’ın hoş gördüğü ve emrettiği şeyleri emrederler. وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ Kötülüklerden vaz geçirmeye çalışırlar. Sonraki ayetlerden birinin fezlekesiyle bitirelim: وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ “İşte gerçekten felaha erenler, kurtuluşu garanti edenler, bunlardır.” (Tevbe, 9/88) Evet, (felaha erme ortak noktasında) قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ ile birleşti. Vesselam.

Hüzün, Gönül ve Dil

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Bir musibet, bir sıkıntı, bir keder, bir eziyet, bir gam, hatta bir diken batması, mutlaka günahlara kefaret ve kurbete vesiledir.”

Kaza ve Kader’e can iledir inkıyadımız; hakkımızda Cenâb-ı Hak, ne takdir etmiş ise, onu seve seve karşılarız. Dişimizi sıkarız, iradî olarak; irademize aşkın gelen şeyler karşısında, irademizi sonuna kadar kullanır, O’ndan gelen her şeyi rıza ile karşılamaya çalışırız. O’ndan gelen şeylere karşı hoşnutluk, menfî yönden ibadet sayılan çok önemli bir husustur; vesile-i kurbet olur. Elverir ki dedi-kodu etmeyelim, güftügû etmeyelim bu mevzuda.

“Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader / Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder.” (Enderûnî Vâsıf) O, takdir buyurduğuna göre her şeyi, mutlaka akıbetinde rıza-dâde olanlar için bir hayır vardır. Ayağınıza batan bir diken bile, bir sürü günahı alır götürür. O öyle olduğu gibi, اِتَّقِ اللَّهَ، وَلَا تَحْقِرَنَّ مِنَ الْمَعْرُوفِ شَيْئًا “Allah’tan kork, takva dairesi içine gir, sığın Allah’a ve maruflardan hiçbirini hafife alma!” buyurmuştur Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Yine bir hadis-i şerifin ifadesiyle إِمَاطَةُ اْلأَذَى عَنِ الطَّرِيقِ “İnsanların ayağına dokunmasın diye âlemin gelip-geçtiği yoldan bir taşı kaldırıp kenara atmak” da imanın bir parçasıdır ve o da vesile-i kefaret olur.

Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin gazabına sebkat etmesini ve her şeyden daha vâsi’ olmasını bu mülahazalara bağlayarak anlamak lazım. Çok küçük şeyleri, Allah (celle celâluhu), böyle büyük semerelere vesile kılar. Kendisinin (celle celâluhu) beyanı ile, hadis-i şeriflerin beyanı ile, bir hayır ile Huzur-i Kibriyâsına gidildiği zaman, Allah, on tane eltâfta bulunur. Ama bir seyyie ile gidildiği zaman, rahmeti, o meseleyi eritmiyor ise, bu defa bir tane seyyieye göre mukabelede bulunur.

Bir de O’nun rahmetinin vüs’atini bu zaviyeden değerlendirmek lazım. İhlas ve samimiyetin derecesine göre, katlanılan şeylere mükâfatla mukabele eder. İster belâ ve mesâib karşısında, ister ibadet ü taat külfeti karşısında, isterse daha başka şeyler karşısında dişini sıkıp katlanmayı günahlara kefaret ve kurbet vesilesi kılar. Sabrın çeşitleri açısından meseleyi düşünebilirsiniz. İster günahlara karşı dişini sıkıp sabretme, ister günümüzde olduğu gibi insanların üzerine belâ ve musibetlerin sağanak sağanak yağması karşısında tahammül gösterme de böyledir.

Referans olarak gördükleri rüyalarda “Az kaldı, az kaldı, az kaldı!” dendiğini anlatıyorlar. Bu “Az kaldı!”lar karşısında, sıkılıp da “Yahu ‘Az kaldı!’ deniyor da hâlâ iki sene geçti, bitmedi!” filan mülahazasına girmeden, bunu da demeden… “Az kaldı!” Hangi zamana göre “Az kaldı!” Ne biliyorsunuz; “Az kaldı!” bir sene mi, iki sene mi, üç sene mi?

İnsanlığın İftihar Tablosu, “Az kaldı!”yı on sekiz sene yaşadı. “Az kaldı!” Allah (celle celâluhu), o kasvet bulutlarının sıyrılacağını söyledi, “Az kaldı!” dedi. Ama on üç sene Mekke’de, beş sene de Medine-i Münevvere’de; canlara can, canımız kurban, İnsanlığın İftihar Tablosu, Hazreti Sahib-i Zîşân, tam on sekiz sene çekti. Ee geriye ne kalıyor? Beş sene, peygamberliğinden… Beş senede düzen kuruldu, askerleri dünyanın sağında-solunda açılımlar sağladılar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. “Askerleri” mi, “Ashâbı” mı? “Arkadaşları/yol arkadaşları” demek; yol arkadaşları, inanç arkadaşları, Allah nezdinde maiyyet arkadaşları, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) postnişinleri. Postnişin, Tasavvuf’ta kullanılan bir tabir; aynı seccadeyi, aynı postu paylaşanlar.

Evet, yürüdü onlar dünyanın dört bir yanına, ellerinde meşaleler ile. Tutuşturdular başkalarının meşalelerini de. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) çekti orada on sekiz sene. Ama öyle sevaplar kazandı ki!.. Bakın bugün bile siz, her hayırlı işinizde O’nu hayır ile yâd ediyorsunuz. Ezan okunuyor, yâd ediyorsunuz; namaz kılıyor, salat ü selâm ile yâd ediyorsunuz. Ümmetinin işlediği her sevap, bir misliyle, O’nun defter-i hasenatına kaydoluyor. O, engin ufuklu, Nâmütenâhî’ye ermiş, Fenâ-fillah, Bekâ-billah olmuş bir Zât. Nâmütenâhî istikametindeki nâmütenâhî seyrinin devamı adına, sizden giden şeyler, yine O’nun defter-i hasenâtına kaydoluyor. Kim bilir sizden giden armağanlar ile ne kadar seviniyor?!. Ne kadar mânen sizin yüzünüze bakıyor, yüzünüzde beşâşet hâsıl olmasını intizâr buyuruyor?!. Biz de O’nun şefaatini intizâr ediyoruz.

   Nice masumlar ve sevdiğimiz insanlar, hasret ve hicran içinde vefat ettiler; çoğumuz yakınlarımızın cenazelerinde bulunamadık; onları binlerce kilometre öteden gıyabî namazlarla uğurladık; fakat asla kadere taş atmadık!..

Evet, “kader” dedik. Benim candan sevdiğim bir arkadaşım, yurt dışında kanser idi. “Türkiye’ye gelirse, tedavi edilebilir.” dendi. “Hayır! Gelirsen, bakmayız gözünün yaşına, seni içeriye atarız!” dediler. Yurt dışında vefat etti. Böylelerinin cenazesi Türkiye’ye götürüldüğü zaman da -zannediyorum- cenazeye bile ciddî bir saygısızlık yapılarak Kimsesizler Mezarlığı’na gömülüyor. Bunların hepsi “hükm-i kader”, bir yönüyle… “Mihneti kendine zevk etmektir âlemde hüner / Şâd u gam-ı felek, böyle gelmiş, böyle gider.” Peygamberlerin âzâde olmadığı şeylerin, sizin için olmamaları söz konusu değil, olacaktır bunlar.

Söylemek doğru değil belki ama benim kardeşlerim… Biri aynı zamanda çocukluk arkadaşım, el-ele tutup koşturduğum, buradan bir arkadaşınızın da kayınpederi; el-ele koşturduğum… Ama cenazelerinde bulunamadım, gidemedim. Öyle bir zulüm irtikâp ediliyor ki, kânunu yok, kuralı yok, sağlam bir mesnedi yok!..

Şimdi bir baba, evladı orada vefat ediyor. Bir acı vefat… Bir sızı halinde onun içine düşüyor ama gidip evladının cenaze namazını kılamıyor. Neyse ki biz burada gıyâbî kılıyoruz. Gıyâbî mi, zuhûrî mi? Nezd-i Ulûhiyet’te hangisi daha fazla hora geçer? Onu kestirmek mümkün değil. Belki de bu, ona şimdiden ulaştı; kefenin içinde, çoktan bir bişâret halinde ona sundular melekler. Münker-Nekir, sizin burada bi-zahri’l-gayb yaptığınız duaları ona ulaştırdılar ve dediler ki: “Sana مَنْ رَبُّكَ؟ وَمَنْ نَبِيُّكَ؟ وَمَا دِينُكَ؟ ‘Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin nedir?’ diye sormaya lüzum yok! Tâ bilmem nerede, kaç bin kilometre ötede, senin için namaz kıldı, Fatiha okudu, dua ettiler! اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِحَيِّنَا وَمَيِّتِنَا، وَشَاهِدِنَا وَغَائِبِنَا، وَصَغِيرِنَا وَكَبِيرِنَا، وَذَكَرِنَا وَأُنْثَانَا، اللَّهُمَّ مَنْ أَحْيَيْتَهُ مِنَّا فَأَحْيِهِ عَلَى الْإِسْلَامِ، وَمَنْ تَوَفَّيْتَهُ مِنَّا فَتَوَفَّهُ عَلَى الْإِيمَانِ، وَخُصَّ هَذَا الْمَيِّتَ بِالرَّوْحِ وَالرَّاحَةِ وَالْمَغْفِرَةِ وَالرِّضْوَانِ ‘Allah’ım! Bizim dirilerimizi, ölülerimizi, hâzır ve gâib olanlarımızı, büyüklerimizi ve küçüklerimizi, erkeklerimizi ve kadınlarımızı afv ü mağfiret buyur. Ya Rabb! Bizden yaşattıklarını İslâm üzere yaşat; öldürdüklerini iman üzere öldür. Bilhassa bu merhumu kolaylığa, rahatlığa, mağfirete ve rızana erdir.’ dediler.”

Evet, “Kaderde ne var ise, olur; etme merak! / Nefsine uyma, Hakk’ın emrine bak!” Nefse uymamak, bu mevzuda Rabb’in emrine bakmak lazım. Zira diyor ki: “Altından ağacın olsa, zümrütten yaprak.” -Filoların olsa, villaların olsa…- “Âkıbet, gözünü doldurur bir avuç toprak!” İyi gitmiş isen, orada “Oh, oh!” dersin. Eğer iyi gitmemiş isen, “Vak, vak!” diye ötersin. Birinci şıktaki gitmek, bence cana minnet; cana minnet öyle gitmek!..

Fuzûlî, aşk için söyler: “Yâ Rab! Belâ-i aşk ile kıl mübtelâ beni / Bir an, belâ-i aşktan eyleme cüdâ beni.” Alvar İmamı da “Dertten büyük derman mı var / Bir sebeb-i gufrân mı var?!.” diyor. İçinizde bir sızı halinde hissedeceğiniz her şey, bir sebeb-i gufrândır. Âdetâ bir arınma kurnasının altına girmişsiniz gibi, size ait menfî neleri alır götürür; alır götürür de “Allah Allah! Yahu ben kendimi bu kadar pâk hissetmiyordum, nasıl oldu böyle hiçbir leke kalmamış, hepsi gitmiş?!.” dersiniz. Öyle olur bu, hiç bilmeden.

Başta dendiği gibi, “ayağa batan bir diken” bile günahı alıp götürüyorsa ve iyilik adına “bir taşı yoldan kaldırıp atmak -ki, hadis-i şerifte إِمَاطَةُ اْلأَذَى عَنِ الطَّرِيقِ sözüyle ifade buyuruluyor- sizin günahlarınıza kefaret oluyor ise, daha büyüklerini ona kıyas edebilirsiniz. Ne demek evladın ölmesi, annenin ölmesi, babanın ölmesi, kardeşin ölmesi ve insanların ızdırap içinde inlemesi!.. Karının-kocanın birbirinden ayrı bırakılması, yavrunun annesinden-babasından koparılması ve topyekûn insanlara bir sefalet, bir ızdırap yaşatılması!.. Bunların hepsi insanın içine bir kandamlası, hayır, “zehir” gibi damlar ve insanın canını yakar. O Rahmân u Rahim Hazretleri, bunları hiç karşılıksız bırakır mı?!.

   Allah’ın takdirine rıza, duyarsızlık şeklinde de olmamalı; yüreğinde sızıyı duyacak ama sabredeceksin; iradenin hakkını verip “Hamd olsun, küfür ve dalaletten gayrı her hale!..” diyeceksin!..

Ama dünyada şimdiye kadar deliler hiç eksik olmamıştır. Deli, deliliğini ve cinnetinin gereğini yapacaktır. Esirmiş deve, esirmişliğini sergileyecektir. Kudurmuş fil, kudurmuşluğunu sergileyecektir. Kuduz köpek, salya atıp gezecektir… Fakat “insan”a düşen şey, bütün bunlar karşısında insanlığını koruma olacaktır: Ben, insanım; mukâbele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesinde bulunamam. Onlar, karakterlerinin gereğini yapıyorlar; hak-hukuk tanımadan, akıllarına esen her türlü şeytanî işi yapıyorlar. Ama ben insanım; belli ölçüde de olsa -Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun.- “ahsen-i takvîm”e mazhariyetin şöyle-böyle şuurundayım. -İddialı değil.- Allah, beni ahsen-i takvîme mazhar olarak yaratmış ise, a’lâ-i illiyyîn-i kemâlâta namzet yaratmış ise, esfel-i sâfilîne düşmek de ne demek?!. “İman” gibi bir kanat var ise, “amel-i sâlih” gibi bir kanat var ise, bu kanatları buutlandıracak “ihlas” gibi kanatlar var ise, “ihsan ruhu” gibi kanatlara kanat katan bir şey var ise, beni O’na hızla ulaştırabilecek kanatlar var ise… Böyle kanatlar var ise, “Gelse celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ // İkisi de cana safâ / Lütfu da hoş, kahrı da hoş.” O’ndan hem o hoş, hem de bu hoş; ikisi de hoş!..

Böyle diyecek vicdanın; inkıyâd edecek ve acılar karşısında meseleyi tebessüm ile karşılayacaksın. Unutmayacaksın; senin bu türlü şeyler karşısında bir tebessüm sergilemen, bir memnuniyet tavrı sergilemen, on katı ile mukabele şeklinde sana dönecektir. Lâakall on katı ile… Biraz evvel dendiği gibi, bir iyiliğe on hasene ile mukabelede bulunuyor. Yüz ile de mukabelede bulunur, bin ile de mukabelede bulunur… Bu, senin ihlastaki, ihsandaki, sır dünyandaki derinlik ile mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır). O’nun ne yapacağını bilemeyiz; O’nun rahmeti, gazabına sebkat etmiştir; rahmeti her şeyden vâsi’dir. Cenâb-ı Hak, o rahmeti ile bizlere muamelede bulunsun!..

Hepiniz, belli ölçüde, belli şeyler çekiyorsunuz. “Herkese bir dert bu âlemde, mukarrer / Rahat yaşamış var mı gürûh-i ukalâdan?!.” Ee aklı olmaması lazım ki, insan, duymasın bunları; vurduğun zaman bile “Oh, çok iyi ediyorsun, beni kaşıyorsun!” falan desin. Bilemiyorum, onlar da öyle derler mi, demezler mi; tımarhanedeki deliler, öyle derler mi, demezler mi, bilmiyorum. Herhalde tamamen felç olmak, ölmek lazım ki, artık dövmeyi de bilmesin, sövmeyi de bilmesin. İnsan, belli ölçüde başına gelen şeylerin acısını duyar; acısını duyar ama sineye çeker onları, Allah’ın izni-inayetiyle katlanır. “Rabbim! Sen bana bir irade vermişsin, ben de bu iradenin hakkını yerine getirmeliyim!” der; orada, iradenin hakkını sergiler ve o işi güle güle, gönül rızası ile karşılar. Öyle de mukabeleler görür ki, öbür tarafa gittiğinde, “Allah Allah! Meğer ben neye üzülmüşüm!” filan der, “Boşuna üzülmüşüm!”

Fakat şunu da antrparantez arz edeyim, üzülmemek elden gelmez. Allah (celle celâluhu), “iman” verdiği gibi, “irade” verdiği gibi, aynı zamanda bir “duyarlılık” da vermiştir. Duymazlık -bir yönüyle- odunluk demektir, “hatab” (حَطَب). Bir hassasiyet de vermiştir, Allah. Çok tekrar ettiğim, İzzet Molla’ya ait bir sözü müsaadenizle bir kere daha tekrar edeyim: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan ama / Ne de olmasa cefâdan usanır, candır bu!..” Tekme yiyorsun, tokat yiyorsun, “Hayır sarsılmam ben, acı duymam ben, düşmem ben, yüzükoyun yere gelmem ben!” filan… Hayır doğru değil bunlar; duyacaksın, hissedeceksin ama bütün bunlar karşısında sabredeceksin!..

Anestezi yapılmış bir insana, iğne vuruyorsun, neşter vuruyorsun, duymuyor. Şimdi o kalkıp diyecek ki, “Ben ne sabırlı insanım; bak, hiç bunlar karşısında ‘of!’ etmedim!” Mesele o değildir; esasen uyanık iken, anestezi yemeden, vücuduna saplanan şeylerin acısını duyarken, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ veya سِوَى أَحْوَالِ الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Hamd olsun Allah’a, küfür ve dalaletin dışında (veya küfür ve dalalet ahvâli müstesna) her hale!..” diyebilmektir.

Kur’an-ı Kerim, daha başında, “Seb’-i Mesânî” de denilen Fâtiha-i şerife ile اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ demeyi bize talim buyurmuyor mu? “Rabbü’l-âlemîn olan Allah’a, hamd ü senâ olsun!” Kur’an’ın üçte biri gelince, الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’ın hakkıdır.” (En’âm, 6/1) demiyor mu? Cenâb-ı Hak zulmeti ve nuru var etti. Ee nurun yanında zulmeti de yaratıyor. “Elhamdülillah!” yine; Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun, ışığın yanında karanlığı yaratan Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun!.. Kur’an’ın ortasında, الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا * قَيِّمًا “Hamd O Allah’a mahsustur ki kuluna kitabı indirdi ve onun içine tutarsız hiçbir şey koymadı. Dosdoğru bir kitap olarak gönderdi.” (Kehf, 18/1-2) demiyor mu Allah (celle celâluhu)?!. Kur’an’ı indirdi, gözünüzü açtı. Kâinat kitabını okuyan Kelâmını size bildirdi; eşya ve hadiseleri doğru okudunuz, gideceğiniz yeri doğru okudunuz. O büyük Zât karşısında minnet hissi duymaya başladınız, minnettarlık hissi duymaya başladınız. Böyle bir Kelâm, böyle bir Beyân size indirdi.

Cenâb-ı Hakk’ın şu anda sizi mazhar kıldığı şeylere hamd etmez misiniz? Allah (celle celâluhu) sizi insan olarak yarattı; insan-ı mü’min olarak yarattı, meccânen. Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet olarak yarattı, meccânen. Ne verdiniz de bunu aldınız? Allah Rasûlü’nün âhirzamanda “Kardeşlerim!” dediği zümre içinde sizi yarattı, meccânen. Ne verdiniz de bunu aldınız? Din adına hizmetin boyunduruğunun yere konduğu bir dönemde, dünyanın dört bir yanına iradî, gayr-ı iradî -iradenizle veya cebren- açılma lütfuyla şereflendirdi sizi! Ne verdiniz de bunu elde ettiniz? Meccânen!.. Bu kadar eltâf-ı Sübhâniye karşısında O’na hamd etmemek nankörlük olur. Binlerce hamd ü senâ olsun, bizi bu nimetlerle perverde kılan Zât’a!..

   Samt, sözlükte konuşmamak, sessiz kalmak ve sükût etmek; ıstılahta ise, konuşmayı sadece Allah rızasına ve mutlak gerekliliğe bağlamaktır; avam, dilini tutarak samt-ı sûrîde bulunur.

“Mü’minin sükûtu tefekkür, konuşması hikmet olmalı!” sözü var. Arapça kelimeler ile ifade edilmiş, Türkçemizde de yaygın kullarınız bu cümleyi. Sükût halinde insan, tefekkür etmeli, hep düşünmeli; eşya hadiseleri fikren didik didik etmeli. Her şeyde -kendisine göre- bir ders-i ibret çıkarmalı; Hazreti Pîr’in bir yerden alıp ifade ettiği gibi: تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ، فَإِنَّهَا * مِنَ الْمَلَإِ اْلأَعْلَى إِلَيْكَ رَسَائِلُ “Kâinatın satırlarını, sayfalarını, paragraflarını derinden derine teemmüle al, üzerinde çok ciddî bir emel ile, bir gâye-i hayal insanı olarak derinlemesine dur. Bunların hepsi Mele-i A’lâ’dan sana birer mektup, birer nâme, ‘Şöyle ol, böyle ol!’ diye yol gösterici birer pusula gibidir!” Bir şairimiz de bizim, Meşrutiyet dönemlerinde, “Bir kitâb-ı a’zâmdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan, manası ‘Allah’ çıkar.” demiştir.

Dilinizi tuttuğunuz, dudaklarınızı sımsıkı kapattığınız, ağzınıza fermuar vurduğunuz zaman, bütün nöronlarınızı çalıştırarak, Cenâb-ı Hakk’ın sizin önünüze serdiği, sizin sergileriniz gibi çok parlak bir sergi mahiyetinde serdiği, adeta “İşte bakın, düşünün, bu sergi içinde dolaşın!.. Bu, beyhude olur mu hiç? Bir şey ifade etmemesi söz konusu mu bunun?!” dediği kainatı okuyacaksınız. Göreceksiniz ki o, çok şey ifade ediyor.

Bu açıdan, “sükût” böyle değerlendirilmeli; sonra öyle değerlendirilen sükût, hikmet semereleri vermeli. Dil çözülünce, ağızdan fermuar çıkınca, dilden dökülecek “hikmet”ler ifade edilmeli. Sizin için dünyevî-uhrevî faydaların takattur ettiği (damladığı) veya pırıl pırıl başınızdan aşağıya yağdığı mülahazalar ile, kendinizi ifade edin; konuşmanız da hikmet olsun!.. Çok önemli bir şey; bir Peygambere (Hazreti Davud’a) atâ-i İlahî olarak verildiği Kur’an’da anlatılıyor: وَآتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ “Ona hikmet, nübüvvet, isabetli karar verme ve meramını güzelce ifade etme kabiliyeti verdik.” (Sâd, 38/20) Siz de isteyebilirsiniz bunu; O’na verilmiş ama اَللَّهُمَّ اَلْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ، اَللَّهُمَّ اَلْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ “Allah’ım bize de hikmet ve fasl-ı hitap (her meselede maksadı eksiksiz, belâgatli ve düzgün bir şekilde anlatabilme kabiliyeti) lütfet!..” diyebilirsiniz.

Evet, hikmet, sebep ile müsebbeb arasındaki münasebeti kavramadır esasen; olup-biten şeyleri arka planı ile görme, her şeyi -bir yönüyle- ciddî bir kozalite mülahazası ile tetkike tâbi tutarak neyin ne olduğunu, neyden nelerin doğabileceğini düşünerek teemmüle almadır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri’nin 2. cildindeki) “Hikmet” yazısını derinlemesine tetkik ettiğiniz zaman, ne ifade ettiğini görürsünüz onun, min gayri haddin.

“Sükût” böyle bir şey; işte, buna “Samt” diyoruz. (Samt, sözlükte, konuşmamak, sessiz kalmak ve sükût etmek manasına gelir. Tasavvufta ise o, konuşmadan kaynaklanan ya da kaynaklanması muhtemel bulunan, faydasız, belki de bazen zararlı olan söz, beyan ve mütalâalara karşı temkinli davranıp düşüncelerini ifade etmeyi sadece ve sadece Allah rızasına ve mutlak gerekliliğe bağlayarak, Hakk’ın hoşlanmayacağı, hatta çok defa lüzumsuz sayılan konularda dilini tutup konuşmamak demektir.)

Evet, bizim gibi -benim gibi avam, sizin değil de benim gibi- avam, dilini tutmak suretiyle “samt-ı sûrî”de bulunur, şeklî bir samttır bu, şeklen bir samt. Hani, biraz evvel dedim ya bir şey, “Dilini tut, konuşma!”; dilini tutar, konuşmaz. Ama nöronlar çalışmıyor, Hipofiz bezi çalışmıyor, Talamus bezi çalışmıyor; gözler, gördüğünü değerlendiremiyor; kulaklar, duyduğunu değerlendiremiyor; mubsarâta karşı kapalı, mesmûâta karşı kapalı; avam bencileyin. Bu samt, avamın samtı. Hayırsız değil, iyi bir şey bu; çünkü böylesi -bir yönüyle- dilini tutmasa şayet, ağzına fermuar vurmasa çok hatalar işleyebilir. مَنْ كَثُرَ كَلاَمُهُ، كَثُرَ سَقَطُهُ Hazreti Ömer’den (radıyallâhu anh) nakledilen bir sözdür: “Kelâmı çok olanın, konuşması çok olanın, sakatatı da çok olur, işe yaramayan şeyleri çok olur.” Döktürür durur, mide bulandırır. Söz dök-tü-rür du-rur, mi-de bu-lan-dı-rır; insanı kalb çarpıntısına uğratır. مَنْ كَثُرَ كَلاَمُهُ، كَثُرَ سَقَطُهُ “Çok konuşanın hata ve sürçmeleri çok olur.” En iyisi mi, ağzını kapatıp avamca bir samt yaşamalı. Kötü değil; bu da bir basamak.

Zaten her şey bir basamak ile başlıyor. Mü’minin Allah ile münasebeti olan ibadet de “taklit” ile başlamıyor mu? Ve taklidi Usûlüddin uleması makbul kabul ediyor mu, etmiyor mu? Kabul ediyor. O, görenek ile, gelenek ile, yetiştiği kültür ortamından elde ettiği şeyler ile, Allah ile münasebete geçiyor fakat meselenin farkında değil; çok ciddî, bilerek, bir sebep-sonuç mülahazası içinde meseleye vâkıf değil. Annesi namaz kılmış, o da kılıyor; babası namaz kılmış, o da kılıyor. Camiye gidiyor, imam yatıp-kalkıyor, cemaat yatıp-kalkıyor; “Ha, böyle yapmak lazımmış!” falan diyor, yapıyor. Ama boş değil. Bunlar, bir yönüyle, o doğruluk istikametinde atılan birer adımdır. Bu olmasa, öbürlerine de gidemezsiniz zaten. Ve bu ilk basamaktır; herkes için ilk basamaktır bu.

Enbiyâ-ı ızâmın hususî durumu vardır. Onlar -Allahu A’lem- taklit yaşamıyorlar. Dünyaya geldikleri andan itibaren, “sadâkat”, “ismet”, “fetânet”, “hikmet” onların lâzım-ı gayr-ı mufârıkları, âdetâ varlık şartları; onlar olmasa, o da olmaz! Öyle… Onları istisna edecek olursak, -Allahu A’lem, Fakir’in mülahazası- bizim için o göreneğe/geleneğe bağlı, meseleyi bir kültür olarak, bir folklor alarak başlatma, diğerlerine adım atma adına bir ilk basamağa adım atma demektir. Bu itibarla, işte dilini tutarak samt etmeye de “samt-ı sûrî” denir.

   Ârifler, dil ile beraber kalblerini de kontrol ederek, sükût murâkabesi yaşarlar; sükûtun vaad ettiklerinin yanında tefekkür ve murâkabenin de vâridâtına mazhar olurlar.

Arifler, dil ile beraber kalblerini de kontrol ederek, “sükût murakebesi” yaşarlar. Dillerini tutarlar fakat kalblerinde de sürekli murakabe yaşarlar. “Biri tarafından sürekli görülüyorum; mutlaka o beni Gören’i şöyle-böyle, değişik aynalarda müşahede etme ufkuna yönelmeliyim!” derler.

Değişik vesileler ile ifade edildiği gibi, “görülüyor olma” mülahazası, bir yönüyle bir “dürbün” gibi olmalı, bir “rasathane” gibi olmalı ve insan çırpınıp durmalı, “Görüldüğüme göre, acaba ‘görme’nin yolu bu mu?!” mülahazası içinde. Kalbi sürekli bu iş için heyecanla çarpıp durmalı. Manevî kalb dinleme imkânı olsa, nabızları tutulduğu zaman, bu insanın “görme” heyecanıyla çırpınıp durduğu, görüldüğünün farkında olduğu anlaşılır. Ârif, bu… Zira “Ârif’in gözlerinde nûr-i irfân var olur / Ârif’e avn-i Hudâ, sırr-ı maarif yâr olur.” Avn-i Hudâ, sırr-ı maarif yâr olur… Evet, o bilgi, “marifet” dediğimiz şey, ondan hiç ayrılmaz. Ârif… Ârif, bir süvari; irfan, bineği; marifet de hedefi veya semeresi o meselenin.

Ârifler de dilleri ile beraber kalblerini kontrol ederek sükût murakabesi yaşarlar. Dillerini tutmuşlardır fakat kalbleri pür heyecan, hep O’nun için çarpmaktadır, Allahu A’lem. Geçenlerde bir vesile ile ifade etmeye çalıştım: Hani, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ derken, mutlaka o لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ beyanında إِلاَّ ile gelen o müstesnayı, kalbi harekete geçirecek şekilde, öyle oynak söylemek… Alvar İmamı hazretlerinin kalbi hep öyle attığından dolayı, hasta iken, nabzını tutmak istiyor doktor veya kalbini dinlemek istiyor ama kalbi sürekli o heyecan ile attığından dolayı zorlanıyor. -Ben bir başkasını da biliyorum; yanında o türlü şeylere inanmayan, benim saygı duyduğum başka bir büyük, “Yanında oturduğumda gördüm, kalbi çok farklı atıyor.” demişti zannediyorum. “Zannediyorum” dedim; çünkü ya bizzat dedi ya biri vasıtası ile nakledildi; elli senelik bir mesele, hilâf-ı vâkî olmasın!..- Doktor diyor ki, “Efendi hazretleri! Şu kalbini bir kontrol altına almaz mısın; gerçekte nasıl attığını almam lazım; aritmi var mı, yok mu, bunu alabilmem için biraz sakin dursan. Sen böyle sürekli لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ filan diyorsun; bu defa senin o deyişine kalbin ritmi çok farklı oluyor!”

Evet, ârif bir samt yaşıyor ama onun kalbi hep “Allah!” diye atıyor. Dolayısıyla tepeden tırnağa ihtizâz içinde. Cenâb-ı Hak, Kendisine teveccühümüzü bu türlü mülahazalar ile taçlandırsın! “Allahu Ekber” deyip namaza durduğumuz zaman, el-pençe divan durduğumuz zaman, kemerbeste-i ubudiyet ile kıyamda bulunduğumuz zaman, tazim ile rükûa vardığımız zaman, hep kalbimizin böyle atmasıyla bizleri şereflendirsin!..

Buna, irfan ufku, bilme ufku deniyor. İman-ı billah, amel-i sâlih ile, o da marifet ile beslenmez ise, kurumaya mahkûmdur! Bakın, iman, amel ile beslenmiyor ise, amel de marifet ile desteklenmiyor ise, bunların kuruması mukadderdir. Mutlaka marifet… Tekvinî emirleri ve teşriî emirleri, okuman gerektiği şekilde doğru okuyacak ve sürekli onları besleyeceksin. Maddî anatomin, değişik şeyler ile beslendiği gibi, manevî anatomin diyebileceğimiz kalbî, ruhî, sırrî hayatın da bu türlü şeyler ile beslenmiyor ise, kurur. خَتَمَ اللهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ “Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir.” (Bakara, 2/7) فَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ “Böylece kalblerinin üzerine damga/mühür vurulmuştur.” (Münafikûn, 63/3) Neûzu billahi teâlâ…

   Âşık-ı sâdıklar, “Âşıkım dersen, belâ-i aşktan âh eyleme / Âh edip, ağyârı âhından âgâh eyleme.” fehvâsınca, samt içinde sırlarını korur ve derin bir vefa örneği sergilerler.

Muhibler de aşk u iştiyaklarını gizleyerek, bir vefa samtı ortaya koyarlar. Âşık, magmalar gibi hep kaynar durur. Evet, âşık sürekli, içten içe magmalar gibidir. Fakat âşıkların bazıları lavlar halinde dışarıya da fışkırtırlar bunu. Fuzûlî gibi “Daha, daha!” derler; “Hel min mezîd” yolunda dahasını isterler: “Yâ Rabb! Belâ-ı aşk ile kıl mübtelâ beni / Bir an belâ-ı aşktan eyleme cüdâ beni.” Hazret’in aşka “belâ” demesini uygun bulmuyorum; mesela “mihnet-i aşk ile” diyebilirdi: “Yâ Rabb! Mihnet-i aşk ile kıl mübtelâ beni.” Zannediyorum sadece Aruzda bozuluyor mesele; o, kusura bakmasın!.. “Yâ Rab! Mihnet-i aşk ile kıl mübtelâ beni / Bir an mihnet-i aşktan eyleme cüdâ beni.” Ben, o aşk ile hep kıvranıp durayım, yanıp tutuşayım ama dışarıya dert sızdırmayayım.

Yine şöyle der: “‘Âşıkım!’ dersen, belâ-ı aşktan ‘Âh!’ eyleme / ‘Âh!’ edip, ağyârı âhından âgâh eyleme!” Bir başkası da dert karşısında aynı şeyi söyler, onu da siz tahmin edin: “‘Dertliyim!’ dersen, belâ-ı dertten ‘Âh!’ eyleme / ‘Âh!’ edip, ağyârı âhından âgâh eyleme!” Yutkun dur; dışarıya çıkmasına meydan verme!.. Kalbine mahkûm et onu: “Arkadaş! Sen bir suç işledin, kalb zindanında yatmaya mahkumsun!” de. Neden? Çünkü sen, sadece O’na karşı vefalı olmalı, O’nun ile irtibat içinde bulunmalısın! Başkalarını hesaba katmak ne demek?!. Hesapta O var iken, başkaları hesaba katılır mı? Anlayın… Bu…

Onun için bazen dışarıya vurabilir, lavlar halinde. Fakat fokur fokur, hep magmalar şeklinde, âşık, böyle içten içe kaynar. Boşaldığı zaman, zaten yakar etrafı, kavurur. Bazı yerleri alır-götürür, hafizanallahu teâlâ.

Bunun üstünde bir de “sâdık” vardır ki, o, hissini hiç belli etmez. Enbiyâ-ı ızâm, başta o işin serkârlarıdır. Enbiyâ-ı ızâmdan sonra, bir tanesi var ise, o da Sıddîk-i Ekber. Alvar İmamı, “Veliler serveri, Sıddîk-i Ekber / Ânı tafdîl eder, Zât-ı Peygamber.” der. Velilerin serveridir Sıddîk-i Ekber. Onu faziletler üstü faziletler ile anan, yâd eden de Hazreti Peygamberdir. Hilâf-ı vâki beyan söz konusu olmayan, mübarek nurlu bir beyan içinde, “O, Sıddîk’tır.” Ve kerime-i muallâ-i mükerreme-i mübeccelesi, Hazreti Âişe de “Sıddîka”dır. Ümmet-i Muhammed arasında, taife-i nisâ içinde “Sıddîka” odur; tâife-i rical içinde de “Sıddîk” babasıdır. Bir evde iki tane sadâkat âbidesi. Cenâb-ı Hak bizi, onlara bağışlasın!..

Antrparantez: Onları kâmet-i kıymetlerine göre sevdiğimi söyleyemem ama aklıma geldiği zaman, burnumun kemiklerinin de sızladığını söyleyebilirim. Ebu Bekir… Cenâb-ı Hak bir gösterse, ben de günahkâr başımı bir ayağının altına koysam, “Bas, efendim, bas! Bu, senin ayaklarına göre bir kaldırım taşıdır, bas başıma!” deyiversem. Arzu ve iştiyakım, budur.

Bakmayın sağda-solda densizce söylenen sözlere!.. Siz, buna hep inandınız; ben bunları söylerken de sizin hissiyatınıza tercüman olduğum kanaatindeyim. Sizin duygularınızı ifade ettiğime inanıyorum. Siz, böylesiniz. Bunun dışında başka şeye talip olmadınız, olmayacaksınız, olmuyorsunuz, hiçbir zaman da ona tenezzül etmeyeceksiniz. Çünkü Gönül Sultanınızı çok iyi belirlemişsiniz. O’nun için yanıp tutuşacaksınız. Belâ-i aşk ile yanıp tutuşacaksınız ama “Âh!” etmeyeceksiniz.

O, esasen O!.. Hû, Hû!.. Itlağındaki derinliğe bakın!.. “Hû!” demekle gerçeği ifade ediyorsunuz, Gayb-ı Mutlak’ı ifade ediyorsunuz: لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ اْلأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ “Gözler O’nu idrak/ihata edemez, O’na ulaşıp O’nu göremez, fakat O bütün gözleri idrak eder, görür ve kuşatır. O, Lâtif (en derin, en görünmez şeylere de nüfuz eden)dir, Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan)dır.” (En’âm, 6/103) O “görülüyor olma” mülahazasını, böyle “görüyor olma” mülahazasına bağlayarak, “Bana bunu lütfettin; otururken, kalkarken, yatarken -yumuşak döşek üzerinde, bir yumuşak yorgan altında yatarken- ayaklarımı kıvırıyorum; çünkü Sen görüyorsun! Ama ne olur, bu görülüyor olmamı, görmek ile şereflendir/taçlandır!” mülahazası içinde oturup kalkıyorsunuz.

Şimdi siz bu istek ile oturup kalkarsanız, hep bu heyecanla yaşarsanız, O da Zâtına has mukabelede bulunur.

“Sen Mevlâ’yı seven de / Mevlâ seni sevmez mi?

Rızasına iven de / Hak rızasın vermez mi?

Sen Hakk’ın kapısında / Canlar feda eylesen

Emrince hizmet etsen / Allah ecrin vermez mi?

Sular gibi çağlasan / Eyyûb gibi ağlasan,

Ciğergâhın dağlasan / Ahvalini sormaz mı?

Derde dermandır bu dert / Dertliyi sever Samed,

Derde dermandır Ehad / Fazlı seni bulmaz mı?”

Verdiğin, ortaya koyduğun şeylerin on katını, yüz katını sana verir. Sen, o “görüyor olma” mülahazası hakkında “Ben kim, görmek kim?!” deme!.. Seni “görme”ye müsait şekilde yaratmıştır Allah (celle celâluhu). Ama senin mir’ât-ı ruhuna göre, irfan ufkuna göre, bir ayna olan kalbine tecellî eder. Hep orayı bir haremgâh-ı İlahî gibi görmüşler, bir beyt-i Hudâ gibi. “Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahman, gecelerde.” demiş İbrahim Hakkı Hazretleri. Ama Kıtmîr, bu türlü müteşâbih sözleri, “tecellî” şeklinde ifade ediyor. Yani, gecelerde, bir yönüyle mir’ât olan senin kalbine tecellî etsin! Fakat bu, senin kalbinin istiabına, kabiliyetine, O’na açık olmasına göre olur. Görürsün…

O’nu, mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun -Dahası olur mu, bilmem!- tek gören, müşahede eden birisi vardır, Miraç’ta; o da Mutlak İnsan-ı Kâmil (sallallâhu aleyhi ve sellem). Ne mutlu bize ki, o İnsan-ı Kâmil’e ümmet olmuşuz!.. بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu bize ki, O’na ümmet olmuşuz! Öyle birine ümmet olmuş, öyle bir sarsılmaz sütuna dayanmışız ki, yıkılması, devrilmesi, kırılması mümkün değil!” Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun, bizi Muhammedî ruh ile ayakta tutuyor, sallallâhu aleyhi ve sellem.

İşte magmalar gibi hep yanıp tutuşmalı, içten içe kavrulmalı. Fakat katiyen bu sır, destan gibi anlatılmamalı, ifade edilmemeli; hep olduğu yerde kalmalı, meknî bulunmalı, meknî olmalı!.. Evet, o “Kenz-i Mahfî”ye ıttılâ’ ancak bu meknî kalbler ile mümkün olacaktır. Kendini -bir yönüyle- esbâb ile setreden, eşya ve hadiseler ile setreden Hazreti Allah (celle celâluhu) aşkını, heyecanını böyle setredenlere öbür tarafta rü’yeti ile öyle bir tecellî buyuracak ki, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “O’nu gördükleri zaman bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” Bir kere daha!..

Manevî Ortaklık ve İlahî Mukabele

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Allah hakkında hüsnüzannın bir kanadını O’nun rahmetine sığınmak, diğer kanadını da O’nun her şeye kâdir bulunduğuna inanmak oluşturmaktadır.

Eltâf-ı İlahiye meltemleri öyle farklı eser ki!.. Bir de bakarsınız, kupkuru çöller, yarık yarık olmuş zemin, kuvve-i inbâtiyesini kaybetmiş toprak, karbondioksitsiz ağaçlar, birden bire bahar neşvesiyle, baharın Sabâ edasındaki makamıyla canlanır; bir haşr ü neşr olur. Haşir Risalesi’nde ve Âyetü’l-Kübrâ’da da bu bahardaki dirilişin öbür taraftaki ba’s-ü ba’de’l-mevte bir örnek teşkil ettiği üzerinde ısrarla duruluyor.

Allah’ın gücü, her şeye yeter; O, hiç umulmadık anda baharlar halk eder. Etrafı kar-kış bastırmış, her taraf buz bağlamış; kayan kayana, tekleyen tekleyene, düşen düşene… Fakat bir de bakarsınız ki, bir nevbahar, tatlı bir meltem esintisiyle her tarafı sarmış; o sizin “kar, buz” dediğiniz şeyler -aysbergler ölçüsünde bile olsa- bir bir eriyor, çağlayanlara dönüşüyor, sonra denizlere doğru akmaya başlıyor.

Şimdiye kadar çend defa olmuş bu türlü şeyler. Bir kere olmuş ise, her zaman da olabilir. Olanlar, olacak şeylerin en inandırıcı referansıdır. Bir kuraklık dönemde Allah (celle celâluhu) size, hususiyle sizin önünüzdeki Pişdârınıza, -Makamı Cennet olsun.- Çağın Sözcüsü’ne kupkuru çöllerde bir bahar havasını estirtmedi mi?!. Sonra sizler, sizin arkadaşlarınız, daha büyükleriniz, dünyanın dört bir yanına açılarak her tarafa tohumlar saçmadınız mı? O tohumlar, çoğu yerde başağa yürümedi mi? Dikilen fideler, selviye dönüşmedi mi? Bundan sonra niye aynı şeyler olmasın ki?!.

Onun için ye’se kapılmak, O’na karşı saygısızlığın ifadesi olur. Ümitsizlik, Allah’ın güç ve kuvveti mevzuunda tereddüt yaşamanın -esasen- hırıltılarıdır. وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Şey” kelimesi, “küll”e izafetle, tamlayan-tamlanan terkibi içinde “her fert” demektir; hiçbir fert yoktur ki, Allah’ın ona gücü yetmiş olmasın! Her ferde… Böyle buyuruyor Kur’an-ı Kerim’de, hem de kaç yerde, “tasrif” esasıyla/esprisiyle. “Buna doğru inanın!” diyor, “Buna bel bağlayın, itimâd edin! Kendinize güvenmeden daha ziyade, Allah’ın her şeyi yapacağına güvenin, itimâd edin!..”

“Hakk’ın olıcak işler / Boştur gam u teşvişler / Ol, istediğini işler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler..” “Hak, tecelli eyleyince, her işi âsân eder / Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder.” Bildiğiniz şeyler bunlar… “Hak tecellî eyleyince, her işi âsân (kolay) eder. / Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsan eder.” Bunlar, sizin bildiğiniz şeyler; ben, tekrar ediyor. Tekrarım tasdî’e (baş ağrıtmaya) vesile oluyorsa, sizden özür dilerim, Allah’tan da af dileğinde bulunurum.

“Dört bir yan kararsa da biz, ışık peşindeyiz / Ellerimizde meşale, Çin’de-Maçin’deyiz.” İ’lâ-i kelimetullah olsun!.. Allah, dünyanın dört bir yanında bilinsin, sevilsin, sayılsın!.. Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın nâm-ı celili, bayrak dalgalanması gibi hemen her zirvede, her kulenin başında, her minarede, her ağaçta dalgalansın. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ hakikati dalgalansın..

   Allah tarafından sevilmek ve bir danenize mukabil binlerce semere almak istemez misiniz?!.

Siz, bu mevzuda himmetinizi ona bağlarsanız, Cenâb-ı Hak, öyle mukabelede bulunur ki!.. حَبِّبُوا اللهَ إِلَى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Sevdirin Allah’ı kullarına ki, sevsin Allah da sizi!” Allah tarafından sevilmek istemez misiniz? “Mukabele” bu. Sizin sevginiz bazen aşk u heyecan halinde, bazen sizi ızdıraba sevk edecek şekilde, Leylâ’nın Mecnun’u sevk ettiği, Şirin’in Ferhat’ı sevk ettiği, Azra’nın Vâmık’ı sevk ettiği gibi olabilir; bazen bir zaaf haline dönebilir. Fakat Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahîhadaki bu türlü ifadelerin hep “mukabele” sözcüğü ile ele alınması lazım. Sizin sevginize, O, sevgiyle mukabelede bulunur.

O (celle celâluhu), nasıl bir iltifatta bulunur? Siz, bir verirsiniz, bazen on alırsınız, yirmi alırsınız. O sevginin karşılığı… Mesela “Ben, sizden hoşnudum!” demesi, öyle bir karşılıktır ki, iliklerinize kadar bunu bir zevk halinde duyarsınız, bayılırsınız: “Yahu bundan daha zevkli bir şey yokmuş!” dersiniz. Öyle bir meltem esintisiyle eser, ruhlarınızı öyle sarar ki, bayılır, kendinizden geçersiniz. Size “Bir dünya vardı arkada, bırakıp geldiniz; bağı vardı, bahçesi vardı -bu Pennsylvania gibi- evleri vardı, tertemiz havası vardı!” filan dense, “Yahu var mıydı böyle bir şey!” filan dersiniz. Unutursunuz geçmişte olan bütün güzellikleri; hepsi silinir gider gözünüzün önünden. Bir de O’nun kâinattaki bütün güzelliklere tecellî olarak serptiği, saçtığı, serpiştirdiği o güzelliklerin de ötesinde Cemâlini, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanıyla, Dolunay’ı ufukta gördüğünüz/müşahede ettiğiniz gibi gördüğünüz zaman bayılıp kendinizden geçeceksiniz: “Meğer dünya buymuş; biz, boş dünyalar arkasından koşturup durmuşuz! “Me-ğer dün-ya buy-muş; biz, boş dün-ya-lar ar-ka-sın-dan koş-tu-rup dur-mu-şuz!”

Siz, boş dünyalar arkasından koşturup durmadınız. İşiniz, ticaretiniz var ise şayet, meşrû dairede kazancınıza kimse bir şey diyemez. Hazreti Osman efendimiz de meşrû dairede kazanmış, çok zengin olmuştu. Ama öyle ki, her zaman onlar, ayaklarının altında idi. “Bunların hepsini ver!” dendiği zaman da “Allah Allah! Şimdiye kadar niye istemediniz bunları!” falan… Abdurrahman İbn Avf, Allah’ın imkân vermesi ile, hamallıkla işe başlayıp Medine’nin zenginlerinden biri haline gelmişti. Aşere-i Mübeşşere’den, Mekke-i Mükerreme’den giden muhacirlerden idi; sizin çoğunuz gibi muhacir idi o da. Ama Allah Rasûlü’nün bir beyanı karşısında (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cennet’e girerken arkadan girme mevzuundaki bir ikazı karşısında, hemen elinde-avucunda ne var ise, hepsini saçıverdi. O, burada onları saçıverdi; onlar birer tohum gibi toprağın bağrına düştüler.

Kur’an-ı Kerim buyuruyor: مَثَلُ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِئَةُ حَبَّةٍ وَاللهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ “Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir tohum gibidir. Allah, kime dilerse ona kat kat verir. Allah, (rahmet ve lütfuyla her varlığı) kucaklayan, (merhametiyle kullarına) genişlik gösterendir; (kullarının halini) hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/261) Bir tohum attınız, yedi tane başak oldu. فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِئَةُ حَبَّةٍ Her başakta da yüz dâne var. Şimdi bir dâne, yedi yüz oldu mu? Allah’ın lütfu… Cenâb-ı Hak, kesretten kinaye söylüyor bunu; bir milyon da verebilir Allah (celle celâluhu).

Sizin ortaya koyacağınız şeyler, Kıtmîr gibi minnacık varlıkların ortaya koyacağı şeyler, kendi boyları ile, kendi idrakleri ile mebsûten mütenâsiptir. Fakat Zât-ı Ulûhiyet, her şeyi muhittir, her şeyi ile; ilmi ile, iradesi ile, kudreti ile, re’feti ile, şefkati ile, utûfeti ile, Rahmâniyeti ile, Rahîmiyeti ile, Hannâniyeti ile, Mennâniyeti ile… Dolayısıyla siz, bir tohum atarsınız, O (celle celâluhu), milyonlarca ile “mukabele”de bulunur. Ama öyle şeyler ile mukabelede bulunur ki, her biri ile bir kere daha başınız döner, bir kere daha başınız döner. Her başınız dönüşünde, sermest olursunuz, kendinizden geçersiniz sarhoş gibi. Size biraz evvel bahsettiğim gibi, oradaki o ebedî güzellikleri gördüğünüz zaman, “Güzellik denilen şey, işte bu. Biz, duyduk, tattık, mest olduk, sermest olduk, kendimizden geçtik!”

   İnsan öyle kıymetli bir varlıktır ki, Allah’ın rızasından ve Rasûlullah’ın sevgisinden başka bir talebe gönlünü kaptırdığı zaman, değerini düşürmüş ve kendisine saygısızlık yapmış olur.

İnsan onu istemeli; kendi kıymetinin altındaki şeylere talip olmamalı. Alvar İmamı diyor ki:

“Dilber-i gülberg isterem, ruhları ahmer olmalı,

Fâtih-i Hayber isterem, yanında Kanber olmalı.

Sahn-ı sînesi nûr ola, cîm-i cemâli hûr ola

Güneş gibi fehûr ola, öylece dilber isterim!..”

Öyle bir şey istemeli ki, insanın yaradılış keyfiyetine, donanımındaki mükemmeliyete, “ahsen-i takvîm”e uygun düşsün!

Şimdi bir adam düşünün; böyle, padişah gibi bir adam, devlet başkanı gibi bir adam. Gitmiş, çöp kutularından çöp topluyor, “Bunlardan ben bir şey yapacağım” diye. Ne kadar uygunsuz bir iş!.. Çünkü onun o kâmet-i bâlâsı ile onları telif etmek mümkün değildir. Kendine hakaret ediyor o, demektir; kendisine karşı saygısızlık yapıyor demektir. Bence ona düşen şey nedir? Sarraflar çarşısına gitmek, var ise imkânı, orada altın üzerine gümüş, gümüş üzerine altın almak, bilezik almak, küpe almak, gerdanlık almak… Alacak ise ve câiz ise bunlar, ayrı mesele… Dolayısıyla kâmet-i kıymetine uygun şeylere talip olmak lazımdır.

İnsan, neye talip ise, bu, aynı zamanda onun kâmet-i kıymetini aksettirir. Talebin kıymeti, tâlibin kıymetinin remzi, işareti, beyanı, ifadesidir. Neye talip olmuş iseniz, aynı zamanda kendi kıymetinizi, kâmet-i bâlânızı ortaya koymuş olursunuz. “İnsan” öyle bir varlık ki, Allah sevgisinden, Rasûlullah sevgisinden başka bir şeye dilbeste olduğu zaman, kendisine saygısızlık yapmış olur.

Bakın, siz kendinize bakın!.. Nerenize itiraz ediyorsunuz? “Şurası şöyle değil de, burası böyle olsaydı?!” filan… Bir kulak-burun-boğaz uzmanına bir sorun… Bunları riyazî bir düşünce ile size anlatsın. Bu “burun” dediğiniz şeyin, bu “geniz” dediğiniz şeyin, bakın şu fonksiyonları var, şu fonksiyonları var, şu fonksiyonları var… İhtimal hesaplarına göre bunun bu mükemmeliyeti trilyonda bir ihtimal. Kulağı alsanız, öyle; gözü alsanız, öyle; ağzı alsanız, öyle… Sonra sizin bakıp görmenizde, o görme ile münasebet içinde olan şeyler; tadıp duymada, tattığınız şeyler ile ağzınız arasındaki münasebetler… Bütün bunlar o kadar yerli yerindedir ki, ihtimal hesapları ile bunlar trilyonlar ile, katrilyonlar ile bir ihtimal. Bu güzellikte sizi yaratmış, böyle mükemmel; hiçbir kusur göremezsiniz kendinizde. Bundan daha mükemmel olamaz…

Bundan daha mükemmeli olmadığından dolayı, o, Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği o donanımı, maddî anatomisinin yanında o manevî anatomisini inkişaf ettirdiğinde, yani hayvaniyetten çıktığında, cismâniyeti bıraktığında, kalb ve ruhun derece-i hayatına yükseldiğinde, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm gibi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cebrail’e dedirtecek ki: “Yürü! Top senin, çevkan senindir bu gece! Bir adım daha atsam, yanarım ben!” Bir anneden doğma, aynen sizin gibi bir damla sudan meydana gelme, İnsanlığın İftihar Tablosu. Fakat o kâmete göre durumunu değerlendirdiğinden, talep edeceği şeyleri çok iyi belirlediğinden, talip olacağı şeyleri çok iyi tayin ettiğinden dolayı, Cibrîl-i Emin’in önüne geçiyor; bütün peygamberân-ı ızâmın da önüne geçiyor.

Demek ki Allah (celle celâluhu) sizi öyle olma donanımında yaratmış; donanımın hakkını vermek lazım. Evet, siz çöp kutularından çöp ayıklayacak mahiyette değilsiniz. Altınlar ile, gümüşler ile, zümrütler ile, zebercetler ile, yakutlar ile oynayacak, onları peyleyecek, aynı zamanda onları alacak mahiyette yaratılmış varlıklarsınız. O da nedir? Gönlünüzü Allah’a kaptırmak, O’na “dilbeste” olmak. Bu da bir taraftan negatif olarak nefs-i emmâreye uymamaya ve aynı zamanda Zât-ı Ulûhiyete karşı ubudiyete yaraşır bir tavır ortaya koymaya vabestedir.

   “İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır.”

Biraz evvel bahsettiğim gibi, insan anatomisi, “maddî anatomi” ile -onun yanında- “manevî anatomi”den ibarettir. Bunu tabipler kullanmıyorlar ama insanın manevî anatomisi, onun kalbi, ruhu, vicdanı, hissi, ihsasları, şuuru, idraki, içyapısıdır. Bu o kadar mükemmel ki!.. Evet, eğer insan bu mükemmeliyete göre kendi kadrini/kıymetini biliyorsa, bağışlayın, çöp kutularını takip etmez, takip edeceği şeyleri takip eder; dolayısıyla gönlünü kaptıracağına kaptırır, Zât-ı Ulûhiyete kaptırır.

O’nu (celle celâluhu) sevmek için o kadar çok sebep var ki!.. Ben sadece kısaca ve âciz ifadem ile insan anatomisinden bahsettim. İnsan, kâinatın bir fihristi… Enfüste, bu fihristte, siz, kendinizi doğru okursanız, bu kâinatı da okuyabilirsiniz. Bu kâinat kitabı da esasen sizin inkişaf etmiş haliniz; adeta o inkişaf etmiş bir insan. Hazreti Pîr, öyle ifade ediyor: Kâinat, büyük bir insan; insan da küçük bir kâinattır. “İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan numunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır.”

Enfüste isabetli bir tefekkür, tedebbür, tezekkür ortaya koyduğunuz zaman, kâinat kitabını mütalaa etmede hata etmezsiniz. Onun satırları, sayfaları, paragrafları arasında gezerken, ayrıca başınız döner. Ağaçtan ağaca koşarsınız, öpersiniz onları; “Bu da O’nun kaleminden çıkmış!” dersiniz. Kapanır, yerlerde başakları öpersiniz; sarılırsınız onlara, “Bu da O’ndan!” dersiniz. Karıncalara sarılırsınız, termitlere sarılırsınız: “Bunların hepsi ilim programına göre, O’nun Kalem-i Kader ve Kudret’inden çıkmış şeyler!” dersiniz.

O’nu sevdiren o kadar çok şey var ki!.. Bütün bunlar sıralanınca, doğru okununca bunlar, onların size verdiği ses doğru duyulunca ve mesele şeytanî şerarelere kaptırılmayınca, O’nu daha derinden seveceksiniz. Çok sağlam gelen şeyleri kalibrasyonlara tâbi tutarak, o sinyallerin içine şerarelerin girmemesine dikkat ettikçe, Allah’ın izni-inayetiyle, Allah’ı seveceksiniz. Dolasıyla O’nu (celle celâluhu) size tanıtan Zâtı (sallallâhu aleyhi ve sellem) da seveceksiniz.

   “Allah’ım! İmanı bize sevdir, onunla kalblerimizi tezyin et; küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster. Bizleri rüşde ermişlerden eyle!..”

Peygamber Efendimiz’den öğrendiğimiz bir duada da demiyor muyuz? اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا، وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ، وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ “Allah’ım! İmanı bize sevdir, onunla kalblerimizi tezyin et; küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster. Bizleri rüşde ermişlerden eyle!” Kur’an-ı Kerim’den me’hûz (alınmış), Efendimiz’in duası bu. Sahabe-i kiramın kâmet-i bâlâlarını anlatırken buyuruyor: وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللهِ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِنَ الأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَكِنَّ اللهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ اْلإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ أُولَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ “Hem bilin ki, şüphesiz aranızda Allah’ın Rasûlü vardır. Eğer (o), birçok işte size uyacak olsaydı, gerçekten sıkıntıya düşerdiniz; fakat Allah, size imanı sevdirmiş ve onu kalblerinizde süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı ise size (kalblerinize) çirkin göstermiştir. İşte onlar, gerçekten doğru yolda olanlardır!” (Hucurât 49/7) O kâmet-i bâlâları böyle anlatıyor ayet-i kerime. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o ilahî beyandan bir dua istihraç ediyor.

Zannediyorum bu ayeti okuduğunuz zaman, sizin vicdanlarınız da “Yahu bu böyle olduğuna göre, benim de öyle demem lazım: Allah’ım! İmanı sevdir bana!” duygusuyla dolar. اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا “Allah’ım! Kalblerimizde onu bir süsle, bir püsle ki, başımız dönsün ona baktığımız zaman. İmanın derinliklerinin bize ifade ettiği şeyler, analize ettiği şeyler karşısında başımız dönsün!..” O “iman” sayesinde, o “marifet” sayesinde, o “muhabbet” sayesinde, o “zevk-i ruhânî” sayesinde öyle şeyler önünüze saçılacak ki, o sergiye baktığınız zaman, o meşhere baktığınız zaman, başınız dönecek. اَللَّهُمَّ حَبِّبْ إِلَيْنَا الْإِيمَانَ وَزَيِّنْهُ فِي قُلُوبِنَا Tersi bunun: وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ Bunlar, onları öldürücü virüs; bunlar güve… Küfrü bize kerih göster, ona karşı içimize tiksinti ver, küfre götüren şeylere karşı tiksinti hasıl olsun içimizde!.. وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ “Küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster.”

Esasen Allah’ın, bizim için takdir buyurduğu çerçevenin dışına çıkmaya “fısk” deniyor. Allah, bizi ahsen-i takvîme mazhar yaptığına göre, esasen, çerçeve bellidir. Bu çerçevenin dışına çıktığınız zaman, konumunuzun altına düşmüş olursunuz ki, buna “fısk” denir. Evlere giren yılanlar, çıyanlar, fareler ve sairelere, kendileri için mahdut olan deliklerin dışına çıktıklarından ve sınırlarını aştıklarından dolayı “fevâsiku’l-büyût” (فَوَاسِقُ الْبُيُوتِ) deniyor. Evden, deliklerden çıkan fâsıklar… Evet, kendisi için takdir edilen şirazenin dışına çıkana “fâsık”, çıkmaya da “füsûk” deniyor. “Allah’ım! Onu da bize çirkin göster!” وَكَرِّهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ

“İsyan”, Allah’a başkaldırma; her türlü münkerât, her türlü günah, yalan, iftira, tezvir, başkasının ayağının altını kazma, başkasına karşı içinde kin, nefret tutma, hased ile kötülük yapma, küfrün yaptırtmayacağı şeyleri yapma, hafizanallah. وَالْعِصْيَانَ “Bunları bize kerih göster Allah’ım!” وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ “Bizi rüşde ermişlerden eyle!..”

“Rüşd” kelimesini, insanın elinin sağını solundan ayırması, elinin sağını solunu birbirinden tefrik etmesi hali şeklinde ifade ederler. Elinin önünü-arkasını biliyor artık; neyin ne olduğunu biliyor; güzeli, çirkini birbirinden tefrik edebilecek duruma geliyor. Ortaya değişik şeyler konduğunda, neyin hangi mahiyette olduğunu biliyor. İşte bizi onlardan eyle!.. İyiyi-kötüyü birbirinden tefrik etme… Bunu Usûliddin ulemasının diliyle ifade edecek olursanız, “Hüsn-i aklî ile bizi serfirâz kıl! Kubh-i aklîden bizleri fersah fersah uzak kıl!” demek oluyor.

Evet, insan, kaptırılması gerekli olan Zât’a (celle celâluhu) gönlünü kaptırırsa, zannediyorum O’nun dışında her şeye sırtını döner, her şeyi ayaklarının altına alır; raks etmek doğru bir şey değildir fakat onun üzerinde raks eder. Bu bir yönüyle fazilet sayılır; dünyevî arzuların üzerinde raks etmek…

   “Ey kalbleri halden hale koyan Rabbimiz, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!”

“İhlaslı kimse, sâlih amel işleyen ve insanların kendisini övmesinden hoşlanmayan, övülmeyi sövülme gibi gören insandır.” Hazreti İsa’ya ait bir sözdür, bu. Hazreti Pîr, o yolda olanlardan birisidir; onları takip eden bir muhlistir. “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyor. “İyilik yaptın, güzelliklere vesile oldun, “mazhar”sın!.” mülahazasına karşı,  “Hayır mazhar değil memersin!” diyor. bir sözde. Esas o güzellikler O’na ait. Sen güneşe açık durduğun zaman, ondan gelen şualar sana aksediyor, dolayısıyla ona ait. Hele kendi karanlık tüneline gir bakalım, güneşin o ışınları kalıyor mu senin üzerinde?!. Kendi için diyor: “Sen ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim!’ diye gururlanma. اِنَّ اللّهَ لَيُؤَيِّدُ هذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ ‘Allah, bazen, bu dini, fâcir bir adamın eliyle de te’yîd buyurur.’ sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve fariza-i hilkat ve netice-i sanat bil, ucb ve riyadan kurtul!.” diyor Çağın Sözcüsü, büyük insan.

Zannediyorum, manevî mertebeleri itibarıyla yukarıya doğru çıktıkça, büyüklerde daha derin bir nefisle yüzleşme görülüyor. Râşid Halifeler de aynı ruh haletinde ve kendileriyle yüzleşmede idiler. (Çağlayan Dergisi’nde “kendiyle yüzleşme” mevzuu ile alakalı neşredilen seri yazıları) mütalaa ettiniz ise, yukarıya çıktıkça bu hissin daha da ağırlaştığını görmüşsünüzdür. O kadar ağırlaşır ki, insan, onun altında ezilir âdetâ, o duygunun altında ezilir.

Onun için İnsanlığın İftihar Tablosu, Âişe validemizin dikkatini çekecek şekilde -bugün yine tekerrür etti- şöyle dua ederdi: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Benim kalbimi dininde sabitleyip perçinle!” يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ صَرِّفْ قُلُوبَنَا إِلَى طَاعَتِكَ “Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinde sâbit kıl!” diyor İnsanlığın İftihar Tablosu; yüzü suyu hürmetine varlığın yaratıldığı İnsan diyor bunu. O’nun hakkında bu türlü şeyleri mülahaza, O’na karşı saygısızlık olur. Fakat O, Allah’a karşı edebinin/saygısının gereği olarak bunu diyor. Bir de o meselenin önemini vurguluyor. Bir de arkadakilerine bu mevzuda ders veriyor, “Böyle deyin!” diyor: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip-çeviren Allah’ım! Kalbimi, dinde sâbit kıl!”

Bu duayı çok tekrar etmesi üzerine, Âişe validemiz, o hayretli sorusunu sorunca, Efendimiz buyuruyor ki: اَلْقَلْبُ بَيْنَ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمَنِ، يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ “Kalb, Cenâb-ı Hakk’ın iki parmağı arasındadır.” Bunlar, “müteşâbih” ifadeler. Orada da ifade ettiğim gibi, sizde el ne fonksiyon edâ ediyorsa, göz ne fonksiyon edâ ediyorsa, kulak ne fonksiyon edâ ediyorsa, ağız ne fonksiyon edâ ediyorsa… Zât-ı Ulûhiyet’te -bî-kemm u keyf münezzehiyeti, mukaddesiyeti çerçevesinde- o türlü fonksiyonları edâ eden bir kısım “Evsâf-ı Âliye-i İlahîye-i Münezzehe-i Mukaddese”, “Sıfât-ı Sübhâniye-i Münezzehe-i Mukaddese”… Meseleye öyle bakmak lâzım. Sizdeki dar dairede, gölgede o fonksiyonu edâ eden ne ise şayet, asılda (asaleten), o meseleyi edâ edecek, ifade edecek şeyler demektir.

Onun için, اَلْقَلْبُ بَيْنَ إِصْبَعَيْنِ مِنْ أَصَابِعِ الرَّحْمَنِ، يُقَلِّبُ كَيْفَ يَشَاءُ “Kalb, O’nun iki parmağı arasında; istediği tarafa evirir, çevirir.” Öyle ise bir kere daha يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ Ey kalbleri evirip-çeviren Allah’ım! Beni, kardeşlerimi, dostlarımızı, taraftarlarımızı, sempatizanlarımızı, dünyanın dört bir yanında hâzır olanları, gelecekte olanları, işe müstaid olanları, mütemayil bulunanları, sempati duyanları… Bütününün kalblerini imanda sâbit kıl! Bütününün yüzlerini amel-i sâlihe müteveccih kıl!

   “Uhrevî amellerde ortaklık” mülahazasına bağlı dua halkaları, kalbî ve rûhî hayata sıçrama fasılları gibidir; herhangi bir halkada kendisini tazarru ve niyaza salmış zâkirler, ötede kim bilir ne kevserler ne kevserler içeceklerdir!..

Evet, “Ekseriyetin hâlisâne duası, ferec-i umumîyi cezbeder.” diyor Hazret. Zannediyorum herkes meselenin korosunu oluşturarak, bu şekilde seslenirse, Allah (celle celâluhu) o duayı kabul buyurur. Âdetâ başbaşa vermiş kubbe taşları gibi birbirimize destek oluruz. Ne olur o zaman?!. “İştirâk-i a’mâl-i uhreviye” diyor; bu tabiri bir başkasında görmedim, Çağın Sözcüsü söylüyor bunu. Demek ki reçete bu çağa göre olduğundan, Çağın Sözcüsü’ne, Allah, onu söylettiriyor; reçete, bu çağa göre. Diyor ki, “iştirâk-i a’mâl-i uhreviye” (uhrevî amellerde iştirak).

Mesela, Kur’an-ı Kerim’i her gün hatmetmek istiyorum, baştan sona kadar. Ebu Hanife, bilmiyorum her zaman yapıyor muydu; bazen iki rekâtta Kur’an-ı Kerim’i hatmediyordu. Ne insanlar yetişmiş!.. Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı izleyerek ne insanlar yetişmiş!.. Şâfiî’yi alsanız, onu da o kefeye koysanız, “Allah Allah! Yahu bunlar ne kadar birbirine benziyor? Bu, o mu? O, bu mu?!” dersiniz. İmam Mâlik’i alsanız, Ahmed İbn Hanbel’i alsanız, Yahya İbn Maîn’i alsanız, Buharî’yi alsanız, Müslim’i alsanız, Ebu Davud es-Sicistânî’yi alsanız, Nesâî’yi alsanız; “Allah Allah! Ne kadar da birbirlerine benziyorlar; Allah, hepsini birbirine benzer yaratmış!” dersiniz. Manevî anatomileri itibarıyla, ruh enginlikleri itibarıyla, iç derinlikleri itibarıyla, kalbî ve ruhî hayat itibarıyla zirveleşmeleri açısından, birbirlerine o kadar benziyorlar bunlar.

Evet, diyor ki bir yerde: “Nasıl sadaka belayı defeder…” -Be-la-yı def e-der.- “Aynen öyle de ekseriyetin hâlisâne duası, ferec-i umumîyi cezbeder.” Ee bu meselenin reçetesi bu ise, bize düşen şey, o reçeteyi kullanmaktır: Hâlisâne, bir ferec-i umumîyi, bir kurtuluşa erişi, bir fevzi, bir necâtı Allah’tan istemek.

Şimdi Kur’an-ı Kerim’i hatmetmek istiyoruz. “Ah keşke imkânım olsa da onu bir akşamda, bir gecede bir bitiriversem!” Bast-ı zaman ile olabilir. Benim, sözüne inandığım birisi, “Önümde saat duruyordu.” demişti “O zamanlar, eskiden kıldığım namazların -herhalde öyle yapıyormuş- hepsini kaza ediyordum. O gün de kırk rekât kılmaya niyet ettim. Saat de önümde duruyordu. Ben kırk rekâtı bitirdim; saate baktım, beş dakika geçmiş!” Bast-ı zaman… Hani aklımız almaz bu türlü şeyleri ama zaman da, mekân da bunlar izafî şeylerdir. O “dar”ın içine Allah öyle bir vüs’at (genişlik) verir ki, başınız döner orada. Yahu şimdi böyle bir Sultan’a dilbeste olmayacaksınız da ne yapacaksınız?!.

Şimdi bunu yapamıyorsun, tek başına yapamıyorsun. “O zaman, arkadaş, bir cüz sen oku, bir cüz de ben okuyayım, bir cüz de falan okusun. Bir cüz Ali okusun.. bir cüz Veli okusun.. bir cüz deli okusun.. bir cüz Ebu Bekir okusun.. bir cüz Ömer okusun.. bir cüz Osman okusun.. bir cüz Ali okusun.. bir cüz Hasan okusun.. bir cüz Hüseyin okusun…” Böylece siz, bir günde Kur’an-ı Kerim’i hatmettiniz. O otuz cüz Kur’an-ı Kerim’i tek başına hepiniz okumuş gibi sevap alırsınız. İştirâk-ı a’mâl-i uhreviye, bu demek.

Mesela, hani Kur’an, derecesinde bir şey değil; onun derecesinde bir şey olamaz, çünkü o, Kelâm-ı İlahî. Ama ondan tereşşuh eden şeyler var. Tâ Efendimiz’den alın Râşid Halifelere, onlardan alın da o büyük Velilelere, Abdal’a, Evtâd’a, Aktâb’a, Gavs’lara, tasarrufları vefat ettikten sonra dahi geçen Şâh-ı Geylânîlere, Ebu’l-Hasan el-Harakânîlere, Akîl Menbicîlere, Şeyhü’l-Harrânîlere, bazılarına göre, Maruf el-Kerhîlere, Kıtmir’in idraksizliğine verin, Hazreti Sâhib-i Zîşân’a (Çağın Sözcüsü’ne) kadar… Bunlar, tasarrufları devam eden insanlardır. Bunlar, kaynağından almışlar, Kur’an’a göre filtre etmişler o meseleleri. Söyleyecekleri şeyleri Kur’an çizgisinde söylemişler. Şâh-ı Geylânî, öyle söylemiş; Muhammed Bahâuddin Nakşibendi hazretleri, öyle söylemiş. İşte Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibendiye’ye bakın! Hazreti Şâh-ı Geylânî’ninkini bir kitap halinde neşretmişlerdi; el-Kulûbu’d-Dâria’da sadece birkaç tanesi var. Bütün virdleri, parmak kalınlığında bir kitap halindedir. Ebu Hasan Şâzilî hazretlerine bakın, İmam Zeynülâbidîn hazretlerine bakın, İsmail Halvetî hazretlerine bakın, Mustafa Bekrî es-Sıddîkî hazretlerine bakın… Bunlar esasen, Kur’an-ı Kerim ile meseleyi filtre ederek almışlar: “Aman ona ters bir şey olmasın! Aman, Efendimiz’in bu mevzuda ortaya koyduğu temel disiplinlere aykırı bir şey olmasın!” O’na göre Allah’a diyecekleri şeyleri demişler. Kelimeleri seçerken, Kur’an’a göre, Kur’an’ın referansına göre o kelimeleri seçmişler. Hiç kimse, Efendimiz’in dediği gibi diyemez ki! Dolasıyla ona göre seçmişler, ona göre virdler meydana getirmişler.

   “Yakaran Gönüller”in dua halkalarından hiç ayrılmamalı; bast anlarında başkalarına şevk kaynağı olmalı, kabz zamanlarında da dostların kanatlarıyla uçmalı; fakat, ne yapıp edip yol yorgunluğunu tazarru ve niyazla aşmaya çalışmalı!..

Onun için, aslın bir gölgesi, Mecmûatü’l-Ahzâb… Gümüşhanevî hazretlerinden Allah ebeden razı olsun, üç cilt halinde yapmış onu. Sonra Pîr-i Mugân, Şem’-i tâbân, Ziyâ-ı himmet, o üç cildi on beş günde bir hatmediyor. Aklım almıyor, bast-ı zaman… Adam, onca risale yazıyor… Yüz otuz küsur parça risale yazıyor ve aynı zamanda on beş günde bir de o üç cilt kitabı okuyor! Sonra onu tashih ediyor, çok yerlerini tashih ediyor. Sonra sizin arkadaşlarınız yeni bir tashih ile bazı virdleri/duaları/hizbleri alıyorlar; “inleyen, sızlayan, ney sesi veren, kalbleri inleten” manasına “el-Kulûbu’d-Dâria” adıyla bir dua mecmuası meydana getiriyorlar.

Bunu niye dedim, bunları niye söyledim? Bu gevezeliğin arkasındaki kafiye şu: Bu kitabı baştan sona kadar hepimizin bir günde okuması mümkün değil. Çünkü yedi yüz küsur sayfa. Yirmi dört saat okusanız, bitmez bu. Çünkü çok defa deniyorsunuz, on sayfayı okuyunca, yarım saat, kırk dakika geçiyor. Her kelimeyi düşünerek okursanız, bir saat ister; her kelimeyi düşünerek, tam; Allah karşısında duruyor olma hissiyle, “ihsan” şuuruyla okuyacak olursanız, bir saat. Ondan sonra hesap edin kaç saatte… Ama bu meselenin bir kolay yolu var; işte, iştirâk-i a’mâl-i uhrevîye. On sayfa Ali, on sayfa Veli, on sayfa deli, on sayfa bilmem kim, on sayfa kim, on sayfa kim… Böylece o kocaman kitap, bölüştürülmüş oluyor. Ve her gün bitiyor o kitap, her gün insanın evrâd u ezkâr defterine, o kitapta olan her şey akıyor, şakır şakır akıyor, Nil gibi.

Böyle kazanım yolları varken, ne diye kendimizi belli bir darlığın mahkumu haline getireceğiz?!. Mekânın darlığına, zamanın darlığına, kendi darlığımıza mahkûm etmeyelim!.. Ruhun enginliğine göre, bir üveyik gibi kanat açalım, sonra enginlere açılmaya bakalım. Daha engine, daha engine, daha engine açılmaya bakalım, Allah’ın izni-inayeti ile.

O zaman o kadar evrâd ü ezkâr ile Cenâb-ı Hakk’a içten tazarru ve niyazda bulununca, bir yönüyle her arkadaşımızın yürüdüğü yolda kaymaması adına yollara tuz serpmiş oluruz. Günümüzde yollar çok buzlu. Buna karşı arkadaşlarımızın ağız birliği yaparak, duayı koro haline getirmesi lazım. Ee bu işi, bu senfoniyi idare eden zatlar, gelmiş-geçmiş. İsterseniz önünüzde belli bir makamda onu söylüyor gibi onları düşünebilirsiniz. Hazreti Bediüzzaman’ın okuyuşuna bakıp Sabâ mı dedi, Uşşak mı dedi, Rast mı dedi, Hüzzâm mı dedi, Segâh mı dedi, Hicaz mı dedi, ona göre meseleyi koro haline getirerek, Cenâb-ı Hakk’a öyle sunabilirsiniz. Bu, arkadaşlarımızla beraber yürüdüğümüz o müşterek güzergâha -Allah’ın izni-inayetiyle- tuz serpme gibi bir şey… Ne tuzu? Tuz, yine kaymaya sebebiyet verebilir. Buzun buzluğunu kırabilecek ne ise şayet… Buzu buzluktan çıkarabilecek şeyler neler ise şayet… Zincir mi takıyorsunuz ayaklarınıza, bastığınız her yerde sâbit-kadem mi oluyorsunuz… Biraz evvelki mülahazaya bağlayabilirsiniz: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ Allah’ın izni-inayetiyle…

Şimdi böyle “iştirâk-i a’mâl-i uhrevîye” düsturuyla “bir”leri “bin”ler yapma, “milyon”lar yapma, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden beklenen şey, Hannâniyetinden beklenen şey, Mennâniyetinden beklenen şey, vüs’at-i rahmetinden beklenen şey, Rahîmiyetinden beklenen şeydir. Bekliyoruz. Başımız, O’nun Rahmâniyet ve Rahîmiyetinin eşiğinde, inliyoruz. Elimiz, O’nun kapısının tokmağında; o tokmağa yüreğimizin sızlaması ile dokunuyoruz; yürek sızlaması ile dokunuyoruz veya “ihsan şuuru” ile dokunuyoruz..

Allah’ın izni-inayetiyle, bu gelip-geçici fırtınalar, bir bir dinecek. Şimdi başlarda olan ayaklar, bir bir yere/zemine inecek. Işıklar gelecek, zulmetleri delecek, Allah’ın izni-inayetiyle. “Ufukta ışık cümbüşü / Hırıl hırıla zulmetler / Ve her tarafta gürül gürül nurlar.” Allah, o günleri gösterecek!..

Dua ile noktalayalım: يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ نَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لَنَا شَأْنَنَا، وَلاَ تَكِلْنَا إِلَى أَنْفُسِنَا طَرَفَةَ عَيْنٍ، وَلاَ أَقَلَّ مِنْ ذَلِكَ، وَلاَ إِلَى أَحَدٍ مِنْ خَلْقِكَ Ey Hayy u Kayyûm olan Allah! بِرَحْمَتِكَ نَسْتَغِيثُ Sen’in rahmetinden dileniyoruz dileneceğimiz şeyleri. El açıyor, başımızı kapının eşiğine koyuyor, ne istiyorsak Sen’den istiyoruz. وَلاَ تَكِلْنَا إِلَى أَنْفُسِنَا طَرَفَةَ عَيْنٍ Göz açıp kapayıncaya kadar, bizi, bizimle/nefsimizle başbaşa bırakma. Hatta göz açıp-kapamadan daha az bir zaman içinde bizi nefsimizle başbaşa bırakma!.. Ve zayıf bir rivayette, “Hiç kimseyle de başbaşa bırakma!” Hiç kimseyle başbaşa bırakma!..

Allah, zalimlerin hakkından gelsin!.. Siz mazlumları da inayetiyle, keremiyle, lütfuyla serfirâz kılsın!.. طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ، وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ “Ne mutlu haddini bilene ve haddini tecâvüz etmeyene!..”

Çağın Fütüvvet Ruhu

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Sözlük anlamıyla “gençlik ve yiğitlik” demek olan “fütüvvet”, örfî mânâsı itibarıyla, kerem, sehâ, iffet, emanet, vefa, şefkat, ilim, tevazu ve takva gibi gerçekleri özünde toplayan bir mânâlar halitasıdır.

Fütüvvet, Türkçemizde “genç, diri, canlı insan” mânâlarına gelen “fetâ” kelimesinden türetilmiştir. Seyyidinâ Hazreti Musa’ya refakat eden zât da “fetâ” tabiriyle, yine “fütüvvet” vurgusunda bulunularak anlatılıyor. Bazıları tarafından Hazreti Ali’nin de o unvan ile yâd edilmesini şâyân-ı takdir olarak karşılarız, alkışlarız aynı zamanda. Belki devr-i Risâletpenâhi’de daha niceleri o ruhun mümessili idi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sağında, solunda, önünde, arkasında, dört bir yanında… Evet, geçen de bir manzumede ifade edildiği gibi, “Senin Mus’ab’ına hep imrendim!” Onlar, hep imrenilecek insanlardı.

Fakat o meseleleri sadece tarihî birer vakıa olarak görme, duyma, bilme ve ifade etme değil de esasen insanın içinde çok ciddî şekilde o çerçevede olma arzusunun oluşması önemlidir. O da insanın sürekli, her gün dünyaya daha farklı bir göz açması ile, daha farklı bir dirilişi ile alakalıdır, ancak öyle olabilir; yani her gün bir kere daha imanını yenilemek suretiyle gerçekleşebilir. Nitekim Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illâllah’ ile yenileyiniz.” buyurmaktadır. Sahabî felsefesi ile, تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً “Gel hele şöyle bir saat yeniden seninle iman edelim!” mevzuu… Böyle taklide ve gördüğümüz şeylere bağlı yaptığımız ibadet u tâat, evrâd u ezkâr, hatta bizim “tefekkür” zannettiğimiz, “tedebbür” zannettiğimiz, bakma-etme filan… Esasen bunlar ile çok bir yere varılamaz; inşaallah varanlar vardır okuyup ettiği, anlattığı şeyler ile…

Burada tehlikeli bir şey de -antrparantez- şudur: İnsan, okuduğu-ettiği, yazdığı-çizdiği şeyler ile sadece başkalarına bir şey anlatma gafleti içine düşebilir; sanki kendisi müstağnî gibi ondan… Mesela, tekvinî emirleri hallaç eder, tahlillere/terkiplere tâbî tutar; fakat onunla başkalarına ders verme gayreti içinde bulunur. Esas, bütün mesele, insanın kendine yönelik olmasıdır; onun, kendisini bir mercek haline getirmesi, kendisini bir mirsâd haline getirmesi ve başkalarına bakarken -bir yönüyle- kendini bir gözlük gibi kullanması lazım. Mesele, inanılan şeylerin tabiata mal edilmesi…

Bunun için de belki, sürekli tedebbüre, teemmüle, tefekküre ihtiyaç var. Fakat bütün bunlarda, başkalarına bir şey anlatıyor gibi değil de esasen “Bunlar bana göre şeyler!” denmesi lazım. Her gün yeni bir şeyi daha mercek yaparak tefekkür… Mesela, kulak ile alakalı bir tefekkür… Bu gün o kulak merceği ile imanını bir kere daha gözden geçirme… Külliyât’ta o meselelere ayrı ayrı temas edildiği gibi… Bugün tasavvuf dersinde göz de bahis-mevzuu yapıldı. İşte Gazzâlî, İhyâ’sında onu da anlatıyor; onun tabakalarından, altı tabakasından bahsediyor. “Gelin bunu bir analiz edelim; bir kere daha, bir de göz merceği ile imanımızı kontrol edelim! Bir de o zaviyeden bakalım; onu bir rasathane gibi yapalım, imanımıza o zaviyeden bakalım!” demek…

İmanı canlı tutabilmek için, sürekli onu besleyen bazı şeylerin olması lazım. Yoksa ülfet ve ünsiyet ile, o, şekle inkılap eder, surete inkılap eder. Böyle “namaz” diye yatar kalkarsınız, “oruç” diye aç durursunuz, “hac” diye bir seyahate gidersiniz/çıkarsınız… Bunların hiçbirini de hafife almıyorum; bir şey ifade eder bunlar. Fakat “bir şey ifade etme” seviyesini mübtedîlere emanet etmek lazım.

İşin daha mebdeinde olanların, bu işe ilk adımı atanların hali ilk basamaktır. Evet, doğru, oraya adım atmaları lazım. Fakat senelerce bu işin içinde -böyle “tepinip durma” gibi bir tabir geldi dilime de bu, başkaları için kullanılır- tepinip durduğu halde, hâlâ besâtetten (basitlik, ilk basamak/adım, şekil) sıyrılamamış.. hâlâ taklitten sıyrılamamış.. hâlâ ülfetten sıyrılamamış.. hâlâ Allah aklına geldiği zaman burnunun kemikleri sızlamıyor.. Peygamberimiz aklına geldiği zaman burnunun kemiği sızlamıyor.. “Hel min mezîd! – Allah’ım daha yok mu?!.” diyemiyor… Halbuki, insan hakikaten Zât-ı Uluhiyeti hâzır ve nâzır görüyor gibi olsa, hâzır ve nâzır duyuyor gibi olsa, baktığı her şeyde O’nun tasarrufât-ı Sübhâniyesini temâşa etmeyle arkasında Ef’âl-i İlahiyeyi, Esmâ-i İlahiyeyi, Sıfât-ı Sübhâniyeyi temâşâ ediyor gibi olsa, adımını atarken hep dikkatli ve “O, beni görüyor!” mülahazasıyla atsa, yine de bunlara kanaat etmemeli; “Daha yok mu?!” demeli, sürekli onun üzerine bir şey koymalı!..

   Müslümanlık adına destanların kesildiği fakat onun canına okunduğu günümüzde, asıl yiğitlik, imanda derinleşmek ve bu sayede dil yerine hal ve temsili bir lisan haline getirebilmektir.

Zannediyorum “iman”ın temelden bir sarsıntı yaşadığı dönemde, gerçek fütüvvet, bu mevzudadır. Yani, bir dönemde insanlar, İstanbul’un fethine gidebilirler, Viyana’nın fethine gidebilirler… Yine işin arkasında derin bir iman vardır; esasen, mücâhid olma, fâtih olma mülahazası vardır. O mülahaza ile gitmişler ise, Cenâb-ı Hak, onlara niyetlerine göre lütfeylesin! Fakat günümüzün problemi -esasen- iman problemi olduğu için, bugün sürekli imanda derinleşmeye ihtiyaç var. İmanımızı her sabah bir kere daha yenilesek, öğlen bir kere daha yenilesek, akşam bir kere daha yenilesek, beş vakit namazda bir kere daha yenilesek… Namazda ayakta dururken bir kere duysak Rabbimizi, rükûa giderken bir kere daha tir tir titresek, secdeye varırken orada bir kere daha tir tir titresek… Buna ihtiyaç var; eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç ile buna muhtacız. Çünkü iman, bu asırda, bu çağda temelinden sarsılmıştır; Bundan dolayı, zannediyorum, esas yiğitlik o mevzuda olacaktır, iman mevzuunda olacaktır.

O olunca zaten, öyle imanlı bir fütüvvete bakan, ona vâbeste bulunan şeyler, belki kendi kendine halledilecek: “Ben, duydum, ettim bunu. Bir yönüyle içtenleştirdim, tabiatıma mal ettim, onun bir derinliği haline getirdim. Bunu artık yeme, içme, yatma veya başka beşerî ihtiyaçlarımı yerine getirme ölçüsünde tabiatımın bir gereği olarak kabul ediyorum. Ee nasıl olur bu, ben bunu başkalarına duyurmazsam?!. Ayıp olmaz mı bu?!. Böyle güzel bir şeyi duyurmalıyım. Rabbimi başkalarına tanıtma mevzuunu da şu tabiî, beşerî ihtiyaçlarım gibi görmeli, onu tabiî olarak kabul edip Rabbimi başkalarına anlatmalıyım!..”

Bu da “hâl” ile olur, “temsil” ile olur, söz ile değil. Zannetmiyorum, söz, hâlin ve temsilin dili olmuş ise, müessir olmuştur. Yoksa esas müessir olan, “hâl”dir -üzerinde durulabilir, durulmaya değer- ve “temsil”dir. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) en müessir yanı da -belki- O’nun aldığı o mesajları, kendi tabiatına mal ederek bir “mir’ât-ı mücellâ” gibi etrafa aksettirmesi idi. Yukarıdan gelen şeyler, Nâmütenâhî’den (celle celâluhu) gelen şeyler, o Mir’ât-ı Mücellâ’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) aksetmek suretiyle çevreye yansıyordu. Ne oluyor? إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللهُ “Görüldüğü zaman, Allah hatırlanıyor.” Sürekli öyle bir tavrı var ki O’nun, tavrına bakınca diyorsunuz: “Bu, Allah karşısında duruyor gibi duruyor!” Şekil değil, söz değil…

Müslümanlık adına destanların kesildiği, fakat onun canına okunduğu, ırzına geçildiği bir çağda yaşıyoruz. -Bu tabir belki galiz oldu.- “Ben Müslümanım!” diyenler esasen Müslümanlığın namusuna dokundular, Müslümanlığı yerle bir ettiler, oyuncak haline getirdiler; çocuk oyuncağı/bilyesi halinde ellerinde çevirdiler ve onun ile bir yerlere varmak istediler; bir yarışı onun ile gerçekleştirmek istediler; bir ipi onun ile göğüslemek istediler; onu kullandılar, ayaklarının altına aldılar onu!.. Böyle bir dönemde sabah bir iman yenilemesi, kuşlukta bir iman yenilemesi, salât-ı Duhâ ile bir iman yenilemesi, öğlende bir iman yenilemesi, ikindide yeniden bir iman yenilemesi… جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ بِلَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ Ma’bûd-u bi’l-hak, Maksûd-u bi’l-istihkak, O’dur. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ “Hazreti Muhammed, Allah’ın resulüdür, elçisidir.” Bize O’ndan gelen mesaj, budur.

   Fütüvvetin özü; güçlü olduğu yerde affetmek, hiddet ü şiddet anında hilm ü silmle muamelede bulunmak, düşmanları hakkında bile hayırhahlık yapmak ve ihtiyaç içinde kıvrandığı zaman dahi “îsâr” ruhuyla başkalarını düşünmektir.

Evet, fütüvvet, örfî mânâsı itibarıyla, kerem, sehâ, iffet, emanet, vefa, şefkat, ilim, tevazu ve takva gibi gerçekleri özünde toplayan bir mânâlar halitasıdır.

Kerem, bir yönüyle herkese ikramda bulunma hâli. “Kerîm”, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden; “Mükrim” de Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden. Biri, “başkalarına ikram eden” manasına geliyor; biri, “Zâtında ikram etme vasfı bulunan; ikram, Zât-ı Ulûhiyetinin muktezası” manasına geliyor. Dolayısıyla, “fütüvvet” dediğimiz şey, Cenâb-ı Hakk’ın ahlakıyla ahlaklanmak, تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ fehvasınca, kerem ile ittisaf etmek demek oluyor. “Kerem” ile ittisaf etmek, “Kerîm” olmak, bir yönüyle “Mükrim” olmak… Bunların hepsi insanlara konulmuş adlardır aynı zamanda. Kerîm… Sadece Abdülkerim değil de Kerîm de konulmuştur. Bazı isimler tek başına kullanılmaz, “abd” gelir başında; “Abdullah, Abdurrahman, Abdürrahim” denir. Fakat Kerîm, Mükrim, bunlar kullanılır; Mükrim de denir.

“İffet” bir yönüyle duyguda, düşüncede, histe, tabiatta, cismâniyette afif olma, namuslu olma… Dinin muktezasına göre bir hayat tarzını tabiatına mal ederek öyle yaşama… Elini-ayağını, gözünü-kulağını, dilini-dudağını memnu olan bütün şeylere karşı koruma; kapıları kapama, arkalarına sürgüler sürme ve bütün onlara karşı şeytana “Beyhude yorulma!” deme; “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir!..” Öyle bir iffet âbidesi halinde yaşama… Bu da o fütüvvetin ayrı bir derinliği ki, selef öyle yaşamışlardı.

“Emanet” de onun bir buudu. O da emniyet demektir. Cenâb-ı Hakk’ın “Mü’min” ismi var; aynı zamanda bu “Mü’min” ismi, mü’minlere de verilmiş. Zât-ı Ulûhiyete ait yanıyla, emniyet ve güveni, hem insanlar için, hem yeryüzünde sosyal hayat için, hem kâinat çapında temin etmek; mü’minlere ait yanıyla da mü’minin yeryüzünde emniyet ve güven insanı olması manasına geliyor.

“Şefkat” fütüvvetin ayrı bir derinliğidir. Hazreti Pîr de onun üzerinde duruyor; mesleği itibarıyla diyor ki: “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!” Sonra şefkat ve tefekkür esaslarını da zikrediyor.

Tefekkür; sürekli sebep-sonuç arası gel-gitler yaşamak… Bir sebebe bakmak, bir sonuca bakmak ve bütün bunların hepsinin Cenâb-ı Hak’tan geldiğini görmek… İmam Gazzâlî hazretlerinin mütalaalarını sabah okuduk; İhyâ’da gördünüz, nasıl her şey Cenâb-ı Hakk’a bağlanıyor: Ağız üzerinde duruyor, göz üzerinde duruyor, kulak üzerinde duruyor, jinekoloji üzerinde duruyor, anne karnında çocuğun devri üzerinde duruyor… Bütün bunların esbaba ve tabiata verilmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Kendi çağına göre, değişik ilimlerin o gün ifade ettiği şeylerin dilini kullanarak, o günün insanlarına Zât-ı Ulûhiyeti gösterme, O’nun tarafından görülüyor olma ufkuna insanları yönlendirme, O’-nun ta-ra-fın-dan gö-rü-lü-yor ol-ma uf-ku-na in-san-la-rı yön-len-dir-me…

   En başta, bugün “Siyasal İslam” diyenler, İslamiyet’in hayata hayat kılınmasını istemezler; çünkü onlar dini yalnızca dünya hayatı ve dünyevî arzuları uğrunda bir meta gibi kullanıyor, onu süflî emellerini gerçekleştirmeye vasıta yapıyorlar.

Evet, bu çağda, esas, imana yönlendirme mevzuu… Çünkü imanda ciddî kırılmalar ve sarsıntılar yaşanıyor. “İnandım!” diyen insanlar bile esas inanmış değil: Bohemlik yaşıyor gırtlağına kadar.. haramilik yaşıyor gırtlağına kadar.. hayatın zevk u sefası açısından Amnofis’in çok ötesinde, dünya tiranlarının çok ötesinde, fırsat ele geçince milleti soyup-soğana çevirme ve aynı zamanda firavunlar gibi, diktatörler gibi, tiranlar gibi yaşama… Ama Müslümanlığı da kimseye vermeme!.. Hatta “Siyasî İslamiyet” filan deme… “Siyasal İslamiyet” diyorlar…

Evet, burada kesip bir şey söyleyeyim: Vallahi yalan, billahi yalan, tallahi yalan!.. O (dinin hayata hayat kılınması/İslamiyet) gelmeye kalksa, “Kaf dağının arkasından çıktı, o geliyor!” falan dense, bugün onu sahiplenmiş gibi görünen insanlar, “Acaba nasıl surlar/setler oluşturmalıyız ki, o, bizim memleketimize gelmesin!.. Biz ne güzel milleti bununla kandırıyoruz, idare ediyoruz böyle; onu bir vasıta, bir argüman olarak kullanıyoruz, emellerimizi onun sayesinde gerçekleştiriyoruz!.. Onun sayesinde zırhlı arabaların ellisi ile, yüzü ile seyahatler yapıyoruz.. uçak üstüne uçaklar alıyoruz.. bin odalı, iki bin odalı yerler yapıyoruz… Onun sayesinde… Dolayısıyla ‘İtibar!’ diyoruz, ‘Onur!’ diyoruz!” derler; kocaman bir devletin önemli bir yerinde bulunan insanlar…

Bu açıdan da yemin ediyorum: Alâkaları yok, zerre kadar alakaları yok!.. Zerre kadar alakaları olsa, yüzleri yerde olur her zaman; Allah tarafından görülüyor olma mülahazası ile hareket ederler; millete ait arpa kadar bir şeyin kursaklarına girmesine meydan vermezler; bir arpanın hesabını verecek olma mülahazası ile öbür tarafa gitmek istemezler; demişler, etmişler ise şayet, kapı kapı dolaşırlar, “Hakkını helal et!” derler. Evet, bunların hiçbiri yok. Hiçbiri olmadığına göre, bunlara esas teşkil eden şey de “hiç yok” demektir; bunlara esas blokaj teşkil eden şey yok demektir.

Fütüvvetin diğer bir buudu olarak, “hazm-ı nefs”, bir insanın kendi nefsi ile yüzleşmesi demek, kendisini yerden yere vurması demek. Yine Hazret’in ifade ettiği ve üzerinde durduğu gibi, Hazreti Ömer efendimize müsned bir beyanda, حَاسِبُوا أَنْفُسَكُمْ قَبْلَ أَنْ تُحَاسَبُوا “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” denir. (Çağlayan Dergisi’nde) son yazılıp çizilen şeylerde ifade edildiği gibi, insanın kendisiyle yüzleşmesi, kendisini debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi vurması… “Fazilet” filan dendiği zaman da esasen “Allah Allah! Benim nereme yakıştırıyor bunlar bunu?!” demesi…

“Ben, kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum!” diyor çağın insanı; “Ben, beni beğenmiyorum!..” İnsanlığın İftihar Tablosu, yüzü suyu hürmetine varlık yaratılmış fakat diyor ki: “Ben, çiğ et yiyen bir kadının çocuğuyum!” Kendisine ayağa kalktıkları zaman, “Acemlerin, büyüklerine ayağa kalktığı gibi kalkmayın!” diyor. Kendisine ayağa kalkmak isteyenleri uyarıyor. Şimdi firavunların haline bir bakın. İnsanlar ayağa kalkmasalar, alkışlamasalar, ayakta alkışlamasalar, kendisine ihanet sayıyor, sitem ediyor, başkalarına hakarette bulunarak belki de bulunduğu yeri terk edip gidiyor. Bunlar, nefsini sindirememiş insanlar, nefsini konumlandırması gerekli olan yerde konumlandıramamış insanlar demektir. Ve o “kerem”e sahip olmayan, o “iffet”e sahip olmayan, o “emanet” duygusuyla serfirâz olmayan, o “şefkat” ile pâyidar olmayan, öylesine “hazm-ı nefs”te bulunmayan kimseler, insan değildirler esasen.

   “Gerçekten onlar Rabbilerine inanmış yiğitlerdi; Biz de onların hidayetlerini artırdık ve kalblerini imanî irtibatla metanetleştirdik; metanetleştirdik de o zaman doğrulup, ‘Bizim Rabbimiz bütün semavât ve arzın da Rabbidir.’ dediler.”

Böyle “insan” olmayan kimselerde fütüvvet ve fetâlık hiç bulunamaz; çünkü pek çok güzelliği özünde toplayan bir halita şeklinde vasfediliyor, fütüvvet. Özellikle Ashâb-ı Kehf ve Hazreti Ali, yiğitlik timsali olarak anlatılıyor. Öyle idiler. Meydan okudular. Başa çıkamayacaklarını anladıkları zaman da hicret ve gaybubet ettiler. Esasen enbiyâ-ı ızâm da öyle yapmış.

Onların gidip şerirler tarafından bulunamayacakları bir mağaraya tahassun etmeleri, istiğrap edilecek bir şey değil. Seyyidinâ Hazreti Musa da Firavun’dan… “Kaçtı” tabirini onun hakkında kullanmak istemiyorum. Vakıa Kur’an, “kaçtı” tabiri kullanıyor: فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ Kendi diyor: فَفَرَرْتُ مِنْكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْمًا وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ “Sizinle beraber bulunmaktan korkup kaçtığım için, Rabbim bana hâkimiyet lütfetti ve beni mürselînden kıldı.” (Şuarâ, 26/21) O, kendi hakkında öyle diyebilir; Allah da O’nun hakkında bu tabiri kullanabilir. Ama bize gelince, baş tacı edeceğimiz o insanlar hakkında, “O belalı, musibetli, zift bir yerden fonksiyonunu/misyonunu edâ edebileceği daha nezih bir yere hicret etti!” dememiz lazım. Seyyidinâ Hazreti Musa hakkındaki “ferre” (فَرَّ) kelimesini naklederken de “Daha önemli bir yerde misyon edâ etmek üzere hicret etti!” demek uygun.

İnsanlığın İftihar Tablosu da hicret etti. Sevr sultanlığına girdi; arkadakilerine “Böyle yapın!” dedi. Hazreti Musa öyle yaptı.. Seyyidinâ Hazreti İsa öyle yaptı.. Hazreti Yahya öyle yaptı… Ama bazıları ele geçti. Kur’an Kerim ifade ediyor; “Peygamberleri öldürüyorlardı, şehit ediyorlardı!” diyor. Bir şey anlatan insanları şehit ediyorlardı. Belki öldürülmeyen insanlar da o kavimler helak olduklarından dolayı -Hazreti Nuh gibi, Hazreti Hûd gibi, Hazreti Sâlih gibi, Hazreti Lût gibi- işin içinden sıyrılmışlardı, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle, emriyle, sıyânetiyle, inâyetiyle, riâyetiyle, hıfzıyla, kilâetiyle, hısn-ı hasîniyle. İnsanlığın İftihar Tablosu da öyle hicret ederken, Sevr sultanlığına… “Sığındı” da demeyeceğim; esasen girdi, orayı kutsallaştırdı. Mağara, O’nu bekliyordu. Oraya girdi, orası bir sultanlık oldu. Gitseniz, tozuna-toprağına yüzünüzü sürseniz, değer.

Şimdi asıl mesele, Ashâb-ı Kehf… Ashâb-ı Kehf de Dakyanus’un şerriyle başa çıkamıyorlardı. O, her gün bir insanı çarmıha geriyordu, her gün bir insanı çarmıha geriyordu. Oradan ayrılan ve gidip mağarada tahassun eden insanlar da saraya mensup insanlar idi. Başkalarının başka isim ile yâd ettikleri, başta “Yemliha” dediğimiz zat, doğrudan doğruya saraydaki prenslerden, şehzâdelerden birisiydi. Ama bunlar, iflah edilmediler, orada bile yaşama hakkı verilmedi. Ve bir de bunlara bir çoban takıldı; “Kefeştetayyuş” falan diyorlar, biz öyle diyoruz. Hamdi Yazır bazılarının ismini değiştiriyor; İranlılar da farklı olarak sayıyorlar bunları, çevirdikleri dizide. Biz, “Yemliha, Mekselina, Meselina, Mernuş, Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyuş” ve bir de “Kıtmîr” diyoruz.

Hepsi bundan mı ibaretti? Kur’an-ı Kerim, “(Ashâb-ı Kehf ve kıssasının verdiği dersler üzerinde düşüneceklerine, insanlar bizzat hadise üzerinde yoğunlaşıp ayrıntılara girecek ve) kimisi, ‘Üç kişiydiler, dördüncüleri köpekleriydi.’ diyecek; daha başkaları, ‘Beş kişiydiler, altıncıları köpekleriydi.’ diyeceklerdir. Bunların yaptıkları, gaybı taşlamaktan ibarettir.” (Kehf, 18/22) buyuruyor; رَجْمًا بِالْغَيْبِ diyor. Fakat سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ “Bazıları da, ‘Yedi kişiydiler, sekizincileri köpekleriydi.’ diyecektir.” beyanında sükût ediyor. “Ma’rız-ı beyanda sükût, hasrı ifade eder.” Şimdi bu espriye bağlı olarak meseleye yaklaştığımız zaman, biraz “yedi” olduğu doğru gibi görünüyor, köpek ile beraber (sekiz olması) doğru gibi görünüyor. Belki bunların aslı, önemli rehgüzârları, rehberleri, rehnümâları yedi tane idi, sekizincisi köpekleri idi orada ama daha başkaları da gelip sonradan sığınmış olabilirler. Çünkü hemen orada “Onların adedini Allah bilir.” diyor. Bir yönüyle o, “Ma’rız-ı beyanda sükût, hasrı ifade eder” deyip meseleyi “Demek ki yedi idi, sekizincisi köpek idi.” Hükmümüzü de deliyor gibi, sonraki beyan onu deliyor gibi oluyor.

Evet, bunlar da yaşamalarını yaşatma meselesine bağlı olarak değerlendirdiklerinden dolayı… “Eğer O’nun nâm-ı celîlini dünyaya duyurursak/duyurabilirsek, yaşamaya değer!.. Bundan sonra gözümün ağrısı, O’nu duyurmak!.. O’nu duyurma var ise, biraz daha yaşayalım. Yok, O’nu duyurma meselesi söz konusu değilse, yaşamanın da anlamı yok!” Anladınız değil mi bunu?!. Nitekim bu mülahazaların yansımalarını da görüyoruz: Bir gün onlar hayata erdiklerinde, yeniden geriye döndüklerinde, bakıyorlar… Ne kadar sene sonra? Üç yüz dokuz sene… O kadar sene sonra, dirildiklerini gören insanlar, o bölgenin bütün insanları -torunu, torununun torunu, torununun torunu seksen yaşında- geliyorlar oraya. O da kendi kızıyla geliyor oraya, görüyorlar onları; dünya kadar insan iman etmiş. “Demek ki maksat hâsıl oldu artık, bizim yaşamamızın anlamı yok; biz, öbür tarafa göç edebiliriz!” Dolayısıyla bir daha gözlerini açmamak üzere yumuyorlar; bu dünyaya gözlerini yumuyor, öbür dünyaya gözlerini açıyorlar. Zaten onlar bir gözleriyle hep öbür tarafa bakıyorlardı, sol gözleriyle dünyaya nîm-i nigâhta bulunuyorlardı. Ashâb-ı Kehf, öyle idi.

   Hazreti Ali, her hâliyle fütüvvetin temsilcisi kahraman bir fetâ idi; o, tertemiz olarak dünyaya gelmiş, nezahet içinde yiğitçe yaşamış ve dünyanın kirlerine bulaşmadan da Allah’a ulaşmıştı.

Hazreti Ali, yiğitlik timsali olarak anlatılıyor. O da fütüvvetin gerçek temsilcisi; onda da şüphe yok. Kendi döneminde değişik bâtıl düşünceler karşısına çıkmıştı. Harûrîlerin Haravra’da bâtıl düşünceleri, her şeyi zâhire hamletmeleri gibi, bugünkü IŞİD gibi, Boko-Haram gibi, Murâbıtîn gibi, daha önce de aynı türden yaşamış insanlar gibi, Hariciler gibi, meseleleri zâhire hamleden kimselerin çok ciddî gâileleri ile başbaşa kalmıştı.

Bir yerde Hazreti Pîr-i Mugân, şem’î tâbân fâikıyetleri ifade etme adına bu meseleyi değerlendiriyor: Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (hususiyle onun sadr-ı evvelinde) dönemlerinde o türlü problemlerin olmaması, onların problemleri yatıştırma, problemlerle başa çıkma mevzuunda bir fâikıyetlerini gösteriyor; bir rüchâniyetleri var. Fakat bir yönüyle de Hazreti Ali efendimizin rüchaniyeti var; kendi dönemindeki -âdetâ Ye’cûc ve Me’cûc’un öncü kollarının ilk defa ortaya çıktığı o dönemdeki- hercümerçlere karşı “Ali gibi birisi olması lazımdı ki dayanabilsin.” Şöyle diyor Hazret: “… Sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatın zuhuru zamanında, Hazreti Ali gibi hârikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki, dayanabilsin. Evet dayandı.” Şimdi burada da mercûh, râcihe tereccüh ediyor.

Onun döneminde… Vâkıa, Hazreti Ebu Bekir döneminde irtidat hadiseleri var; fakat Hazreti Ali efendimiz döneminde, onun karşısına çıkanlar meseleyi Kur’an argümanlı, Sünnet argümanlı ele alıyorlardı. Günümüzde olduğu gibi, Müslüman görümündeki taylasanlılar, onun karşısına çıkmışlardı ve dolayısıyla bunlara aldananlar çoktu. Fakat orada başa çıkamadılar onunla; o, misyonunu devam ettiriyordu. Ne var ki, bu defa arkadan hançerlettiler onu; mescide giderken hançerlettiler. Hâşâ ve kella, onu “fitnenin başı” gibi görüyorlardı; başa çıkamadıklarını anlayınca, bu defa öyle…

Hani bir arkadaşınıza “Ölsün!” diye elli defa ölümüne büyü yaptıkları gibi… Bu neyi gösteriyor? Onların yaptıkları fitne ve fesadı yeterli bulamamalarını ve hınçlarını… “Bunu öldürelim de tamamen meseleyi kökünden kurutalım!” mülahazasındandır, elli defa büyüye teşebbüs etmeleri. Tutar, tutmaz… Bu aynı zamanda bir “şey”in, İnsanlığın İftihar Tablosu’na yaptığı gibi… “Şayet büyü ile O’nu devirirsek, dolayısıyla çözülme olur!” mülahazası… Bakın!.. Karı-koca; biri o, biri de onun hanımı, aynı zamanda.

Bu, bir yönüyle, yaptıkları mezâlim karşısında onu yeterli bulamama.. Meseleyi, tepede gördükleri birini… Bu da şirk esasen… Tepesi-mepesi yok; bu daire içinde herkes düz seviyede, herkes aynı seviyede. “Kur’ânî makuliyet” içinde bir araya gelmiş, bir şeyin doğruluğuna inanmış, “insanlık kardeşliği”ne inanmış, Hümanizmin çok ötesinde ve üstünde bir şeye inanmış; yeryüzünde onu gerçekleştirmeye matuf hareket eden insanlar… Bunlar, falanın-filanın ölmesi ile dağılacak gibi değil, Allah’ın izniyle. Fakat onlar, kendileri hakkında öyle düşünüyorlar; “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi…” Dolayısıyla, şirke girerek, Allah’ın lütfunu/ihsanını şahıslara mal ediyorlar.

   Hayatımda bilerek yalanın yarısını bile söylediğimi hatırlamıyorum; hatta arandığım dönemde yakalanacağım sırada yaptığım bir târizin nedametini hala vicdanımda hissediyorum.

Yine, antrparantez: Hani “Tek ceketim var!” filan deyince de kalktı birisi dedi ki, “Ne tek ceketi? Tek ceketi varmış!..” Hayatımda bilerek yalan söylediğimi hatırlamıyorum; yalanın yarısını bile söylediğimi hatırlamıyorum. Hatta -az sonra anlatacağım- yıllar önce târiz (bir sözün görünürdeki anlamından farklı bir mana kastedilerek kullanılması) olarak dediğim bir şeyde bile, “Acaba günah oldu mu?” endişesini taşıyorum. Ee şimdiye kadar birisinin -zannediyorum- üç yüz tane yalanını, üç yüz tane de tenakuzunu, yan çizmesini, yanar-dönerliğini tespit ettiler, üç yüz defa…

Ben arandığım dönemde, askerlik vazifesini yapan arkadaşları ziyaret ediyordum. Askerî kışlada olduğum öyle bir an, biri geldi. Böyle önümde geziyor; bir öyle geçti, bir de böyle geçti, yüzüme baktı. Ee ben aranıyorum, billboardlarda resmim var, ismim de yazılı. O, asker; ben de askerî kışlada asker ziyaret ediyorum. Baktı; “Sen Fethullah Hoca mısın?!.” dedi. Ben yalan söylememek için kıvrandım; “Şimdi, ‘Değilim!’ desem yalan olacak; ‘…ım’ desem, bu defa da hemen derdest edecekler.” düşüncesiyle, “Vallahi” dedim “İnsanlar birbirine çok benziyorlar!” Hepsinin ağzı var, burnu var, gözü var, kulağı var; bazıları da birbirine çok benzer… Yalanın meâriz nev’inden bu kadarı bile beni rahatsız etmiştir. Hâlâ sindiremiyorum içimde; “Acaba orada başka ne diyebilirdim ben?”

Seyyidinâ Hazreti İbrahim, bir baltayla putları kırdı ve sonra baltayı en büyük putun boynuna astı. Kendisine “İlâhlarımıza bu işi kim yaptı?” diye sorulunca da, büyük putu gösterip, بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَاBelki o yapmıştır! Büyükleri o, ona sorun!” (Enbiyâ, 21/63) dedi. بَلْ فَعَلَهُ “Belki o işledi.” Kendini kastediyor. Buraya, vakıf koyanlar da var. كَبِيرُهُمْ هَذَا “Büyükleri de işte şu!” falan diyor. Ama -bağışlayın, bağışlayın, bağışlayın, lütfen bağışlayın- enayiler zannediyorlar ki, o, putları kastetti. بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا “Onu, onların büyükleri yaptı!” Onlar öyle anlasın, o da بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا “Belki o yapmıştır! Büyükleri de şu enayi, sizin gibi!” filan diyor onlara. Fakat mahşerde, mahkeme-i kübrâda, ma’dele-i ulyâda etrafına “Şefaat!” diye gidenlere, “O meârizimden dolayı ben yapamam! Öyle bir târizde bulundum ben!” diyor. Çünkü o, bir yönüyle hilaf-ı vakinin urba değiştirmiş şeklidir. Biz, mü’miniz, meseleye böyle inanıyoruz. Ama birileri her gün birkaç tane yalan söylüyorsa… “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi.” Bu da onun fütüvveti; fütüvveti ile serfirâz olsun!..

Evet, fetâ… Hazreti Ali’ye “fetâ” demişler; Hazreti Ali, fetâ… Ona canım kurban olsun! Ali, yiğitlik timsali olarak anlatılıyor. Zamanın ve asrın şartlarının fütüvvete kendi boyasını çalması söz konusu mudur?

Öyle olması lazım fakat o çizgiyi, o zirveyi tutturmak zordur. Ne Ashâb-ı Kehf zirvesini tutturmak, ne seyyidinâ Hazreti Musa zirvesini, ne Hazreti İsa zirvesini, ne seyyidinâ Hazreti Ali zirvesini… Bunları tutturmak mümkün değil!.. Fakat hedefte o olmalı; nübüvvet, ulaşılmayan bir şeydir esasen; fakat hedefte o olmalı: “Allah’ım, bu mevzuda bize de o kadar gayret-i diniyye ihsan eyle! Nâm-ı celil-i Sübhânîni dört bir yanda bayraklaştırmak için elimizden gelen her şeyi yapalım!”

Havlayanlar, arkamızdan havlayıp dursunlar; onları kâle almayalım. İbn Hacer’in dediği gibi: لَوْ أَنَّ لِكُلِّ كَلْبٍ عَوَى لَوْ رَمَيْتَ * لَمْ يَبْقَى فِي اْلأَرْضِ حَجَرًا “Her havlayan kelbin ağzına bir taş atacak olsan, dünyada taş kalmaz.” Eğer her bilmem ne yapan şeye bir taş atsan, yeryüzünde taş kalmaz! Kâle almadan, doğru bildiğimiz yolda dosdoğru yürüyelim!.. Ashâb-ı Kehf’in yürüdüğü gibi, Hazreti Ebu Bekir’in yürüdüğü gibi, Hazreti Ömer’in yürüdüğü gibi, Hazreti Osman’ın yürüdüğü gibi, Hazreti Ali’nin yürüdüğü gibi yürüyelim.

   Maddi kılıcın kınına girdiği, hatta toprağa gömüldüğü günümüzde, gerçek yiğitlik, Kur’an’ın elmas düsturlarını kullanmak ve hâli sözün önünde götürmek suretiyle Hak ve hakikatin müdâfîi olmaktır.

Günümüzde de böyle bu mesele; ancak zamanın şartlarına göre… Bazıları bazı dönemlerde kuvvet kullanıyorlar. Ashâb-ı Kehf kullanmamış, gördüğünüz gibi. Ne yapmışlar, imanın elmas kılıcını kullanmışlar. Aklın, mantığın elmas düsturlarını kullanmışlar. Çağın Sözcüsü de “Kur’an’ın elmas düsturlarını kullanmak” üzerinde duruyor. Bu çağda, “Maddî kılıç, kınına girmiştir.”

Bazı dönemlerde el-âlem, kılıç ile karşınıza çıkıyor. Benzer bir dönemde Hazreti Ali efendimiz, Hâricîlere karşı, Harûrîlere karşı öyle mücadele etmiş. Hazreti Ebu Bekir ehl-i irtidâda karşı öyle hareket etmiş. Ama günümüzde o türlü şeyler, tamamen kılıfına konmuş; buzdolabına da değil, toprağa gömülmüş; dirilmemek üzere de üzerine kocaman kayalar konmuş. “Kur’an!” denmiş, “Sünnet!” denmiş, “Hâl ve temsil ile Allah’ın anlatılması!” denmiş. Mesele ona bağlanmış; onun dışında başka argümanlara hiç başvurulmamış. Bence, günümüzün fütüvvetinin esası da budur.

Eğer öyle bir dönemde olsaydı, size de Mus’ab gibi, İbn Cahş gibi olmak düşerdi. “Keşke O’nun önünde olsaydım, kalkan gibi bulunsaydım!” Kıtmîr, çok defa düşünmüştür; “Keşke Mus’ab’ın yanında olsaydım, onun kolu-kanadı kırıldığı zaman, bu defa ben kolumu-kanadımı kaldırsaydım!” Ama acaba onu yapabilir miydim? Sahabenin, Tâbiîn’e dediği gibi, “O dönemde çokları çok küçük şeyler karşısında inhiraf ediyordu, halinize şükredin!..”

Cenâb-ı Hak, günümüzde taşınmayacak şey teklif etmemiş; teklif-i mâ-lâ yutak yok. İnşaallah, taşıyamayacağımız yükleri bize yüklemeden, bu emanetini taşımaya muvaffak kılar!.. Biz de çağın fütüvvet ruhunu böylece temsil etmiş oluruz, inşâallahu teâlâ.

O hapishanedekilerine böyle bakılabilir ama çizgi kayması yaşamıyorlar ise… Evet, Allah (celle celâluhu) orayı -bir yönüyle- Ashâb-ı Kehf’in Kehf sultanlığı şeklinde, Sevr sultanlığı şeklinde, Hira sultanlığı şeklinde değerlendiriyor, öyle resmediyor; içindekilere de zılliyet planında, izafiyet planında o değerleri lütfediyor. Allah, Latîf’tir, lütfeder. Biz de o ismi çekiyoruz; her gün, 129 defa, “Yâ Latîf” diye.

يَا مَنْ لَطِيفُ لَمْ يَزَلْ * اُلْطُفْ بِنَا فِي مَا نَزَلْ

أَنْتَ الْقَوِيُّ نَجِّنَا * عَنْ قَهْرِكَ يَوْمَ الْخَلَلْ

“Ey lütf u ihsanları hiçbir zaman kesilmeyen ve kullarının en gizli ihtiyaçlarını bilerek onlara nimetler yağdıran Latîf Rabbimiz. Başımızdan aşağı boşalttığın her nimeti hakkımızda hakiki ihsan kıl ve bize bolca lütufta bulun. Sen ki Kavî’sin; güç, kuvvet ve kudret sahibisin; her şeyin bozulup dağılacağı ve herkesin telafisi bulunmayan bir zararla karşı karşıya kalacağı kıyamet gününde bizi kahrına maruz kalmaktan kurtar.” اَللهُ لَطِيفٌ بِعِبَادِهِ “Allah kullarına çok lütufkârdır.” diyoruz. O’nu öyle yâd ediyoruz; eltâf-ı Sübhâniyesinin dahasını beklemeye duruyoruz..

(Hazreti Üstad’ın şu anki halime muvafık sözüyle bitireyim.) “Yâ Rab! Garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem; bî-ihtiyarem, el’aman gûyem, afv cûyem, meded hâhem zidergâhet İlahî!..”

İmanın Tadı, İnsana Sevgi ve Ümit

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Dünyanın iç içe deformasyonlardan sıyrılması, başta teker teker, bizim her birerlerimizin kendimiz olmamıza, yeniden kendi formumuzu bulamamıza vâbestedir. Biz, biz olacağımız âna kadar, başkalarının bir şey olmasını beklemek, beyhudedir. Bir ümit, bir recâ mülahazasıyla diyebilirim ki, o yola girildiği söylenebilir.

   Dünya, “Hâle” (Ashâb-ı kiram) boy aynasıyla kendini yenileyebilmiş, halini dilinin önüne geçirmiş ve hayatını insanlığa adamış fertlerin teşkil ettiği imrendirici bir oluşuma muhtaç!..

Fakat henüz o mesele, bir şey ifade edici mahiyette noktalanmış değil, daha hecelemedeyiz. Birinin dediği gibi: “Mecnun ile aşk mektebinde beraber idik biz. Ben Kur’an’ı hatmettim, o ancak “Ve’l-leyl” Sûresi’ne geldi.” Yani, “Ben ereceğime erdim, o ise ‘Leylî, Leylî, Leylî!’ deyip durdu!” diyerek, Sebk-i Hindî gibi bir üslup ile meseleyi ifade ediyor, iki mısraya sıkıştırmış onu.

Bütün dünyanın yeniden şekillenmesi, inşirah verici bir hâl alması, tam bir Cennet koridoruna dönmesi, en azından büyük çoğunluk için, ümit vaad edici bir oluşuma vâbestedir. Bir yerde, imrendirici bir oluşum çok önemlidir.

Zannediyorum, başka tarafta öyle imrendirici bir şey yok. Meseleyi âidiyet mülahazasına bağlayarak “Bu, sizde var; bu harekette var, bu cemaat içinde var!” falan diyemem, iddia olur; “Değildir!” de desem, Cenâb-ı Hakk’ın eltâf-ı sübhâniyesini inkâr olur. Var olan şeyler, هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي “Rabbimin fazlından, kereminden, teveccühünden, iltifatındandır!” Olacak şeyler de O’nun bu mevzuda ekstra inayetlerindendir. Olanlar, olacaklar için inandırıcı referanstır. Buna inanmalı ve bu yolda evvela kendimiz adına bir yenilenme cehdi/gayreti içinde olmalıyız.

Kur’an-ı Kerim: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا “Ey iman edenler, (hakkıyla ve gerçek manada) iman edin!” (Nisâ, 4/136) buyuruyor. “Ey iman edenler!” diyor; “Kâfirûn, Münafikûn, Fâcirûn, Fâsikûn!” değil, “Ey iman edenler!” diyor. Hem de fiil-i mazi kipi ile söylemek suretiyle, “Ey imanda sâbit-kadem olanlar.. -belli bir yönüyle- onu vicdanlarında sürekli tazeleyip duranlar.. delil peşinde koşturanlar.. marifetleri ile kalblerine mızraplar indirenler.. içlerini huşu ve haşyet ile harekete geçirenler!.. Dimağlarınızı onun tesirine alarak, düşünce hayatınızı pozitif düşüncelere tevcih ettirerek, bir kere daha -gelin- iman edin!” diyor.

Sahabî, semadan gelen bu emre imtisâlin gereği, onu doğru anlamanın gereği, bazen sokakta rastladığı kimseye, تَعَالَ نُؤْمِنْ سَاعَةً diyordu: “Gel, hele şöyle bir süre Allah’a yeniden iman edelim!” Sa-ha-bî… İman etmişlerdi, hem de bizim idrak ufkumuzu aşan şekilde iman etmişlerdi. Görüyor gibi iman etmişlerdi; her tavır ve davranışlarından “ihsan şuuru” dökülüyordu; kıvrım kıvrım idiler Allah karşısında. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara örnek idi; O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) göre şekilleniyorlardı. O ne yapıyor, ne ediyor, nasıl kıvranıyor, nasıl gözyaşı döküyor, nasıl başını yere koyuyor, secdede dakikalarca duruyor ise, onlar da O’na benzeme peşindeydiler, o yolda idiler; O’nun gibi olma, O’na layık olma istikametinde ve sürekli bir kıvam koruma gayretinde idiler, Allah’ın izni ve inâyetiyle.

Bu, belli bir yere kadar sürdü. Bunu da yine o Söz Sultanı ifade buyuruyor, Gönül Sultanı ifade buyuruyor, İdrak Sultanı ifade buyuruyor: خَيْرُكُمْ قَرْنِي ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ “En hayırlılarınız benim çağımda yaşayanlardır. Sonra onu takip edenler (Tâbiîn), sonra da onları takip edenler (Tebe-i Tâbiîn) gelir.” “Çağların/asırların en hayırlısı, en nûrânîsi, bir yönüyle insanlara en fazla tesir edeni, imrendirici olanı, Benim içinde bulunduğum çağdır/asırdır!” buyuruyor. Ondan sonraki asır, Tâbiîn asrı, Sahabe’yi görenler; Hâle’ye müteveccih yaşayanlar asrı. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir Kamer-i Münîr idi. -Bu tabiri Hazreti Pîr-i Mugân da kullanıyor.- Etrafındaki o ışık hâlesi de sahabe-i kiram idi.

Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir yönüyle, bütün insanları da onlara teveccühe çağırıyordu: أَصْحَابِي كَالنُّجُومِ، بِأَيِّهِمُ اقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ “Ashabım yıldızlar gibidir, hangi birine tabi olup onun ardından giderseniz, hidayete erersiniz.” diyordu. “Benim sahabîlerim yıldızlar gibidir; güneşin etrafında veya büyük sistemlerin etrafında yüzüp gezen yıldızlar gibidir.” diyordu. Hele Râşid Halifeler, hele Râşid Halifeler… Bilhassa onlara imtisâle (izlerinden gitmeye, onları örnek almaya) kat’î bir emir ile çağrıda bulunuyordu. Dolayısıyla terütaze Müslümanlığı sağlam temsil eden, halleriyle gösteren bir cemaat idi, Ashâb-ı Kiram.

Ondan sonrakiler de o Hâle’ye müteveccih yaşadı, ona göre şekillendiler; keyfiyet urbalarını ona göre birkaç defa vicdan aynalarında, idrak aynalarında kontrol ettiler, ceketlerinin yakalarını düzelttiler; kendilerini yeniden, bir kere daha kıvam adına gözden geçirdiler. “Sahabe, böyle yapıyordu!” dediler, onlara ayak uydurdular. -Bu da asker tabiri.- Onların ritimlerine göre, gönül dünyalarına göre şekil almaya çalıştılar.

Ondan uzaklaşma oldukça, yavaş yavaş o nûr-efşân atmosferden de uzaklaşma oldu. Sönmedi, ama o ölçüde ziyadâr olmadı, nûr-efşân olmadı. Tebe-i Tâbiîn döneminde ve ondan sonraki çağlarda, değişik düşünceler, mideyi bulandırıcı şekilde değişik telakkiler yaygınlaştı; Neo-Platonizm düşüncesi, Sokrates düşüncesi, Aristoteles düşüncesi, Yunan felsefesi, Grek felsefesi gibi akımlar, bizim o dupduru düşünce dünyamız içine girerek, midelerde bulantı veya düşünce dünyasında bulantı meydana getirebilecek durumlara sebebiyet verdi.

   İslam’ın nur yüzüne zift saçtılar!..

Antrparantez şunu arz edeyim: “Başkalarından hiçbir şey alınmayacak!” diye bir şey yok; fakat alacağımız şeyler -esasen- bizim eleklerimizden geçtikten sonra olmalı; bizim referans kaynaklarımızdan vize aldıktan sonra kabul edilmeli. Uyuyor mu bize, uymuyor mu bunlar? Ulûhiyet telakkimiz ile telif edebiliyor muyuz? Nübüvvet telakkimiz ile telif edebiliyor muyuz? Esmâ, Sıfât-ı Sübhâniye, Zât-ı Baht telakkimiz ile telif edebiliyor muyuz? Bu açıdan, almada mahzur yok ama “körü körüne alma” çok mahzurlu.

Yavaş yavaş, körü körüne almalar başladıkça, esasen o “ışık” da ziyasından çok şey kaybetti. “Ziyâ” iken yavaş yavaş “nur” oldu; “nur” iken -bir yönüyle, belki- çok küçük bir kıvılcıma dönüştü, bir mum ışığına dönüştü; kıvılcım iken söndü, sadece külün içinde küçük bir kor haline geldi. O da geldi, maalesef bizi buldu.

Yeniden bir kalbî hayat… İman-ı billah, marifetullah mızrabını kalbe indirmek suretiyle içte o ürpertiyi hâsıl etmek… İçte hâsıl olan o ürperti, bir yönüyle bizim düşünce dünyamızı, dimağımızı harekete geçirecek; ciddî tefekkürler, tedebbürler, tezekkürler çağlayanına kendimizi salacak ve akmamız gerekli olan ummana doğru akmaya duracağız. O’na doğru her adım attıkça, yeni marifet hüzmeleri ile, tayfları ile karşı karşıya kalacağız. Olduğumuz yerde durursak, mevcut ile iktifâ edersek, bu, dûn-himmetliktir, kurur kalırız. Her gün biraz daha ilerlemek, her gün biraz daha dal-budak salmak, her gün yeni yeni salkımlar ile insanları çağırmak… Dün gördükleri halde yarın bizi görmesinler!.. Çok yeni yeni şeyler olmalı bizde ki, insanlar, ona koşsunlar; koşsun ve bir yönüyle kurtuluş yoluna, kurtuluş ufkuna ersinler.

Zannediyorum, günümüzde insanlık kendine ediyor ama esasen biz, insanlığa ediyoruz. Tam bir kıvam sergilemediğimizden/sergileyemediğimizden dolayı, Müslümanlığı öyle görüyorlar. Bulantı hâsıl eden dünya kadar zift cereyanı var. Etrafınıza bakın, Müslümanlığın dırahşan çehresini karartan, “Niye benim gibi düşünmüyorsun!” diye insanların kellelerini alan kimseler var. Bunları gören insanlar, sadece ürperirler; fakat bu, Allah’ı bilip o marifet ile, o haşyet ile, o huşû ile ürperme gibi bir şey değil, “Aman, Allah göstermesin, iyi ki bu hazirede olmamışız!” diye ürperirler. Ben, isim tasrih etmiyorum, “Falan cereyan, filan cereyan…” demiyorum. Öylesine mide bulandırıcı ki, onlara bakan insanın, İslamiyet’i seçmesi, intihap etmesi, ona doğru bir adım atması, onu kabullenmesi mümkün değil. Aksine -zannediyorum- ona doğru şöyle böyle yanılarak yönelenleri dahi vazgeçirecekler, “Aman, beyhude yorulmayın, zifte doğru seyahate kalkmışsınız!” filan dedirtecekler.

Siz, çevrenizdeki Müslüman geçinen dünyaya bakın; mahrutî/bütüncül bir nazarla bakın. İdrakinizi mercek yapın, muhakemenizi mercek yapın veya teleskop haline getirin; o bütüncül nazar ile, olduğu gibi her şeyi tespit etmeye bakın. Zannediyorum benimkiler eksik olacak ama siz, tamamı yakalama imkânına sahip olacaksınız, “Allah böylesini göstermesin!” diyeceksiniz. Evet, ben bunları âcizâne ifade ederken, Kıtmirce oluyor ama zannediyorum siz, o dünyaları zihninizde canlandırıyorsunuz resim resim; mücerred resimler halinde, sinema perdesi gibi gözünüzün önünde canlanıyor. Ve zannediyorum daha derince düşünseniz, şu mübarek mekânda bile -burası namaz kılma mekânı olması itibarıyla, yoksa bize ait bir yer olması itibarıyla değil- istifrağ etmemek için biraz dişinizi sıkıyorsunuz. İç bulantısı yaşıyorsunuz, “Aman, Allah göstermesin, falan dünyadakilerine benzemeyi, onların konumunda bulunmayı!” diyorsunuz. Hafizanallah…

Bu türlü kirli bir dünya… Kendi tepeden tırnağa zift içinde bulunduğundan dolayı… Bir Türk atasözü vardır, “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi.” Şayet sağda-solda kendileri gibi düşünmeyenlere hep “terör” estirip duruyorlar ise, hiç şaşırmayın size “terörist” demelerine; çünkü sizde kendilerini görüyor, sizi de kendileri gibi sanıyorlar.

   İyilik yollarını gösterip kötülükten sakındırmak, hakiki mü’minin en önemli vasıflarındandır; bu vazifenin, numune-i imtisal bir topluluğun güzel temsiliyle yapılması ise, hayati öneme sahiptir.

Bütün dünyada korkunç bir deformasyon yaşanıyor, dedim. Esasen, bizim dünyamızın deformasyonuna bakarak, “Galiba bu, böyle gidiyor hep! Hep böyle olmuş!” falan diyorlar. Onun için böyle toptan bir görüntü, öyle bir “emr-i bi’l-marûf, nehy-i ani’l-münker” tavrı çok önemlidir. O öyle bir tavırdır ki, zannediyorum ferden ferdâ “emr-i bi’l-marûf, nehy-i ani’l-münker” yapmanın çok üstünde kıymetlidir.

Aslında, bu ümmetin en önemli vasfı odur: كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِ “(Ey Ümmet-i Muhammed!) Siz, insanların iyiliğine olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışırsınız; elbette Allah’a inanıyor (ve bunu da zaten inancınızdan dolayı ve onun gereği olarak yapıyorsunuz).” (Âl-i Imrân, 3/110) “Emr-i bi’l-marûf, nehy-i ani’l-münker ile bir adamı hizaya getirme, yığın yığın koyun sürülerinden daha hayırlıdır.” Bunu Beyan Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyor.

Şimdi bir de toptan bir heyetin, bir cemaat-i nûriyenin, bir irşad ehlinin, âdetâ koro halinde bir meseleyi seslendirmelerini ve tavırlarıyla onu temsil edip ortaya koymalarını, tavır sergisi yapmalarını düşünün. Bunu gördükleri zaman, imrenecekler ve yeniden “Bu dünya, yaşanır bir dünya haline geldi!” diyecekler. “Galiba öbür tarafı da ancak böyle imar edebiliriz!” diyecekler/düşünecekler.

Bugünün değişik yollar ile vahşete açık dünyasında, dünya insanını böyle bir mülahazaya uyarmak, dünya insanında böyle bir mülahazayı oluşturmak çok önemli bir vazifedir. Toptan dünyaya, toptan bir hareketin, âdetâ bir koro sesi ile aynı şeyleri seslendirmesi gibi… O koroyu idare edenler, gelmiş-geçmişler ve aynı zamanda düsturları da bırakmışlar. Onları değerlendirdiğiniz zaman, artık yeniden falanın-filanın karşısına, elinizdeki bir çubuk ile geçip, “Bu Saba’dır, bu Rast’tır, bu Uşşâk’tır, bu Hüzzâm’dır, bu Segâh’tır!” filan demeye lüzum yok. Denen şeyler denmiş esasen ve onlar tın tın bizim kalbimizin kulaklarında çınlıyor. Kalbimizin kulaklarında çınlıyor…

Evet, elverir ki biz, bize bizden yakın Zât (celle celâluhu) ile münasebetlerimizi yeniden, bir kere daha tesis ederek, esasen kendi uzaklığımızı aşıp O’na yakın olalım. “Zulmet-i hicranla bîdâr olmuşum, yâ Rab meded / İntizâr-ı subh-i didâr olmuşum, yâ Rab meded!” Bir gönül insanı Niyâzî-i Mısrî’ye ait. Hani, “Her mürşide el verme ki, yolunu sarpa uğratır / Mürşidi kâmil olanın, gayet yolu âsân imiş.” diyor. Ee şimdi insanlık, hangi mürşide el versin ki, yolunu sarpa uğratmasın?!. Evet, öyle bir mürşîd olmak istemez misiniz?!.

Şimdi bazı mahrutî bakanlar, bütüncül bir nazar ile insanlığı temâşâya, mercek altına alanlar, bir yönüyle bu hareketin kıpırdanışlarında, dünya adına bir kısım ümit hecelemelerine giriyorlar: “Galiba insanlık için vaad edilecek şeyleri, bunlar vaad edecek! Yoksa her yerde öldürücü, kahredici silahlar yapılıyor; biri, diğerini öldürmek suretiyle onun yerine konmak istiyor. Esasen “sulh esintileri” ile, “sulh meltemleri” ile gönüllerde inşirah hâsıl etmek, insanların birbirleriyle kucaklaşmasını, sarmaş-dolaş olmasını sağlamak, muânakalar ile içlerdeki kini-nefreti atmalarını temin etmek lazım. Zannediyorum, bunlar, işte o Türkçe Olimpiyatları’yla, dünyanın değişik yerlerinde açtıkları okullarla, bunu belli ölçüde tecrübe mahiyetinde sergilediler. Demek ki az daha dişlerini sıksalar hakikaten, ümit-bahş olacaklar; dünyanın yaşanır bir dünya haline gelmesi adına da rehberlik yapacaklar…”

Dünya bunu intizar ediyorsa, hem onları inkisara uğratmamak, düşüncelerinde/hülyalarında yalancı çıkarmamak, hem de zikzaklarımız ile aynı zamanda başkalarını yanlış yollara sevk etmemek için bugüne kadar yürüdüğümüz yolda biraz daha atımızı mahmuzlayarak veya vites değiştirerek daha hızlı, daha temkinli yürümek mecburiyetindeyiz. “Aman şu davranışlarımız, şu şekilde yorumlanır! Celb edelim derken, kaçırmış oluruz!” mülahazasıyla daha temkinli yaşamamız lazım. “Temkin” -antrparantez- Tasavvuf’ta en son mertebedir. Daha temkinli davranarak, hem Allah’a karşı münasebetlerimizde, hem insanlara karşı münasebetlerimizde başkalarını şaşırtacak, yanlış şeylere sevk edecek tavır ve davranışlardan yılandan-çıyandan kaçıyor gibi kaçınmalıyız.

   “Şu üç haslet kimde bulunursa, o imanın tadını duyar.”

Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm şöyle buyuruyor: ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلَاوَةَ الْإِيمَانِ أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ “Şu üç haslet kimde bulunursa, o imanın tadını duyar: Allah’ı ve O’nun Rasûlü’nü her şeyden ve herkesten daha fazla sevmek; sevdiğini yalnız Allah rızası için sevmek ve Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek.” ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلَاوَةَ الْإِيمَانِ İmanın tadını tatmış…

Her şeyin üstünde, “iman” etmek; imanını “marifet” ile taçlandırmak… Marifete dayanmayan bir iman, her zaman bir sarsıntı ile devrilebilir. Günümüzde bir kısım gâile, belâ, mesâib ve mesâvî ile sarsılan insanların durumu… Bir taraftan, وَلِيُمَحِّصَ اللهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِرِينَ “(O günleri insanlar arasında döndürüp durmamız,) Allah’ın (fert fert içlerindeki yanlış duygu, düşünce ve nifak tortularını arıtarak, toplum planında ise içlerindeki münafıkları ortaya çıkararak) mü’minleri tertemiz yapması ve kâfirleri derece derece imha etmesi içindir de.” (Âl-i Imrân, 3/141) fehvasınca, tortunun-posanın has altından-gümüşten ayrıldığı gibi bir ayrılma oldu. Fakat bir taraftan da nerede duruyorlarmış, ne ölçüde sağlam duruyorlarmış, devrilen insan tavırlarıyla bunu gösteriler. Demek ki çok ciddî meselelere karşı bunlar, yürüyecek tipte, karakterde, kıvamda insanlar değillermiş. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun asrında bulunsalardı, Bedir’de fiyasko yaparlardı, Uhud’da ayrı bir falso ile Rasûlullah’ın karşısına çıkarlardı, Hendek’te daha ayrı bir oyun ile o işten sıyrılmaya çalışırlardı. Münafıkların, Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl’ün yaptığı gibi… O, bir tane idi; etrafında da bir sürü ahmak vardı. Şimdi, dünyada, İslam dünyasında o kadar Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl var ki, enflasyonu yaşanıyor onların.

Evet, ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلَاوَةَ الْإِيمَانِ؛ أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا Allah’a iman.. sonra imanı marifet ile taçlandırma.. marifetin muhabbete/Allah sevgisine kanatlanmasını sağlama.. Allah sevgisini aşk u iştiyâk-ı likâullah ile taçlandırma. -Tasavvufta bunun üzerinde duruluyor ama kütüb-i fıkhiyede, Ahlak kitaplarında çok durulmuyor bunun üzerinde.- Sonra aşk u iştiyâk-ı likâullah’ın hâsıl ettiği bir zevk-i ruhânî… Hazreti Pîr-i Mugân, ona temas ediyor: “İman-ı billah, Marifetullah, Muhabbetullah, Zevk-i ruhânî.” diyor. Fakat mülahaza-i Kıtmîriyye, diyorum ki: Zevk-i ruhanî mevzuunda da Allah’a karşı yaptığımız şeyler adına yine bir beklenti olduğundan dolayı, şayet beklemeden kendi kendine geliyorsa makbuldür. O zaman, هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي “Bu, Rabbimizin bize bir fazlı, bir ihsanı, bir teveccühü, bir inâyeti, bir riâyeti, bir kilâeti, bir bakması.” deriz. Allah, öyle bir muameleden bizi mahrum etmesin, bize öyle muamele buyursun her zaman!.. İman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhânî, aşk u iştiyâk-ı likâullah…

Allah’ı her şeyin üstünde, Peygamberi her şeyi üstünde sevme… Bir örnek; daha önceki dağınık, derbeder sohbetlerde ifade edildiği gibi… Hazreti Ömer efendimiz, muhabbet, aşk u iştiyak adına şahlandığı bir anda, Allah Rasûlü’nün dırahşan çehresine, o güneşlerden güneş çehresine bakıyor, “Yâ Rasûlallah!” diyor, “Seni, nefsimden başka, aile efradım, çoluk-çocuğum, her şeyim, bütün mamelekim, hepsinin üstünde seviyorum!” Şimdi bu, çok önemli bir deyiştir. Bu, öyle bir nağmedir ki, zannediyorum, biz hakikaten ondaki o inceliği, o derinliği, o bayıltıcılığı, bir ney sesi ile olan o bayıltıcılığı duyduğumuz zaman, Mevlânâ’nın adamları gibi Semâ’a kalkar, pervane dönmeye başlardık. Fakat Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun beklediği cevabı vermiyor: “Beni, kendi nefsinden de fazla sevmedikçe, iman etmiş olamazsın!” Hazreti Ömer’de öyle bir alıcılık var ki!.. Almacı, bin yerden gelen sinyalleri birden alabilecek, anında çözebilecek bir deşifre subayı gibi; anında çözebilecek bir kabiliyeti var. Amudî yükselme, dikey yükselme kabiliyetine sahip. Anında diyor ki: “Yâ Rasûlallah! Şu anda, Seni, nefsimden de artık seviyorum!” Bir milyonda bir hilaf-ı vâki beyan olduğuna ihtimal vermiyorum; o, Hazreti Ömer… Cenâb-ı Hak, o duygu, o düşünce ile serfirâz kılsın herkesi!..

   İnsan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surette yaratılmıştır ve ona karşı alaka/sevgi, Allah’ın sanatına saygı demektir.

Şimdi, أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا Bir kere, insan bu donanım ile donanınca, bakın, ondan sonra yapacağı şeyler de istikamet üzere: وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ Bu defa, başkalarını seviyorsa, münasebete geçiyorsa, sarmaş-dolaş oluyorsa, muânakada bulunuyorsa, Allah’a karşı münasebet yerleri itibarıyla, konumları itibarıyla yapacak bunları; o da bir yönüyle Allah için onları sevecek. Neden meseleyi bu kadar uzattım? Yani, birileri sizinle beraber aynı safı paylaşıyorsa, Kâbe’nin etrafında, Mele-i A’lânın sâkinleri gibi halka haline geliyorsa, hep aynı duyguyu, aynı düşünceyi terennüm ediyorsa şayet, senin sevgi dünyanda onların yeri başkadır; saff-ı evveli teşkil ediyorlar. Birileri şöyle-böyle, düşe-kalka geliyorlar ise, ikinci safta yerlerini alıyorlar. Birileri oturmuş, “Bakalım hele bunlar ne zaman rükûa varacak?!” diye o güzel tabloyu temâşâ ediyorlarsa ve içlerinde bir imrenme duygusu var ise, bir de onlara karşı bir sevgi; onlara karşı da onlar kadar bir sevgi, bir alaka esasen… Birileri de “Bunlar ile uzun yol alınabilir. Bunlar ile bir gelecek imar edilebilir. Şu deformasyon, giderilebilir!” mülahazası ile bakıyor, taklit ediyor ve imreniyorlar ise, bir de onlara karşı bir alaka… Derece derece, herkese karşı bir alaka gösterme… Çünkü bahsettiğim hususların hepsi, bazıları tamamiyet içinde, bazıları yarımlık çerçevesinde, bazıları üçte bir olma çerçevesinde, bazıları dörtte bir olma çerçevesinde, bazıları beşte bir olma çerçevesinde, o dairevi halkaya dâhil oluyorlar.

Bu itibarla, وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ Allah’tan ötürü sevmek… İnsan, Allah’ın güzide bir sanatı olduğundan dolayı, “ahsen-i takvîm”e mazhar olduğundan dolayı, mir’ât-ı mücellâ olduğundan dolayı sevmek… إِنَّ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمَنِ “Allah (celle celâluhu) insanı, sûret-i Râhman’da yaratmıştır.” Bu mübarek beyanı, Hazreti Pîr’in izahı içinde anlamak lazım. Zira bunu Tâbiîn’den bir zat nakledince, Yahya İbn Saîd el-Kattân onu tenkit etmiş. O, hadislerde münekkittir esasen; böyle sizin sağlam gördüğünüz hadislerde bile, çok küçük bir bit yeniği var ise şayet, onu yerden yere vurur. Dolayısıyla bunu rivayet eden o zatı da yerden yere vuruyor, “Mecruh o insan!” diyor. Fakat Hazreti Pîr’in bu hadis-i şerifi şerhi var. Diyorum ki: Yahya İbn Saîd el-Kattân -ki canım ona kurban olsun, çünkü çok seviyorum onu da; canım ona kurban olsun- Hazreti Pîr-i Mugân, şem’-i tâbân, ziyâ-i himmetin o mevzudaki beyanını görseydi, Tabiînden o zatı öyle tenkit etmeyecekti. إِنَّ اللَّهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمَنِ Zât-ı Ulûhiyeti, Esmâ-i Hüsnâsı ile, Sıfât-ı Sübhâniyesi ile aksettirecek en mücellâ bir ayna var ise, o da insandır.

Evet, bu mahiyetini değerlendirdiği zaman, insan ruhanilerin önüne geçecektir. Ezcümle, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) konumunda, Cibrîl-i Emîn şöyle diyecektir: “Yürü, top senin, çevkân Senindir bu gece. Ben, bir adım daha atsam, yanarım ama Sen, yanmazsın!” İnsanlığın İftihar Tablosu, -bir yönüyle- etten, kemikten idi; bir anadan dünyaya gelmiş, şerefli bir varlık idi, başımızın tacı idi. Ama öbürü (Cebrail aleyhisselam) nurdan yaratılmıştı. Kâmet-i bâlâsı ile onu temâşâ ettiği zaman İnsanlığın İftihar Tablosu, derinlikleri ile vasfetmişti onu; derinliği “kanat” tabiri ile ifade etmişti. Bir Hira Sultanlığı’ndan dışarıya çıktığı zaman, şarktan garba her tarafı kapladığını görmüştü. Gerçek mahiyeti ile temâşâ etmişti; öyle ki ucu-bucağı görünmüyordu, öyle derinlikte bir varlıktı. Bir de Miraç’ta, aynı temâşâ ile yine müşahede etmiş, ona karşı hayranlığı bir kere daha şahlanmıştı. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu, Miraç’ta onun önüne geçmişti.

Şimdi, bu yönüyle insan, Zât-ı Ulûhiyetin evsâf, sıfât-ı Sübhâniye ve Esmâ-i Hüsnâ’sını tam aksettiren bir ayna mı değil mi? Siz karar verin!.. Böyle bir varlık, insan… Dolayısıyla insana karşı alaka, Allah’ın sanatına karşı alaka demektir. Dolasıyla bu, Allah’a karşı saygının ifadesidir. Ve işte dar dairede değil, bağnazca düşünce dairesinde değil, esasen skolastik düşünce dairesinde değil, bu dairede, bu mülahazalar çerçevesinde meseleye baktığınız zaman, herkesi bir çeşit kucaklama duygusu ve düşüncesi içinizde belirecektir: “Yahu bu da kucaklanacak bir insan!.. Bu da kucaklanacak bir insan!..”

   Türkçe Olimpiyatları şemsiyesi altında yapılan faaliyetler oyun ve eğlence değil, insanlığı kaynaştırma adına ümit bahşeden gayretler idi; diğer kültürlere de saygı çerçevesinde mutlaka devam ettirilmeli!..

İşte buraya geliyorlar… Falan yerde bilmem neyin başı, filan yerde bilmem neyin başı; ayrı bir inanç ve yolda… Ama “Ne olur sarılabilir miyim sana?!” diyorlar. Burada sizin dünyanızın içine girence, namaz kılanları gördüm. Ben rica ediyorum, “Şurada, arkada oturun namaz kıldığımız sürece!” O, “Hayır, bunca insan namaz kılıyorken oturursam, onların Rabbime karşı ibadetlerine saygısızlık yapmış olurum!” diyor. Düşe-kalka namaz kılıyor. Hiç namaz kılmamış; Rabbimize karşı o, kendine göre, ubudiyetini çok farklı formatta ortaya koymuş. Ama burada kılıyor. Evet, rükûa giderken, ileri-geri gidiyor; secdeden kalkarken ileri-geri gidiyor, sendeliyor bazen; fakat Allah’a karşı yaptığınız o ibadette, o ubudiyette, o ubûdette -Keşke meseleyi “ubûdet” şeklinde Cenâb-ı Hakk’a karşı sunabilsek, gönüller o zaman feth olacak!- yer alıyor. Şimdi bu insanlar, size sarılmak istiyorlar. Bence “İlahî Ahlak” olarak size bir adım gelene, siz on adım gitmelisiniz. Size on adım geliyorsa birisi, yüz adım ile ona yaklaşmalısınız; kucaklamalısınız onu.

Hem hadiste, وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ “el-Mer’” diyor, “insan” diyor. Anlıyor musunuz?!. Tabii en başta ilk safı teşkil edenler, ikinci safı teşkil edenler, üçüncü safı teşkil edenler… Yüzüncü safı teşkil edenler… Herkesin böyle bir kucaklamadan çok farklı seviyede, farklı derinlikte, farklı bir şivede, farklı bir keyfiyette hissesi olmalı. Herkesin bir hususiyeti vardır; Cenâb-ı Hak, o mevzuda yanıltmadan, o hususiyetlere göre hareket etmeye muvaffak eylesin bizleri!..

Şu dünyevî gibi görünen Türkçe Olimpiyatları’nda, sizin o güzide arkadaşlarınız bunları yapmaya muvaffak olmuşlardı. O olimpiyatları ben, sadece televizyon ekranında seyrettim. Ve hakikaten o meselelerin bıraktığı uçlarda geleceğin insanının içtihadı ile bütün gönüllerin fethedilebileceği inancına vardım. Orada o siyah insan, bembeyaz insana sarılıp ağlarken, ayrılışları ağlama ile taçlandırırken, ben de oturduğum yerde saldım gözlerimi/gözyaşlarımı, ben de onlarla beraber ağlamaya durdum. O, ümit bahşeden bir keyfiyet idi; devam ettirilmesi lazım. “Oyun, eğlence!” dememeli bu meseleye. “İnsanlığı kaynaştırma” demektir bu, bir yönüyle. Ama her dünyanın kendine göre kültür değerleri var. Siz, onların kültür değerlerine saygılı olmazsanız, onlar da size saygılı olmazlar. Sizin âlemden beklediğiniz şey, âlemin de aynıyla sizden beklediği şeydir; verin beklediklerini ki, bulasınız beklediğinizi.

Evet, وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ، وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ إِذْ أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ Hadis-i şerif, bazı yerlerde, وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ şeklinde az bir farkla rivayet ediliyor. Müslim-i Şerif, bu ilaveyi yapıyor: وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ بَعْدَ إِذْ (أَنْ) أَنْقَذَهُ اللَّهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ Allah, onu küfürden çekip çıkardıktan sonra, yeniden küfre dönmeyi, neûzu billah, Allah’ı inkâr etmeyi, ilhâda düşmeyi, Ateizm demeyi, Deizm demeyi, Pozitivizm demeyi, Natüralizm demeyi, bilmem ne demeyi -bütün bunları- Cehennem’e düşüyor gibi, bir zift bataklığına düşüyor gibi kerih görmedikten sonra imanın tadını tatmış olmaz.

Konumunuzu bununla değerlendirdiğiniz zaman, çok iyi bir yerde durduğunuzu veya o çok iyi yere doğru adım adım yürüdüğünüzü hissedeceksiniz. Ve birilerinin de hiç farkına varmadan “İyilik yapıyorum!” derken gayyalara doğru yürüdüğünü ürperti ile temâşâ edecek ve “Allah göstermesin!” diyeceksiniz, zannediyorum.

   Günümüzde sadece ümide sarılmak değil, aynı zamanda canlı bir irade ortaya koymak ve etrafa ümit kaynağı olmak da iktiza ediyor.

“Gamı tasayı bırak, iraden canlı ise…” Esasen, “irade” çok önemli; Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği bir nimettir. Şart-ı âdî planında, en büyük şeyleri elde etmeye müeddî öyle bir faktördür ki!.. “Meyelân veya meyelândaki tasarruf” fakat Cennet’i peyleyebiliyorsunuz bununla. Dünyanın binlerce sene hayatı, bir saatine, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cennet’i peyleyebiliyorsunuz. Yahu bu nasıl bir şey?!. Tenâsüb-i illiyet prensibi… Fizikteki kozalite mülahazası… Allah Allah!.. Bu minnacık irade ile Cennet peyleniyor? Öyle değil mi? إِنَّ اللهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ “Allah, karşılığında kendilerine Cennet vermek üzere mü’minlerden öz varlıklarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 9/111) Sen nesin ki, yahu, Cennet’i, ebedî Cennet’i o hâliyle peyliyorsun? Böyle bir şey, irade böyle bir şey; Allah’ın insana en büyük armağanıdır. Kendi İradesinin gölgesinin gölgesinin gölgesinin gölgesi… Off! Nasıl diyor Hazreti Pîr, “İnsanın vücudu, O’nun vücudunun gölgesinin, gölgesinin, gölgesinin (üç nokta koyacaksınız) nâmütenâhî gölgesi, nâmütenâhî gölgesi.”

İraden canlı ise… “Ümid kaynağı ol, olabilirsen herkese.” Şimdi ümitli olmak, bir yönüyle, ye’se düşmemek çok önemlidir. Çünkü, “Yaşayanlar, hep ümitle yaşar; me’yûs olan, ruhunu, vicdanını bağlar.”

“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yûs olan ruhunu, vicdânını bağlar.”

“Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’

Davransana, eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?

Hayret veriyorsun bana; sen böyle değildin.

Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?

Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?”

Yıkılışlar karşısında, deformasyonlar karşısında vicdan azabı çeken Millî Şairimizin bizim için rehber diyebileceğimiz mübarek beyanlarından… “Yaşayanlar, hep ümitle yaşar; me’yûs olan, ruhunu, vicdanını bağlar.”

Hazreti Pîr de bu sese, bu soluğa farklı bir şekilde bir nağme katar: “Yeis, mani’-i her kemaldir.” der. İlle de bir ufku yakalamak ve zirveleşmek istiyorsanız, ümitle yürümeniz lazım; ümit çok önemlidir. Bu, bir mesele, yani, ümitli olmak… Fakat böyle kritik dönemlerde insan, hiçbir şey yokmuş gibi davranmak ve dipdiri bir canlılık sergilemek suretiyle aynı zamanda ümit kaynağı da olmalıdır.

Yahu Cenâb-ı Hak, farklı bir konuma itti bizi. Demek ki murâd-ı Sübhânîsi, farklı bir konumda bu meseleyi götürmekmiş. Niye saçtı bizi dünyanın dört bir yanına tohumlar gibi? Ee dar dairede idi, sadece kendi ülkemizde idi. İslam dünyası bile “Yahu din, bizde başladı. Dinin dili, bizim dilimiz. Bunlara ne oluyor ki?!. Orta Asya’dan geldiler, Arapça’da kem-küm ediyorlar; dini de başkalarından dilendiler, dilencilikle aldılar. Bunlara ne oluyor ki?!.” diyordu; onlar da öyle bakıyorlardı. Şimdi dar bir dairede yapılan işleri, Allah (celle celâluhu) genişletti. Âlemşümul bir dava, Anadolu dar dairesine münhasır kalmamalı; bu, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun gösterdiği ufka ulaşmalı: “Benim nâmım, güneşin doğup-battığı her yere gidecektir!”

Şimdi şu anda, dünyanın dört bir yanına, güneşin doğup-battığı her yere saçıldınız mı, saçılmadınız mı? Düştüğünüz yerlerde birer “tohum” gibi, toprağın kuvve-i inbâtiyesine emanet; toprakta çürüyecek misiniz, çürümeyecek misiniz? Helal olsun!.. Bir tohum olarak toprağın bağrında çürüyeceksiniz ama bir başak mı, iki başak mı, üç başak mı çıkaracaksınız. Niyetlerdeki hulûsa göre, samimiyete göre, ihsan şuuruna göre, bazen on başak bile bir tohumdan çıkabilir. Bir de her başakta on dâne var ise, bir iken yüz olacaksınız.

Evet, murâd-ı Sübhânî bu ise, esas hiç kimse ye’se düşmemeli!.. Bir taraftan arındırıyor bizi o ızdırap ile; huzuruna gidersek şayet, arınmış olarak gidelim. Diğer taraftan da çok daha ulvî gâye-i hayaller ile, bizi farklı hizmet yollarına sevk ediyor.

Öyle ise bize düşen şey de, o murâd-ı Sübhânînin hakkını vermektir. Madem bizi tohum gibi saçtı, bizler de tohum gibi başağa yürüyelim. Madem bizi fideler gibi dünyanın değişik yerlerine dikti, biz de oralarda söğüt olmaya bakalım!..

Kayı Boyu geldi, bir tohum gibi; daracık bir yerde, bir söğüt oldu, ser çekti; dünyanın dört bir yanına yayıldı, devletler muvazenesinde muvazene unsuru haline geldi. Ve insanlık, o sayede, bir yönüyle, insanlığını idrak etti.

Diyoruz ki: “Tut elimizden Allah’ım! Tut ki, edemeyiz Sensiz!” Vesselam.

Her Bela ve Musibet Bir Ceza mıdır?

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Yol, gösterilmiş; güzergâh, belli; işaretler var, patikaya çıkmamak için… Öyle ihtimam ile bir yol hazırlanmış ki, yürümesini azıcık biliyorsan, hiç sağa-sola toslamadan, patikalara düşmeden, Allah’ın izni-inâyeti ile hedefine ulaşırsın. Fakat kendine azıcık takıldığın zaman, zikzaklar yaşarsın; bu defa tökezlersin, yüzükoyun hâle gelirsin, hiç farkına varmadan.

   İnsan, hiçbir zaman Sahibine (celle celaluhu) karşı küsme tavrına girmemeli; gönlünde hep “Cehennem’e de koysan, eğer gam izhâr edersem kalleşim; yeter ki beni ağyar ateşine yakma!..” mülahazasını beslemeli!..

Onun için ne yapıp yapıp insan, iradesi ile hep O’nun murâd-ı Sübhânîsini hedef almalı. O (celle celâluhu) mutlaka insan için hayır murad buyurur. Hatta sizin zâhiren “şer” gibi gördüğünüz şeylerde de hayır vardır. “Her işte hikmeti vardır / Abes bir iş işlemez Allah!” Kur’an-ı Kerim buyuruyor: وَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى أَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ “Nice sevmediğiniz şeyler vardır ki, o sizin için hayırlı olabilir. Ve nice sevdiğiniz şeyler de vardır ki, sizin için şerli olabilir. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)

Nice nâhoş gördüğünüz şeyler vardır ki, sizin için mahzâ hayırdır. Bunların bazılarını bize ait bir kısım kusurlardan/hatalardan, bizden beklenen tavrı sergileyemediğimizden dolayı tedip için “şefkat tokatları” şeklinde algılamakta yarar var. Böylece içten -“Kelâm-ı nefsî” mi diyeyim, yoksa “hiss-i nefsî” mi diyeyim, ne diyeyim; onunla- dahi olsa (her şeyin) Sahibine (celle celâluhu) karşı “küsme” ifade edecek tavırlardan fevkalade sakınarak, “Acaba ne haltımıza binâen Cenâb-ı Hak bizi böyle tokatladı?” demiş oluruz. Zira مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ “Sana gelen iyilik/güzellik, Allah’tan; fenalık da nefsinden, senin sebebiyet vermendendir!” (Nisa, 4/79) buyuruluyor.

Size gelen iyilikler hepsi Allah’tandır; ekstra, karşılık olmadan, meccanen… Fakat bir kötülüğe maruz kalmış iseniz şayet, o da sizdendir. Ama her başa gelen şey karşısında, “Biz acaba büyük bir halt mı karıştırdık?!” demeliyiz. -Kusura bakmayın “halt” dedim.- “Büyük bir halt mı karıştırdık ki başımıza bunlar geldi?!” Ferden ferdâ (teker teker, her fert açısından), meseleyi o şekilde ele almakta yarar var. O, biraz evvel bahsettiğim o ince duygu, içten küsme, “Böyle değil de keşke şöyle olsaydı! Acaba niye böyle yapıyor ki?!.” düşüncelerine de mani olur.

İşlerinde, icraât-ı Sübhâniyesinde böyle kelâm-ı nefsî ile bile, tahayyül ile bile O’nu sorgulamaya hakkımız yoktur. Evet, Yunus diliyle, çok iyi biliyorsunuz, “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..” demek düşer bize. “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr!..” diyor Ketencizâde hazretleri. “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr!..” Şakır şakır belâlar başımdan aşağıya yağsa, gam eylemem izhâr! Fakat bir ikinci mısrası var ki, hafif O’nu sorguluyor gibi bir manaya geldiğinden, Kıtmîr -Ne haddine o büyük insanların sözlerini değiştirmek; fakat işte o ince hesaptan dolayı- değiştirme lüzumunu duyuyorum. Birinci mısra şu: “Yansam da ocak gibi, gam eylemem izhâr!” Cehennem’e koy, kalleşim eğer gam izhâr ediyorsam!.. “Yakma beni ateşlere ey çarh-ı cefakâr!” “Çarh-ı cefakâr” neye diyorsun? O, icraât-ı Sübhâniye, kader programı ise… Öyle diyeceğine şöyle desen olmaz mı? “Yakma beni nâr-ı ağyâra ey Gaffâr u Settâr!” Yakarsan, Kendi ateşin ile yak, ağyâr ateşine yakma beni!..

Bunu şunun için dedim: Bir iç küsme dahi, hafif bir küsme dahi, O’na karşı ciddî saygısızlık ifade eder. Maruz kalınan, dünya kadar şeyler var, bugün de… “Niye bunlar başımıza geldi?” İnsanın içine gelebilir. İnsanız, üzülebiliriz. Fakat hemen geriye dönüp bu meselenin hesabını yapmamız lazım: “Acaba biz, olumsuz bir davranışta bulunduk veya olumlu (yapılması gerekli olan) şeyde kusur ettik de onun için mi bunlar başımıza geldi?!.” Öyle ise, أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ “Bir milyon estağfirullah yâ Rabbi!” demek suretiyle iyiliği Allah’tan, kötülüğü kendimizden bilmemiz lazım. İsterse aslında, nefsü’l-emirde öyle olmasın…

   Bela ve musibet, sadece bir yanlışın cezası veya bir kötülüğün neticesi değildir, aynı zamanda müminler için bir yükseliş vesilesi ve bir mükâfatın mukaddemesidir.

Evet, “İyiliği, Allah’tan; olumsuz şeyleri, kendinden bil!” Böylece maruz kaldığın şeyleri ikinci bir musibete, ikinci bir belâya vesile yapma! Şayet öyle bir iç küsme olursa, hafizanallah, tokadı biraz daha şiddetli olur; böylece adeta “Aklınızı başınıza alın! Benim size merhametim çok engindir.” buyurur. Kudsî hadis-i şerifte, إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ غَضَبِي “Şüphesiz rahmetim, gazabıma sebkat etmiş, onu geçmiştir.” ve bir ayet-i kerimede وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) buyurduğu gibi… “Benim rahmetim, her şeyden daha vâsi’dir. Ve rahmetim, gazabıma sebkat etmiştir. Ben, sizin için katiyen olumsuz şey düşünmem!..” -Estağfirullah, Zât-ı Ulûhiyet söz konusu olunca, ona “düşünme” denmez.- “Takdir etmem; sizin hakkınızda öyle hüküm vermem!”

Çünkü Allah (celle celâluhu) Erhamü’r-râhimîn’dir. O’nun hakkında terbiye, saygı, edep her zaman korunmalı. Allah hakkında hep edepli olunmalı. Yaradan, O (celle celâluhu); meccânen (karşılıksız).. insan yapan, O; meccânen.. mü’min yapan, O; meccânen.. Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmet yapan, O; meccânen.. âhirzamanda “Kardeşlerim!” dediği zümre içinde sizi yaradan, O; meccânen.. kıymetimizin çok üstünde değişik hayırlı işlere muvaffak kılan, O, meccânen… Bütün dünya çapında açılımlara vesile olabilecek yolları açmış, şehrâhlar oluşturmuş ve siz yürümüşsünüz O’nun lütfuyla… كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi Allah’tan.” Kur’an-ı Kerim diyor: قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “(Ey Rasûlüm) de ki: Hepsi Allah’tan.” (Nisa, 4/78) Hepsi, Allah’tan; bu hayırların hepsi, Allah’tan…

Dolayısıyla hiçbir şeyi, bu iyiliklerin hiçbirini kendimizden bilmeyelim ama fenalıklarda kendimize ayıracak payı da unutmayalım. Bu, bizi bir taraftan tevbeye sevk edecek; bir taraftan da eksiğimizi/gediğimizi tamir etmeye zorlayacak; istiğfara, tevbeye, inâbeye, evbeye zorlayacak ve bunlar da bizim için birer arınma kurnası olacak. Çünkü O, bizi çok seviyor; sevdiğinden dolayı, arınmış olarak huzur-i Kibriyâsına çıkmamızı istiyor. Bazı şeyler ile bizi ikaz ediyor. Babanın-annenin, çok şefkatli oldukları halde, istikametleri adına çocukların kulağını çekmeleri, “Seni gidi yaramaz!” deyip, böyle yapmaları (başlarını hafif okşamaları) gibi… Bunlara “rahmetin tokadı” diyebilirsiniz.

Hazreti Pîr de “şefkat tokadı” diyor. Şefkat tokadı… O “Şefkat Tokatları”nda da evvelâ kendisinin yediği üç tane tokadı anlatıyor. Yemiş mi o; o tokat mı, değil mi? Fakat başkalarının tokatlarını anlatma adına, beraat-ı istihlal (güzel bir başlangıç; nazım ve nesirde maksada ve muhtevaya işaret eden kelime ve deyimlerin yardımıyla konuya ilgi çekici güzel bir üslûpla başlama sanatı) nev’inden kendisiyle başlıyor. “Bakın, ben de âzâde olmadım o tokatlardan, ben de yedim tokadımı. Onun için sizin yediğiniz şeylere ‘tokat’ deyince, sakın sizleri hafife alıyorum, tahkir ediyorum zannetmeyin!” diyor adeta; basiret insanı, idrak insanı, Allah ile münasebetinin farkında olan insan… Baş ağrıttım; meselenin birinci yanı, bu.

İkincisi: Çok değişik vesileler ile min gayr-ı haddin, Kıtmîr kadar, ifade ettiğim üzere, bu peygamberler yolunda hiç kimse bu türlü şeyleri çekmekten âzâde kalmamıştır. İsterseniz gidin Hazreti Âdem’e… Cennet’te yaratılmış, mâyesi tertemiz. Havva validemiz de orada yaratılmış, mâyesi tertemiz. Fakat Cenâb-ı Hak, onları da imtihan etmiş, sonra yeryüzüne indirmiş. Neler çektiklerini Allah bilir!.. Kendi neslinden gelen insanlardan… Düşünün ki çocuklarından birisi diğerini, Kâbil Hâbil’i öldürüyor. Kur’an-ı Kerim’de isimleri zikredilmiyor; fakat evlatlarından bir tanesi, diğerini öldürüyor. Diğeri “Beni öldürsen bile, sana elimi kaldırmam! Allah, seni yaptığın şey ile Cehennem’e sokar!” diyor ve ölüme razı oluyor, elini kaldırmıyor.

Ee Hazreti Nuh’a bakacak olursanız, öyle… Neler çekmiş, tahammül-fersâ… Hazreti Hud; o da onun kadar çekmiş.. Hazreti Salih, Semûd’a; o da onun kadar çekmiş.. Hazreti Lût (aleyhisselam) Sodom’a, Gomorro’ya, Hazreti İbrahim tarafından, Allah’ın peygamberi olarak gönderilmiş, Hazreti İbrahim’in Suhuf’u ile. Fakat orada bir fenalığın önünü alamamış. Sonra Allah, onların altını üstüne getirmek için melekler göndermiş; ona da “Ayrılın buradan!” demiş. Neler çekmiş, neler!..

Hazreti İbrahim, yurdunu, yuvasını terk etmiş.. Babil’de neş’et etmiş; babasından yüz bulamamış, dayısı tarafından yüz bulamamış, çok önemli bir konumda olmasına rağmen. Burası Kenan ilidir, burası Mekke’dir, burası Medine’dir; dolaşıp durmuş, değişik yerlerde bir ikametgâh aramış o yüce peygamber, Allah’ın halîli, dostu. İnsanlığın İftihar Tablosu’na “Allah’ın halîli!” dedikleri zaman, Hazreti İbrahim’in hakkına saygının ifadesi olarak “Halîl, Hazreti İbrahim’dir!” der. Konumu bu; yani gerçek manada, mutlak manada “Allah dostu!” denince, akla gelen insan. “Mutlak zikir, kemâline masruftur.” diye bir söz var; evet, “Allah dostu!” denince Hazreti İbrahim akla gelmeli. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu’nun da “Allah’ın halîli” olduğunda şüphe yok, sizin de şüpheniz olmasın! Allah Rasûlü’nün öyle buyurması, O’nun kendine mahsus terbiyesi ve saygısından. Bir de arkasındakilere -sizlere, sizden öncekilere, sizden sonrakilere- terbiye adına talimden ibaret bir şey; esasen, “İşte böyle davranın sizler!” demiş oluyor. Yoksa O, Halîller Halîli’dir, sallallâhu aleyhi ve sellem.

   İnsanlığın İftihar Tablosu’na çektiren Ebu Leheb’lere de, bugün O’nun ümmetine zulmeden, çağın elleri kuruyası zalimlerine de yuf olsun!..

O da neler çekmiş?! Yirmi üç senelik peygamberlik döneminin on sekiz senesi, çekme ile geçmiş. Akla-hayale gelmedik şeyler… Şimdi diyoruz ki, “Bazı kardeşlerimiz zindanlarda işkence görüyorlar. Bazıları şehid oluyorlar. Anne-baba, birbirinden ayrılıyor. Yavru, anneden ayrılıyor… Bunların hepsi muzaaf şekilde O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde olmuş. Ve Kendi de neler çekmiş!.. Öz amcası, Efendimiz’in kızlarını kendi oğulları ile evlendirmiş. Fakat O, peygamberliğini ilan edince, Ebu Leheb, oğullarına “Boşayın O’nun kızlarını!” demiş. وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلأَقْرَبِينَ “Önce en yakınlarını uyar!” (Şuara, 26/214) “En yakınlarını inzâr etmek ile, eğri yolun encâmından sakındırmak ile işe başla!” dendiğinde, O, kavim ve kabilesini toplamış. O’nun o mevzudaki mesajını dinleyince, Ebu Leheb تَبًّا لَكَ demiş, hâşâ ve kellâ. Yeğenine, o güne kadar bağrına bastığı ve süt emmek istediği zaman süt emzirdiği yeğenine -hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ- “Tebben” demiş. “Helâk sana, yuf sana!” demektir, bu. Dolayısıyla, Tebbet Sûresi, onunla (Ebu Leheb ile) alakalı nâzil oluyor. تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ “Esasen Ebu Leheb’e yuf olsun (elleri kurusun, kurudu da)!..”

Bütün Ebu Leheb’lere yuf olsun!.. Her dönemde işkence yapanlara.. Müslümanlara eziyet edenlere.. İslam adına yürünen yolu tahrip edenlere.. köprüleri yıkanlara.. insanlık adına diyalog için koşan insanları düşman ilan edenlere.. onlara “terörist” diyen şom ağızlara, salya atan ağızlara yuf olsun!.. Allah, böylelerinin ağızlarına fermuar vursun; daha büyük kötülükler yapmaktan onları muhafaza buyursun!. Yaptıkları, canavarlıktır; onun ötesinde esasen yapacak bir şeyleri de yoktur. “Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi / Ebr-i Nisandan ef’î, sem; sadef, dürdâne kapar.” كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ “Herkes, seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ, 17/84) “Herkesin istidadına vâbestedir âsâr-ı feyzi; ebr-i nisandan (nisan yağmurundan) ef’î (yılan), sem (zehir kapar); sadef (de), dürdâne kapar.” demişler; denizin dibindeki mercanlar, mercan balıkları, onlar da mercan kapar.

Evet, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) çekmesine gelmiştik. Mesela bir şey var ki; çok ağır geliyor o. Zannediyorum, kırk-elli gün uykusunu kaçırıyor O’nun. Zaten çok uyuduğu da yok ya!.. Sabahlara kadar ayakta, geceleri kemerbeste-i ubudiyet içinde geçiriyor. Onun için diyorlar: ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَا الظَّلَامَ إِلَى * أَنِ اشْتَكَتْ قَدَمَاهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمِ “Ben, o Peygamber’in sünnetine zulmettim ki, ayakları şişmeden yatmıyordu. Ama ben öyle yapmadım, uykum geldiğinde yan gelip kulağım üzerine ‘şey’ gibi yattım!” diyor Bûsîrî, Kaside-i Bürde’sinde. Bununla beraber Efendimiz öyle rahatsız oluyor ki, meleklerden daha mübarek, daha mâsum, daha temiz, daha nezih; ümmet-i Muhammed tarafından “Sıddîka” diye çağırılan annemize iftira karşısında!.. Hazreti Ebu Bekir’e “Sıddîk” deniyor. İki tane peygamber için Kur’an-ı Kerim’de bu tabir kullanılıyor. Hazreti Ebu Bekir’e de “Sıddîk” deniyor ve kızına, kerime-i mükerreme-i mualla-i muhtereme-i mümtâzesine de “Sıddîka” deniyor.

Âişe-i Sıddîka… Hayata gözlerini açtığı zaman, bir talebe gibi İnsanlığın İftihar Tablosu ile yüz yüze geliyor. Burada antrparantez şunu arz edeyim: Bazıları o meseleyi erken evlenme mevzuunda değerlendiriyorlar. Onu (Hazreti Âişe validemizi) İnsanlığın İftihar Tablosu keşfediyor. Annemiz, çok zeki. Düşünün ki dinin yarısına dair hadisler, onun rivayeti ile geliyor; dinin yarısını ifade eden hadisler… Efendimiz’den en fazla hadis rivayet eden sahabiler arasında birinci derecede Ebu Hüreyre, ikinci derecede mübarek, mualla, mümtâze validemiz Hazreti Âişe-i Sıddîka. Konumu, bu. Allah Rasûlü, onu keşfediyor. Ama yanına alıyor onu; tabii nikâh olmayınca, haram olur O’na. Dolayısıyla Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o mümtaz dimağ ile alakalı elin-âlemin şu veya bu şekilde olumsuz değerlendirmelerine karşı, onu nikâh altına alıyor.

O’nun o türlü şeylere hiç ihtiyacı yok. Hadice Validemiz, bi’set-i seniyyenin sekizinci senesinde vefat ediyor. Hicret’ten bir-iki sene sonra izdivaç yapıyor. Beş sene… Evli bir insanın beş sene bekâr kalmasını düşünün. O’nun o türlü şeyler ile alakası yok. O “Ezvâc-ı Tâhirât” dediğimiz mübarek annelerimizin her biri bir kabileden. Esasen, çok önemli; o kabilelere, onlar vasıtası ile nüfuz etme.. sağanak sağanak vahiy sağanağını bulundukları kabilelere taşıma.. onlar ile Allah Rasûlü arasında irtibatı sağlama… Sonsuz Nur’da (ve yetmişli yıllarda sorulan bir soru üzerine Asrın Getirdiği Tereddütler-1’de) zannediyorum arîz ve amik olarak üzerinde duruluyor bunun. Keşke benim dar idrakim ile anlatılmasaydı; aklı daha geniş, daha kapsamlı olan birisi tarafından daha derince, meselenin felsefesi ortaya konarak anlatılabilseydi!.. Ama o bile çok şey ifade ediyor zannediyorum.

   “O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, iktisap ettiği günah nispetinde cezası vardır; bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır.”

Bu mübarek, bu muallâ, bu mümtâze validemize iftira ediyorlar. Münafıklar, meseleyi büyütüyorlar. Hani şimdi dünyada bir kısım kirli zift medyası var. Hiç olmayacak şeyleri, yalanları, iftiraları, tezvirleri allayarak, pullayarak neşretmek suretiyle birilerini itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar ya!.. Aynen, münafıkların karakterleri… قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ Herkes, karakterinin gereğini sergiler!.. Yadırgamayın çok!..

İyi bir fırsat (!) Peygamberi arkadan hançerleme… Âişe validemiz hakkında “Şu oldu!” filan… Vahiy geleceği âna kadar… إِنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِالإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لاَ تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الإِثْمِ وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ “O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır.” (Nur, 24/11) Nûr sûre-i celîlesinde; hususî ayet nâzil oluyor.

Öyle ki, o iftira karşısında, iffet âbidesi, tıpkı Hazreti Meryem gibi “Keşke bundan evvel ölseydim!” diyor. Oysaki Cenâb-ı Hak, Hazreti Meryem validemize ruhu nefhetmiş; ondan Mesih dünyaya gelecek ve dünyanın yarısına -bir yönüyle- hayat üfleyecek. Ama ona öyle ağır gelmişti ki kocası olmadan, birden bire hamile olma mevzuu, “Keşke daha evvel ölseydim!” demişti. Sonra alttan gelen bir ses, bir yönüyle onu teselli etmişti. Daha çocuk iken, Hazreti Mesih konuşmuştu, Allahu A’lem. Melek de deniyor tefsirlerde. Fakat Kıtmîr’in mülahazası: Hazreti Meryem’in, daha sonra “Bu çocuk nereden?!” falan dendiğinde, çok rahatlıkla, “Kendisine sorun!” demesi için, daha evvel Allah (celle celâluhu) hazırlamıştı onu. Ayaklarının dibinde konuşunca orada, “Bu çocuk yine konuşacak.” itminanı hâsıl olmuştu. Ee ne demişti: قَالَ إِنِّي عَبْدُ اللهِ آتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيًّا “Bebek dile geldi ve konuşmaya başladı: Ben Allah’ın kuluyum; O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi.” (Meryem, 19/30) Vukuu muhakkak olan şeyler, mazi kipi ile ifade edilir; Arapça’da bir hususiyet. Daha Peygamber olmamış, peygamberlik gelmemiş, Kitap gelmemiş ama آتَانِيَ الْكِتَابَ “Allah, muhakkak, bana Kitap verdi!” diyor. وَجَعَلَنِي نَبِيًّا “Beni peygamber olarak görevlendirdi.” وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا “Beni mübarek kıldı.” أَيْنَ مَا كُنْتُ “Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı.” Fakat önce Hazreti Meryem böyle bir şey ile, böyle bir imtihan ile karşılaşınca, öyle ağır bir şeye maruz kalmıştı ki, “Keşke ölseydim!” demişti.

İfk hadisesindeki iftira da Hazreti Âişe validemizi öyle çarpmıştı ki annemiz yatağa düşmüştü. Ve nihayet Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına geldi onun. Kim bilir çend defa yanına geldi-gitti?!. Hazreti Ebu Bekir, en sevdiği insan; o, yıkılmış bir yönüyle.. hanımı, yıkılmış bir yönüyle.. kardeşleri, Muhammed, Abdurrahman yıkılmış bir yönüyle. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayakları titreye titreye geliyor oraya; “Yâ Âişe, ne olur?!.” diyor, “Ne olur?!.” İşte o esnada vahiy iniyor orada. Mübarek validemiz, “Bu, Senin tezkiyen mi; yoksa Cenâb-ı Hakk’ın mı?” O (aleyhissalâtü vesselam), “Allah’ın seni tezkiyesi!” deyince, mübarek validemiz bir taraftan canlanırken, bir taraftan da minnetini Cenâb-ı Hakk’a sunuyor. Ben öyle diyorum. Orada hafif, az, Efendimiz gibi kendisinin de “efendi” bildiği bir insana, hafif sitem edâlı bir şey söylüyor ama minnet ve şükranını Cenâb-ı Hakk’a karşı sunuyor.

   Hangi Hak dostunun hayatını inceleseniz, hal diliyle şöyle dediğini işiteceksiniz: “Üzerime öyle musibetler döküldü ki, gündüzlerin tepesine dökülseydi, hepsi birden gece olurdu!..”

Niye dedim bunu? O büyük insanlar hep çekmişler; büyüklükleriyle mebsûten mütenasip olarak çekmişler. Ebu Bekir, çekmiş; Ömer, çekmiş; Osman, çekmiş; Ali, çekmiş… Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kızlarını boşamış amcasının (Ebu Leheb’in iki) oğlu ve onlar vefat edip gitmişler. Erkek çocukları vefat edip gitmişler. Arkada bıraktığı bir Fatıma validemiz var; onun ile teselli oluyor. Bütün Ehl-i Beyt, ondan dünyaya gelecek. O da Efendimiz’den altı ay sonra ruhunun ufkuna yürüyor. Dayanamıyor herhalde o yokluğa. Ben, yaşını da şöyle tahmin ediyorum: Zannediyorum, evlendiği zaman -Hicret’ten sonra evlenmişlerdi- on yedi, on sekiz yaşlarında var ise, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde, yirmi yedi, yirmi sekiz yaşlarında vardı. Efendimiz’den altı ay sonra vefat etti, dayanamadı.

Evet, türbe-i Nebeviyeyi ziyaret ettiğinde demişti ki:

مَاذَا عَلَى مَنْ شَمَّ تُرْبَةَ أَحْمَدَا * أَلاَّ يَشُمَّ مَدَى الزَّمَانِ غَوَالِيَا

صُبَّتْ عَلَيَّ مَصَائِبٌ لَوْ أَنَّهَا * صُبَّتْ عَلَى اْلأَيَّامِ صِرْنَ لَيَالِيَا

“Efendimiz’in mübarek merkadının toprağını koklayan birisine, başka güzel kokuları koklamaya artık ne gerek var?!. Üzerime öyle musibetler döküldü ki, gündüzlerin tepesine dökülseydi, hepsi birden gece olurdu!..” “O’nun mübarek toprağını koklayan bir insan için artık başka ıtriyatı koklamaya lüzum yok!” diyor; kokluyor onu orada, içi yanmış olarak. “Başıma öyle musibetler döküldü ki…” صُبَّتْ عَلَيَّ مَصَائِبٌ لَوْ أَنَّهَا * صُبَّتْ عَلَى اْلأَيَّامِ صِرْنَ لَيَالِيَا “Eğer gündüzler üzerine, o musibetler dökülseydi, bütün gündüzler, geceye inkılap ederdi!” diyor. Bu, o mevzuda, O’nun hicranına dayanamamayı ifade etmenin çok zengince bir misalidir. Tam Peygamber kızı olmaya mahsus bir ifade… Ve altı ay sonra da bir “Şeb-i arûs!” deyip yürüyor, önce Babasının yanına; sonra O’nun elinden tutuyor, yürüyor Huzur-i Kibriyâ’ya. Cenâb-ı Hak, o mübarek annemize bizi de bağışlasın!..

Çekmiş… Hazreti Hasan, zehirlenerek çekmiş.. Hazreti Hüseyin, Kerbelâ’da, Revan nehri kenarında, yanındaki yirmi-otuz insan ile, aile efradı ile o günün Yezîd’i tarafından çekmiş.. ve Müslümanlar, Haccâc tarafından çekmiş; seksen bin insanı, Emevîlerin emriyle, Abdülmelik’in emriyle şehid etmiş, öldürmüş; “Benim saltanatımı kabul edeceksiniz!” diye, “Beni kabul etmiyorsanız, sizin hakk-ı hayatınız yok!” Resim benziyor mu günümüzün tiranlarına?!. Hususiyle çağımızda tiran enflasyonu yaşanıyor; toprak, tiran bitirmek için gayet mümbit!..

Şâh-ı Geylânî, çekmiş.. Muhammed Bahâuddin Nakşibendi, çekmiş.. Necmeddin-i Kübrâ, Moğol işgalinde savaşarak şehid olmuş, büyük veli, Aktâb’dan bir insan.. İmam-ı Rabbânî, zindana atılmış, Müceddid-i Elf-i sânî, Hicri ikinci binin müceddidi. Teker teker o büyükleri ele aldığınız zaman, çekmeyen tek bir insan yoktur; hep çekmişler. Ama son çeken insan var bir tane, Çağın Sözcüsü… Zannediyorum çektiklerini öyle unutmuş ki, hep söylüyorum bunu, çektiklerini anlatırken seneleri eksik söylüyor.

   Çağın Sözcüsü de çok çekmiş ama “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım! Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur!” demiş.

1925 senesinde Şeyh Said hadisesi oluyor. O zaman ne kadar dişe-tırnağa dokunur insan var ise, hepsini toplamaya karar veriyorlar. O (Hazreti Bediüzzaman) da Erek dağında mağarada inziva yapıyor. Kendi başına orada; her halde yiyecek-içecek götürüyorlar. Van’da… Esas kendisi Bitlis’te dünyaya geliyor, Nurs köyünde; fakat Van’da uzun zaman Tahir Paşa’nın yanında da kaldığından, bir dönemde orada talebe okuttuğundan ve o Van Kalesi’nde kaldığından dolayı, yine orada kalmayı tercih ediyor. O eski talebeleri de herhalde -o mevzu ile alakalı net bir şey bilmiyorum, herhalde- sefer tasları ile bir şey götürüyorlar; orada, bir-iki yudum alıyor, geçiniyor. “Sen de bir şey yapabilirsin!” ihtimali ile onu da alıyorlar. Bakın, bütün paranoyaklar aynı şeyi yapıyorlar: “Sen de bir şey yapabilirsin!”

Şeyh Said, bir şey yapmıyor. Bir düğünde, halk etrafında toplandığından dolayı, kalabalık… O günün serkârı kim ise şayet, “Onlar bir şey yapabilirler!” diye üzerlerine gidiyorlar. “Seni almak istiyoruz!” deyince, o seven insanlar da “Hayır, onu vermeyiz!” diye, orada bir yönüyle meşrû müdafaa gibi bir şey yapıyorlar. Ama mesele “devlete karşı gelme” gibi kabul ediliyor. Derdest ediliyor, öldürülüyor. Tabiî onunla yetinilmiyor, Diyarbakır’daki Şeyh Abdulkadir’e de kıyılıyor. Bir de duyuyorlar, işitiyorlar Erek Dağı’nda bir Said Nursî var imiş, “Bu da bir problem olabilir!” falan diyorlar. Onu da alıyorlar, sürüyorlar. Şeyh Said’e yaptıkları gibi, Vanlılar etrafına toplanıyorlar, “Efendi! Seni teslim etmeyelim!” diyorlar. “Hayır, ben, milletimin bağrına dönüyorum!” diyor. Hep “Milletim!” diyor, Anadolu insanına “Milletim!” diyor. Ve burada arkadan gelen, orada bölücülük yapan insanlara da bir mesaj veriyor, bir reçete veriyor. Hatta o millet için, “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım! Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur!” diyor.

Şimdi, bazı yerlerde “yirmi beş sene” kaydıyla diyor ki: “Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harblerde bir câni gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men’ edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men’ etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”

Çekmedik şey kalmıyor. Düşünün, Demokratlar iktidar oluyorlar. Mahkemelerden bir tanesi, 58’dedir; Ankara’da o mahkeme oluyor. O mahkemede bile esasen çok ağır ithamlarda bunuyorlar ama salıveriyorlar. İşte iki sene sonra da ruhunun ufkuna yürüyor; 60 senesinde, ruhunun ufkuna yürüyor. O konuda da dediği oluyor: “Ben rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim ki: Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek!” Ağzın şeker-şerbet yesin, Kevser içsin; Peygamberin eliyle lokmalar yesin! Ne kadar doğru demişsin! Hakikaten de öyle olmuş. Ondan sonra vefalı talebeleri, daha sonra da talebelerinin talebeleri, daha sonra da talebelerinin talebeleri… Siz kendinizi nereye koyuyorsunuz? Talebelerinin talebeleri, talebelerinin talebeleri bütün dünyada ses-soluk oluyor; uykuda olanları bir ezan sesi ile, âdetâ Sabâ nağmesiyle “Kalkın namaza!” diye uyarıyorlar..

Evet, milletinin imanını selamette görme adına her şeye katlanıyor ama çekiyor ve katiyen o millete de küsmüyor, giderken de dargın gitmiyor. Fakat ceddi olan -Seyyid olduğundan dolayı Hazreti İbrahim ile de irtibatı var.- Hazreti İbrahim’in anavatanı Urfa olduğundan dolayı, orada vefat etmeyi düşünüyor ki, Urfa’ya varıyor. Otelde… Vardığı gün… Ben has talebelerinden, rahmetlik -Makamı cennet olsun!- âbide şahsiyet Bayram Ağabey’den dinlemiştim: “Otel odasında, yatakta hep inleyip duruyordu. Öyle ızdırap çekiyordu ki?!.” Tâ Isparta’dan oraya kadar onca yolu araba ile kat’ etmişti. “Hep inleyip duruyordu. ‘Ah ne olur şu iniltiler bir dursa da bir uyusa; bir görsem, bir ferahlasam, içim bir rahat etse!’ diyordum. Bir aralık iniltiler kesilince sevindim; ‘Elhamdülillah, uyudu demek ki!’ dedim. Ama dizimi çektiğim zaman gördüm ki ruhunun ufkuna yürümüş!” O da öbür âleme gitmiş… Çekmiş, çekmiş, çekmiş… Fakat hiç şikâyet etmemiş, hep katlanmış. Arkasındaki o sâdık bendeleri de hepsi o işe katlanmışlar. Çünkü Peygamber Yolu’nun gereği, bu…

Allah (celle celâluhu) mü’minleri -bir yönüyle- dünyadan küstürüyor, arzu ve iştihalarını âhirete karşı kamçılıyor. Size Cenâb-ı Hak böyle bir kamçı vurmuş ise, kendinizi bahtiyar sayın, elhamdülillah!.. “Dünya nimetleri zehirli bala benzer; lezzeti nispetinde elemi de vardır!” diyor Hazreti Üstad. Bence bu elemli lezzetten ise, elemi olmayan lezzeti tercih etmek lazım; o da öbür âlemde…

Sonsuz Hamdolsun!..

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   O gün ne mal, ne mülk, ne evlat insana fayda verir; ancak tertemiz ve her türlü (manevî) hastalıktan uzak bir kalble Allah’a varan güzel ahlaklı kullar kurtulur.

Cenâb-ı Hak, “kalb-i selîm” ile serfirâz kılsın bizi!.. Kalb-i selîm olma, enbiyâ ile aynı duyguyu, aynı düşünceyi paylaşma demektir.

Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) selîm kalbli; katiyen o kalbe rüyada bile gıllügiş misafir olmamış. O’nun kalbi zerre kadar kir görmemiş, leke görmemiş, sis-duman bilmemiş; hep pırıl pırıl bir ayna gibi O’nu (celle celâluhu) aksettirmiş. Huluk-i İlahînin bir aynası olmuş. تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “İlahî ahlak ile ahlaklanın!” demiş; fakat başta kendisi o ahlak ile tahalluk etmiş. Kur’an-ı Kerim de O’nu tebcîl sadedinde, Kalem Sûresi’nde, وَإِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ buyuruyor: “Yemin olsun, kasem olsun, muhakkak ki Sen, ahlakın en güzeli üzerinesin!” (Kalem, 68/4)

İncitmemiş, kırmamış; incitseler de incinmemiş. “Âşık der inci tenden / İncinme incitenden / Kemalde noksan imiş / İncinen incitenden.” (Alvarlı Efe Hazretleri) “İncinme incitenden…” Bir cinas da yapıyor, tasannuya girmeden; beyana ayrı bir güzellik katıyor, o ifadeler. İhyâ’da da bu türlü beyan sanatlarını çok görüyorsunuz; Hazreti Gazzâlî gibi o büyük insanlar, aynı şeylere başvuruyorlar; cinas, seci kullanıyor ve muhtevadaki güzelliği, aynı zamanda üsluptaki güzelliklerde de ortaya koyuyorlar, ta ki kulakları tırmalamasın, yadırganmasın, vicdanlar yumuşaklık ile kabul etsin.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hali de o… Ve bütün büyükler -esasen- o hali yakalamaya çalışmışlar. Elde etmeye Allah, muvaffak eylesin!.. Huluk-i hasen… رَوَاهُ الْحَسَنُ، عَنْ أَبِي الْحَسَنِ، عَنْ جَدِّ الْحَسَنِ: إِنَّ أَحْسَنَ الْحَسَنِ اَلْخُلُقُ الْحَسَنُ “Hasan, Hasan’ın babasından, o da Hasan’ın dedesinden rivayet etmiş ki: Güzellerin en güzeli, güzel ahlaktır.”

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman, Hazreti Hasan efendimiz -Allahu a’lem- yedi-sekiz yaşlarındaydı. Ama cins dimağlar onlar; peygamber torunu, firâsetli; “Hepsi dâhi idi!” denebilir. O gün ne denmiş, ne söylenmiş ise, onları bir teyp bandına kaydediyor gibi kaydetmiş. Yaşadığı sürece, zehirlenip ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar, duyup ettiği şeyler ile başkalarını aydınlatmaya çalışmış Hazreti Hasan.

Ve onun için deniyor: رَوَاهُ الْحَسَنُ Seyyidinâ Hazreti Hasan rivayet etti. عَنْ أَبِي الْحَسَنِ Ama bunu babasından duymuş, demek Hazreti Ali’den. عَنْ جَدِّ الْحَسَنِ O da ana tarafından dedesi Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Güzellerin en güzeli, güzel ahlaktır.”

Güzel ahlak, ibadetin en önemlisidir, zirvesidir. Günümüzde ona çok ihtiyaç var. Güzel ahlaka çok ihtiyaç var, hem Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısızlığa düşmeme adına, hem de bir kısım musibetler karşısında istikameti bozmama adına. Badireler var, gâileler var, rencide olmalar var, üst üste gelen hadiselerin şoku var… İnsanlarda moral bozulmaları oluyor… Bütün bunlar karşısında, bütün bu şokların tesirinde kalmayarak, hep güzel ahlak ile hareket etmek.. her şeyi hamd ü senâ ile karşılamak.. ve böylece Cenâb-ı Hak’tan sürekli “mezîd” (artma, arttırma, çoğalma) istemek…

   Bir hadiste ifade buyrulduğu gibi, Davud (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk’a “Yâ Rab! Senin şükrünü nasıl eda edebilirim ki, Sana şükür etmem dahi üzerimde şükrü gerektiren ayrı bir nimettir!” deyince, Cenâb-ı Hak, “İşte şimdi tam şükrettin.”  buyurur.

Siz, olup biten şeyler karşısında rencide olmadan, incinmeden âh u vâh etmeden, biraz evvelki Alvar İmamı’nın (rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten) “İncinme incitenden!” dediği gibi, hiç incinmeden sürekli اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Küfür ve dalaletten başka, her hale hamd ü senâ olsun!” derseniz, hem edebi korumuş hem de nimetlerin artmasına davetiye çıkarmış olursunuz. Bazıları, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ على كُلِّ حَالٍ، سِوَى أَحْوَالِ الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ demişler: “Küfür ve dalalet ahvâli müstesna, her şeyden dolayı Sana hamd ü senada bulunuruz!”

Gelen iyilikler, iyilik olduklarından dolayı, onlar için Allah’a hamd ü senâ edilmiş. Bir kısım sıkıntılar, gâileler, belâlar, musibetler gelmiş; sabır faktörünü isteyen hususlar gelmiş.. ibadet ü tâate sabır gibi.. sağanak sağanak gelen belâlara karşı sabır gibi.. cismanî arzu, istek ve garîze-i beşeriyetlere karşı dişini sıkıp istikametini koruma mevzuundaki sabır gibi… Bütün bunlar, başımızdan aşağıya yağdığı zaman veya bunların tazyikine maruz kaldığımız zaman, bunlar balyozlar gibi başımıza indiği zaman da Allah’a hamd etmek esastır.

Bunların hepsinin, zannediyorum, ifadede bir yeri var. Çünkü -mesela- bir yerde Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) üç tane önemli husustan bahsediyor; bir tanesi de “mescide çok adım ile gitmek”, uzaktaki mescide gitmek. Beş kilometre ötede oturuyor ama ne yapıp yapıp mescide gitmeye, cemaatin içine girmeye ve o saflar içinde yerini almaya çalışıyor. O saflar içinde yerini alan insan, Kâbe’nin etrafında halkalanan, tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar uzanan o saflar içinde yerini almış; إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ beyanını, mütekellim-i maa’l-gayr ile ifade ettiği zaman, “Bütün bunların ubudiyetini Sana takdim ediyorum. Gücüm yetse, bütün bunların yardım isteğini Sen’den istiyorum!” demiş olur. O mülahaza ile Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda durma… Tâ uzak mesafeden gelip mescitte cemaate iştirak etme…

Ve bir de إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ فِي الْمَكَارِهِ “Bütün zorluk ve meşakkatlerine rağmen abdesti tastamam almak.” buyuruyor. Çok çetin olduğu zaman… Şimdi Kıtmîr de abdest alırken bakıyor, çok rahat; bir de elini musluğun altına tutuyorsun, su kendi kendine akıyor. Öyle değildi… Kırbalar ile su dolduracaksın.. bazen buz gibi olacak.. bazen -eskiden bizim memleketimizde olduğu gibi- çeşmelerden şakır şakır akan suyu siz ağzınıza-burnunuza vurduğunuz zaman bıyıklarınızda, kaşlarınızda buz haline gelecek… O dönemde… إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ فِي الْمَكَارِهِ Nahoş gibi görünen durumlarda abdesti tastamam alma, arızasız alma; ellerini yıkama, yüzünü üç defa yıkama, kollarını üç defa yıkama, her şeye rağmen, başını mesh etme; إِسْبَاغُ الْوُضُوءِ فِي الْمَكَارِهِ.

İşte, bu türlü durumlarda da bunların sıkıntılarının insana kazandırdığı şeyler olduğundan dolayı, bunlara da اَلْحَمْدُ لِلَّهِ “Elhamdülillah!” demeli!.. Bakın bunlar -esasen- gelen bir nimet değil. Fakat hem “fezâil” (فَضَائِل) hem “fevâdil” (فَوَاضِل) karşısında Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ ile mükellefiz. Dolayısıyla “hamd” de esasen buna delalet ediyor.

Dolayısıyla bazen hamd ederken, gerçekten iyilik hâlinde başımızdan aşağıya akan güzelliklere karşı, sağanak sağanak yağan güzelliklere karşı اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ dersiniz: “Küfür ve dalaletin yüzüne tükürük… Her şeyden dolayı Allah’a hamd ü senâ olsun!..” veya “Ahvâl-i küfür ve dalaletin dışında her şeye hamd ü senâ olsun!”

İyiliklerden dolayı, doğrudan doğruya hamd, zeminine oturuyor. Fakat bir kısım olumsuz/negatif şeyler karşısında hamd ü senaya gelince… Onlara karşı da dişinizi sıkar sabrederseniz şayet, o da hamdi gerektirir. Yine hamd…

Cenâb-ı Hakk’a karşı -esasen- şükür ile mukabele etmeye imkân yok; çünkü şükür de bir ibadettir/nimettir esasen. O’na karşı bir ibadete/nimete sizi muvaffak kıldığından dolayı “Elhamdülillah!” diyorsunuz. “Elhamdülillah!” da size bir şey kazandırdığından dolayı, ona da “Elhamdülillah!” diyorsunuz. O da bir şey kazandırdığından dolayı, ona da “Elhamdülillah!” diyorsunuz. Onun için Hazreti Zeynülâbidîn, sarih olarak diyor ki: “Sana nasıl şükredebilirim ki, اَلشُّكْرُ لِلَّهِ (Şükür Allah’a!) dediğim zaman bile, bana bir şey kazandırıyorsun; o bile şükür istiyor. Bir kere daha desem, o bile şükür istiyor; bir kere daha desem, o da şükür istiyor!”

   Milyonlarca, milyarlarca defa hamd ü senâ olsun Allah’a ki, sizi küfür ve dalalet içinde bırakmadı; işi-gücü yalan ve aldatma olan zalimlerin saflarına da katmadı!..

Onun için belki günümüzde de çok tekrar etmek lazım. Eskiden, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ demeyi, bir arkadaşınız, yeterli buluyordu veya bilmiyordu daha ötesini. Şimdiki bildiği doğru mu, değil mi, onu da bilemeyeceğim; onu sizin irfanınıza havale ediyorum. Artık, أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ “Bir milyon defa, milyonlar defa hamd ü senâ olsun Allah’ım, küfür ve dalaletin dışındaki her hale!..” diyor.

Şimdi bir kısım kimseler, kötülüğe kilitlenmiş kimseler, kalbi kirlenmiş kimseler, dimağlarında pâk bir yer kalmamış kimseler; oturup-kalkıp hep kötülük düşünebilirler. Bu kötülükleri de bazen sizin üzerinizde realize edebilirler, uygulayabilirler. Değişik kötülüklere maruz kalabilirsiniz. Bunları hamd ü senâ ile ibadete çevirebilirsiniz. Başınıza gelen her şeyden dolayı, onu şükür ile karşılarsanız şayet, bir adım daha o Miraç’ta O’na doğru yaklaşmış olursunuz; bir adım daha O’na doğru yaklaşmış olursunuz.

Evet, أَشَدُّ النَّاسِ بَلَاءً اَلْأَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ “Belanın en çetini, en zorlusu ve en amansızı başta Enbiyâ’ya, sonra da imanının derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” dendiği üzere, Enbiyâ-ı ızâma da hayatları boyunca Miraç yaşatan -bir yönüyle- başlarına gelen o belâlar/musibetlerdir. İbâdet u tâate karşı sabır… Zaten “ismet” sıfatı onların tabiatlarının bir gereği, masumiyet ile mamurlar. Allah, onlara öyle bir tabiat ihsan etmiş, öyle bir irade ihsan etmiş ki, hayallerinde bile kirliliğe rastlamıyorlar; rüyalarında kirlilik ile tanışmış değiller. Öyle bir şey… Ama bir insan; muktezâ-ı beşeriyet; göz ilişebilir. Çoğu kaçmış bu türlü şeylerden. Ama “Başkaları gibi!..” falan da demiş. Fakat katiyen başkaları gibi onlara ilişmeye onun gücü yetmez. Evet, onlar öyle İlahî seralar ile seralandırılmışlardır ki, gelen şeyler, o seralara çarpar ve geriye dönerler. Cenâb-ı Hak ile öyle bir irtibatları vardır ki!.. Dünyanın güzellikleri değil, Hûri-Gılman etraflarını sarsa, Cennet köşkleri etraflarını sarsa, “nazargâh-ı ilahî” olan o kalblerini Allah’tan başkasına tevcih etmediklerinden dolayı, o türlü şeylerin -teveccühü mü diyelim, tasallutu mu diyelim- karşısında, sarsıntının en küçüğünü bile yaşamadan, bildikleri yolda Allah’ın izni-inayeti ile yürürler. Hep şükreder yürürler, hamd eder yürürler.

Ama gördüğünüz gibi, belâ ve musibetten âzâde olan hiçbir büyük yoktur; hiçbir büyük, belâ ve musibetten âzâde kalmamıştır. Muvakkaten rahat bir nefes alıyor gibi olmuşlardır; tam böyle alıyorken, nefes gırtlaklarına giderken, düğümlenmiştir orada. Hemen bir muzip, bir muziplik yapmıştır; bir olumsuzluk, onların karşısına çıkmıştır. O tertemiz oksijeni bile rahat yudumlama imkânı bulamamışlardır.

Bakın, belki düşünmüşsünüzdür burada: “Mâ-i bârid” (soğuk su) büyük bir nimet olarak ifade buyuruluyor çok defa. Yahu bizde çok; çeşmeden akan sular, “mâ-i bârid”. O, yok bir kere onlarda; güneşin altında ısınıyor o sular, ısınıyor. Cennet’teki o sulara da “mâ-i bârid” deniyor; şeker şerbet de deniyor esasen. Mâ-i bârid… Onu bile ağızlarına aldıkları zaman, büyük bir nimet sayıyorlar. Kim bilir kaç defa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağzına aldığı zaman, -O terbiyesizliği yapanın kolu-kanadı kırılsın!- belki arkadan bir tekme vurdular; onu bile rahat yudumlamasına fırsat vermediler. Veya çirkin bir laf ettiler; o, düğümlendi kaldı, içinde düğümlendi kaldı. Bir lokmayı ağzına koyduğu zaman, kuvve-i zâika daha hissesini almadan… Esasen alacaktı; ağız, kendi hissesini alacak idi. Sonra bir mesaj gönderecekti yutağa, “Tatlı bir şey geliyor sana, hazır ol!” falan diyecekti. Yutak da bir mesaj gönderecekti mideye, “Sana şu geliyor, hazmetmeye hazır ol!” Bunların hiçbirine fırsat vermeyen öyle şeyler ile karşılaştı ki!.. Yediği içtiği mübarek boğazından geçerken, âdetâ diken yutuyor gibi oldu; di-ken yu-tu-yor gi-bi ol-du.

O büyüklerin hâli, böyle idi. O açıdan da onların yolunda, bu başa gelen şeylere karşı hamd ve sabır ile mukabele etmeli!.. Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, Peygamberler yolunda, Peygamberlerin başına gelen şeyler ile Allah bizi de serfirâz kılıyor. Binlerce hamd ü senâ olsun!..

Ama bir gün inşaallah bu kasvetli bulutlar sıyrılacak… “Şafak, şafak!..” deyip, fecr-i sâdıklar bekleme… Bunlar inşaallah bir gün gerçekleşecek. -Ama bunu da hiçbir zaman ben şahsım adına istemediğim gibi, kalblerinizi kalbimin çok üstünde, çok duru, çok berrak bildiğimden dolayı, sizler de öyle bir temennide bulunmamışsınızdır, zannediyorum.- Günler, yeniden bayrama dönecek. Âdetâ iç içe Şeb-i Arûs’lar yaşayacaksınız. Güzellikten güzelliğe kanat açacaksınız; üveyikler gibi hep güzellikler üzerinde uçup duracaksınız, Allah’ın izni-inayetiyle. Ama bugün maruz kaldığınız bu şeylere katlanmak iktiza ediyor.

Hamd edeceksiniz Allah’a ki, sizi, vazifesi, işi, gücü yalan olan, aldatma olan, demagoji olan, diyalektik olan kirli bir toplum içinde tutmamış. Allah (celle celâluhu) şöyle-böyle değişik yollar ile sizi onlardan ayırmış. Bazen onlardan yediğiniz tekme ile onlardan uzaklaşmışsınız; bazen size doğru kalkan bir yumruğu yememek için onlardan uzaklaşmışsınız… Ve bunların hepsi, Mizan kefesinde, sizin hesabınıza “sevap” unvanı ile ağırlığınızın önemli bir vasıtası olmuş.

Evet… Kim bilir, belki de Allah (celle celâluhu) bu musibetlerle bizi arındırıyor. Böylesi, duyguların, düşüncelerin çok kirlendiği bir dönemde, biz de farkına varmadan üzerimize bazı şeyler sıçratmış olabiliriz. Sokaklar kirli, eğitim yuvaları kirli; dinî eğitimlerin verildiği yerler skolastik düşüncenin pençesinde, belli şeylere takılmış gidiyorlar. Böyle doğru-dürüst, bize hak-hakikat adına rehberlik yapacak insan, âdetâ tanımadık gibi… Bütün bunlardan dolayı da Allah (celle celâluhu) sizi arındırmak suretiyle huzur-i Kibriyâsına arınmış olarak almak istiyor. Gelecekte size lütfedeceği bu şeyden dolayı da belki şöyle demek lazım: أَلْفُ أَلْفِ أَسْتَغْفِرُ اللهَ Ne diyelim ona: Maruz kaldığımız musibetlerden dolayı أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ. Ve lütfedeceğin güzel şeylerden dolayı أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ، أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ.

   İrade, şart-ı âdîdir; fakat insan -sebepler planında- emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez.

Çok iyi bildiğiniz bir hakikat: Hazreti Pîr’den başkasının da onu ifade ettiğini bilmiyorum, fakat aynı mazmun, başka sözler ile hep ifade edilmiştir: Dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, bir dakikasına, bir saatine mukabil gelmeyen Cennet hayatına namzetsiniz. “Binlerce sene” kesretten kinaye; milyonlarca sene, milyarlarca sene olsa ne ifade eder ki ebediyetin yanında?!. Ebediyet ile onları yan yana getirdiğiniz zaman, o milyonlarca sene, milyarlarca sene bir damla olur; utanır “Yahu niye beni bunun ile karşılaştırdınız?!” diye. Evet, utanır, milyonlarca sene utanır onun karşısında. Bir de o Cennet hayatının binlerce senesi, bir dakika Rü’yet-i Cemâline mukabil gelmeyen Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl-i bâ-kemâlini temâşâya ve “Ben sizden razıyım!” iltifat-ı Sübhânîsini duymaya…

Hiç aklıma gelmemişti bu… Hakikatlerin insana intikali, iki yol ile oluyor: Bir: “Mubsarât” ile, bir de “Mesmûât” ile. “Mesmûât” (işitilenler, duyulanlar), O’ndan gelen İlahî mesajlar. İster varlığın doğru okunması, isterse hayatın doğruca talim edilmesi adına vahy-i semâvîye “mesmûât” diyoruz. Enbiyâ-i ızâmın nur-efşân, şeker-şerbet beyanlarından içimize akan sözleriyle şekilleniyoruz, onlar ile öbür âleme göre yapılanıyoruz. Buna “Mesmûât” diyoruz. Evet, aynı zamanda, yine ilim-irfanımızı artırma adına, gözümüzü açma adına, kâinat hakkında denen şeyler de, söylenen şeyler de bir yönüyle “mesmûât” oluyor. Bir de “Mubsarât” (görünen varlıklar, görülmesi lazım olanlar) var. Görüp değerlendirdiğimiz şeyler; gördüğümüz zaman tahlillere, terkiplere gittiğimiz şeyler, analizlere/sentezlere gittiğimiz şeyler; bunlara da “Mubsarât” deniyor. Şimdi, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl-i bâ-kemâlini görmek, esasen “Mubsarât” kategorisine bir mükâfat-ı Sübhâniye; O’nun “Ben, sizden râzıyım!” beyan-ı Sübhânîsi de esasen o duymayı, o “Mesmûât” meselesini değerlendirme karşısında size ihsânât-ı Rabbâniye…

Allah, hiçbir şeyi karşılıksız bırakmaz. وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى * وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى * ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاءَ اْلأَوْفَى * وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir. Ve son durak Rabbinin huzurudur.” (Necm, 53/39-42) Necm Sûresi’nde bahsediliyor. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun Miraç’ını da, Rü’yet’ini de, “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ”yı -Vücub ve imkân arası bir noktaya ulaşmasını, fenanın bekâdan ayrıldığı noktaya ulaşmasını- da ifade eden o sûrede, وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى diyor.

Mehmet Akif de bunu ifade ederken şöyle der:

“Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mu’tâdı,

Ne sandın! Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?

Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı;

Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı;

Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!

Ne yaptın? ‘Leyse li’l-insâni illâ mâ-seâ’ vardı!..”

Evet, “İnsana sa’yinden başka bir şey yoktur!” İnsanın sa’yi ne ifade eder? İrade, şart-ı âdî. Usûluddin’de gördüğümüz gibi, bu mesele üzerinde nazarî o kadar çok fikir yürütmüşler ki!.. Orada, insan iradesi, Cenâb-ı Hakk’ın yaratması, Ehl-i İ’tizâl, Cebriye, Eş’ariye, Maturidiye, bunlar arasında olanlar… اَللهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابِ، وَإِلَيْهِ الْمَرْجِعُ وَالْمَآبُ İşin doğrusunu Allah bilir. Fakat, Kıtmîr, biraz da Hazreti Pîr’in bu mevzudaki mülahazalarına istinaden, kestirmeden diyor ki: İrade; “tesâvi-i tarafeyn”den (veya “mütesâvi’üt-tarafeyn”den; yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücûd ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur. Böyle varlığı ve yokluğu mümkün bulunandan) ibaret olan iki nokta arasında meyelân ya da meyelândaki tasarruftan ibarettir. Kendini o noktada görüyorsun, bir blokaj üzerinde görüyorsun: “Şu da yapılabilir, bu da yapılabilir!” Çok hafif bir dürtü ile, bir itme ile -“Dürtü” mü diyelim, buna?- “içe doğma” ile…

(Sözün burasında elektronik tabloya Hazreti Bediüzzaman’ın resmi yansıyor.) Bakın, Adam çıktı; biliyorsunuz:

“Kan-ter içinde yaşadın, kan-terdi pazarın,

Sinelere çarpıp duruyordu âh u zârın..

Aşk rehberin olmuştu, mefkûren de dildârın;

Hep anıp durmuştun, erdin vuslatına Yâr’ın.”

Meyelân, meyelândaki tasarruf… Bir “eğilim” sadece, insandaki irade; bir eğilim ama öyle küçük bir şey ki, bir damla… Böyle, koyuyorsunuz ortaya, bir de bakıyorsunuz ki!.. “Sen bir damla koydun, bu sana göre!.. Sen, zayıfsın, âcizsin, Benim yarattığım varlıksın; gücün o kadarına yetiyor. Ben, Kudret-i nâ-mütenâhim ile sana bir okyanusu veriyorum! Sen, bir zerre ortaya koydun; Ben, Kudret-i nâ-mütenâhim ile bir güneş sistemini veriyorum; -estağfirullah- Samanyolu’nu veriyorum; -estağfirullah- bir buçuk milyar sistemleri veriyorum!” Verir mi, vermez mi?!. Verir… Kudret-i nâ-mütenâhi; iradesi nâ-mütenâhi; ilmi, bütün âlemi muhît… Verir… O (celle celâluhu) Kendi büyüklüğüne göre yapacağını yapar. Bu açıdan, siz küçük bir şey ortaya koyarsınız; O (celle celâluhu) Kendi büyüklüğüne göre eltâf-ı Sübhâniyede bulunur.

   Her şeyden evvel mü’min bir hüsnüzan insanıdır; insanlara karşı hüsnüzanla emredilen birinin, Rabbisinin muamelelerine karşı suizan ifade eden hoşnutsuzluğu nasıl söz konusu olabilir ki?!.

Yine M. Akif’e kulak verelim:

“Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun.

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!

Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;

Me’yus olan, ruhunu, vicdanını bağlar.

Ey dipdiri meyyit, iki el, bir baş içindir,

El de senin, baş da senindir,

Kurtarmaya azmin ne için böyle süreksiz,

Sen mi, yoksa ümidin mi yüreksiz!”

Evet, yaşayanlar, hep ümitle yaşar; me’yûs olan, ruhunu-vicdanını bağlar… Bence ye’se düşmeden, değişik tıkanmalara karşı “Vira bismillah!” deyip yeniden işe başlamak lazım… “Devam ediyoruz yâ Rabbi! Devam ettiğimiz bu yolda bize güç ve kuvvet ihsan eyle!.. Eşrârın şerrini kendi başlarına dola! Onları onunla meşgul et!” demek lazım. Eğer bu tabiri büyükler kullanmasaydı, biz de kullanmazdık. Fakat, el-Kulûbu’d-Dâria’da da kullanıyorlar: “Eğer, mehil vereceksen, öyle şeyleri başlarına dola ki, önümüzü almasınlar; bu güzergâh-ı Enbiyâ’da, bildiğimiz gibi hep yürüyelim, Senin iznin ile, inayetin ile!..” diyorlar. Onlar dediklerine göre; onlar, bizim rehberlerimizdir, bizim dememizde de bir mahzur yok. Bu bir beddua da sayılmaz esasen. Ama yerinde, o türlü beddua değil, onları Allah’a havale etme, İnsanlığın İftihar Tablosu tarafından da olmuştur, O’nun hâlesi tarafından da olmuştur, Hâle’ye müteveccih ruhlar tarafından da olmuştur. Biz de Hâle’ye müteveccih olanlara müteveccih, müteveccihlere müteveccih, müteveccihlere müteveccih, müteveccihlere müteveccih… Kaçıncı derecede olursa olsun, gözümüz, hep o batmayan güneşlere doğru… Allah, inayetini üzerimizden eksik etmesin!..

Evet, bu da bir imtihandır. Esasen sabır da zordur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mübarek, nûr-efşân beyanları çerçevesinde: اَلصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى “Sabır, hadisenin şoku yaşandığı dönemdedir.” Her şey zâil olup gittikten sonra, ortalık güllük-gülistanlığa döndükten sonra, hâristan birden bire kuruyup gittikten sonra, her şeyi ve her tarafı bâğistanların, bostanların sardığı bir dönemde neşelenmek, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ demek kolaydır. Fakat o belaların sağanak sağanak, musibetlerin sağanak sağanak yağdığı anda sabır, gerçek sabırdır. اَلصَّبْرُ عِنْدَ الصَّدْمَةِ الْأُولَى Hadisenin şokunun yaşandığı ânda dişini sıkıp katlanma demektir sabır.

İşte bu katlanılması gerekli olan şeyler, değişik vesileler ile hep ifade edilmiştir, kadimden bu yana. Bize ait değil. En son Çağın Sözcüsü de üç şeye ircâ ederek üzerinde duruyor; onları da biliyorsunuz. Malumu i’lâm etmemek, israf-ı kelama gitmemek lazım… Şimdi bu türlü şeyler dokunduğu zaman, insana biraz dokunur. İnsanız… İzzet Molla’nın ifade ettiği gibi, çok tekrar ettim bu lafı, sizi sıkmasın: “Ben usanmam -gözümün nuru- cefâdan, ama / Ne de olmasa cefâdan usanır, candır bu!..” Bir tekme yiyorsunuz, sallanıyorsunuz böyle, hafif bir sallanıyorsunuz. “Yahu niye sallanıyorsun, sallanma!” diyemezsiniz.

Her şeye rağmen, o esnada “Niye bu oldu?!.” gibi -böyle- Cenâb-ı Hakk’a hesap sorarcasına -hâşâ ve kellâ- O’nunla cedelleşmeye giriyor gibi bir tavır sergileme yerine, meseleyi kalb-i selîm havuzunda eriterek, kalb-i selim değirmeninde öğüterek onu, bir yönüyle işe yarar hale getirmek lazım. Tâbir-i diğerle, çoklarının kaybettikleri kuşakta meseleyi “kazanma kuşağı” haline getirmek lazım. Çokları dökülüp duruyor orada. Öyle bir irade -Allah’ın izni-inayeti ile- ortaya koymalı, öyle bir tavır sergilemeli ki, o kandan-irinden deryalardan geçerken şehrâhta yürüyor gibi yürümeli, yerinde üveyik gibi kanat açmalı, O’na doğru yükselmeli!..

Bu açıdan da insan hiç farkına varmadan, içinde hafif kırılmalar olur, küsmeler olur; farkına varmadan… Hemen, anında onun tepesine bir balyoz indirmeli!.. “Marifet” ile, marifetin doğurduğu “Muhabbet” ile, muhabbetin doğurduğu “Allah ile münasebet” ile, “Zevk-i ruhânî” ile ve “O’na olan Aşk u iştiyak” ile mutlaka o meseleyi baskı altına almalı; o negatif şeyi pozitif şeye çevirmeli, Allah’ın inayeti ile, izni ile, riayeti ile!..

   Rıza yörüngeli yaşayanlar, ömürlerini âdeta bir şükür dantelâsı hâline getirirler; hep hoşnutsuzluk homurdanıp duranlar ise, bu nankörlük değirmeniyle, en müsbet, en olumlu işlerini bile ezer, öğütür ve bitirirler.

Siz dilerseniz, -biraz evvelki mülahazaya ircâ edebilirsiniz- O (celle celâluhu) da verir. Sözü, sözlerin sultanı olan Söz Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor: يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ، يَقُولُ: دَعَوْتُ فَلَمْ يُسْتَجَبْ لِي “Acele etmezse, (sizden) herkesin duasına icabet buyurulur.” (Acele nasıl mı olur?) “Der ki: Yalvarıyorum, yalvarıyorum, bir türlü arzu ettiğim şeye nâil olamıyorum!” “Dua ettim, kabul olmadı!” Evet, hadiste geçen fiil kipini mânâlandıracak olursak, “Dua ettim, dua ettim, dua ettim de kabul olmadı!”

Hazreti Pîr diyor ki: “Bende kulunç rahatsızlığı var; kırk senedir dua ediyorum gitmesi için.” Evet, bir arkadaşınızda da altmış küsur senedir var; dua ediyor, aynı zamanda demir ile, balyozlar ile, merdaneler ile de tepesine vuruyor, gitmiyor, gitmiyor. Ne yapabilirsiniz, gitmiyor?!. Hazreti Pîr diyor ki: “Dua, duayı kesmediğinden dolayı gitmiyor!” Bana diyor ki o kulunçlar, “Yine dua et sen!” Çünkü her dua ile insan, bir adım daha Allah’a yaklaşıyor, belki on adım birden Allah’a yaklaşıyor.

Belaları da bu şekilde değerlendirmek, o çirkin şeyleri tertemiz Cennet ırmaklarına çevirmek gibi bir şeydir. Öyle bir şeye mâruz kalıyorsunuz ki!.. Bir yönüyle, zayıf insanların hemen isyan edecekleri veya şakaklarına -Hitler gibi- bir namlu dayayıp intihar edecekleri bir hadiseye maruz kalıyorsunuz. Azıcık dişinizi sıksanız, “Yahu hele bir teemmül edeyim ben bunu. Bu bana geldi; acaba benim arınmam ile alakalı bir şey miydi? Yoksa Rabbimin bana lütfettiği şeyleri rantabl değerlendirmediğimden, yaptığım zaman israfından dolayı mıydı? Diyeceğim-edeceğim daha çok şeyler vardı, ihmal ettiğimden dolayı mıydı? Yoksa yol, Peygamberler yolu olduğundan dolayı mıydı?!.” Eğer o yolda yürüyorsanız, onlara benzemeniz lazım; numara, drob aynı olması lazım. Onlar dönüp arkalarındakilere baktıkları zaman “Doğru, bunlar da aynı urba ile; öyle ise bunlar da bizden!” falan demeleri için böyle bir şey yapıyorsa, urba değişikliği yapıyorsa, numara-drob değişikliği yapıyorsa Allah (celle celâluhu), bunların hepsi, أَلْفُ أَلْفِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ dedirtecek hususlardır/faktörlerdir.

Fakat o esnada, o ân-ı seyyâlede, o ân-ı seyyâlenin iki seyyâle olmasına müsaade etmeden, anında, daha yumurtanın kabuğunu kırıp dışarıya çıkmak istediğinde, hemen kellesine bir tokmak vuracaksınız olumsuz duygunun, olumsuz düşüncenin. Cenâb-ı Hak da diyecek ki: “Kulum ne sâdık! Bana karşı içinde en küçük şey geçmesine bile tahammülü yok bunun; hemen onun hakkından geliyor!”

Ne zaman?!. Promete gibi zincire vurulduğu zaman.. kırbaçlar altında inlediği zaman.. çırılçıplak edilip işkenceye maruz kaldığı zaman.. karıyı-kocayı birbirinden ayırdıkları zaman.. anneyi evladından ayırdıkları zaman.. yeni dünyaya gelmiş çocuk ile annesini hapse attıkları zaman… Bütün bu acı tablolar karşısında, bu acıları şeker ve şerbete çevirmek… اَلْحَمْدُ لِلَّهِ demek: “Elhamdülillah! Senin bize teveccühündür; bunlar ile bile kim bilir bize neler vadediyorsun!.. Neler vadediyorsun?!. Keşke bütün bunları bize revâ görenlere de aynı lütuflarda bulunarak onları da arındırsan!.. Bulundukları konumdan gerçek insanlık seviyesine ulaştırsan!.. Onlar da Nebiler arkasında yürüme imkânını elde etseler, o şehrâhta yürümeye muvaffak olsalar!..”

(Sözün burasında, o an elektronik ekrana yansıyan bir tablo okunuyor.)

“Sıyır onu, her şey olduğu gibi görünsün,

Hasretlerin sönüp, idbârın, ikbâle dönsün.

Ömür boyu hep nefis ve şeytanı güldürdün;

‘Hakkım!’ deyip biraz da kalb ve ruhun gülsün!”

“Hakkım!” deyip biraz da kalb ve ruhun gülsün! “Hakkım!” deyip biraz da kalb ve ruhun gülsün!..

Niyet, Hicret ve Semereleri

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Buhârî’nin birinci hadisi, niyet ile ilgilidir; râvîsi de Hazreti Ömer’dir; Yahya İbn Saîd el-Ensârî döneminde iştihar eden bir hadistir: إِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Rasûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.”

   Hiç şüphesiz “mukaddes göç”ün “tarihin kulağına küpe” diyebileceğimiz en anlamlısını, sadıklardan sadık arkadaşlarıyla, beşerin medar-ı iftiharı Efendimiz (ﷺ) gerçekleştirmişti.

Bu şekliyle, çok sonra vâki olmuş bir ifade, zannediyorum. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha evvel bunu ifade buyurmuşlar mıydı? Hadisin yapısına, şekline, formatına kompozisyonuna bakınca; hicret esnasındaki bir beyan olduğu anlaşılıyor. Herkes Allah için hicret ediyor; fakat…

Hicretin iki yanı var: Bir; bulundukları yerde yapmaları gerekli olan şeyleri yapmalarına fırsat ve imkân verilmemesi; bir de onlara orada hakk-ı hayat tanınmaması.

Şimdi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve saff-ı evveli teşkil edenler beraberce hicret ediyorlar. Yani, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali ki zaten Efendimiz’den ayrılmıyordu. Onlarla beraber, Ammâr gibi, Bilâl-i Habeşî gibi kadîm Müslümanlar… “Sâbikûn-i Evvelûn” diyor Kur’an-ı Kerim bunlara. Allah’ın va’d-i Sübhânîsi de onların kâmetleriyle mebsûten mütenasip ifade buyuruluyor, Tevbe sûre-i celîlesinde. Onlar, Efendimiz ile beraber hicret ediyorlar.

Onlara orada hakk-ı hayat tanınmadığından, çok ciddî baskılara maruz kaldıklarından dolayı, Allah (celle celâluhu) hicreti emrediyor. Hicret… Yurdu/yuvayı terk etme.. sahip olduğu şeyleri terk etme.. alışageldiği şeyleri terk etme.. ve kendini bir dâussıla çağlayanı içinde bulma, burun kemiğinin sızlaması… Ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) meseleyi arka planıyla da duyduğundan, yani Beytullâh’ın tev’emi (ikizi) olması itibarıyla, adeta ikizinden de ayrıldığından, Allah’a teslimiyetinin enginliğine rağmen, o ayrılma kendisine çok ağır gelmişti. Oradan ayrılırken geriye dönmüş, hıçkıra hıçkıra ağlamıştı: “Çıkarmasalardı, Bana bu denli baskıda bulunmasalardı, ayrılmazdım Ben!” demişti.

Evet, Efendimiz ile hicret edenlerin çoğu da böyle ayrılmıştı. Onlara orada hakk-ı hayat tanınmıyordu. Onlara bu zulmü reva görenlerin -zaten- adaletten haberleri yoktu, hakkı hiç bilmiyorlardı; zulüm, şiârları idi. Ondan sonra da değişik dönemlerde, belki “misliyet” çerçevesinde aynı şey hep cereyan edegelmiştir. Değişen bir şey olmamış…

Ama bazıları da vardır ki, onlar, orada kalıyor fakat yapmaları gerekli olan şeyleri yapamıyorlardı; onlara o fırsat verilmiyordu. Şu anda yaşanan gaybûbet gibi bir şey oluyordu. Rahat namazını kılamıyor, açıktan açığa insanlar içinde emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker yapamıyor; içtimâî hayat içinde kendisine terettüp eden vazifeleri bihakkın yerine getiremiyor. Kur’an-ı Kerim, muvazene yaparken, bir, bu mevzuda hicret edenleri takdir ve tebcil ile yâd ediyor; bir de bütün bunlara rağmen orada kalıp eksik ve gedikliği ile hayatı götürenlerden bahsediyor. “Ee Allah’ın arzı geniş idi, niye hicret etmediniz oradan; namazınızı kılardınız, orucunuzu tutardınız, hacca da giderdiniz, emr-i bi’l-maruf da yapardınız, nehy-i ani’l-münker de yapardınız!” demek suretiyle, bir yönüyle “tevbih” (ayıplama, kınama) edâlı bir “te’dîb”de bulunuluyor onlara.

Bu itibarla, o hicret etmenin -esasen- böyle bir yanı var. Bu iki düşünceye bağlı: Bir, “Yapmamız gerekli olan şeyleri hâlisâne yapalım!” Bir de “Burada bize hakk-ı hayat tanımıyorlar, dışarıda Allah’ın izni-inayeti ile hür yaşayalım.” Ki Cenâb-ı Hakk’ın yönlendirmesiyle oldu zaten o.

   Dünden bugüne Allah’ın ve Rasûlü’nün muhâcirleri de oldu, dünyanın ve dünyevîliklerin göçmenleri de; sizin hicretiniz kime ve neye acaba?!.

Şimdi, herkes Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile beraber hicret ediyordu. إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ، وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى، فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ Geçen de ifade edildiği gibi, “Bir kimse Allah için, Rasûlullah için hicret ederse…” فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ “Onun hicreti, Allah ve Rasûlullah’a aittir.” Yani, onun hicreti nezd-i Ulûhiyette bir şey ifade eder ve aynı zamanda o, Rasûlullah ile beraber hicret etmiş kimseler gibi, kazanacaklarını kazanır. فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ وَ مَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ Bir insan, “Dünya elde edeyim!” diye hicret ediyorsa, “Gideyim; başka yerde daha ciddî kazançlarım olabilir, yatırımlar yapabilirim ben orada!” diyorsa, onun hicreti de onadır.

Bu arada, antrparantez olarak arz edeyim: Sağlam bir mefkûreye bina edilerek bunda da mahzur olmayabilir. Yani, belli bir dönemde, “Gidelim yurtdışına, orada olup biten hizmetlere destek olalım, bunun için yatırımlarda bulunalım; onları bakıp görelim, okullar yapalım, üniversiteler açalım, Allah’ın izni-inayetiyle!” dendi. Bunda da bir mahzur yok. Ama sırf nefisleri adına “Dünyayı elde edelim!” diye hicret ediyorlarsa, neye talip iseler şayet, işte o, onların kıymet-i harbiyelerini, kâmet-i bâlâlarını belirliyor. Bir insan, talip olduğu şey ile -aynı zamanda- kendi kıymetini ortaya koymuş oluyor. Kaç para ediyorsa şayet talip olduğu şey, onun kıymetini belirlemiş olur; bakıra talip olan insan, bakırdır; altına talip olan da altın ruhlu bir insan demektir.

Şimdi Allah için, Rasûlullah için gitme varken, din için gitme varken, kimisi dünyadan bir şey elde etmek için ve birisi de gönlünü kaptırdığı mecâzî muhabbet için göçüyor. Esasen ona “muhabbet” denmez; beşerî zaaf, garîze-i beşeriye, cismanî bir aşk u iştiyak. Ondan dolayı, birisini elde etmek için o da öyle hicret ediyor. Onun nasibine düşen de odur. Çok dar bir şeyi, küçük bir şeyi elde etme istikametinde o kadar şeylere katlanıyor.

Hadis, kısaca bunu ifade ediyor. Ama meseleyi açtığınız zaman, bütün hayatı kucaklayıcı mahiyeti var hadisin. Hani, “Hadiseler misliyet çerçevesinde cereyan ediyor.” dedik, “ayniyet” çerçevesinde cereyan etmesi mümkün değil. Çünkü “zaman” bir müfessir; o, mutlaka kendi yorumunu işin içine katıyor. Desende ona ait çizgileri görüyorsunuz; dantelada ona ait çizgileri görüyorsunuz. Konjonktürün belirleyici bir yanı var; o da kendini o işin içine katıyor ve o da desene aksediyor. Yani, sizin örgülediğiniz hayat desenine, faaliyet desenine, gâye-i hayal desenine aksediyor onlar, bir yönüyle.

Misliyet çerçevesinde cereyan ediyor hadiseler… Bugün de siz, kendi çizginize göre bir şey yaptığınız zaman, size hakk-ı hayat tanımıyorlar. Dolayısıyla böyle bir yerden, neye ve nasıl inanıyorsanız, inandığınız şeyleri kendi çerçevesi içinde, kendi dairesi içinde yaşamanız adına, hicret etme var, Allah rızası için. Bu, işte o “niyet hadisi”ndeki manaya irca edilebilir: “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”

Bu mevzuda niyet ettiniz siz, çıktınız ama önünüzü kestiler!.. Fakat siz, sonuçta hedeflediğiniz şey ne ise şayet, onun sevabını alırsınız. Diyelim ki hicret, Cennet’in göbeğine otağ kurma gibi bir şey kazandırıyor size. Siz de Mekke’den dışarıya adım attınız ama önünüzü kestiler; çırpındınız, o fırsatı vermediler. Hazreti Hâlid’in ağabeyi Hazreti Velid gibi, getirdi, zincire vurdular. O senelerce o zincirin içinde kaldı, hicret etmemesi için; yiyeceğini önüne koydular, içeceğini önüne koydular, ihtiyaçlarını önüne koydular. O, dininden dönmemede sâbit kadem oldu. Cenâb-ı Hak, bizi, onlara bağışlasın!.. Ona bu zulmü reva görenler de inatlarında temerrüd ettiler; çok ciddi bir -bağışlayın- yobazlıkta bulundular, ısrar ettiler. Zannediyorum onun Hazreti Hâlid üzerinde de uzun zaman tesiri vardı ki, Hazreti Halid neden sonra Medine-i Münevvere’ye geldi. Ona “geldi” denir; İnsanlığın İftihar Tablosu ile tanışınca, O’nun insibağı ile birden bire “Hazreti Hâlid” oldu.

Kıtmîr -antrparantez- Ashâb-ı Bedir’i okurken, “Hâ” (خ) harfinde onu da sayıyorum. Hazreti Hâlid, Ashâb-ı Bedir’den değil, fakat ben çok defa onu da katıyorum. Çünkü yaptığı şeylere bakınca, hakikaten zerresi bütün bir millete taksim edilse, Cennet’e girmeleri için yeter; yaptığı şey, öyle. Ve hayata gözlerini yumup ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman da geride bıraktığı, sadece savaşlarda kullandığı kılıcı, kalkanı, bir de atı. Esas, zengin bir ailenin çocuğu; fakat geride bıraktığı, bu…

   Tertemiz duygular ve halis bir niyet ile hicrete koyulan mefkûre muhacirlerinin bazıları Meriç’te ahirete yürüdüler; belki cesetleri bile bulunamadı ama zannediyorum onlar ruhlarının ufkuna ulaştıkları yerde, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm tarafından karşılanmışlardır.

Şimdi bazıları böyle niyet ediyor fakat o niyetini realize etmeden, önü kesiliyor, zincire vuruluyor, prangaya vuruluyor ve gidemiyor dolayısıyla. Ama hedeflediği şey nedir? Rasûlullah ile beraber olmak… Biliyor ki, Rasûlullah ile beraber olmak, bir yönüyle maiyyet-i İlâhiyeye mazhariyet demektir. Şimdi bu insanlar, niyetlerini öyle ulvî tuttuklarından dolayı, o niyetin mükâfatını görüyorlar ama realize edememişler, çıktıkları yolu tamamlayamamış, hicreti realize edememişler.

Bugün başkaları da -belki- dinlerini yaşamak için veyahut orada kendilerine insanca yaşama hakkı tanınmadığından ve adalet çerçevesi içinde hakk-ı hayatlarını kullanma, korunması gerekli olan şeyleri koruma imkânı verilmediğinden dolayı, başka ülkelere hicret ediyorlar. Öyle ki, belki bir dönemde hasım tavrı sergileyen bir ülkeye bile gidiyorsunuz ve tek ferdi geriye çevirmeme kaydı ile onlar kucaklarını açıyor, sizi bağırlarına basıyorlar. Limanlarını kullandırıyorlar, meydanlarını kullandırıyorlar, rıhtımlarını kullandırıyorlar; “Uçak ile gidebilirsiniz, gemi ile gidebilirsiniz; gideceğiniz yere gidebilirsiniz!” diyorlar.

Fakat çoğu, yolda yakalanıyor, derdest ediliyor; ormana bırakılıyor, öldürülüyor bazen. Öldürülen insanların hadd ü hesabı yok. Kimisi Meriç’te boğuluyor; orada boğulanların da hadd ü hesabı yok. İster Suriye’den kaçanlar, ister Türkiye’den kaçanlar, hadd ü hesabı yok bu insanların… Fakat hedefledikleri şey itibarıyla, esasen neye talip iseler, onunla kendi kıymetlerini ortaya koymuş oluyorlar. Çok basit şeylerin arkasına düşmüyorlar: “Hicret edelim, dinimizi yaşayalım! Hicret edelim, bize ait değerleri, edille-i şer’iyye-i asliyeyi, edille-i şer’iyye-i fer’iyeyi hal ve temsil diliyle bütün dünyaya gösterelim. Yeryüzünde Müslümanlık IŞİD’in anladığı gibi, Boko-Haram’ın anladığı gibi, Murâbıtîn’in anladığı gibi, bir kısım Selefîlerin anladığı gibi değil. Onun böylesi de var, herkese kucak açanı da var… Gidelim, dünyanın dört bir yanına açılalım; bir yönüyle, hâl ve temsil diliyle bunu anlatalım. El-âleme, kapkara gördüğü Müslümanlığın onların zannettikleri gibi olmadığını gösterelim!” diyorlar. Bu, bir yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı Sübhânîsine uygun bir tavır; bir yönüyle de Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı memnun edecek, memnuniyetin ötesinde şahlandıracak bir husus…

Böyle büyük bir şeye talip olmuşlar. Onlar, onun mükâfatını alırlar. Meriç’te cesetlerine ulaşamamışsınızdır fakat ruhlarının ufkuna ulaştıkları yerde, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm tarafından -zannediyorum- kapının anahtarı -kendi eliyle- bükülmüş, onlar içeriye “Buyurun!” edilmiştir. “Buyurun!” edilmiş, alınmışlardır içeriye. Çünkü O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hedeflemişlerdi. O’nun dediğini realize etme istikametinde bu yola çıkmışlardı. Fakat yol emân vermedi onlara. Onlar -bir yönüyle- “tarîkzede” (yolun azizliğine uğrayan kurbanlar) oldular.

Evet, günümüzde de o gün olan şeyler, aynen/aynıyla oluyor. Bir taraftan dinlerini çok rahat yaşama mülahazası ile, niyeti ile; bir diğer taraftan da kendilerine hakk-ı hayat tanınmadığından, “usûl-i hamse” veya -hürriyet ile beraber- “usûl-i sitte” denilen hakların hiçbiri kendilerine verilmediğinden dolayı, kendilerine insanca muamele yapılmadığından dolayı, zalimler onları itibarsızlaştırdıklarından dolayı, karaladıklarından dolayı öyle bir yerden kaçıyorlar. Kendilerini ifade edebilecekleri yerler arıyorlar, değişik yerlere hicret ediyorlar.

Kendi ülkelerinde kendilerine hakk-ı hayat tanınmayan insanlar, başka yerlerde hüsn-i kabul gördüler, bağra basıldılar, sineye basıldılar. Şimdi onlar, kendilerine ait o güzellikleri orada bir sergide, bir meşherde sergiliyor gibi sergiledikleri zaman, hâlin güzelliği ve temsilin güzelliği sayesinde, Allah’ın izni-inayeti ile neler olur?!. Cenâb-ı Hak, bir yerde belli mahrumiyetler ile sizi bir yerden bir yere göç ettiriyor belki. İşin şokunu yaşadığınız dönemde bir ızdırap duyuyorsunuz, burnunuzun kemikleri sızlıyor. Fakat beri tarafta, Cenâb-ı Hakk’ın istihdam buyurduğu şeyler açısından -bir yönüyle- hep oksijen yudumluyor gibi oluyorsunuz, unutuyorsunuz -neredeyse- geride bıraktığınız şeyleri.

   İleride ve ötede bugünkü sıkıntıları birer menkıbe olarak anlatacaksınız; hakta sebatın ve hicretin semerelerini gördükçe de hamd ü sena hisleriyle kendinizden geçeceksiniz!..

Antrparantez: Belki bir gün gelecek, bunların hepsini unutacaksınız, Allah’ın izni ve inayetiyle.. Ve 27 Mayıs’ta olanları bugün bizim anlattığımız gibi, 12 Mart’ta olanları anlattığımız gibi, Haziran’da olanları anlattığımız gibi, 28 Şubat’ta olanları anlattığımız gibi siz de bugünleri anlatacaksınız. Hepsinde gadre uğramış insanlarız. Bunları anlatırken şimdi tebessüm ederek anlatıyoruz, birer fıkra gibi anlatıyoruz; Zaloğlu Rüstem’in fıkrası gibi anlatıyoruz bunları. Bir gün gelecek, siz de bu olup biten şeyleri böyle anlatacaksınız.

Çünkü Cenâb-ı Hak, öyle hayırlara vesile kılacak ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun “gâye-i hayal” olarak resmettiği o resmi ortaya koymuş olacaksınız veya “gayb-bîn” gözüyle (sallallâhu aleyhi ve sellem) görüp işaretlediğini siz realize edeceksiniz: “Benim nâmım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” Siz de onu yapacaksınız. Güneşin doğup-battığı her yere nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi götüreceksiniz. Çok önemli; cihan, O’nun ile aydınlanıyor. Bir, bu; doğrudan doğruya böyle “inanma” olabilir.

Bir de sizdeki güzellik insanlara tesir eder; “Yahu bu insanlar ile bir yol yürünebilir!” filan derler, bu ölçüde size “yakınlık” hissederler. Yakınlıklarının bir yansıması olarak, bu insanlar bizi hiçbir zaman ısırmazlar, bize salya atmazlar. Bu insanlardan hiçbir zaman bir kuduzluk tavrı görmeyiz!.. Kendi ülkemizde gördüğümüz gibi, önüne gelen herkese saldırma, herkesi zehirleme tavrı şeklinde bir şey görmeyiz. Bunların hepsi -bir yönüyle- sizin o hâlis niyetinize, Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ile terettüp eden hayırlardır; kazanımlardır bunlar. Evet, işte o, niyetin amelden daha hayırlı olması, bu türlü şeylere/bereketlere vesile olması…

Bir de farkına varılmadan -biraz evvel kapalı arz ettim- hüsn-i kabul meselesi var. Şimdiye kadar deyip duruyorduk, siz de deyip durmuşsunuzdur: إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا “Rahmân, iman edip imanları istikametinde sağlam, doğru, yerinde ve ıslaha yönelik işler yapanlar için (gök ve yer ehlinin gönüllerinde) bir sevgi var edecektir (de onlar her tarafta kabul göreceklerdir.)” (Meryem, 19/96) İman ettiler, kalbleri ile iz’ân ufkunda Cenâb-ı Hakk’a bağlandılar. Sonra amel-i sâlih yaptılar. Hep arızasız, kusursuz, riyasız amel-i sâlih arkasında koştular. İmanlarını aksiyon ile te’yîd ettiler, desteklediler; bir yönüyle onu, onun meşcereliği haline getirdiler. Bunlar… سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا “Rahman.” diyor. رَحْمَانُ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ Allah (celle celâluhu) bütün kalblere, onlara karşı bir sevgi vaz’ eder. Gittikleri her yerde hüsn-i kabul ile karşılanırlar. “Millet, onlara bağrını açar, sinesini açar.” diyor Kur’an-ı Kerim. سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا diyor. Vüdd, muhabbetten öte bir şeydir esasen, bir kalbî alakadır; bir “aşk u iştiyak” değil, bir kalbî alakadır o insanlara, olmazsa olmaz bir alakadır. Cenâb-ı Hak, dünyanın değişik yerlerinde bütün kalblere bunu atmış.

Bazı yerlerde, bazı kimseler ya para ile kandırıldılar veyahut birilerini yanlış tanımışlar da “Müslüman” zannediyorlardı, dolayısıyla dedikleri şeylere inandılar; onlar, bir kısım engeller çıkardılar, çıkarıyorlar, çıkaracaklar, çıkarmaya devam edecekler. Bir yönüyle, hâlâ o şirretliklerini sergiliyor, bir kısım zarar verici sinyaller halinde hâlâ insanların nöronlarını kirletmeye devam ediyorlar, edecekler, etmeye de devam edecekler. Çünkü “şeyâtînü’l-insi ve’l-cin” her zaman insanın düşmanı olmuştur. Evet, burada yine Hazreti Pîr’in mülahazasına müracaat edelim: “Umûr-i hayriyenin çok muzır mânileri olur; şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar.” Demek ki bu hizmetin hâdimleri ile uğraşanlar, şeytanlar.

Siz, Kur’an’ın, رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ “Rabbim, (bilhassa vazifemi yerine getirirken inkârcılarla olan münasebetlerimde ins ve cin) şeytanlarının kışkırtmalarından (ve birtakım duygularımı harekete geçirmelerinden) Sana sığınırım. Rabbim, yakınımda bulunup (beni tesir altına almalarından da) Sana sığınırım.” (Mü’minûn, 23/97-98) ayetini okurken, رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ deyip niyet edebilirsiniz: شَيَاطِينِ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ، مِنَ السِّيَاسِيِّينَ، وَالْعَسْكَرِيِّينَ، وَالشُّرْطِيِّينَ، وَالْاِسْتِخْبَارِيِّينَ، وَالْعَدْلِيِّينَ، وَالْمُلْكِيِّينَ، وَالْـخَارِجِيِّينَ “Sana sığınırım insî ve cinnî şeytanların şerlerinden; politikacı, asker, polis, istihbaratçı, hukukçu, mülki idareci, hariciyeci ve diğerleri gibi hayatın her biriminden olan şeytanların şerlerinden!..” Niyet edebilirsiniz: رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ Allah’ım! Onlar ile beraber olmaktan bizi muhafaza buyur!..

   Allah’a hamd ü sena olsun ki, O sizi zalimlerle aynı safta eylememiş; O’nun yolunda yürüyorsunuz ve gittiğiniz her yerde de vüdd (kalbî alaka ve hüsn-i kabul) görüyorsunuz! İşte bir misal…

Zaten Allah, önceden duanızı kabul buyurmuş da başkaları ile beraber bulunmamışsınız, şimdi bulunduğunuz yerde bulunuyorsunuz. Allah’a binlerce hamd ü senâ olsun ki, Cenâb-ı Hak, sizi Cehennem’e doğru sürükleyen bir akıntıdan, bir çağlayandan kurtarmış. Bir yönüyle belli sıkıntılara maruz kalmışsınız; fakat yürüdüğünüz yol ile Allah’a doğru yürüyorsunuz, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-enâm’a doğru yürüyorsunuz. Ve gittiğiniz her yerde de “vüdd” dediğimiz “kalbî alaka” ile karşılanıyorsunuz. El-âlem evini barkını, anahtarlarını getirip veriyor “Bizim evimizde oturabilirsiniz!” diyor.

Dinlendirmek için bir misal arz edeyim: Nasıl alaka gösteriyorlar? Kanada’ya hicret eden hocamız, benim de elli senelik arkadaşım, profesör. “Eczaneye gittim” diyor. Burada bize anlattı: “Eczaneye gittim, bir ilaç talep ettim. Fakat talebime karşılık verdikleri ilacın içinde, baktım, benim için muzır maddeler var. ‘Hayır, içinde bu maddelerin olmadığı aynı (muadil) ilacı istiyorum; bunun içinde muzır maddeler var!’ dedim. Adam, baktı raflarına, ‘Yok!’ dedi, ‘Onlar bende yok!’ dedi. Ben de ‘Alamayacağım!’ dedim. Eve döndüm. Ne kadar olduğunu bilmiyorum, az bir zaman geçmişti, birden telefon geldi.” -Telefonunu da almış adam/eczacı; tanımıyor, ilk defa karşılaşıyorlar. Bakın, nasıl vüdd vaz’ ediliyor!..- “Eczacı, ‘Hocaefendi, senin aradığın o ilacı, bir başka eczanede bulduk. Gelseniz; hani, biz sizin evinizi bilmiyoruz; gelseniz, o ilacı alsanız, burada!’ dedi. Gittim, o ilacı aldım! Şimdi ben, onun yaptığı o şeye memnun olacağımdan daha çok, o, benim bu tavrımdan ve davranışımdan öyle bir memnuniyet izhar eyledi ki, tarifi kâbil değil. Ve sonra da aradı, sonra da memnuniyetini ifade etti.” dedi hocamız. Bu münasebetle, belki orada çalışan insan, belki o mevzuda yol gösteren o hekim, kim ise o, daha başkaları, daha başkaları… Böyle bir alakada bir birlik meydana getirdiler, bir oldular; beraber âdetâ bir sevgi korosu oluşturdular. O insanın gönlüne aktılar veya o insan, onların gönlüne aktı; gönül ile, gönüllerine otağ kurdu.

Şimdi gidilen her yerde böyle bir vicdan enginliği ile karşılaşılıyorsa şayet, bu, Cenâb-ı Hakk’ın hâlis niyete bir lütfu, bir ihsanı, bir teveccühü demektir. Bu açıdan asliyet planında hakikî muhacirler; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler ve onları takip eden insanlar… Canlarımız binlerce defa onlara kurban olsun; Allah, bizi, onlar ile beraber haşr u neşr eylesin!.. Sofralarında -O tabiri kullanmamışlar, ben kullanacağım, kusura bakmayın!- “sofranişîn” eylesin; inşaallah, postnişin eylesin! Beraber aynı seccadeyi paylaşalım.

Dünyalara değişmem ben şahsen, Hazreti Ebu Bekir ile beraberliği; şöyle azıcık yanımın ona dokunmasını, dünyalar ile değişmem. Bana deseler ki “Dünyalar sultanlığı!..” Hazreti Ebu Bekir’in omuzu, omuzuma değsin benim, o kadar… Evet, yine Hazreti Pîr’in ifadesi ile, antrparantez bir şey arz edeceğim: Ölüme karşı bir alaka… Ölüm, tatlı bir şey!.. Üstad Necip Fazıl diyor ki, makamı cennet olsun, “Ölüm, güzel şey; budur perde ardından haber.” Ben, başka şekilde telaffuz ediyorum burasını; perde arkasından değil, mâverâdan haber… “Güzel olmasaydı hiç ölür müydü Peygamber?!.” diyor.

İşte, Hazreti Pir diyor ki: “Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku’ bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh İncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ahyed, Kur’an’da Muhammed ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” Dört asır evvel yaşayan, Hicrî ikinci binin başındaki müceddid, müceddid-i elf-i sânî… “Deseler ki İmam Rabbanî hazretleri, Hindistan’da hayatta…” Herhalde bunu dediği zaman, daha Pakistan bölünmemiş, Bangladeş bölünmemiş. “…Ben, onca zahmete katlanarak o Hazret’in ziyaretine giderim!” diyor. Binlerce Fâruk-i Serhendîlerle muhât Hazreti Muhammed Mustafa’nın huzuruna, O’nunla beraber olmaya niye koşmuyoruz ki, neden koşmuyoruz ki?!.

Hedef, O esasen; yanına varılacak da O’dur. Dolayısıyla da o uğurda neler fedâ edilirse edilsin, “fedâ” değil esasen “kazınım”dır onların hepsi. Öyle kârlı bir ticaret ve öyle kazanımlı şeye talip oluyorsunuz ki!.. Belki bir şey ortaya koyuyorsunuz -“belki” diyorum ona da- bir şey ortaya koyuyorsunuz fakat yüz, iki yüz olarak geriye dönüyor o size. وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ “Verdiğiniz sözü tutun, bakın nasıl söz tutuluyormuş, Ben nasıl size verdiğim sözü tutacağım!” (Bakara, 2/40) Sizin verdiğiniz, siz kadar; O’nun (celle celâluhu) verdiği, O’nun azameti ile mebsûten mütenasip.

   Daha önce de bir kısım mahrumiyetler yaşanmıştı ama günümüzde hiçbir kural ve kaideye dayanmayan uygulamalarla ve hükümlerle on binlerce insana birden zulmediliyor.

Saff-ı evveli teşkil edenler, asliyet planında o işi temsil ettiler. O güne kadar öyle bir şey olmamıştı. Kendi yurtlarından/yuvalarından ayrılmamışlardı. İşleri yerinde idi. Kış günlerinde Yemen’e, Sebe’ye doğru ticaret yapıyorlardı; yaz günlerinde de Şam’a doğru yapıyorlardı. Mekke, zengin bir ülke haline gelmişti. Dünyanın dört bir yanından koşan insanlar, Kâbe’ye geliyor, etek etek para döküyorlardı. Bugün Suudluların kazandıkları şeyleri, o gün Mekkeliler kazanıyorlardı. Böyle maddî kazanımlı bir merkezi terk ederek hicret etme, oldukça zordu; bir de yaşanmamış bir şeydi. Şimdi sizinki de öyle; bu türlüsünü yaşamamıştınız hiç.

Belli mahrumiyetler olmuştu ama böyle olmamıştı. Ben 27 Mayıs’ı biliyorum. Bir kere, iki kere götürdüler; belki, bir-iki tehdit ettiler; “Lan, man!” filan dediler. Sonra da “Ulan git işine be! Bizi ne uğraştırıyorsun, meşgul ediyorsun!” dediler. En ağırı belki 12 Mart’ta olmuştu. 12 Mart… 30 Mart’ta bizim arkadaşları almışlardı; 1 Mayıs’ta da Kıtmîr’i almışlardı. Beş-altı ay, belki beş-altı aydan biraz fazla… Ama beş-on insana münhasırdı.

Bugün ise, “Sen de telefonla konuşmuşsun! Sen de falana selam vermişsin! Sen de falanı, falan zaman ziyaret etmişsin! Sen de üzerinde bir dolar bulundurmuşsun! Sen de bilmem ne işte, telefonu, o sistemi kullanmışsın!.. Dolayısıyla aynı cürmü irtikâp etmişsin. Sen de, sen de, sen de, sen de…” Hiçbir kurala, hiçbir kaideye dayanmayan şeyler ile dünya kadar insan, mağduriyete uğruyor. Bundan dolayı da başınıza ilk defa geliyor. Hadisenin şoku çok büyüktür.

Ashâb-ı Kiram, kendi dünyaları, kendi çağları itibarıyla öyle büyük hadiseye maruz kaldılar. Ama hep âcizâne tekrar ettiğim gibi, ne İnsanlığın İftihar Tablosu, ne de arkasındaki insanlar, “Keşke terk etmeseydik Mekke’yi!” demediler. Vazifelendirilenler dışında, Mekke fethedildikten sonra da oraya dönenler olmadı. Vazifelendirilenler oldu; orada kalsınlar, işin aslını/esasını onlara talim etsinler, ezan okusunlar, namaz kıldırsınlar, sağda-solda muallimlik yapsınlar diye. Vazifelendirmenin dışında herkes Efendimiz ile beraber yine efendilerin medeniyet merkezi beldesine avdet ettiler; Medine-i Münevvere’ye, “Medine”leşen “Yesrib”e avdet ettiler. Dolayısıyla onlar da öyle bir şok yaşamışlardı.

Günümüzün muhacirleri de “zılliyet” planında -“asliyet” planında olmasa bile- öyle bir hicret yaşıyorlar. Izdırap çekiyorlar. Belki yurtlarında kaldıkları zaman bile Mekke’de kalanlardan daha fazla ızdıraba maruz kalıyorlar. Senelerden beri haklarında bir iddianame bile hazırlanmıyor. Haklarında hüküm verilene kanunlarda kanun maddesi gösterilmiyor. Soruyorlar yukarıya: “Bunu ne kadar cezalandıralım?” “Ee bir müebbet verseniz olur!” diyor. Neye binaen bir müebbet veriyorsun? “Falan ile telefon görüşmesi yapmış!” Efendim, “Filan?” “Ona da iki müebbet iyi gelir!” Daha yeni şeyler bulurlar; bunlardan dolayı… “Sen, falan zaman vilâdet (Mevlit Kandili) münasebetiyle falanların aktivitesine iştirak etmişsin!” Bu bile suç şimdi, vilâdete iştirak… “Falan yerde bir kitap fuarı olmuş, bunların doğrudan ağırlığı varmış, sen o kitaplara bakmışsın, bazısını da eline almışsın!..” Efendim, “Senin evin aranırken, falanlara ait bir kitap çıkmış!..”

Eskiden aramalarda Risale-i Nur’lar çıkınca öyle yapıyorlardı; ayırıp parçalamak için şimdi sun’î bir ayrıştırma var: “Bazılarına ilişmeyelim de bunlar kendi içlerinde parçalansınlar böyle!..” Bu da şeytanın ayrı bir düşüncesi… Şeytan çok profesyoneldir; tâ Hazreti Âdem’den bugüne kadar değişik karakterdeki insanlara yaptığı denemelerin bütününü bu çağda değerlendiriyor. Dolayısıyla şeytan avenesi bu çağda, enâniyet çağında, gurur çağında, kibir çağında, alkışlanma çağında, çok küçük şeylerden dolayı “Al, on sene daha ondan! Al, on sene daha ondan! Al on sene daha ondan!..” deyip ceza yağdırıyorlar. Verdikleri şeylerin hiçbiri ile kanaat etmiyorlar, “Daha, daha, daha, daha!..” Evet, bu da menfî noktadan, her birisi ceza vermede “Hel min mezîd kahramanı” (!) “Biraz daha artırın, biraz daha artırın, biraz daha artırın!..” Öyle ki, birisi için yirmi yerde mi, otuz yerde mi dava açmışlar; hepsinden müebbet istiyorlar.

   Şahlara, şehinşâhlara kalmayan bu dünya günümüzün tiranlarına da kalmayacak; keşke, ibret alma hünerini gösterebilselerdi; heyhat!..

Bütün bunların bir şokunun olabileceği muhakkak, müsellem… Bir tekme yediğimiz muhakkak ve müsellem… Ama “Herkese bir dert bu âlemde mukarrer / Rahat yaşamış var mı, gürûh-i ukalâdan.” Bize düşen şey, bütün bunlara katlanmak, “Allah’tan!” demek… “Hoştur bana Sen’den gelen / Ya hil’at yahut kefen // Ya taze gül yahut diken / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!..” “Sen’den hem o hoş hem bu hoş! Hoş!..” deyip Cenâb-ı Hak’tan gelen her şeyi gönül hoşnutluğu ile karşılamak iktiza ediyor.

“Dünya geçicidir, burada kalınmaz / Ne kadar mal olsa, murad alınmaz / Gafil olma sakın, geri dönülmez / Yürü dünya yürü, sonun virandır / Meded, bundan sonra ahir zamandır.” Öyle bir fâniye talip olmuş gidiyorlar ki!.. Sanki ebedî kalacaklarmış gibi… Yine Hazret’in dediği gibi: “Bu asrın bir hâssası şudur ki; hayat-ı dünyeviyeyi, hayat-ı bâkiyeye bilerek tercih ettiriyor.” Bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih etme çağı, bu çağ; bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih etme çağı…

Oysaki “Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünya bir misafirhanedir / Bir mukim âdem bulunmaz ne acîb kâşanedir / Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda / Bes, buna mağrur olan mecnun değil de ya nedir?” Aziz Mahmud Hüdâî hazretleri, bu sese bir ses katıyor: “Yalancı dünyaya aldanma yahu / Bu dernek dağılır dîvân eylenmez / İki kapılı bir virânedir bu / Bunda konan göçer, konuk eylenmez.” İkili kapılı.. hem de bir virâne.. “Bunda konan göçer, konuk eylenmez!..” diyor. Alvar İmamı da ayrı bir ses katıyor buna ve diyor ki: “Acib bir kârubân-hane bu dünya / Gelen gider, konan göçer bu elden / Vefası yok, sefası yok, fani hülya / Gelen gider, konan göçer bu elden.” Ve bir başka yerde de şöyle sesleniyor:

“Bu dert meyhanesinde / Kimi gördün şaduman olmuş;

Bu gam-hane-i mihnette / Beladan kim emân bulmuş!

Bu bir devvâr-ı gaddardır / Gözü gördüğünü hep yer.”

Bugün şehinşâh gibi dolaşanlar; yarın o toprak, onları da alacak, onları da yutacak!..

“Bu bir devvâr-i gaddardır / Gözü gördüğünü hep yer

Ne şah-u ne geda bunda / Ne bir fert payidar olmuş.

Nice servi revan canlar / Nice gül yüzlü sultanlar,

Nice Hüsrev gibi hanlar / Bütün bu deryaya dalmış!

Hüner bir ibret almaktır / Hüner irfanı bulmaktır;

Hüner Hakk’a kul olmaktır / Bu gaflet âlemi almış.”

Ama gel gör ki, bu gaflet âlemi almış!.. Hemen herkes, insanların çoğu, gözü kapalı, kulakları sağır, kalbi târumâr, körü körüne, düşe-kalka bir yolda yürüyor. Nereye doğru gittiğini söylemeye gerek yok; böylelerinin yuvarlandığı yer, bellidir. Ama biz, yine kendi karakterimizin gereğini seslendirelim. Ona da bir noktalı virgül koyayım, çünkü daha sonra belki geriye dönme icap edebilir, bu mevzuda başka bir defasında başka şeyler de söylenebilir; noktalı virgül koyalım:

Cenâb-ı Hak, hidayet nurları ile onların kalblerini de nurlandırsın! Hakiki insan olma ufkunu onlara da göstersin! Zulmün şeytanca tavrını onlara da göstersin, hayvanca tavrını onlara da göstersin, hımarca tavrını onlara da göstersin, kobraca tavrını onlara da göstersin!.. Ve onları da gerçek insanlığa i’lâ buyursun!..

Vesselam.

Kenetlenmeliyiz!..

Herkul | | BAMTELI

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   Mü’minler, evvelen ve bizzat Allah’ı severler; O’ndan ötürü başkalarına karşı alâka duyar, herkesle ve her nesneyle bir çeşit münasebete geçer ve hele yol arkadaşlarıyla sımsıkı kenetlenirler.

Şöyle deniyor Cevşen’de: يَا أَحْكَمَ الْحَاكِمِينَ * يَا أَعْدَلَ الْعَادِلِينَ * يَا أَصْدَقَ الصَّادِقِينَ … يَا أَكْرَمَ الْأَكْرَمِينَ * يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * يَا أَشْفَعَ الشَّافِعِينَ Oraya bir şey ilave etmeye gücümüz yetmez, hakkımız da değil… أَشْفَقُ الْمُشْفِقِينَ “Şefkatlilerin en şefkatlisi Sen’sin!..” Çünkü “şefkat” bu meslekte çok önemli bir faktördür. İnsan, bütün varlığı nazar-ı itibara alarak düşünüyorsa, en küçük şeyden en büyük şeye kadar kalbî alakası olur, Sahibinden ötürü… O’ndan ötürü…

O’nu sevme, O’ndan ötürü varlığı sevme.. varlığa O’nun hatırına şefkat duyma.. O’nun hatırına her şeye ve herkese bağrını açma.. “Sinemde/vicdanımda herkesin oturabileceği bir sandalye, bir koltuk var; herkesi misafir edebilirim. Bütün cihanlara karşı derin bir insanî alaka duyabilirim. Herkesi şefkat ile, mürüvvet ile kucaklayabilirim. Hiç kimse benden beklediğini bulamama inkisârı yaşamaz!” Bu manada bir şey…

Falana-filana ait olarak değil de her mü’mine ait olması gerekli olan şeyi arz etmeye çalıştım. Tefekkür ve şefkat… Başta, insan âciz, fakir, alil, zelil, muhtaç… Kendisi şefkate, merhamete, muhabbete muhtaç… Allah’ın ona olan o muhabbeti olmasa, şefkati olmasa, bir dakika yaşayamaz. Her şeyde öyle…

Kendisine öyle muamele yapıldığından dolayı, تَخَلَّقُوا بِأَخْلاَقِ اللهِ “İlahî ahlak ile ahlaklanın!” fehvasınca, insana düşen şey de herkese bağrını açmak… Hususiyle, Hazreti Mevlana ifadesi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar…” Aynı yolun yolcuları, aynı hedefi hedefleyenler, aynı gâye-i hayal arkasından koşanlar… Bunlar öyle kenetlenmeli ki, bütün şeytanlar toplansa, bunları birbirinden koparamamalılar; öyle kenetlenmeli!..

İyi zamanda, her şeyin şakır şakır önümüze varidât döktüğü anlarda, o ganimet karşısında kenetlenme kolaydır. Bazen, belâ ve mesâib karşısında, balyozların başa inip-kalktığı hengâmda, atf-ı cürümler mülahazası baş gösterir: “Falanlar böyle yapmasalardı, filanlar şöyle yapmasalardı, biz de bunlara maruz kalmazdık!” gibi tamamen şeytanın dürtüleri ile atf-ı cürümler başlar; dilden-dudaktan dökülen şeyler ama şeytanın dürtüleri ile, başkalarını, en yakınındakileri karalamalar başlar. Elin-âlemin ayrıştırmasına onlar da iştirak ederler. Âlem ayrıştırıyor, bölüyor, milleti birbiriyle boğuşturuyor, yaka-paça haline getiriyor; şeytan durur mu? Çok tekerrür eden, Hazreti Pîr’e ait söz: “Umûr-i hayriyenin muzır mânileri olur; Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar!”

Dolayısıyla, uğraşacaklar; doğru yolda yürüyen, doğru şeyi hedefleyip giden, çok yüksek bir gâye-i hayale dilbeste olan, “İ’lâ-i Kelimetullah” ve “İ’lâ-i Hak” yolunda bulunan insanlarla uğraşacaklar. Nâm-ı Celîl-i İlahî’yi bütün dünyaya duyurmaya çalışanlarla… Ama değişik tecellî dalga boyunda duyurma… Herkes onu Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali gibi (radıyallahu anhüm ecmaîn) duyamayabilir; fakat Tâbiîn gibi duyabilir, Tebe-i Tâbiîn gibi duyabilir, müçtehidîn-i ızâm gibi duyabilir, evliyâ-i fihâm, asfiyâ-i kirâm, mukarrabîn-i ızâm gibi duyabilir. Alâ merâtibihim (ihraz ettikleri konum ve mertebelere uygun olarak); kimisi de Kıtmîr gibi âmiyâne duyabilir. Evet, kimisi ise sizlerin seviyesinde duyabilir. Sizinki üst biraz, bir şey diyemem ona; çünkü hüsnüzan besliyorum.

Cenâb-ı Hak çok şey yaptırdı. Yaptırdığı şeyler, yaptıracağı çok şeylerin en inandırıcı referansıdır. Bugüne dek o kadar eltâf-ı Sübhâniyede bulunan Allah (celle celâluhu), sizi hiç yaptığınız şeylerin yıkılması karşısında inkisârda bırakır mı?!. Ayrı ayrı yollar lütfeder ve ayrı ayrı yollarda, bugüne kadar kat’ ettiğiniz mesafeyi katlatarak yeniden size lütfeder. Allah’ın izniyle, irâde, şart-ı âdî; meyelân veya meyelânda tasarruf, size ait. Ama meseleyi ortaya koyma, yaratma, sizi memnun etme, mesrur etme, istediğiniz şeyleri bütün kâinatta gerçekleştirme, o Kudreti Nâ-mütenâhî’ye, gerçek havl ve kuvvet sâhibi Allah’a ait. Bugüne kadar verdiği şeyleri, Allah (celle celâluhu) bundan sonra da verecektir.

   Varsın sahip çıkanınız olmasın; şayet Allah yolundaysanız, tasalanmayın; mutlaka O sizin de yardımcınız olacak, size de ilahî inayet uzanacak ve gönülleriniz sekine, huzur ve güvenle dolacak!..

Evet, bir hususu hatırlatıyor bunlar; zannediyorum, sizin çoğunuz da hatırlamışsınızdır: إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “Eğer Siz Peygambere yardımcı olmazsanız, Allah vaktiyle ona yardım ettiği gibi yine yardım eder. Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına, ‘Hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir.’ diyordu. Derken Allah onun üzerine sekinetini, huzur ve güven duygusunu indirdi ve onu, görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin dâvasını alçalttı. Allah’ın dini ise zaten yücedir. Çünkü Allah azîzdir, hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Tevbe, 9/40)

Siz, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) yardım etmeseniz de Allah, yardım etmişti zaten!.. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ Sonra diyor… Tevbe Sûresi’nde diyor onu ama Tevbe Sûresi ne zaman nâzil oluyor? Fakat o, hicreti anlatıyor. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ İkinin ikincisi olarak, kâfirler onları Mekke’den çıkarmışlardı; çıkma mecburiyetinde kalmışlardı. Bazen bunu kâfirler yaparlar, bazen münafıklar yaparlar; böylece “cebrî hicret”ler oluşur. Zorlarlar; “Olduğunuz yerde kalmayacaksınız, başka yerlere gideceksiniz!..” Onlar, niyetleri ile, sizi yok etmeye matuf yaparlar; fakat o niyetlerinde onlar hâlis olsalar, bu yaptıkları şeylerden, kendilerini Cennet’e sokabilecek sevaplar kazanmış olurlar. “Ne duruyorsunuz yahu!.. Elinizde bu kadar meşale var; tutuşturun cihanda başkalarının mumlarını, aydınlatın elin-âlemin dünyalarını!..” Eğer bu niyet ve bu mülahazaya mebni yapsalar, hemen “Şıp!” diye Cennet’in göbeğine otağlarını kurabilirler. Ama birileri size zulmeder; onların zulmü yüzünden, siz, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna/rahmetine mazhar olursunuz. Dünyanın dört bir yanına “cebrî hicret” ile açılırsınız. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) açıldığı gibi.. Yesrib’i, medeniyet merkezi “Medine” yaptığı gibi.. cihanları orada hizaya getirdiği gibi, Allah’ın izni-inayetiyle.

Evet, إِلاَّ تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللهُ O, buna öyle gönülden inanmıştı ki!.. إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ İkinin ikincisi… Sadece O ve Sıddîk… Sıddîk-i Ekber diyoruz; sadece “en doğru” değil, “en doğruların en büyüğü”. Yine izafî, çünkü ondan büyükler de var; en doğruların O’na inanan en büyüğü.. O’nu ilk defa tasdik eden Sıddîk.. O’nun ile o çetin yolda, O’na refakat eden Sıddîk.. sadâkatini sergileyen, aşkın ötesinde bir tavır belirleyen, Allah’a doğru giden yolda, o çetin ve o çetrefilli yolda O’nu yalnız bırakmayan ثَانِيَ اثْنَيْنِ “O iki insanın ikincisi”. إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ Onlar, o “Sevr Sultanlığında… Evet, “mağara” kelimesi… Ama O’nun şereflendirdiği o yere “mağara” demeyi saygısızlık, terbiyesizlik, küstahlık sayıyor, “Sevr Sultanlığı” diyorum, dedik, diyoruz, diyeceğiz.

Sevr Sultanlığı… إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا Sıddîk-i Ekber’in gözü dışarıda; ayakları görüyor. İnsanlar, kin ve nefretle homurdanıp duruyorlar, âdetâ kuduz bilmem neler gibi orada; ısırmak için fırsat kolluyorlar, salya atmak için fırsat kolluyorlar. “Daha ne yapsak, neler uydursak da bunların hakkından gelsek?!.” mülahazası ile köpürüp duruyorlar. Yahu “köpük” de temizdir, “köpürme” denmez buna; belki zift çalıp duruyorlar. O (Sıddîk-ı Ekber) onların o Sevr Sultanlığının önünde dolaştığını görünce, yüreği ağzına geliyor, ölecek gibi oluyor; “Ya benim Efendimin kâkül-i gülberglerine dokunurlarsa!.. Benim yaşamam, bana haram olmaz mı?!.” O telaşı yaşıyor, O’nun için kalbi çarpan insan.

O esnada, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma dostum! Allah, bizimle beraberdir.” Seyyidinâ Hazreti Musa’nın, İsrailoğulları ile darda kaldığı zaman, إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ dediği gibi demiyor: “Rabbim, benimle beraberdir; mutlaka bir yol gösterecektir, önümüzdeki ânlarda, dakikalarda, saatlerde…” (Şuara, 26/62) Öyle değil de kestirip atıyor: لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Her zaman olduğu gibi, şu anda da Allah, bizimle beraberdir!” Allah, bizimle beraber ise şayet, bütün cihan düşman olsa, bir şey ifade etmez. لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ başlara öyle balyoz gibi iner ki, onları yerle bir eder… لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ Allah da onlara sekine indirdi; öyle bir itmi’nâna ulaştılar ki!..

Zannediyorum o esnada seyyidinâ Hazreti İbrahim’i ateşe attıkları zaman, onun yaşadığı ruh haletini yaşadılar. O, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ veya رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ deyip Allah’a “Tevekkül”ünü, “Teslimiyet”ini, “Tefviz”ini, “Sika”sını ortaya koyarak ateşe atılmayı göze aldı. Cebrail’in yardım teklifini itti, elinin tersiyle itti: “Allah haberdâr ise, kimseden beklediğim bir şey yok!” dedi, Allah da ateşi berd ü selâm yaptı. Öyle bir sekine indi O’na o esnada, öyle bir itmi’nân indi. İtmi’nânın ötesinde, tevekkül, teslim, tefvîz; her şeyi tamamen Cenâb-ı Hakk’a bırakma. Bir de bunların üstünde “sika” var ki: artık kendini görmeme, sadece O’nu görme… Gayrı böyle birisi ile savaşanlar, O’na (celle celâluhu) karşı savaş ilan etmiş oluyorlar; üzerine gelenler, -hâşâ ve kellâ- O’nun üzerine geliyorlar gibi bir tavırları var. (Bu ifadelerle, مَنْ عَادَى لِي وَلِيًّا فَقَدْ آذَنْتُهُ بِالْحَرْبِ “Her kim Benim veli kullarımdan birine düşmanlık ederse, şüphesiz Ben ona harp ilan ederim.” (Buhârî, rikâk 38) hadisine de işarette bulunuluyor.) “Çünkü ben yokum, üzerime bir çarpı çektim. Çünkü Sonsuz karşısında başkalarına düşen, sıfır olmaktır.” İşte böyle bir “sika” duygusu… فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ

Sonra, وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا Onların (sizin gibi insanların göremeyeceği) görmedikleri askerler ile onları te’yid buyurdu. Onlar geriye döndü gittiler; içlerine bir korku saldı Allah; “Yok burada!” dediler.

   Cenâb-ı Hak, bazen çok küçük varlıklara, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini ortaya koyar; size lütfettiği hizmetleri ve muvaffakiyetleri de bu çizgide değerlendirebilirsiniz.

(Sözün burasında elektronik levhaya yansıyan tabloda şu yazıyor.)

“Bir sürü gözü dönmüş, yürüdüler Sevr’e dek,

Bir vahşetle ki, öfkeleri magmalara denk,

Bilemezdi cahiller, kader ne gösterecek,

Korumuştu O’nu bir güvercin, bir örümcek.”

Evet, bu da makinanın ihlası… Allah (celle celâluhu) örümcek ile, iki tane güvercin ile, en sevdiği insanları muhafaza etmiş; adeta “Ben bazen böyle küçük şeylerle bile çok büyük şeyler yaparım!” hakikatini bir kere daha göstermişti.

Burada antrparantez: O’nun büyüklüğüne delalet eden hususlardan bir tanesi de en küçük argümanlar ile çok büyük şeyler meydana getirmesidir. Ee sizinki de -özür dilerim- öyle olmadı mı?!. Devletlerin yapmadığı/yapamadığı şeyi, Allah (celle celâluhu) kime yaptırdı?!. Size… Kur’a çektiniz; dünyanın değişik yerlerine saçıldınız. Birer tohum gibi, yürüdünüz başağa. Birer fide gibi, gömüldünüz yere; ser çektiniz. Tıpkı bir dönemde Söğüt’teki ser çekme gibi, ser çektiniz dünyanın dört bir yanında. Sineler size açıldı; sineler, sevgi ile sizin için coştu. Sizi bağırlarına bastılar; “Siz, bizim kardeşimizsiniz!” dediler.

Onca tahribata, dört beş senedir onca tahribata rağmen, ancak birkaç yerde gedikler açtılar, birkaç tane taşı düşürdüler. Farklı stratejiler ile, kullanılan farklı argümanlar ile, Allah’ın izniyle, siz yolunuza devam edeceksiniz. Şey bilmem ne yapar, kervan yürür!.. Diğer kelimeyi size karşı saygısızlık, Rabbime karşı terbiyesizlik, onlara karşı da yakışıksız bir laf olması itibarıyla bilhassa telaffuz etmedim: “Kervan, yürür!..” Allah’ın izniyle, yürüyorsunuz.

Bir dönemde “ihtiyarî hicret” ile, Cenâb-ı Hak, size çok şey yaptırdı. O, yaptırdığı şeylerin boşa gitmesine, yıkılıp olduğu yerde kalmasına katiyen râzı olmaz. Nedir O’nun hoşnutluğu?!. O işin devam ve temâdîsi… Öyle ise size düşen şey de devam ve temadidir; gözünüz, hep O’nun kapısında; başınız, o kapının eşiğinde; dilinizde, nâm-ı Celîl vird-i zebân: يَا اَللهُ يَا رَحْمَانُ، يَا اَللهُ يَا رَحِيمُ، يَا اَللهُ يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، يَا اَللهُ يَا أَحَدُ يَا صَمَدُ O, sizinle beraber olduktan sonra, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا Hiç görmediğiniz, Kendi ordularıyla, Münzelîn ve Müsevvimîn ile, Bedir’de te’yid buyurduğu gibi te’yid buyuracak. Hiç farkına varılmadık şekilde, en sürpriz ilhamlar ile, ihsanlar ile, inâyetler ile, riâyetler ile, hiçbir şeye takılmadan yürüyeceksiniz gâye-i hayalinize, yüksek hedefinize doğru… O’na doğru yürüyorsunuz, başka bir derdiniz yok!..

Ben öyle kalb-malb okuma bilmem, câhilin/zırcâhilin tekiyim. Ama öyle inanıyorum ki, o büyük şeyleri size yaptıran Allah (celle celâluhu), esasen temiz kalblere teveccühünün sonunda yaptırdı onu. Kalbler temizdi, birer ayna idi; O’nu aksettirecek birer ayna idi. Onun için, -biraz evvel bahsettim size yaptırdıklarını- yüz yetmiş ülkede ilim-irfan müesseseleri kurdunuz. “Fakr u zaruret”e karşı savaş ilan ettiniz. “Cehalet”e karşı savaş ilan ettiniz. Bir yönüyle, “ihtilaf/iftirak”a karşı savaş ilan ettiniz. “Aman vahdet, aman birlik, aman kenetlenme!” dediniz. O, ilim-irfan yuvalarında bunları solukladınız. Tavırlarınız ve davranışlarınız, bir yönüyle, bunları meşk etti. Âlem, bu meşki aldı, kendileri de arkasını doldurdular. -Evet, bilmem “meşk”i bilir misiniz? Hattatlar bir satır yazar, diğerleri altına o satırı tekrar ede ede onlar da artık aynıyla o yazıyı yazmaya muvaffak olurlar.- Bir şey meşk ettiniz, âlem de sizin meşk ettiğiniz o şeyi aldı, meşk etmeye başladı. Siz, Allah’tan aldığınız, Peygamber’den aldığınız, her asrın başındaki müceddidden aldığınız, Çağın Sözcüsü’nden aldığınız çok önemli, hayatî, diriltici, ba’s-ü ba’de’l-mevt soluklarını dünyaya duyurdunuz. Allah da (celle celâluhu) onu kalblere duyurdu ve böylece bir kenetlenme oldu.

   Kenetlenmeliyiz; yüzlerimizde ziyâ, ufkumuzda ışık, saflarımız sımsık, Hakk’a vuslat peşinde kenetlenmeliyiz!..

Bu açıdan da olup-biten şeyler karşısında atf-ı cürümlere girmeden, kenetlenmeyi daha da güçlendirmeliyiz. Omuzlarımız, elbiselerimizi yırtacak şekilde birbirini zorlamalı; dizlerimiz, pantolonları yırtacak şekilde birbirini zorlamalı; topuklarımız, birbirimizin çoraplarını yırtacak şekilde birbirini zorlamalı!..

Ebu Davud’un Sünen’inin başına doğru, “Sahabe namaz kılarken, topuklar topukları, dizler dizleri, omuzlar da omuzları zorluyordu!” diyor; öyle kılıyorlardı namazı. Değişik mezhep imamları da öyle yapıyor. Bizim mezhepte, “Ayakların arası dört parmak olacak!” deniyor, Hanefi mezhebinde. Belli bir dönemden sonra, “Takvîmü’l-Edille” sahibinden sonra başlıyor o; Hanefi fıkhında ondan sonra başlıyor. Önemli değil, hepsi başımızın tacı… Fakat ben bir şeyi anlatmak/vurgulamak istedim:

Kenetlenme; omuzlar omuzları zorlayacak şekilde, dizler dizleri zorlayacak şekilde; daha bir kenetlenme, Allah’ın izni ve inayetiyle. “Vifâk ve ittifak, tevfîk-i İlahînin en büyük vesilesidir.” Bu, Allah’ın inayetine öyle bir çağrıdır ki, Cenâb-ı Hak şimdiye kadar bu çağrıyı hiçbir zaman havada bırakmamıştır. O, zaten hiçbir çağrıyı havada bırakmaz.

Bu açıdan da böyle durumlarda, atf-ı cürüm baş gösterir. Böyle durumların hortlağı, atf-ı cürümdür. Birden bire aranızda -bakarsınız- bir kısım hortlaklar oluşmuş. Belki başkalarının deyip-ettiklerine destek olma mahiyetinde bir kısım uygun olmayan şeyler söyleyebilirler. Kuvve-i maneviyenizi kıracak şeyler söyleyebilirler. Bence bunlara aldırmayarak, kulak tıkayarak, bu mevzuda o zift neşriyata kulak tıkayarak -ki bunlar, nöron kirleten şeylerdir- esasen kendi vazifenize, kendi meselelerinize bakmalı, konsantre olmalısınız; eskiler “im’ân-ı nazar” derlerdi, im’ân-ı nazar etmeli, fikren dağınıklığa girmemelisiniz.

“İki elimiz var, yüz elimiz de olsa, yine bu işe yetmez!” diyor işin sahibi;  dört elimiz de olsa, sekiz elimiz de olsa, bu işe yetmez. Bu açıdan da bütün himmetimizi kendi meselelerimize teksif etmeliyiz.

Dünya adına bir talebimiz olmadı. Araştırdılar, karıştırdılar… Alın teriyle bazı kimseler, bazı tüccar insanlar, bazı imkânlara sahip olmuşlardır; eşkıya, gâsıbîn, onlara da el koydu. Kursaklarında kalsın!.. Ama öteden beri bu işin şöyle-böyle kenarında, köşesinde, önünde gibi görünen insanların, yeryüzünde bir dikili taşları olmadı. Olsaydı zaten, onu şimdiye kadar Firdevsî destanlar ile çoktan bütün dünyaya duyuracaklardı: “Bak falan yerde bir evi varmış adamın!” diyeceklerdi. Kendi saraylarını görmeyeceklerdi, villalarını görmeyeceklerdi, filolarını görmeyeceklerdi; kafalarını hep sizin o tek evinize takacak, onu Firdevsî destanlar ile bütün dünyaya duyuracaklardı.

“El ele bayramın gölgesindeyiz,

Yüzlerde ziyâ, ufuklarda ışık;

Saflarımız sımsık.

Milletçe Hakk’a vuslat peşindeyiz,

Besbelli artık kimler O’na âşık;

Hissizlere yazık!..”

Hissizlere yazık!.. Hissizlere yazık!.. Kenetlenmeli!.. Olup biten şeyleri umursamamalı; onlara kulak tıkamalı, sadece kendi meselemize im’ân-ı nazar etmeli!.. Kuvvetimiz bizim, bir şeye yetecek mahiyette; başka şeylere onu dağıttığımız zaman, kendi işimizde kusur etmiş oluruz.

“Ârifin gönlün, Hudâ, gamgîn eder, şâd eylemez,

Bende-i makbulünü, Mevlâsı, âzâd eylemez!”

Makbul olmasanız, “Defolun gidin!” der. Ama makbul olduğunuzdan dolayı, çalıştıracak, yatıracak, kaldıracak… Çünkü burası bir talimgâhtır; burada ahiret adına şekilleneceksiniz. Namaz, sizin bir yapınızı oluşturacak; oruç, bir yapınızı oluşturacak; i’lâ-i kelimetullah cehdi, bir yapınızı oluşturacak sizin… Ve böylece ebedî bir yapıya sahip olacaksınız; mutluluk içinde ebedlere kadar yaşayacağınız bir yapıya sahip olacaksınız. Zannediyorum bu halinizle Cehennem’e koysalar, Cehennem diyecek ki, “Yahu defolun gidin; ateşimi söndürüyorsunuz!”

Zaten bir hadis-i şerifte öyle deniyor: Sırât’tan geçerken, “Yahu çabuk geçin, ateşimi söndürüyorsunuz!” nidası duyulacak. Çünkü öyle bir mahiyet kesbediyorsunuz ki!.. Hele i’lâ-i kelimetullah, hele i’lâ-i kelimetullah… Nâm-ı Celîl-i İlâhî’nin dört bir yanda şehbal açması… Nâm-ı Celîl-i Nebevî’nin minarelerde bir bayrak gibi dalgalanması… Gönlünüzü buna kaptırmışsanız, bu işin sevdalısı, âşıkı, müştâkı iseniz şayet, artık size denecek şey yoktur Allah’ın izni-inayetiyle.

   Kendine yazık edenlerden olmamak için kenetlenmeli; kenetlenmeyi yedekleyerek kenetlenmeli!..

Evet, O’nun bir dönemde dalgalandırdığı o bayrak, hiçbir zaman yere düşmeyecektir; bundan emin olun, Allah’ın izni-inayetiyle!.. Size kötülük yapanlar, ettiklerine nâdim olup ağlayacaklar. Belki o gün, engin insanlık duygularınızla sizi de ağlatacaklar onlar.

Yazık ettiler kendilerine!.. Bir yönüyle, dinî olan şeyleri yıkmaya çalıştılar, yazık ettiler kendilerine!.. Şeytana uymakla yazık ettiler kendilerine!.. Hevâ-i nefislerini ilah edinmekle yazık ettiler kendilerine!.. Yapılan şeyleri yıkma cehdine kendilerini kaptırdıklarından yazık ettiler kendilerine!.. İsyan deryasına yelken açmakla yazık ettiler kendilerine!..

Gelecekler… Hicap duyarak, iki büklüm olarak… Ve ağlayacaklar. Siz de üzülecek ve ağlayacaksınız. Çünkü “insan”sınız… Çünkü zulme kapılarınızı kapadınız; arkasına da sürgüler sürdünüz, “Seninle işimiz yok!” dediniz. Başkaları öyle (öbür türlü) yaptı?!. Ee ne yapalım, vazgeçirmeye de gücümüz yetmiyor; “Mahvetmeyin ebediyetinizi!” demeye gücümüz yetmiyor. Cenâb-ı Hak, hidayet nasip eylesin!..

İmanını marifet ile bezemeyen, yol yorgunluğu yaşar. “İman” edin, sonra onu “marifet” ile taçlandırın!.. Bir de bakacaksınız ki, marifete bir de “muhabbet” sorgucu takılmış. Hiç bilemediğiniz şekilde, sorguç üzerine sorguç, “aşk u iştiyâk-ı likâullah” sorgucu takılmış veya deseni işlenmiş. Ve kanatlanacaksınız “iştiyak” ile… “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemâlinden vefâ / İkisi de câna safa / Lütfun da hoş, kahrın da hoş.”

Evet, aynı ruh, aynı duygu, aynı düşünce, aynı mefkûre etrafında kenetlenmiş kimselerin birlik içinde Hakk’a yönelişlerinde öyle bir derinlik, his ve şuurlarında öyle bir zenginlik, zikr ü fikirlerinde öyle bir enginlik vardır ki, en istidatlı fertlerin ve en kâmil insanların bile, böyle bir heyet içindeki vâridlerin en küçüğünü dahi tek başlarına elde etmeleri mümkün değildir.

Kenetlenme!.. Kenetlenmeyi yedekleyerek kenetlenme… Yemin etmeli, demeli ki: “Eğer ben kardeşlerime karşı içimde kötü bir duygu duyacaksam, Allah canımı alsın!..” Hani bazıları çok küçük şeylerde, hususiyle Doğu’da/Güneydoğu’da, avrat boşama mevzuunda, yakışıksız bir boşama şekli kullanırlar: “Üçten dokuza şart olsun ki!..” falan derler. Yahu dokuz yok zaten, “üç tane” dedi mi, bitti o mesele. Evet, aynen öyle, “Eğer kardeşlerimle zıtlaşacaksam, onları suçlayacaksam, atf-ı cürümde bulunacaksam, ‘Yüzünüzden oldu!’ diyeceksem, üçten dokuza… Üçten dokuza…” demeye hazır olmalı!..

Bu dönemde, çokları, kendilerinin o gâileden sıyrılmaları adına “iftira”da bulundular; “itiraf” dediler, “iftira”da bulundular. Ahiretlerini Cehennem’e çevirdiler. Evet, bize, onlara acımak düşer; onlar acınacak duruma düştüler. Daha başkalarının da aynı duruma düşmelerine meydan vermemek için, bize, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm gibi herkese bağrımızı açmak ve herkesin sâhil-i selâmete çıkması için gerekli olan şeyi yapmak düşer.

Hadis-i şerif: كَفَى بِالْمَرْءِ إِثْمًا أَنْ يُحَدِّثَ بِكُلِّ مَا سَمِعَ “İnsana, duyduğu her şeyi söylemesi, günah olarak yeter!” Birileri bir yerde bir borazan öttürüyor; bakıyorsunuz, sizin içinizden bir kısım safderun kimseler de aynı şeyi mırıldanıyorlar; kuvve-i maneviyeyi kırıyorlar.

   Ehl-i dünya, hizmetleri ve muvaffakiyetleri bazı şahıslardan bilerek hem şirke düşüyor hem de onların ölümünü diliyorlar ki bu iş bitsin; hâlbuki…

Bu mesele, esasen, Kur’ânî makuliyet/mantıkiyet içinde, işin Allahçasına inanmış, Peygambercesine inanmış insanların kenetlenmesinden ibaret… Falan ile, filan ile alakası yok bu işlerin…

Efendimiz, İnsanlığın İftihar Tablosu, her şey idi. Bûsîrî’nin ifadesi ile, بُشْرَى لَـنَا مَعْشَرَ الْإِسْلَامِ إِنَّ لَـنَا * مِنَ الْعِنَايَةِ رُكْنًا غَيْرَ مُنْهَدِمِ “Ne mutlu bizlere ki, öyle bir Sütuna dayanmışız, hiçbir zaman devrilmeyecek!” Şimdi öyle bir Zât. O’nun hakkında, Uhud’da “Şehid oldu!” falan diyorlar. Bir sahabî kalkıp bağırıyor, Uhud dağının üstünde: “O’nun şehid olduğu yerde siz niye yaşıyorsunuz ki?!.”

O, ruhunun ufkuna yürüdüğü ân… Ee tabii O, bizim için bir Güneş; birden bire beklenmedik bir ânda gurûb ediyor. Karanlık birden bire üzerimize çöküyor. Hazreti Ömer bile olsa sarsılır burada. Fakat o Sevr sultanlığında sadakati ile O’nun yanında duran insan, “Her kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah ezelî ve Ebedîdir. Her kim Hazreti Muhammed’e tapıyorsa, O, ruhunun ufkuna yürüdü!” -“Öldü” demiyorum, O’na “öldü” tabirini yakışıksız buluyorum; “ruhunun ufkuna yürüdü.”- diyor. Şu ayeti okuyor: وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِنْ مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللهُ الشَّاكِرِينَ “Hazreti Muhammed, sadece bir rasûldür/elçidir. Nitekim ondan önce de nice rasûller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye dinden mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidayetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i Imrân, 3/144) “Hazreti Muhammed, Allah’ın peygamberlerinden bir peygamberdir. Ondan evvel de çok peygamber geldi-geçti. Dolayısıyla O da vefat etti…” Hazreti Ömer, o yüksek fıtrat, yüksek fetânet, Mahmud Akkad’ın “dâhi, dâhiler üstünde dâhî” dediği insan, “Sanki o ayeti ilk defa duyuyor gibi oldum!” diyor. Ve kim bilir binlerce insan, nasıl kendine geliyor!..

Evet, Kendisi için mukadder… Hazreti Âdem gibi, Hazreti Nûh gibi, Hazreti Hûd gibi, Hazreti İbrahim gibi, Hazreti Mûsâ gibi O da ruhunun ufkuna yürümüştü. Ama o dava bâkî idi. Allah bâkî idi, dava da bâkî idi. Onun götürülmesi gerekli idi, onu omuzlayacak insanlara ihtiyaç vardı.

Bu açıdan da o türlü şeyler ile katiyen sarsılmamalı; şunun-bunun güftügûsuna bakmamalı!.. Bunlar birer günahtır. Duyduğu her şeyi söylemek, günahtır. İştirak etmemeli, onların tesirinde kalmamalı!.. Diyebilirler: “Ölsün!” diyebilirler.

Birileri -bilmiyorum ne derece doğru- bir arkadaşınız için kırkın üzerinde ölümüne büyü yapıyorlar. Bu neyi gösteriyor?!.. Bir yönüyle, silip atıyorlar.. cebrî hicrete zorluyorlar.. hapishanelerde insanları öldürüyorlar.. anneyi evladından ayırıyorlar.. çocuğu ağlatıyorlar.. anneyi ağlatıyorlar.. babayı ağlatıyorlar.. her türlü imkandan mahrum ediyorlar.. her şeylerine el koyuyorlar… Fakat hınçlarını alamıyorlar. “Hayır! Falanın/filanın ölmesi de lazım. O ölmez ise, bize rahat vermez bu insanlar!” Paranoya… “Ya bunlar güçlenir, dışarıdan bir daha gelirlerse?!. Humeyni’nin İran’a geldiği gibi gelirlerse?!. Şah saltanatı yıkılır!.. Ne yaparız biz?!. Dünya, bizim için her şey. Cennet çok uzakta bir şey; ne diye ona dilbeste olacaksınız?!. Bu dünya, işte; yaşamanıza bakın!” Açıktan açığa söylüyorlar bunları da. “Dolayısıyla, bazı kimselerin mut-la-ka ölmeleri… Avukatlık yapıyorlarsa, ölmeleri lazım! Hocalık yapıyorlarsa, ölmeleri lazım! Gazetelerde yazı yazıyorlarsa, ölmeleri lazım! İnternet’te millete bir şeyler anlatıyorlarsa, dijitallerde insanlara bir şeyler anlatıyorlarsa, bunların ölmeleri lazım ki, biz yaşayalım! Doya doya, dünya zevklerinden istifade edelim!..” Bunun gibi…

Ama bunlara hiç kulak asmamak lazım! يَفْعَلُ اللهُ مَا يَشَاءُ، وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ * مَا شَاءَ اللهُ كَانَ، وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ “Allah, her ne dilerse onu yapar. Şüphesiz Allah dilediği hükmü verir ve onu infaz eder. Allah neyi dilerse, o mutlaka olur; O’nun olmamasını dilediği de asla olmaz.” مَا شَاءَ اللهُ كَانَ Allah, ne dilemiş ise, o olur. وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْ Olmamasını dilediği de olmaz!.. “Var”ı da Allah diler, “Yok”u da Allah diler. O’nun dilediği olur: var olmasını dilerse var olur, yok olmasını dilerse yok olur. Allah, kimseyi yok etmesin!.. Onları da yok etmesin!.. Yok edeceğine onlara da akıl lütfetsin, kalb lütfetsin, iman lütfetsin, iz’an lütfetsin!..

Vesselam.

Aşk Yolunun Âdâbı

Herkul | | BAMTELI

M. Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “İnsan, ebed için yaratılmıştır; ebedden ve Ebedî Zat’tan başka hiçbir şeyle de tatmin olmaz.”

İnsan, muazzez bir varlıktır, heder olup gitmek için yaratılmamıştır. O, ebediyet için yaratılmıştır; “ebedden ve ebedî Zât’tan başka hiçbir şey ile de tatmin olmaz!” İnsan, O’na erişeceği/ulaşacağı, maiyyeti ile şereflendirileceği âna kadar hep bir bekleyiş, hep bir gözleme içinde bulunacaktır; gözleyip duracaktır kalb adesesiyle, muhâkeme-i sâlime merceğiyle; mantık ve muhakeme dürbünüyle/rasathanesiyle hep orayı gözetlemeye çalışacaktır.

Dünya debdebe ve saltanatı, gelip geçicidir. Ebediyete namzet bulunan, ebedden ve Ebedî Zat’tan başka hiçbir şey ile tatmin olmayan insan, kendisini bir ucuza/ucuzluğa kurban etmemelidir. Bütün dünyanın anahtarlarını ona verseler, şarktan garba gûna-gûn, penguenlerin ülkesinden en kuzeyde gecelerin gündüzlerin bitmediği yerlere kadar getirip dünyanın bütün anahtarlarını verseler, ebediyet mülahazası çağlayanına kendisini salmış bir insan, buna iltifat etmeyecektir; elinin tersi ile itecek ve “Anahtarlarınız sizin olsun!” diyecektir.

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa, budur; bilmiyorum başka çıkar yol!..” Yolunuz, bu. Her yol için -esasen- yol erkânı, âdâbı ve azığı vardır. Hani çok iyi bildiğiniz Ebu Zerr el-Gıfârî’ye, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavsiyesi içinde ifade buyurulur: جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ “Sefineni gözden geçir; restore edilmesi gerekli ise, tamir edilmesi gerekli ise… Engin denizlere açılman, mukadder senin; dolayısıyla açılacağın bu uzun yolda, gemiyi bir kere daha gözden geçir; ne olur ne olmaz, bakıp onu yenile.” Burada dendiği gibi, esasen yol erkânı, yol âdâbı söz konusudur; yolun başında sefer hazırlığı da bu âdâba dâhildir.

Meselenin bir yanı bu; bir diğeri de yolun sonu ile ilgilidir. Belli bir ölçüde, yol sonu herkesin arş-ı kemâlâtı ile mebsûten mütenasip (doğru orantılı) bir şeydir. Herkes bir yere kadar yükselebilir; bunda donanımların tesiri vardır ve insanın sergilediği misyonun/fonksiyonun tesiri vardır.

Öyleleri vardır ki… İnsanlığın İftihar Tablosu, huzur-i Kibriyâ’ya, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gittiği zaman bile, kalbi insanlık için çarpar; dönüp gelip onların ellerinden tutmayı düşünür. Miraç’ı terk eder; insanların içine, ızdırabın göbeğine avdet eder. Izdırabın göbeğine… Hâşâ, o tabiri O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında kullanmak doğru değil; bir başkası olsaydı, “kan kusturulur kendisine” denebilirdi. Ama O, ne kan kusmuştu, ne de tükürük kusmuştu; engin gönlü ile, engin vicdanı ile bütün bunları eritmişti, Allah’ın izni-inayeti ile… Bir kere daha, -bağışlayın- çoğu itibarıyla zehir-zemberek o toplumun içine dönmüştü, “Acaba kaç tanesine daha söz geçirebilirim?!. Ve gezdiğim, uğradığım, dolaştığım, gördüğüm, ettiğim, bildiğim şeyleri onlara da gösteririm, bildiririm, tanıttırırım; onları da zevk ile şahlandırırım!” diye. Kendisinin zevk ile şahlandığı bir dönemde, hemen geriye dönmeye karar verdi; Allah da müsaade etti, Miraç’tan geriye döndü, gittiği gibi geriye döndü insanların içine.

Tasavvufî ifadesiyle, birincisine “urûc” deniyor. Her insan için bu yol açık, belli ölçüde; kalbî, ruhî, hissî öyle bir terakkî söz konusu. Geriye dönüşe de “nüzûl” deniyor. Bir yönüyle, o urûca, kesretten sıyrılma, vahdete erme mülahazası nazar-ı itibara alınarak “urûc” deniyor. Nüzûl’e de yeniden insanlığın elinden tutma maksadıyla geriye dönme manasına… Başka bir açıdan, birincisine “halvet” deniyor; diğerine de “celvet” deniyor. Birincisinde, kendisi olma istikametinde belli bir donanım elde etme adına, seyr ü sülûklar, çileler, ızdıraplar, az yeme, aç içme, hayrete varma, O’nu bulma, o yolda olma söz konusu. Ondan sonra, diğerinde de dışarıya çıkma; duyduğu, hissettiği şeyleri başkalarına duyurma, bir ezan sesi ile, bir Sabâ sedasıyla başkalarına duyurma bahis mevzuu.

   “Seviyorum!” diyebilmek için kendinden, kendi isteklerinden arınmak, muhavere ve müzakerelerini hep O’na bağlamak ve O’nu ihsas eden hususlar çerçevesinde dönüp durmak gerekir.

İşte böyle bir yolun, muhabbet/aşk yolunun mebdeinde tevbe, inâbe, evbe, teyakkuz, sabır gibi sevgiye giriş esasları; müntehâsında da aşk, şevk, iştiyak, üns, rıza, temkin gibi konumunun hakkını verme hususları söz konusudur. Mebdeinde, tevbe, inâbe, evbe…

Fakat Kur’an-ı Kerim’de ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in mübarek beyanlarında görüldüğü gibi, ilk önce “istiğfar” kelimesi söyleniyor, “yarlığanma” deniyor. İstiğfar; Cenâb-ı Hakk’ın günahları mağfiret buyurmasını talep etmek oluyor. O niyet ile Allah’a dönüyorsunuz. Belki onun içinde, o dönüşün değişik mertebelerini ifade eden hususlardır bunlar, bu sonradan gelenler. Belki de meselenin ana kapısı, girişidir bu. İstiğfar ile o kapıdan içeriye adım atıyorsunuz; yani kendinize çeki-düzen veriyorsunuz. Ama öyle birine yöneliyorum ki ben… Hani şimdi insanlar halkın karşısına çıkarken, ayna karşısında yakasını elli defa düzeltiyor; kravatını, papyonunu elli defa gözden geçiriyor; ondan sonra… İstiğfar, kendine çeki-düzen verme, kale kapısı gibi o kapıdan içeriye girme… Zira öyle birine yöneliyor ki orada, tavır ve davranışın çok düzgün olması lazım.

“Tevbe”, insanın işlediği şeylere nâdim olması… Hazreti Ali efendimiz beş tane şartını söylüyor onun; özü, “Ben, bir daha bu işi yapmamaya…” deyip nedamet duymak. İmamlarımız, Türkiye’de -bilenler bilirler bunu- “İlahî! Elimden, dilimden, ağzımdan, gözümden, kulağımdan, daha başka bütün âzâ vü cevârihimden şimdiye kadar her ne ki vâki ve sâdır olmuşsa, ben onların -ânların- (eskilerin ifadesiyle) cümlesinden tövbe ettim, nâdim oldum, pişman oldum. Bir daha işlememesine azm u cezm u kast eyledim!” derler. Evet, şimdi “tevbe”, bu demektir. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا “Ey iman edenler! Samimî ve kesin bir dönüşle Allah’a tevbe ediniz!” (Tahrîm, 66/8) Tahrîm Sûresi’nde: Ey iman edenler! Emniyet duygusu ile Allah’a yönelenler! Hazreti Mü’min ismine müteveccih olan mü’minler!.. Bakın, o ismi size vermiş, Kendi ismidir o; sizi emniyet vadeden insan olarak vasfetmiş. Mü’min, yeryüzünde emniyet vadeden varlık demektir. Bu tavrını koru!.. Dolasıyla, o tavrı koruma mülahazası ile Hazreti Mü’min-i Hakiki’ye teveccüh et. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا

Tevbe-i nasûh… Menkıbeler de var o mevzuda; fakat bir daha işlememesine -biraz evvel imamların tevbesini örnek olarak verdim- azm u cezm u kast eylemek… “Bir daha yapmayacağım.” Ama beş on saat sonra, yine şeytan, oyunlarından bir oyun ile, bir çelmesi ile, bir kündesi ile, bir el-ensesi ile, hafizanallah, yine aynı şeyleri işletebilir. Eli ile, ayağı ile, gözü ile, kulağı ile, dili ile, dudağı ile… Gıybet ettirir, harama baktırır, haramı dinlettirir, olmayacak yerlerde olmayacak şeyleri -bir yönüyle- onun kafasının içine sokar. “Tevbe”, Cenâb-ı Hakk’a sağlam, yürekten bir dönüş ile dönme demektir.

“İnâbe”, Cenâb-ı Hakk’a o dönüşü bütün ruhu, kalbi, hissi ve vicdanı ile devam ettirmektir; tevbede temâdîde bulunma ameliyesine denir inâbe. Kur’ân-ı Kerim, وَأَنِيبُوا إِلَى رَبِّكُمْ وَأَسْلِمُوا لَهُ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَكُمُ الْعَذَابُ ثُمَّ لاَ تُنْصَرُونَ “Size (artık iman etmenin fayda vermeyeceği) azap gelip çatmadan önce gönülden Rabbinize yönelip inâbede bulunun ve O’na teslim olun. Aksi halde, hiçbir şekilde yardım görmezsiniz.” (Zümer, 39/54) buyuruyor. “Azap gelip size çatmadan evvel, Cenâb-ı Hakk’a inâbede bulunun!” diyor.

Bunun bir kademe üstüne de “Evbe” deniyor. Kur’ân-ı Kerim’de bir-iki peygamber için إِنَّهُ أَوَّابٌ “O, tam bir teslimiyet ve samimiyetle Allah’a sürekli yöneliş halinde idi.” deniyor. Onlar, öyle ki, hataları bile onların gözünde adeta -bağışlayın- erâcif yığını gibi görünüyor. Altmış sene sonra bile akıllarına geldiği zaman mideleri bulanıyor. Cenâb-ı Hakk’a öyle bir teveccühte bulunuyorlar ki, o nezahetlerini sonuna kadar koruyorlar. Ona da “evbe” deniyor. Mebde’de, bunlar…

“Teyakkuz”, Tasavvuf’ta, işin başıdır; uyanık olmak, esasen, gözü açık olmak demektir. Varlığı ona göre mütalaa etmek.. eşya ve hadiseleri hallaç etmek.. onu bir kitap gibi okumak.. otu, ağacı, yıldızı, bir kitap gibi okumak… O kainat kitabı ile Allah’ın “Kelam” sıfatından gelen Kitap arasındaki mutabakatı temine çalışmak…

Teyakkuz; uyanık olmak, uyanık davranmak… Bu mülahazayla, hudutlarda nöbet bekleyen insanlara “uyûn-i sâhire” denir; “hiç göz kırpmadan hep dimdik orada duran insanlar” demektir. Teyakkuzu o şekilde anlayabilirsiniz. Sarf’ta, “Tefa’ul” (تَفَعُّل) kipinden geldiğinden dolayı, “yakazası engin, göbeğini çatlatasıya bir yakaza peşinde, göz kırpmama peşinde” demektir. Uyûn-i sâhire… Göz kırpmama, hep âdetâ Cenâb-ı Hakk’ı görüyor gibi; gi-bi… O’nun tarafından görülüyor ya; görüyor gibi… “Beni görüyor, bak; dolayısıyla ben de O’nu görüyor gibi olmalıyım!” Teyakkuz…

Sonra da yapılan şeylerde dişini sıkıp sabretmek.. Cuma günü -min vechin- bahsedildi burada. Sabır -esasen- çölde biten bir ot, bir ağaç; fakat meyvesi zehir-zemberek… Dolayısıyla, yendiği zaman insana çok ağır gelecek, zehirleyecek bir şey olması itibarıyla, onun ismi verilmiş sabra. İnsanın başına gelen şeyler, aynı tesiri icrâ ediyor.. yapmakla mükellef olduğu şeyler, aynı tesiri icrâ ediyor.. belâ ve musibetlere karşı sabretme, aynı tesiri icrâ ediyor.. haramlara karşı dişini sıkıp sabretme, onlara girmeme, aynı tesiri icrâ ediyor. Daha üstündeki şeylere sabır da söz konusu: Vakt-i merhûna karşı sabretme… Aynı zamanda Likâullah’a karşı sabır; emir O’ndan olursa, ben, öbür tarafa yürürüm “Şeb-i Arûs” diye… Bunlar da aynı tesiri icra ediyor. O da sabır…

   Bu yolda bütün bütün sevdalanmaya “muhabbet ve aşk”; sürekli köpürüp duran arzu, istek, neşe ve sevince “şevk”; bütün bunların, insan tabiatının önemli bir derinliği hâline gelmesine de “iştiyak” denir.

Yolun azığı bunlar.. Bunlar gibi, sevgiye giriş esasları var. Sevgi… İmam Gazzâlî hazretleri bahsederken, “Rızâ”yı, Allah’tan râzı olmayı, sevginin çok önemli basamaklarından biri olarak anlatıyor. Belki de “mancınığı” olarak diyebilirsiniz; belki de bugünkü ifadesi ile “roket atar”ı diyebilirsiniz. Öyle görüyor rızayı. Cenâb-ı Hak’tan râzı olunca, gönlünüz O’ndan hoşnutluk ile, sürekli o ritme dem tutunca, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine yönelirsiniz. Sevgi derinleşe derinleşe “aşk u iştiyak”a inkılap eder. Öyle ki artık sizi ateşe koysalar bile, zaten öyle bir ateşte yanıyorsunuz ki, diğer ateşin tesirini duymazsınız. Evet, sevgi, öyle bir şey…

Şimdi bunlar, yol azığı… Yolda gerekli olan şeyler yapılmaz ise, insan, sonuca varamaz. جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ * وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً، فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ “…Azığını tastamam yap; zira yol, çok uzun!..” Berzah yolculuğu var ki, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle, elli bin sene, hafizanallah… Başkasının onu ifade ettiğini bilmiyorum da ben, Üstad’ın yaklaşımıyla, “teheccüd” bir yönüyle, o Berzah yolculuğunda insanlar için yolu aydınlatan projektör; bilmiyorum ondan daha yüksek aydınlatıcı şeyler neler ise, işte o.

Evet, yolun başında tevbe, inâbe, evbe, teyakkuz, sabır gibi sevgiye giriş esasları var; müntehâsında da -geldik ona- “aşk, şevk, iştiyak, üns, rıza, temkin gibi konumunun hakkını verme hususları. Bu azık ile yola çıkan, öyle tedbirli yola çıkan insan, işte rıza faktörünü de -Hazret’in dediği gibi- kullanınca, Cenâb-ı Hakk’a karşı bir “aşk” hâsıl oluyor. Âşık olunacak Zât’a karşı aşk esasen… Bir yönüyle kalbini, sadece O’na açmak… Aşk; kalbini O’na açmak… Aşk, kalbini O’na açmak… “Leyla’nın hânesi?” sorulunca, Mecnûn sinesini açtı gösterdi, “İşte hânesi!” dedi.

“Dil, beyt-i Hudâ’dır, anı pâk eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahman, gecelerde. // Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gâfil / Ko gafleti, Dildârdan bari utan gecelerde.” Sen, utan ve kalbini O’na tevcih et ki, tecellileri ile O da senin gönlüne misafir gelsin!.. Vakıa Zât, -bir yönüyle- oraya geliyor gibi ifade edilmiş; müteşâbih bir beyan bu! Onun yerine “tecelli” kelimesini kullanıyorum ben; müteşâbih, yanlış anlamalara sebebiyet verir diye.

Gönül öyle “aşk” ile şahlanmalı; O’ndan başka bütün mülahazalar, silinip gitmeli!.. Sonra, aşk olunca onda, iştiyâk-ı likâullah… Şevk ve iştiyak… “Şevk” bir yönüyle o mevzuda şahlanma demektir. “Aşk” oluyor ise, bir miktar daha vitesi yükseltme veya atı mahmuzlama ya da kanatları daha gergin hale getirme, üveyikleşme; bir canlı uçabileceği en yüksek zirvelere uçma adına nasıl açılacak ise, öyle açılma, “şevk”. Öyle diyebilirsiniz. Sonra bunu tabiatının bir derinliği haline getirme, kendisi için olmazsa olmaz haline getirme, ona da “iştiyak” deniyor. Sarfta, kelimenin hususiyetinin ifade ettiği manadır, bu. Şevk, o; iştiyak da o meselenin tabiatının bir derinliği haline gelmesi… Şevk; onun mutavaatı da iştiyak; tabiatının bir derinliği haline getirme, olmazsa olmaz haline getirme…

   Sevgi, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez.

Değişik vesilelerle, Kıtmîr’in ifade ettiği gibi, iç dürtülerle ubudiyette bulunma… Değişik vazife ve sorumlulukları edâ etme adına emirler var: أَقِيمُوا الصَّلاَةَ “Namaz kılın!..” شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ “…Oruç tutsun!” Emir, bu… وَأَقِيمُوا الصَّلاَةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ “Namazı ikâme edin; zekatı verin!” Emir, bu… Ve diğer emirler de bunlar gibi birer emir. Bu emirleri nazar-ı itibara almadan… Bunlar tabiatın öyle bir derinliği haline gelmiş ki, yemeğe, içmeye ve sâir beşerî mukteziyata ihtiyaç duyuyor gibi, onlara ihtiyaç duyma; mevsimi/miadı gelince, hiç o emirleri düşünmeden hemen o meseleye koşma demektir iştiyak. Tabiatının bir derinliği haline getirme, emirlerin dürtüsünü nazar-ı itibara almadan veya sevkini nazar-ı itibara almadan, yönlendirmesini nazar-ı itibara almadan, emirler pusulası ile mihrabını belirlemeyi nazar-ı itibara almadan, doğrudan doğruya tabiatın derinliklerine oturmuş, tahtını kurmuş o şevk ve o iştiyak ile hareket etme… O şevk ve iştiyak, seni yönlendirecek sürekli o mevzuda yapman gerekli olan şeylere… Böyle olunca, o meselenin içine -esasen- riya da girmez. Tabiî bir şeyi yaparken, içine nasıl riya girecek ki?!. Tabiî bir şey yapıyorsun!.. Asıl mesele, onu tabiî hale getirme; “Benim için tabiî bir ihtiyaç bu!” diyecek hale getirme. İştiyak…

Sonra, Üns… Onun da üstünde bir şey oluyor ki, ona “Üns billah” deniyor; yazılarda ifade edildiği gibi; Cenâb-ı Hakk’ın enîsi oluyor. Biraz evvelki mülahazalar içinde meseleye bakacak olursanız, “Hazîratü’l-Kuds” postnişini olma… Zât-ı Ulûhiyete ait, bî-kemm u keyf, önemli bir mahall-i tecellî, nüzûl veya tezâhür olan Hazîratü’l-Kuds… Hazîratü’l-Kuds ile postnişin olma, maiyyet-i İlâhiyeye erme… Bunu “ihsan” mülahazası ile değerlendirecek olursanız; “görülüyor olma” mülahazasını bir dürbün gibi, bir projektör gibi, bir rasathane gibi kullanarak, hep “O’nu görme” sevdası ile oturup-kalkmak…

“Tamam, bak, görülüyorum ben! Bu görülmeden iki büklümüm; ayakta durmaya gücüm yetmiyor, rükûa eğiliyorum. Onu da yetersiz buluyorum, secdeye kapanıyorum. اللَّهُمَّ لَكَ سَجَدْتُ، وَبِكَ آمَنْتُ، وَلَكَ أَسْلَمْتُ، سَجَدَ وَجْهِىَ لِلَّذِى خَلَقَهُ فَصَوَّرَهُ، فَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ، تَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ، خَشَعَ سَمْعِي وَبَصَرِي وَدَمِي وَلَحْمِي وَعَظْمِي وَعَصَبِي وَمَا اسْتَقَلَّتْ بِهِ قَدَمِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالِمِينَ ‘Allah’ım, Sana secde ettim, Sana inandım, Sana teslim oldum. Yüzüm, kendisini yaratan, şekil veren, kulağını ve gözünü yarıp çıkaran Yaratan’a secde etti. En güzel, yegâne yaratıcı Allah’ım, Sen ne yücesin. Kulağım, gözüm, kanım, etim, kemiğim, sinirim ve ayaklarımın taşıdığı her şey, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a boyun eğmiş, itaat etmiştir.’ diyorum. Beni Ahsenü’l-Hâlikîn olan Allah, böyle güzel yaratmış. Ne yapsam acaba?!. Daha ötesinde gidecek bir yer var mı, O’nun büyüklüğünü ifade etme, O’nu duyduğumu ifade etme, O’nun tarafından görülüyor olmayı ifade etme adına…” Bütün bunlar, hep o görme iştiyakı ile yanıp tutuşmanın ifadesi…

“Üns billah”, böyle bir şey; o iştiyakın da üstünde. “Enîs u celîs” tabirini kullanırlar. Celîs, oturan demektir; enîs de yoldaş, en yakın, sırdaş demektir. Bir yönüyle o mülahazayı ifade etmek için bu kelimeler kullanılmaktadır.

   Sevgili’nin her türlü muamelesini gönül hoşnutluğuyla karşılamaya “rıza”; duyma, hissetme, maiyyette bulunma mazhariyetinden ötürü kendinden geçme gibi hislere karşı dikkatli ve ölçülü davranmaya da “temkîn” demişlerdir.

Sonra “Rıza” ufku… Bu, “Rü’yet”in önünde midir, sonunda mıdır? O mevzuda bir şey söylemek zor. Rıza, bir yönüyle Rü’yet duygusunu tetikleyen faktör gibi. İnsan, Cenâb-ı Hak’tan razı olur ise, Allah da “Ben, sizden razıyım!” diyor. Hadis-i şerifte ifade ediliyor: “Ben, size verdiğim şeyleri verdim, başka bir isteğiniz var mı?” diyor ehl-i Cennet’e. -İstidradî dua: اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ، بِفَضْلِكَ الْمَخْتَارِ، بِكَرَمِكَ الْمُخْتَارِ، يَا رَحِيمُ يَا رَحْمَانُ، يَا حَنَّانُ يَا مَنَّانُ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle, fazl ü keremin hürmetine!.. Ey Hannân, ey Mennân, ey Zül-celali ve’l-ikram.”- “Başka bir isteğiniz var mı?” buyuruyor. “Ya Rabbi, öyle şeyler verdin ki artık, ne isteğimiz olabilir?” mukabilinde, “Ben, sizden razıyım, hoşnut oldum!” buyuruyor. “Öyle mest-sermest olur, öyle kendilerinden geçerler ki…” Hani dünyada bir misal arıyorsanız buna, sizin kafanızı alıp götürecek, beyninizi alıp götürecek, sizi mest u mahmur hale getirecek bir şey; onu yudumlamış gibi kendinizden geçeceksiniz. Artık başka görecek, başka düşüneceksiniz: “Yahu varsa da bu imiş, yoksa da bu imiş!” İliklerinize kadar öyle bir zevk duyacaksınız ki, olmazsa olmaz o!..

Şimdi bu, bir yönüyle belki “Rü’yet” ile hemdem gibi bir şey, hem-âhenk gibi bir şey. Fakat bir mülahaza ile bakınca, Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâ-kemâlini görmek, Cennet’in binlerce sene hayatına muadil geliyor. Ee bunun ötesinde midir Cenâb-ı Hakk’ın rızası, “Hoşnut oldum!” demesi; yoksa o “Hoşnud oldum!” demesi esas, Rıza kapısının açılması adına bir anahtar mı? Her ne ise, o mevzuyu çok kurcalamamak lazım. Bir de “Rıza” deniyor…

Fakat bütün bunlar, sonuçta Tasavvuf’taki ifadesi ile “Temkîn”e bağlanıyor. Allah, nerede dolaştırırsa dolaştırsın, nerede sizi gezdirirse gezdirsin, suda batmadan yürüyün, kuşlar gibi kanatlanın, yine de ubudiyet dairesinin edebine riayet etmeniz gerektiği vurgulanıyor.

Hani yine Hazreti Gazzâlî’nin ifade ettiği gibi, bazı kimseler Cennet’e girerken, bir yönüyle Berzah’ı görmeyecekler, çünkü kanatlanıp üzerinden geçmiş gibi olacaklar. Cenâb-ı Hak, öyle eylesin! Münker-Nekir’in yanından geçerken, onlar gelip bakacaklar: Tecessüm/temessül etmiş namaz.. temessül etmiş oruç.., temessül etmiş hac.. temessül etmiş irşad duygusu.. temessül etmiş dünyanın dört bir yanına yayılma, kendi temel değerlerimizi başkalarına duyurma.. yayılma-duyurma, yayılma-duyurma, yayılma-duyurma… Ve bütün bunları beklentisiz yapma… “Bir dikili taşım olsun!” mülahazasına bağlamama… Zira çıkara ve menfaate bağlanarak yapılan şeyler, devamlı değildir, bir yerde kesilir onlar.

Temkîn… Allah (celle celâluhu), öyle lütuflarla serfirâz kılıyor ki!.. Hatta bazıları Cemâl-i bâ-kemâlini müşahededen bahsediyorlar. Hazreti Muhyiddin gibi… Mebde-i hayatı itibarıyla imrenmeler yaşıyor. O, görülüyor olma mülahazasını çok iyi değerlendiriyor. Hayatının müntehâsı itibarıyla “görme”den bahsediyor. Değişik şeylerden bahsediyor, kendisini silip atıyor. Şimdi böyle zirveleştiği zaman bile kendisini bir şey görmeme… İşte şöyle-böyle kendi ile yüzleşme konusunun ele alındığı yazılarda anlatıldığı gibi…

   Âşık-ı sâdıklar, ne naz bilir ne de kuruntu tanırlar; onlar, iradelerinin hakkını vererek Hakk’a kulluğun en ince âdâbına riayet edip gösterişsiz, âlâyişsiz tam bir sebat ve ikdam kahramanı olduklarını ortaya koyarlar.

O yazılarda, belki başta seyyidinâ Hazreti Âdem’den bahsedilmesi icap ederdi ama ilk defa varlığın çekirdeği, mübarek nurânî çekirdeği, Hazreti Ahmed hakikati olması itibarıyla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile başlandı. İnsanlığın İftihar Tablosu kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Âdem, kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Nuh, kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Zekeriya, kendi ile nasıl yüzleşiyor? Hazreti Mesih, kendisi ile nasıl yüzleşiyor? Yakub (aleyhisselam) kendisi ile nasıl yüzleşiyor, kendini nasıl yerden yere vuruyor? Yusuf (aleyhisselam) kendisiyle nasıl yüzleşiyor? Ve ondan sonra Râşid Halifeler; Bû Bekr u Ömer u Osman u Ali, kendisiyle nasıl yüzleşiyor? Ve sonra bu hâleye müteveccih Zeynülâbidîn ve Üveys el-Karnî gibi büyükler kendileriyle nasıl yüzleşiyorlar? Ondan sonra Hasan Basri Hazretleri geliyor; Usbûiyye’si var; yani, haftanın her günü için okuduğu evrâd ü ezkârı; o kendini nasıl yerden yere vuruyor. Zannedersiniz ki hayatları hep günah çağlayanı içinde geçmiş! Oysaki hayallerini bile kirler kirletmemiştir, hayallerini kirletmemiştir.

Şimdi böyle zirveleştiği zaman bile insan, kendi konumunu çok iyi belirlemeli; orada naza-maza girmeden, saygısızca Cenâb-ı Hak’tan bir şeyler istiyor gibi tavırlara girmeden, Allah’a karşı hep saygısını korumalı!.. “Ben, O’nun boynu tasmalı bendesiyim, kölesiyim; üstümde istediği gibi tasarrufta bulunabilir. Gayrı O’nun istekleri dışında herhangi bir istekte bulunmak, yakışmaz bana!.. Sadece aczimi-fakrımı dillendirerek, muhtaç olduğum şeyleri yine O’ndan isterim!” mülahazası, temkînin ifadesi… Nazlanmama bu mevzuda, nazlanmama…

Hani biliyorsunuz, bir-iki şeyi biraz değiştirdim: Mesela, “Zulmet-i hicrinle…” deyince, özne olarak burada Zat-ı Ulûhiyetin anlaşılması da söz konusu; sözden anlayanlar anlarlar, Edebiyattan anlayanlar anlarlar. “Zulmet-i hicrinle…” Niyaz-ı Mısrî ki muktedâ bih zatlardan birisi… Öyle deme be sultanım!.. Vezin bozulmuyor, aruz bile bozulmuyor: “Zulmet-i hicranla bîdâr olmuşum, Yâ Rab meded! / İntizâr-ı subh-i dîdâr olmuşum, yâ Râb meded!” de. Çünkü Zât-ı Ulûhiyete olumsuz bir şeyi nispetten sakınmak lazım.

Bir diğeri: “Kerem kıl, kesme Sultanım, keremin bî-nevâlardan.” Şimdi Hazret diyor ki… Büyük bir zat, benim nazarımda kutup. “Keremkâne yakışır mı, kerem kesmek gedalardan!” Zât-ı Ulûhiyetin icraatında, O’na “Yakışır mı?!” denir mi? Efendim… “Sezadır Sana kerem kılmak gedâlara.” Evet, bu, Zât-ı Ulûhiyetinin lâzım-ı gayr-ı müfârıkı… “Senden beklenen budur!..” O’na yol gösterme, bir yönüyle “Şunu yapman daha isabetli olur!” falan deme; bunlar, saygısızlık olur ve temkîne aykırıdır.

Dolayısıyla temkin, insanda, niyaz duygusunu tetikler; insan, niyaz ile şahlanır. Temkîn duygusunu kaybeden, kendisini naza salar. Bu da yine kendisi ile yüzleşme mevzuunda ifade edilen hususlardandı.

Meselenin kabuğunda dolaştık, cevizin kabuğuna takılıp kaldık, özüne inemedik. Dolayısıyla da cevizin özünü size sunamadık, onu size tattıramadık; hele doyurma meselesine gelince, zaten o, bizden çok uzak bir şey. O mevzuda, o meselenin şakasını bile yapmak, saygısızlık olur. Dolayısıyla deyip-ettiğim şeylere -deyip-ettiğim şeyler arasındaki kutsal konular müstesna, onlar münezzeh; meselenin bana ait kısmana ve ifade tarzıma- “dırıltı” diyeceğim; dırıltılarım ile sizi tasdi’ ettim ve başınızı ağrıttım ise, siz kusura bakmayın, Allah da affetsin!..

Çürüme, Tiranlar ve Paranoya

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim, Hazreti Muhammed’in ayağının tozuyum; biri benden bundan başkasını naklederse, ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım!..”

Koca Mevlânâ… Büyüklüğü ve söz sultanlığı yanında o ölçüde de mütevazı ve mahviyet içinde…

مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ   مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ

هَرْ بَنْدَه كِه اٰزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ   مَنْ شَـادْ اَزْ اٰنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ

“Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” deyişini düşünün!..

مَنْ بَنْدَهِٔ قُرْآنَمْ أَگَرْ جَانْ دَارَمْ

مَنْ خَاکِ دَر مُحَمَّد مُخْتَارَمْ

گَرْ نَقل کُند جز این کس از گفتارم

بِیزَارَمْ أَز او وز این سخن بیزارم

“Ben yaşadıkça Kur’an’ın bendesiyim. / Ben Hazreti Muhammed’in ayağının tozuyum/ Biri benden bundan başkasını naklederse / Ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım, şikâyetçiyim!..” sözünü düşünün!..

Mübarek başı, her zaman Hazreti Rasûl-i Zîşân’ın kapısının eşiğinde; ne diyor ise, O’na diyor ve dediği şeyi, O’nun vasıtası ile Sahibine ulaştırıyor. Bir gözü insanlarda, onlara hakikati gösterme adına; bir gözü hep ötelerde, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde… Bize gerçek mü’min olma yolunu gösteriyor.

O, Peygamberi izleyenlerin başında gelenlerden birisi sayılır; Gazzâlî gibi, Ömer İbn Abdülaziz gibi, Çağın Sözcüsü gibi… Şahısları adına yaşamamışlar; kendi şahısları itibarıyla fânî olmuşlar. Kendilerini “hiç”leştirmişler, içtenleştirecekleri şeyleri içtenleştirince, kendilerini “hiç”liğe salmışlar, hiçlik çağlayanına… Geriye dönüş imkânı olmayan o hiçlik çağlayanı, her şey olma deryasına onları alıp götürmüş…

O mevzuda insanın iradesinin hakkını vermesi, belli bir gayret sarf etmesi gereklidir. Birden bire Cenâb-ı Hakk’ın ekstra bir lütfu olabilir, kimse ona bir şey diyemez; fakat objektif olan, başta yapması gerekli olan şeyler neler ise, onları yapmak, ondan sonra yapacağı şeyleri yapmak, ondan sonra yapacağı şeyleri yapmak, ondan sonra… Tıpkı bir çocuğun hayatı öğrenmesi adına, annesinin-babasının yanında, evinde-yuvasında gelişip büyümesi gibi… Bir gün sürünmeyi öğrenir, emeklemeyi öğrenir; bir gün düşe-kalka yürümeyi öğrenir; bir gün kem-küm ederek konuşmayı öğrenir; bir gün doğru konuşmayı öğrenir; bir gün yaptıklarını yapar, kademe kademe -esas- insanlığa doğru yürür. O evde ne ölçüde, o hanede ne ölçüde insanlık var ise, onu zirvede yakalamaya çalışır. Gayr-ı iradî, taklit bu…

Allah yolundaki yolcular, Peygamber yolunun yolcuları, birden bire -böyle- kendilerini zirvede bulamazlar. Evvela kendi nefisleri itibarıyla “fenâ” bulacaklar, kendilerini yok sayacaklar; Allah’ın emirlerinin boynu tasmalı, boyunlarında kement birer bendesi -âzâd kabul etmez birer bendesi- sayacaklar. Yaptıkları iyilikleri görmezlikten gelecekler; sadece Allah’ın bir lütfu olması itibarıyla “tahdîs-i nimet” nev’inden “Bu da Sen’den!” mülahazasıyla “Elhamdülillah!” demek suretiyle mukabelede bulunacaklar.

Alvar İmamı’nın ifadesini hatırlattı bu söz: “Değildir bu bana layık, bu bende…” Bir bende (köle), ben… “Bana bu lütf ile ihsan, nedendir?” Bana bu lütf ile ihsan, nedendir?!. Kendimi hiç layık görmüyorum ama çevreme bakıyorum, Cenâb-ı Hakk’ın bir sürü lütfu, selviler gibi boy atıp gelişmiş, ekinler gibi başağa yürümüş!..

Tahdîs-i nimetin yanı sıra, çok küçük, göz açıp-kapama ölçüsünde bir haramı da hayat boyu unutmama, bir şüpheli şeyi hayat boyu unutmama… Her aklına geldiğinde “Bir kere değil, elfü elfi estağfirullah! Bir milyon estağfirullah! Gözlerime hâkim olamadım, harama baktım! Ayaklarıma hâkim olamadım, hayvanlığa düştüm, harama doğru yürüdüm! Elimi kontrol edemedim, harama el uzattım! Alkışlanmaya kendimi kaptırdım, dünya sevgisine kendimi saldım!..” Bunlar da Allah belası birer çağlayandır!.. Allah belası çağlayanlar; bunlar da insanı şeytan deryasına alır götürür, geriye dönmeye de imkân yoktur artık, hafizanallah.

   “Her günah, onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta/leke oluşturur; eğer kul tevbe edip mağfiret dilenirse kalbi yine parlar, fakat günaha devam ederse, o lekeler nihayet kalbini istila eder.”

Onun için, ister iyilikler ve güzellikler, isterse kötülükler, başta çok küçük bir nokta olarak başlar. Bu kâinat bir çekirdekten var olmuş, trilyon trilyon trilyon seneler geçmiş. Oysaki “Kün fe-kân tezgâhı”ndan çıkınca mesele, bir anda her şey oluverirdi; öyle jeolojik dönemlere, milyar senelere ihtiyaç yoktu; fakat âdet-i İlahiye bir şey öğretiyor. Sizin gelişmelerinizde de aynı şey söz konusu; düşüşünüzde de aynı şey söz konusu…

Fenalık, bir güve gibi bünyenize düştüğü zaman, farkına varırsanız, söker atarsınız onu. Fakat farkına varmaz iseniz şayet, içten içe sizi kemirir. Bu, “min indi nefsî” benim söylediğim bir söz değil; Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bir insan, bir fenalık işlediği zaman, kalbinde bir leke olur! O, İstiğfar ile, Tevbe ile, İnâbe ile, Evbe ile hemen çabuk silinmez ise, âdetâ başkasına da çağrı olur.” buyuruyor.

Bir söz var, “Bir kere yalan söyleyen, sonra hayat boyu yalan söyleyebilir!” Bir kereye bile kapıyı aralamamak lazım. Bir kere yalana karşı kapıyı araladığınız zaman, zikzaka karşı kapı araladığınız zaman, tenakuzlara karşı kapı araladığınız zaman -Hayat-ı ictimâiyeye hükmedenler, bunu yapıyorlar.- bütün şeytanî kapılar kale kapıları gibi ardına kadar açılır, harıl harıl içeriye şeytanlar nüfuz eder. Bu konuda da Hazreti Gazzâlî’ye müracaat edin: “Kalb, gelecek ruhânîlere kapandığı zaman -hafizanallah- bütün kapıları ile şeytana karşı açılır.” İnsan, günahın ezikliğini duymaz olur vicdanında; sonra, yaptığı bir küçük iyilik var ise, onun vehmî büyüklüğü karşısında kendini üveyik gibi görür, göklerde zanneder, hafizanallah. Namaz adına yatıp kalkıyor ise, “Aman, ne büyük iş yapıyorum!” der. Yatıp-kalkma oysaki…

Oysaki insan namazı, Cenâb-ı Hakk’ın azametini vicdanında duyarak eda etmelidir. Belki rükûa o emri düşünerek gitmelidir. Kütüb-i Fıkhiyedeki meseleleri düşünerek rükûa gitmek değil; “Ben, O’nun karşısında eğilmeliyim!” mülahazası ile, “Yahu iyi ki Cenâb-ı Hak bunu emretmiş, ‘Rükû!’ demiş!” duygusuyla eğilmek… Sonra, âdetâ rükûdan doğrulup bir kere daha murâd-ı Sübhânîyi temâşâ ediyor gibi, bir kere daha yukarılara bakmak; “Yahu yetmedi O’nun karşısında eğilmek!” hissiyle bu defa secdeye kapanmak… Emirlerin dürtüsü ve itişi ile değil esasen; meseleyi vicdanında derinlemesine duymak suretiyle…

İnsan, bunu hedefleyip yürür ise, farkına varmadan bir gün bakarsınız, iman-ı billahtan marifetullaha sıçramış; marifetullahtan da muhabbetullaha. Gazzâlî’nin İhyâ’sında, şimdilerde okuduğumuz şey: Marifetten muhabbete… Bilmeyen sevemez; her şey ile bileceksiniz O’nu!.. Sizin anatomik yapınızdan, bu varlığın şahitliğine kadar her şey ile… Bu koskocaman varlık ki,  siz onun fihristisiniz. Koskocaman varlık âdetâ büyük bir insan; siz de küçük bir varlıksınız, onun özeti/hülasası… Sizde Allah (celle celâluhu) onu hatırlatıyor; tıpkı bir kitabın fihristi gibisiniz. O fihristi iyi belleyen insan, hiç şaşırmadan kâinatın sokaklarında çok rahat dolaşır, şaşırmadan… Uğradığı herkesten selam alır, uğradığı herkese selam verir geçer; taşa, toprağa, ağaca, suya, akan ırmağa, karıncaya, kuşa, her şeye selam verir geçer. Hepsi, o tekvinî emirler mecmuasının bir kitabıdır. Fakat insanın, meseleleri evvelâ fihristte, kendi anatomisinde okuması lazım. Hazreti Pîr’in mülahazasına ircâ edecek olursak; âfâkî düşünceden evvel, enfüsî düşünce esasen… Yoksa siz o meseleyi fihristte çözmemiş iseniz, o geniş âlemde kafa dağınıklığına maruz kalabilirsiniz, meseleyi kuşatamayabilirsiniz, hafizanallah.

İman-ı billahtan marifetullaha… Marifetullahtan muhabbetullaha… Muhabbetullahtan zevk-i ruhânîye… Sonra Hazret’in ısrarla üzerinde durduğu gibi, aşk u iştiyak-ı likâullaha. Bütün sofiler de bu konu üzerinde durmuşlar. Böylece insan, Allah’a âşık olur; Mecnûn’un Leylâ’ya aşkının çok ötesinde… Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıksa, Cenâb-ı Hak, onu huzur-i kibriyâsına alsa, orada da bayılır, kendinden geçer, yine “Allah!” der. Esasen, aşkını seslendirir, bir ney gibi aşkını seslendirir; âdetâ göremez, duyamaz, ihata edemez, aşkını seslendirir.

O ufka talip olmak lazım. Zira bir insanın kıymet-i harbiyesi -bir yönüyle- talip olduğu şeylerin kıymet-i harbiyesi ile mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılıdır). Neye talip iseniz, kıymetiniz odur sizin!..

“İyilik adına olan şeyler öyle olduğu gibi, kötülük adına olan şeyler de böyle tedricîdir.” Onu diyordum. İnsanlığın İftihar Tablosu buyuruyor ki: “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur.” Evet, her günah -bir yönüyle- ikincisine çağrı olur. كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapa geldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkâr yaşıyorlar.)” (Mutaffifîn, 83/14)

Burada (ayetteki “râne” kelimesinde) “Sekit” var; esasen orada -bir- kıraat açısından, -bir de- Kur’an’ın iç musikisi açısından, mazmuna dokunmama açısından bir nefes alma söz konusu. Mazmuna dokunacak olursanız, “ber-râne” diyeceksiniz, “berrâne” (بَرَّانَ) deyince de mana değişiyor; hayır “bel-râne” (بَلْ رَانَ) diyeceksiniz, bir soluk alıp verme ile. “Reyn” esasen, kalbde bir reyn…

Bir reyn, hafif bir şüphe, bir reybîlik şayet bir güve gibi musallat olur ise kalbe, ikincisine çağrı, üçüncüsüne çağrı, dördüncüsüne çağrı, beşincisine çağrı… Yavaş yavaş insan vicdanında bir çürüme baş gösterir. Buna “insanın manevî anatomisinde deformasyon” diyebilirsiniz. Manevî anatomisi, yani, kalb, ruh, vicdan, his, şuur gibi insanı Allah ile irtibatlandıracak mekanizması… O mekanizmaya güve düşmüş gibi delik deşik olur insan, hiç farkına varmadan.

   Manevî anatomisi itibarıyla kendini çürümeye salmış insanlar, çevrelerindeki şuursuz, dalkavuk ve dünyaperest kimseler sebebiyle daha bir azgınlaşır, Firavunlaşır, sapar ve saptırırlar.

Bu açıdan kapıları en küçük bir aralıkla bile o türlü şeylere açmamak lazım. Hatta imkânı var ise; -mesela- size milletvekilliği, valilik, kaymakamlık teklifi geldi, “Yahu bunu falana verseniz, daha iyi olur!” demelisiniz. Hazreti Ömer ile Ebu Bekir arasında olduğu gibi; radıyallahu anhüma elfe merrâtin, bin defa Allah onlardan razı olsun. O, onun elini tutuyor, “Ben, buna biat ediyorum!” diyor; o da “O, Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç ayrılmayan bir insan, ben ona biat ediyorum!” diyor. Zannediyorum, bu meseleyi uzatabilirlerdi; fakat vakit israfı olurdu, orada kafa dağınıklığına sebebiyet verirdi, başkaları farklı düşüncelere girerdi. Yoksa Hazreti Ebu Bekir durmadan Ömer’in elini sıkardı, Hazreti Ömer de Ebu Bekir’in elini sıkardı; kalkar “Olmadı bu!..” der Hazreti Osman’ın elini sıkarlardı; “Olmadı!” der, Hazreti Ali’nin elini sıkarlardı. Teşettüt-i ârâya, düşünce karışıklığına/karmaşasına sebebiyet verirlerdi.

Îsâr ruhu… Başkalarını kendine tercih etme… “Bu imamete sen layıksın, lütfen geç; ne olur, Allah aşkına geç! Allah aşkına sen vali ol! Allah aşkına sen kaymakam ol! Allah aşkına sen milletvekili ol! Ben de seni seçenlerden olayım!..” Değilse, hiç farkına varmadan bu türlü şeyler, insanın manevî anatomisinde deformasyon meydana getirir. Hiç farkına varmadan… Çürümüştür o ama farkında değil!..

Şimdi, bir kimse çürümüş ise, kafanızı ona takıp da çürümüşlüğü sadece onda mütalaa etmemek lazım. Eğer etrafındakiler de çürümemiş ise şayet, en azından biri “Yahu yeter!” diyecektir. Siz hiç duydunuz mu böyle “Yeter!” diyen bir ses?!. Onca mezâlime, onca mesâvîye, onca şenaate, onca denâete, Hitler’in yapmadığını yapmaya, Saddam’ın yapmadığını yapmaya, Kazzâfî’nin yapmadığını yapmaya karşı bir tane pozitif ses, bir tane insanca soluk yükseldiğini duydunuz mu?!. Evet, şayet öyle bir şey olursa, o da kendini bulacağı yerde bulur zaten. Öyle biri var ise, içinden geliyor ise şayet, o da onu bildiğinden dolayı sükûtu tercih etmiştir. Dolayısıyla çürüme de kaçınılmazdır. Bir tabiat çürümeye, iç deformasyonuna, iç çürümesine müsait ise şayet, onun çevresi de bu meseleyi hızlandırır ve farkına varmadan Amnofis’in arkasından gidip dururlar.

Evet, “Amnofis” deyince, bir menkıbeyi hatırladım; her hadise bir şeyi çağrıştırıyor; arz edeyim: Bir gün şeytan Amnofis’in yanına geliyor. Hazreti Musa’ya muasır olan Firavun’a, Mehmet Akif, “Amnofis” diyor. O mu, yoksa başka bir adı mı var, İbnü’ş-Şems filan mı? Şeytan gelip diyor ki: “Yahu saçın-sakalın artık bembeyaz oldu senin. Hala أَنَا رَبُّكُمُ الأَعْلَى diyorsun. ‘Benden büyük tanrı yok!’ diyorsun. ‘Ayağımın dibinde bu su akıyor; Musa kim, o kim oluyor ki benimle boy ölçüşsün!’ diyorsun.” -Bunların hepsini Kur’an-ı Kerim anlatıyor; mazmun olarak ifade ediyorum.- “Artık sen bu dediğin şeylerden vazgeçsen!” diyor. İhtimal, herhalde Firavun bir kahkaha atıyor; şimdikilere de deseniz, kahkaha atarlar: “Sen git, yarın gel!” diyor şeytana. Demek ki bazen insan o duruma düşüyor ki, hakikaten şeytan bile onun edip-eylediği şeylere akıl erdiremiyor. “Sen git, yarın gel!” diyor. Gidiyor. Ertesi gün kalkıyor; Kahire -yerleri Kahire Firavunların- sokaklarından içeriye girence, bakıyor ki, insanların bazıları dört ayağı üzerine çömelmiş, yerde -bağışlayın- inek gibi böğürüyorlar.. bazıları merkûp gibi anırıyorlar.. bazıları at gibi kişniyorlar.. bazıları koyun gibi meliyorlar.. bazıları köpek gibi havlıyorlar.. bazıları bilmem ne gibi uluyorlar… Şaşırıyor şeytan bu hale; geliyor diyor: “Nedir bu hal böyle; bütün Kahire’nin sokaklarını böyle şeyler ile gördüm.” Firavun, “İşte bunlar, benim bendegânım; arkamdan koşturup duran sürüler. Ben, أَنَا رَبُّكُمُ الأَعْلَى dediğim zaman, bunlar da ‘Evet!’ dediler bana, sürüklendiler arkamda. Fakat bak senelerden beri Harun ile Musa’ya söz geçiremedim ben!” diyor.

Evet, manevî anatomisi itibarıyla kendini çürümeye salmış insan, çevresindeki şuursuz, insafsız, iz’ansız, bilerek dünya hayatını âhiret hayatına tercih eden kimseler sebebiyle daha bir azgınlaşır; onlar alkışlıyor, takdir ediyorlar ise şayet, o insanı farkına varmadan Amnofisleştiriyorlar, Kazzafîleştiriyorlar, Saddamlaştırıyorlar demektir hiç farkına varmadan.

Hâsılı, Allah’a karşı terakkî adım adım olduğu gibi, çürüme, korkunç deformasyon da hep mebdede çok küçük bir şey ile başlar. Başta küçük bir açıdır fakat makas açıldıkça açılır, açıldıkça açılır, açıldıkça açılır. Bu “ani’l-merkez” doğrudan kaçma/uzaklaşma… “Merkez kaç” demek… “Ani’l-merkez hareket!” derdi eskiler; şimdi merkez kaç… Açıldıkça açılır, açıldıkça açılır, açıldıkça açılır; öyle açılır ki, hakikaten şeytanı bile hayrette bırakacak bir duruma düşürür insanı. Şair arkadaşımın ifadesi ile, “İsyan deryasına yelken açmışım / Kenara çıkmaya koymuyor beni.” Alır götürür onu; bir yönüyle şeytanın hazırladığı gayyâya götürür, farkına varmadan… “Dünya geçicidir, burada kalınmaz / Ne kadar mal olsa, murad alınmaz / Gafil olma sakın, geri dönülmez / Yürü dünya yürü, sonun virandır / Meded, bundan sonra ahir zamandır.”

   Paranoya, bir korku, şüphe ve vehim hastalığı olarak bütün suiniyetlerin, suizanların da kaynağı gibidir; onun ikliminde şekillenir bütün ayrıştırıcı düşünceler, “biz” ve “ötekiler” mülâhazaları; orada kararlaştırılır nâhak yere infazlar ve en dırahşan nâsiyeleri karalamalar.

Paranoya, psikiyatristlerin daha iyi bileceği bir husustur. Paranoyanın çok çeşitli sebep ve tesirleri vardır. Mesela; eksiği-gediği bulunan, basit bir zeminden önemli, hayatî bir yere gelmiş olan, daha net konuşacak olursak şayet, fakir bir aileden, gecekonduda oturan bir aileden gelip birden bire kendisini imkânlar içinde bulan kimseler bu maraza yakalanabilir. Böyle biri, Cenâb-ı Hak imkânlar verince, küstahlaşır; bir yönüyle, herkese tepeden bakmaya başlar. Firavunlar için de böyle olmuştur; Hitler de aynen böyledir. Bunların sergüzeşt-i hayatlarına baksanız, hayatlarını doğru okusanız, sonra onu soyut resim yapan bir ressama verseniz, resim çizse, hepsi için aynı şekli çizecektir; hepsi birbirine çok iyi benzerler bunların.

Bir de hakları olmadığı halde elde ettikleri o şeyleri “Elden kaçırırız!” diye sürekli bir vehim, bir korku, bir tereddüt yaşarlar. Mesela, Şah, “Neme lazım, ya Humeyni gelirse!.. Benim saltanatım gider!” falan paranoyası yaşar. Başka yerlerde de öyle… Saddam, “Ya Ekrâd içinden birisi kalkar Humeyni gibi gelirse!… Ben Irak’ta saltanatımı kaybederim!” paranoyasıyla yaşamıştır. Öbürü Yemen’de “Humeyni gibi birisi gelirse, ben saltanatımı kaybederim. Oysaki kaç yerde, birkaç tane sarayım var benim.. bir yerden bir yere giderken elli tane zırhlı araba ile gidiyorum ben.. âdetâ ordular koruyor beni.. milletin başında bulunan ben, o milletimin başında, olmazsa olmaz gibiyim!” paranoyasıyla oturup kalkmıştır. Bütün bunlar insandaki o paranoya duygusunu, düşüncesini tetikleyen faktörlerdir, esasen. Elde ettikleri, haksız yere elde ettikleri şeyleri kaybetme vehmi ile, şüphesi ile, tereddüdü ile -bir yönüyle- septistçe yaşarlar bunlar. Dolayısıyla ihtimallere hüküm bina ederler. Yüzde bir ihtimal ile, bir yerdeki bir oluşum, bir karartı, belki bir gölge hakkında “Aman, bir cin olmasın!” falan derler. “Yok mu etrafımda insanlar, şu gölgeye ateş etsinler; cin olabilir bu!” filan… “Büyücüler var ise şayet, bu cini savmak için gelse, bir şey okusalar!” falan… Var ise bir insanda böyle paranoya, başvurmadık şey bırakmaz o.

Zannediyorum, İslam dünyasında, ona musallat olmuş günümüzdeki paranoyaklar, esasen, haksız yere elde ettikleri şeyleri “Elden kaçırırız!” mülahazasıyla en masum insanların kanına, ırzına, namusuna tecavüz edercesine zulümler işliyorlar. Zaten onlar için namus, ırz, falan meselesi söz konusu değil; tecavüz ederler hafizanallah. Ve bunları yapanların en tehlikelileri de İslam dünyasındadır. Neden? Çünkü o şeytanî saltanatlarını korumak için İslamî argümanları kullanırlar. Camiye gelirler, ön safa geçerler, halkın içinde görünürler. Zat-ı Ulûhiyetin nâm-ı Celîlini tekrar eder dururlar; “Peygamberimiz!” derler. Bazen -o gün o moda olur ise- “Kur’an Müslümanlığı!” derler; bazen “Hadis Müslümanlığı!” derler; bazen “Fıkıh Müslümanlığı!” derler. Siz başka bir şey söylemiş iseniz, mutlaka kendilerine göre farklı bir şey söylerler. Bazen “İmamlar da kim oluyor? Kur’an bize yeter!” derler. Ben bunları söylerken, zannediyorum hatırlıyorsunuzdur; siz sosyal medyada duymuşsunuzdur bunları; şu ağzı-gözü bozulmuş, İslam dünyasının başına musallat olmuş eşrârın ağzından, şerâreler halinde akan bu şeni’, bu deni şeyleri defaatla duymuşsunuzdur.

Evet… İslamî argümanları kullanma… Namazı kullanma.. orucu kullanma.. haccı kullanma.. “Allah!” deme, “Peygamber!” deme, hâşa ve kellâ, bunları kullanma. En tehlikelisi bu… Sürüler bundan dolayı aldanabilirler.

İşte Firavun’un kullandığı gibi… “Baksana, Kamer Dağı’nın içinden çıkan Nil Nehri, altı ayda, bir senede boşalttığı su itibarıyla, o dağın hacminden çok daha büyük. Nereden çıkıyor o su? İşte o benim ayaklarımın dibinden aktığına göre, demek bende bir şey var! Bu insanlar beni alkışladıklarına göre, bunca insan yalan mı söyleyecek?!. Buna ister ‘tevatür’ deyin, isterse ‘meşhur’ deyin, bunca insan yanılmaz; demek ki bende hakikaten alkışlanacak bir yan var ki, alkışlıyorlar.” der. Ve onu kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapar. Takdir edilmeyi kaybetmemek için elinden gelen her şeyi yapar. “Bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih ettiği” için, o mevzuda elinden gelen her şeyi yapar. Dolayısıyla biraz evvelki mülahazalara bağlı olarak işi götürecek olursak şayet, bünyesine bir güve düşmüştür bunun, hiç farkına varmadan, onu kemiriyor, kemiriyor, kemiriyor. Fakat o, bunun farkında değildir. İç deformasyon yaşıyor demektir, bir iç çürümesi yaşıyor demektir. İyilikler, güzellikler dine ait güzellikler, içtenleştirileceği yerde, şeytanın dürtüleri, şerareleri, sinyalleri nefis tarafından sürekli çözülerek ona sunulduğundan dolayı, şeytanın şerarelerine göre hareket etmekte, nefs-i emmârenin dürtülerine göre hareket etmekte ve hevâ-i nefsine uyup hareket etmektedir.

   Ya kendileri birer paranoyak olan veya hedefine ulaşabilmek için toplumsal bir paranoyaya ihtiyaç duyan tiranlar, öteden beri, yaptıkları kötülükleri meşru ve mâkul gösterme hesabına yığınlarda ürperti hâsıl edecek şeyleri kullanagelmişlerdir.

“Hevâ-i nefsime uydum, pek çok günah ettim / Huzura hangi yüzle varayım, ya Rasûlallah!” diyor, hevâ-i nefsine hiç uymayan Leyla Hanım, Diyarbakırlı. Evet, مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ Nefsini/hevâsını ilah ittihaz eden; içten gelen dürtüleri ne ise şayet, taparcasına onların muktezasını yerine getiren, hafizanallah… Böyleleri âdetâ cinnet derecesinde her şey yaparlar. Kanun yoktur, bilmezler kanunu; hukuk yoktur, adalet yoktur onların kitaplarında; çünkü onlar, kitapsızdır. Kitap da okumazlar onlar. Belki şöyle-böyle diploma almışlardır fakat diplomalı cahillerdir hepsi.

Firavun’un “Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor!” şeklindeki ifadeleri de Hazreti Musa’ya karşı mele’ini kışkırtmaya matuf… Mele’, onun mâbeyn-i hümayunu, sergerdanları. Tabiî öyle serkerin aynı zamanda sergerdanı olması gayet normal. Mele’, o demek, Kur’an-ı Kerim’de geçen bir kelime; mâbeyn-i hümayun veya meclistekiler, meşveret halkı filan diyebilirsiniz. Onun halkı kışkırtması da bu tür paranoya mıydı, yoksa zulmüne bir bahane mi? Esasen zulme bahane bulma da yine paranoya ile irtibatlandırılabilir. Esas, “Yaptığım şeyleri yapacağım!” ilhâdı. Yaptığı şeylerin hepsi zulüm; yaptığı şeylerin hepsi zulüm… Ama insanları sindirme, bastırma, biraz evvelki menkıbe münasebetiyle bahsettiğim gibi, halkı o hale getirme…

Kelime kelimeyi hatırlatıyor; Kur’an-ı Kerim diyor ki: فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَأَطَاعُوهُ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ “O halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum idi.” (Zuhrûf, 43/54) Kavmini hafife aldı. “Kast sistemine göre, siz, benim seviyemde insan değilsiniz!” Kast sistemi Hindistan’dan mı Mısır’a gitti, Mısır’dan mı Hindistan’a gitti, belli değil! İnsanları tabakalandırma… Birinci basamaktaki insanlar, serkârlar; daha güzel ifadesi serkerler.. ikinci basamakta, onu alkışlayanlar.. üçüncü basamakta ona destek olanlar.. dördüncü basamakta, onun gözünün içine bakanlar.. beşinci basamakta, artık tamamen ona zıt gibi görünen, ezilmeyi hak edenler.. ondan sonra altıncı basamak, yedinci basamak, sekizinci basamak, dokuzuncu basamak… “Bunların hepsi ezilmeyi hak eden insanlar. Bunları ezmezseniz şayet, muhtemel -binde bir ihtimal- bunlar gelir sizi ezerler, Kahire’yi sizin elinizden alırlar, Ahramlara otağlarını kurarlar ve dolayısıyla bugüne kadar çırpınıp durduğunuz, çırpınıp durarak elde ettiğiniz şeyleri kaybetmiş olursunuz. Elli türlü zillete katlanarak elde ettiğin bu şeyi, üç-beş tane çapulcunun gelip senin elinden almasına göz yumuyor isen, sen, akılsızsın demektir. Öyle ise, bunların hepsinin kökünü kazımak lazım, kezzap döküp kurutmak lazım onu; benim yaşamam, bu saltanat ve bu debdebe ile yaşamam, buna bağlıdır. Benim var olmam, benden başkasının yok olmasına bağlıdır. Ya benim gibi düşünecekler veya hukuksuz, kanunsuz bunların hepsi ölümü hak etmişler demektir.”

İslam dünyasında olan şey, bu!.. Derdest edip götürüyor Saddamcılar, Kazzafîciler; derdest edip götürüyorlar, “Senin suçun var!” diyorlar. “Yok yahu, ben bir şey yapmadım!” diyor masum. “Ee bir şey yapmadığını ispat et!” diyorlar. Bakın, ne hukuk mantığı bu!.. Vallahi böyle bir mantıksızlık karşısında ve bir de buna mukabil sesini çıkarmayanlar karşısında şeytan -zannediyorum- zil takıp oynuyordur. “Hiçbir zaman insanlık üzerinde bu kadar hâkimiyet tesis edemedim ben! Yirminci asrı, Allah (celle celâluhu), benim için yaratmış; bencil, egoist insanlar, tam bana göre insanlar!.. Sanki bu asır, benim asrım!.. Enâniyet asrı; egoizma, egosantrizma, narsizma asrı…” diyordur.

Çok insanda olabilir paranoya, hafizanallah. Vehimlere bağlanabilir insan; vehimlere göre hareket edebilir. Ama zannediyorum bu mevzudaki problemleri, o isi-pası silecek bir şey var ise, o da akl-ı selim, kalb-i selim, ruh-i selim, hiss-i selim heyeti ile meşveret ederek meseleyi götürmektir. Sâlim düşünüyorlar, sâlim hissediyorlar, sâlim konuşuyorlar, sâlim ruhları var… مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ Bunlar ile meseleleri meşveret ederek götürür iseniz, sürçmezsiniz, Allah’ın izni-inayeti ile… Salmazsınız kendinizi zift çağlayanına, hafizanallah!.. Akmazsınız zift deryasına, hafizanallah!.. Ama bir kısım vehimlere kapılarak “Şuna sahip oldum, buna sahip oldum; elimden alırlar bunları!” mülahazasına kendinizi kaptırırsanız, hiç farkına varmadan paranoyanın değişik mertebelerinde, değişik makamlarında bir yer tutmuş olursunuz.

Siz tutmadınız, inşaallah tutmayacaksınız; size tutturamayacaklar onu, Allah’ın izni-inayeti ile. Çünkü talip olduğunuz şey, o kadar büyük, o kadar yüksek ki!.. Ahsen-i takvîme mazhariyetin gereği de odur. Siz, bulacağınızı bulmuşsunuz, artık bulacağınız bir şey kalmamış. O’nu (celle celâluhu) bulan için bulacak bir şey kalmamış demektir; O’nu kaybeden de bir şey bulmuş sayılmaz! Hikem-i Atâiyye’de, İbn Ataullah-ı İskenderânî (Sekenderânî), مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَكَ وَمَا الَّذِي فَقَدَ مَنْ وَجَدَكَ diyor; Hazreti Bediüzzaman da bunu alarak kullanıyor, bir kelime farkı ile. مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ * وَمَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ “O’nu bulan, ne kaybetmiştir ki! O’nu kaybeden de ne bulmuştur ki?!.”

Evet… Ağrıttım başınızı.. helal edin hakkınızı.. deşeledim sızınızı.. bir kere daha vicdanlara/vicdanlarınıza duyurdum tanıdığınız, bildiğiniz kimselerin çektiği şeylerden dolayı acınızı!..

Hicret ve Cihâd-ı Ekber

Herkul | | BAMTELI

Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz.”

Pek çoğu itibarıyla bu arkadaşlar, kendi ülkelerinde/vatanlarında, toprağını tûtiyâ gibi gözlerine sürmek istedikleri kendi yurtlarında/yuvalarında kendilerine yaşama hakkı verilmediğinden, kendi ülkelerini terk edip başka yerlere “cebrî hicret” etmiş arkadaşlar. Bazıları da daha önceden “ihtiyârî” olarak böyle bir hicreti yapmış, Avrupa ülkeleri, Amerika dâhil dünyanın değişik yerlerine açılmış insanlar… Olup biten şeyler olup biteceği, en son o senaryo realize edileceği âna kadar, arkadaşlar, ihtiyarî olarak, kendileri isteyerek, hür iradeleri ile dünyanın değişik yerlerine hicret ediyorlardı. Daha sonra cebrî hicretler başladı.

Kur’an-ı Kerim’de, bu hicrete delâlet eden çok âyet var: وَالَّذِينَ هَاجَرُوا، وَالَّذِينَ هَاجَرُوا Bazı yerlerde, وَجَاهَدُوا diyor. Hatta bir sûrede iki defa, hemen hemen bir iki kelime farklılığı ile geçiyor: “Hicret ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler ve aynı zamanda orada kendilerini cihâda verdiler, mücâhedeye verdiler.” deniyor.

Evet, “cihâd” kelimesini dillendirdiğimiz zaman, insanın aklına sadece “karşısına çıkan düşman ile savaş” meselesi geliyor. Bu, radikalizmin kullandığı bir malzeme ve başkalarının da gelip gelip hep ona takıldığı bir mesele… Oysaki mesele, siyakı ile, sibakı ile ele alındığı zaman onların anladıkları gibi değil.

Hicret ettiler, göç ettiler, yurtlarını/yuvalarını terk ettiler; ondan sonra da mücâhedede bulundular… وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ buyuruluyor ayet-i kerimede; “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah iyi davranan ihsan ehliyle beraberdir.” (Ankebût, 29/69) فِينَا deniyor; “Allah için, lillâh, livechillâh, li-rızâillah, li-şe’nillah ve li-hukuki Rasûlillah.” diyeyim ben. وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا Hizmet etme adına onlara yol yol üstüne, yollar yöntemler lütfettik…

Bir yol değil; değişik ülkelerin farklı kültür ortamlarına göre Allah (celle celâluhu) onları istihdam etti orada, farklı yöntemler kullandılar. Bir yol; temel disiplinler açısından çizgi korundu; Peygamberler güzergâhına riayet edilmeye çalışıldı. Fakat oradaki şartlar, konjonktür, küçük farklılıklar, nüans ve üslup farklılıkları ile farklı yollar… Esas/usûl değil, üslup farklılıklarıyla, “Değişik yollar/yöntemler hidayet ettik!” diyor Allah (celle celâluhu).

   “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz!”

Şimdi (Kur’an’daki “Cihâd” kavramında sadece) gittiğiniz yerde dal-kılıç, millete karşı maddî mücadele etmenizden bahsedilmiyor, gördüğünüz gibi… Meseleye derinlemesine baktığınız zaman, delâletin hiçbir çeşidi ile ona delalet etmediği görülüyor. Ama cihâdda aynı zamanda o mesele de söz konusu; ona “maddî cihâd” deniyor. İnsanlığın İftihar Tablosu da böyle bir cihâddan döndüğü zaman, “Cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere dönüyoruz!” buyuruyor.

Ona (maddî mücadele ve harbe) “cihâd-ı asgar” diyor. O (cihâd-ı asgar), kendine mahsus bir kısım şartlar muvacehesinde tahakkuk ediyor. O, insanın “Usûl-i hamse” dediğimiz şeyleri, nefsini, neslini, ülkesini koruması adına, başkalarına karşı, muhakkak veya kaviyyü’l-ihtimal olan bir kısım hadiseler karşısında başvurduğu bir yöntemdir. Buna Abdurrahman Azzam “tedâfuî savaş” diyor; bu sözüyle -esasen- meseleye itiraz edilmeyecek şekilde bir çözüm, bir yorum getiriyor; tedâfuî, yani esas “müdafaa savaşları” bunlar. Ya mutlak, size karşı yola çıkmışlardır; mesela, Roma’dan kalkmış tâ Ürdün’e kadar gelmişlerdir, geleceklerdir, gelme ihtimalleri vardır. Yermük ve Tebük, o mülahazalar ile gerçekleşmiştir. Bir dönemde Ebrehe’nin ordusunun geldiği gibi ki Persler onları/Habeşleri tahrik etmişlerdir. Belli bir dönemde daha sistematik olarak gelmeyi planlıyorlar Müslümanlar üzerine, tamamen yok etmeye niyetlenerek. Evet, ya öyle muhakkak bir karşılaşmaya veya böyle kaviyyü’l-ihtimal bir karşılaşmaya karşı biraz evvel işaret ettiğim şeyleri (usûl-i hamseyi) müdafaa adına tedâfuî savaşlar…

Ama bu, bir, arada bir cereyan ettiğinden dolayı; iki, belli şartlara bağlı olduğundan dolayı; üçüncüsü, burada bu işin içine nefis de karışabildiğinden, “küçük cihâd” olarak adlandırılmış. Bazen, ganimet elde eder insan, kahraman olur, gazi olarak geriye döner… Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) toptan, hepsini birden nazar-ı itibara alarak “cihâd-ı asgar” diyor; “Küçük cihâd… Ondan, büyük cihâda dönüyoruz.”

Bir: O küçük cihâdın ruhlarımıza şöyle-böyle bıraktığı izleri silme adına, nöronlarımızda bıraktığı izleri, tozu-toprağı silme adına… Hâşâ sahabînin dimağında, nöronlarında, hipofiz bezinde, Talamus bezinde böyle bir kirlenme olmaz. Ama Kur’an-ı Kerim’in bu mevzudaki ifadeleri, kıyamete kadar gelecek insanlara göre olduğundan, Efendimiz’in ifadeleri kıyamete kadar gelecek insanları nazara alarak ona göre hitap olduğundan dolayı, meseleyi “ashâb” çerçevesinde ele almamak lazım.

Şimdi öyle bir cihâddan döndüğü zaman, insanlar ganimet ile dönüyorlar; belki bazıları yeni İslamiyet’e girmiş, henüz o işin âdâb u erkânını tam bilemiyorlar. Bunların zihinlerinde de hafif, tahayyülî bir kısım toz-duman olabilir. Bu, küçük bir şey… Esasen bundan büyük bir şey vardır: Burada alınan bu şeyler var ise, toz-duman var ise, hayal kirlenmesi var ise, nöronlara bulaşan bir şey var ise, esasen bunlardan arınma mevzuu… Ona da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “cihâd-ı ekber” diyor; “büyük cihâd” diyor. O, insanın nefsine karşı, hevâsına karşı, şeytanına karşı, şeytanın şerarelerine karşı, sinyallerine karşı…

   “Baksana kendi hevâ ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline!..”

O, belli sinyaller gönderir, şifre çözücü gibi; nefis de onu çözer. İnsanın hevâ-i nefsine de uygun gelir o, hiç farkına varmadan. مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ “Nefsini/hevâsını ilah ittihaz etti.” sözü ile ifade ediyor onu Kur’ân, neûzubillah. Ne demek bu? O (nefis, hevâ-i nefis) ne diyor ise, onu yapıyor insan: “Eğil!”, eğiliyor.. “Kalk!”, kalkıyor.. “Yat!”, yatıyor.. “Rükûa var!”, varıyor.. “Secdeye var!”, varıyor… Hevâsı ne diyor ise, onu yapıyor, hevâ-i nefsi ilah ittihaz eden…

 Ağızlar, her ne kadar لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ dese de, tavırlar ve davranışlar o mevzuda hangi heyecan ile mızrap yemiş ise, onun gereğini yerine getiriyorlar. Hangi duygu, hangi düşüncenin mızrabını yemiş ise şayet… “Dil” değil esasen; esas “dil” dediğimiz, Farsçada “gönül”dür. Meseleler, bir yönüyle “gönül”den çıkıp “dil-dudak” arasına gelince, biz de ona en uygun bir kelime bulmuş, “dil” demişiz; Arapça’da karşılığı “lisan”. Esprisi bu, meselenin…

Efendimiz’in “cihâd-ı ekber” dediği şey, insanın nefsine karşı, hevâsına karşı, şeytanın sinyallerine/şerarelerine karşı, hafizanallah, halkın takdir etmesine karşı, alkışlamasına karşı, dünyanın câzibedâr güzelliklerine karşı, hezâfirine karşı, tûl-i emele karşı, tevehhüm-i ebediyete karşı, dünyada ebedî kalacakmışçasına, bilerek dünyayı âhirete tercih etmesine karşı…

İnsan sürekli iç kontrol ile kendisini zapturapt altına almaz ise şayet, kaybeder; o savaşta kaybeder insan… Dolayısıyla bu, süreklidir; çünkü insan, her gün bir şey ile karşılaşır. Bir yerde takdire bahis mevzuu olan bir konu ile karşılaşır.. bir yerde bir alkış ile karşılaşır.. bir yerde bir makam ile karşılaşır; bir paye ile karşılaşır.. bir yerde “Ona elini sürdüğün zaman ibadet sayılır!” takdiri ile karşılaşır.. bir yerde “Allah’ın bütün evsâfını câmî bir zât-ı mümtaz (!)” takdiri ile karşılaşır… Hiç farkına varmadan, bu şeytan sinyalleri karşısında mağlup olur; o zavallı, Peygamberler güzergâhında düşe-kalka yürüyordur fakat farkında değildir. “İslam!” diyordur fakat deyişi -esasen- kalbin yediği bir mızrap ile bir ses değildir, bir soluk değildir; dile-dudağa emanet, gayet yavan, gayet zayıf, sadece güftügû’dan ibarettir… Güftügû, dedikodu demektir. Dedikodu Müslümanlığı…

Bu itibarla, bu, sürekli olduğundan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bundaki başarıyı, öbüründeki başarıdan çok daha büyük görüyor ve o başarıya göre buna “cihâd-ı ekber” diyor.

   Hakk’a adanmış ruhlar, haritadaki konumunu dahi bilmedikleri yerlere irâdî hicret ile gittiler; gittiler ve “cihâd-ı ekber” yörüngesinde, hal ve temsil kanatlarıyla mücâhede ettiler.

Şimdi, arkadaşların durumları, işte böyle bir “cihâd” durumu… Allah (celle celâluhu), bir dönemde iradî olarak hicret ile onları tavzif etti. Bazıları da arkada kaldılar, onları desteklediler; kuvve-i maneviyelerini desteklediler, imkân açısından desteklediler, “Gidin, yolunuz açık olsun!” dediler, yollarına su serptiler, “Gitsinler, dönsünler, gelsinler!” dediler. Böyle karşılıklı “teâvün” oldu, “tesânüd” oldu, bir yönüyle “mesâînin tanzimi” oldu, Allah’ın izni-inayetiyle. Cenâb-ı Hak da bu vifâk ve ittifaka çok engin tevfîklerde, muvaffakiyetlerde bulundu. İslam’ın güzelliklerini hâl ile ve temsil ile başkalarının ruhlarına da nefh etme.. âdetâ bir sûr ile üflüyor gibi.. sûr değil, Mevlânâ’nın “ney”i ile seslendiriyor gibi tatlı tatlı nağmeler ile… Yerinde “Sabâ” ile, yerinde “Uşşâk” ile, yerinde “Hüzzâm” ile, yerinde “Rast” ile, yerinde “Hicaz” ile… “Burada bu gider, burada bu gider, burada bu gider!” dediler. Mizaçlara göre, mezâklara göre, kültür ortamlarına göre, Allah’ın izni ve inayeti ile, hâl ve temsil diliyle anlatacaklarını anlattılar.

Şimdi elektronik tabloya yansıdığı gibi, لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا Sevr sultanlığında… “Tasalanmayın, Allah, bizimle beraber!” Allah, beraber olduğunu gösterdi, hissettirdi. Öyle yerlere gittiler ki, o yer ile alakalı bir seminer dersi almamışlardı. Nereye? Zannediyorum haritayı önlerine koysaydınız: “Gideceğin şu yerin nerede olduğunu hemen, derinlemesine çok düşünmeden, parmağınla bana işaretle, ben de sana Nobel ödülü vadediyorum!” deseydiniz, bilemezlerdi. Sordular, gidip havaalanına, sordular; “Falan yere nereden gidiliyor, nasıl gidiliyor; uçak oraya gidiyor mu?!” falan… Öyle gittiler oraya. Ve giderken beş kuruşları yoktu. Belki sermaye olarak sadece karakterlerini, temsil güçlerini, hâl güçlerini ortaya koydular, Allah’ın izni-inayeti ile.

Cenâb-ı Hak da kale kapıları gibi kalblerin kapılarını açtı onlara. Hiçbir devlete müyesser olmayacak şekilde onlara hizmet ettirdi. Allah’ın izniyle, hâlâ da devam ediyor; onca tahribata rağmen devam ediyor. Evet, Cenâb-ı Hakk’a dua ve niyazda bulunalım -antrparantez- Cenâb-ı Hak, kıyamete kadar devam ettirsin. Çünkü o devamı işaretleyen, aynı zamanda gayb-bîn gözüyle görüp olacağını haber veren veyahut da bir hedef olarak gösteren Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm idi, sallallâhu aleyhi ve sellem: “Benim adım, güneşin doğup-battığı her yere gidecek.” diyor. Gecenin bitmediği, gündüzün bitmediği yerleri düşünün; penguenlerin dünyasından Kuzeyde bilmem nereye kadar… “Nerede Güneş doğup-batıyor ise, oraya kadar Benim nâmım ulaşacak!..” diyor.

Cenâb-ı Hak, onu çok kısa zamanda lütfetti, yaptırdı, biiznillah, biinâyetillah. Fakat o meselenin mahiyet-i nefsü’l-emriyesini bilmeyen nadanlar… “Nâdanlar, eder sohbet-i nâdan ile telezzüz / Divânelerin hemdemi, divâne gerektir.” “Sohbet-i nâdân, alâmet-i nâdânist.” Sâdî diyor, Gülistan’ında. Öyle, nâdanlar ile arkadaş olmak, onlar ile düşüp-kalkmak, arkalarından sürüklenmek; bu, cahillik alametidir.

Evet, arkadaşlarınız gittikleri her yerde -böyle- manevî cihâd ile mücâhede ettiler. Bir kere daha tekrar edeyim: “Cihâd” dediğimiz zaman, bir, maddî cihâd; biraz evvel arz ettiğim gibi, usûl-i hamsenin -“Hürriyet”i de ilave eden Usûlcüler var, “usûl-i sitte” olur o zaman.- muhakkak tehlikeler karşısında korunması, onlara karşı verilen savaşta maddî mukabelede bulunulmasıdır ki, buna “cihâd-ı asgar” deniyor. Fakat “cihâd-ı ekber”e gelince, o, devam ve temâdî ediyor. Bunun devam ve temâdîsi de insanın kendini sürekli iç kontrolüne tâbî tutması, kendi ile yüzleşmesi; sürekli -son yazılarda anlatıldığı üzere- kendiyle yüzleşmesi.. bir yönüyle, Allah ile münasebetini tekrar ber-tekrar gözden geçirmesi.. kendisini İslam’ın temel disiplinleri ile birkaç defa her gün test etmesi.. “Allah ile münasebetim nerede, acaba Ben nerede duruyorum? Nerede durmam lazım geldiği halde, şimdi neredeyim?” demesi… Bütün bunları, hem de kendini gördüğü yerin de birkaç adım gerisinde olarak kendini mütalaaya alıp gözden geçirmesi… Mesela, Cenâb-ı Hak, bir yere götürmüştür; bir el işareti ile kocaman bir belde, nûr-i iman ile tenevvür etmiştir. Fakat birkaç adım geriye çekilerek, “Ben olmasaydım, herhalde bu mesele çok daha ileriye gidecek idi!” mülahazasına bağlı, “Bir yönüyle bu mesele, bana bağlı gittiğinden dolayı, bana ait takılmalardan ötürü, takılma oldu!” demesi…

   Hicret, Mücâhede ve Sabır… Ah bunu bir bilselerdi!..

Evet, وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ * اَلَّذِينَ صَبَرُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ “(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştirir, onlara güzellikler hazırlarız. Âhiret’te verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!.. O muhacirler, (inançlarından dolayı başlarına gelenlere) sabretmişlerdir ve ancak Rabbilerine dayanıp güvenmektedirler.” (Nahl, 16/41-42) Bakın, diyor ki: Zulme uğradıktan sonra bunlar, hicret ettiler. لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً Dünyada, Biz, onlara mutlaka güzellikler hazırlayacağız. Ama onun ile yetinmeyecek sadece, وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ Âhiretin ecrine gelince, o, çok daha büyük!..

Aynı sûredeki ilgili ikinci ayette ise -Zannediyorum yukarıdaki ayetten birkaç sayfa sonra, Nahl sûresinde.- diyor ki: ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ “Buna karşılık, şüphesiz ki senin Rabbin, imanlarından dolayı mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya maruz kalan ve nihayet hicret eden, ardından Allah yolunda mücâhede eden, çalışıp didinen ve sabredenlerle beraberdir. Evet Rabbin, onların bütün bu güzel davranışlarına karşılık olarak elbette günahları çok bağışlayandır, (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî merhameti pek bol olandır.” (Nahl, 16/110)

İmtihana tâbi tutuldular, bundan dolayı hicret ettiler; imtihana tâbi tutuldular, cebrî hicrete maruz kaldılar. Ama gittikleri yerde boş durmadılar; mücâhedede bulundular, manevi mücâhede ile gönüllere otağlar kurdular. Allah (celle celâluhu) kalblere vüdd vaz’ etti. Cibril, bütün gök ehline duyurdu: “Allah, falanları seviyor, siz de sevin!” Efendimiz buyuruyor. Sonra Cenâb-ı Hak, onlara yeryüzünde gönüllerde alaka, sevgi ve vüdd vaz’ etti. Sonra gittikleri yerlerde sıkıntılara maruz kaldılar: Kamp sıkıntısı çektiler.. vize sıkıntısı çektiler.. geçim sıkıntısı çektiler.. muâvenetlere muhtaç oldular.. himmetlere muhtaç oldular… Ama dişlerini sıkıp “aktif sabır” içinde sabrettiler. اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ “Sabır, kurtuluşun sihirli anahtarıdır.” Sabrettiler, şikâyet etmediler…

Buna bir şey ilave ediyoruz: Aktif Sabır. Durağanlığa kendilerini salarak değil; o, insanı dağılmaya götürür, saçılmaya ve savrulmaya götürür. Hareket halinde sabır… “Ben, buradayım; şartlar, ne yapmama müsait? Konjonktür, bana ne kadar müsaade ediyor, vize veriyor?” Ona göre… إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bundan sonra artık, şüphesiz Senin Rabbin… Hem de Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nâm-ı celiline izafe edilerek… Muhatap olarak O’nu alarak: “Senin Rabbin…” Yani, Kendi ufkun itibarıyla, nâ-kâbil-i idrak; o nâ-kâbil-i idrak Zât-ı Baht var ya!.. O, لاَ تُدْرِكُهُ اْلأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ var ya!.. İşte o Senin tam bildiğin, başkalarının bilemediği Zât var ya!.. O, Senin Rabbin, مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Bütün bunlardan sonra… Bir de “Lâm-ı Te’kîd” var; لَغَفُورٌ رَحِيمٌ Günahları yarlıgayıcı… Mübalağa kipi ile; günahları yarlıgamada eşi-menendi yok!.. Bir de Rahîm; merhamet etmede de eşi-menendi yok!.. 

Hususiyle bu “Rahîm” kelimesi, رَحْمَنُ الدُّنْيَا، رَحِيمُ اْلآخِرَةِ denmesi de gösteriyor ki, kemâli ile âhirette tecelli ediyor; Cennet şeklinde, ırmaklar şeklinde, Hûriler şeklinde, Gılmanlar şeklinde… Ama zannediyorum, sizler, Hazreti Mevlânâ, Yunus Emre ve Hacı Bektaş gibi kimselerin mülahazasıyla, estağfirullah, daha arkalara giderek, anamız, büyük anamız Râbia Adeviyye mülahazasıyla -Ne kadar saygı duyduğumu zannediyorum kendisi bile bilmiyordur, Rabia validemize ne kadar saygı duyduğumu!..- “Ne helva, ne selva; illa Rü’yet-i Mevlâ!” dersiniz. Zannediyorum, ne Cennet’in ırmakları, ne köşkleri, ne villaları… Ama onlar, Allah tarafından birer atâya olduğundan dolayı, “Veren”in (celle celâluhu) hatırına, tahdîs-i nimet kabilinden kabul edilir. “Yâ Rabbi! Bundan dolayı da teşekkür ederiz, fakat gönlümüzü kaptırdığımız şey bizim, başkaydı; o da Senin cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek!..”

Cennet’in binlerce sene hayatı, bir dakikasına mukabil gelmeyen Cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etmek… Dünyada, ukbâda, bütün sistemlerde, trilyonlarca sistemde, Senin serpiştirilmiş güzelliklerinin hepsini bir anda müşahede etmek… Bu, öyle bir şey ki, gördükleri zaman, bayılacaklar… Çok tekrar ettiğim gibi, فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “Gördükleri zaman onlar, Cennet nimetlerini unutacaklar. Yazıklar olsun o ehl-i İ’tizâl’e ki, görmeyi inkâr ediyorlar. Yuf olsun onlara!” diyor, Bed’ü’l-Emâlî’de. Evet, şimdi bunlara dilbeste olmuş, Allah’ın izni-inayetiyle, yürüdüğü yolda yürüyor ve yaptığı o manevî cihâdı da yapıyor. Öyle birine karşı, bu ayette de ifade buyrulduğu gibi, Allah, Gafûr’dur, Rahîmiyeti ile orada tecelli edecektir.

   Burada çektikleriniz ötede tatlı birer menkıbeye dönüşecek; gözlerinizin görmediği, kulaklarınızın duymadığı ve akıllarınızın alamayacağı güzellikler içinde o menkıbeleri birbirinize anlatıp sohbet edeceksiniz.

O, Kendisi ifade buyurduğu gibi, bir kudsî hadiste de -O Kudsî hadise tercüman olan Zât’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) da canımız kurban olsun!- Allah şöyle buyuruyor: أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insan kalbinin de tasavvur edemediği nimetler hazırladım.” Sâlih kullarıma… Yaptığı her şeyi arızasız, gıllügışsız, içine bir şey bulaştırmadan; şöhret, nam, nişan, dünyevî ad, istikbal, yaşama zevki, bohemlik duygusu, rahat hissi, dünyayı bilerek âhirete tercih etme duygusu bulaştırmadan yapan… Bütün bunları elinin tersiyle itmiş; hep neye tâlip olacak ise şayet, ona olmuş. Bunların hepsini terk etmiş; bir yönüyle, “Tâlî şeyler bunlar, benim için!” demiş. أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ Sâlih kullarıma… Arızasız, kusursuz…

“İbadet” mi, “Ubudiyet” mi, yoksa “Ubûdet” mi? Cenâb-ı Hak, o zirveyi (ubûdet zirvesini) cümleye müyesser kılsın. O yolda olanlar, “Ben oraya ulaşacağım!” diye o niyet ile yürüyorlar ise, Allah, onunla mükâfatlandırır. Niyeti sağlam tutmak lazım; o niyete göre adım atmak lazım. O ufku yakalama adına kanatlanmak, üveyikler gibi kanatlanmak, ona doğru yürümek lazım!.. أَعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصَّالِحِينَ مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ Hiç göz, görmemiş… وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ Kulak işitmemiş… وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ Hiç kimsenin de tahayyül, tasavvur dünyasına gelecek gibi değil; insanın tahayyül edeceği, aklına geleceği gibi şeyler değil bunlar. Ben, sâlih kullarıma onları hazırladım.

Şimdi o salah korunduğu takdirde, tamamen her şey O’nun için yapıldığı takdirde, Allah (celle celâluhu) öyle şeyler lütfediyor ki, zannediyorum burada çekilen şeyler, o sıkıntılar, hani o imtihanlar, o iptilalar filan, öbür tarafta -Kur’an-ı Kerim’in başka bir ayeti ile ifade ettiği gibi- karşılıklı koltuklarda oturup anlatacakları menkıbelere dönüşüyor. Bizim geçmişte olan şeyleri anlattığımız gibi…

Ben 27 Mayıs’ı da gördüm, onun tokadını yedim; 12 Mart’ı gördüm, onun da tekmesini yedim; 12 Eylül’ü gördüm, onun çift tekmesini (çiftesini) yedim; 28 Şubat’ın hem tekmesini hem yumruğunu yedim. Fakat şimdi oturmuş bunları birer menkıbe gibi anlatıyoruz; rahat, Bedir’i anlattığımız gibi, bilmem nerede Ukbe İbn Âmir’in zaferini anlattığımız gibi, Perslere karşı zaferini anlattığımız gibi anlatıyoruz. Dudaklarımız ister istemez geriye gidiyor, meseleler artık bir menkıbe durumuna düşmüş gibi oluyor. Dolayısıyla bugün bu çekilen şeyler, Hak yolunda olanlar için, öbür tarafta insanların karşılıklı birbirine anlatacağı menkıbeler haline gelecek. Ve sonra dönüp bakacaklar: “Bu işleri bize yapan insanlar acaba neredeler?”

İnşaallah öbür tarafa (Cehennem’e) gitmezler; inşaallah, Araf’ta da kalmazlar. Orası da ayrı bir şey: Bir oraya bakma, bir beri tarafa bakma. Onun hakkında farklı yorumlar var: Sonradan girenler… Önce girememişler demek. Ama o tarafı da görüyorlar, bu tarafı da görüyorlar. Öbür tarafa bakınca, endişe ile titriyorlar; beri tarafa bakınca da sevinçle, inşirah içinde şahlanıyorlar. “Allah’ım, Allah’ım, Allah’ım!” diyorlar. اَللَّهُمَّ أَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ، بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ، وَآلِهِ اْلأَطْهَارِ، وَأَصْحَابِهِ وَأَتْبَاعِهِ وَأَتْبَاعِ أَتْبَاعِهِ اْلأَخْيَارِ “Allah’ım, ebrâr diye bilinen iyi ve hayırlı kullarınla beraber bizi de Cennet’ine dâhil eyle, seçkinlerden seçkin Peygamber’inin şefaatiyle, O’nun tertemiz aile fertleri, ashâbı, onları takip edenler ve sonrakiler arasında adım adım onların izinden gidenler hürmetine.”

   “Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”

Dünya, bundan ibaret: “Çeşm-i ibretle nazar kıl, dünya bir misafirhanedir / Bir mukim âdem bulunmaz ne acîb kâşanedir / Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda / Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?” Bırakın birileri saraylarda mecnunluk yaşasınlar, villalarda mecnunluk yaşasınlar, filoları olmakla mecnunluk yaşasınlar! Bence “akıllıca” yaşamak, tamamen öbür âleme kilitlenmektedir.

Ha, Cenâb-ı Hak, dünyada da dünyevilikler ihsan edebilir size. Ticaret yapıyorsunuzdur, zenginlik verebilir. Hazreti Osman’a vermiş, Abdurrahman İbn Avf’a vermiş. Radıyallahu anhüma; ikisinden de Allah, trilyon defa, katrilyon defa razı olsun, Allah razı olsun!.. Ama vermesi gerektiği bir yerde, lazım olduğu bir yerde -öyle diyorlar- beş yüz tane deveyi yükü ile vermiş. Beş yüz değil mi?!. Evet, yüküyle vermiş. Bu ne demek, biliyor musunuz? Günümüzde başları döndüren o zırhlı arabalar var ya; işte onların beş yüz tanesini birden verecek kadar… Kalbi o kadar açık; içine o kadar sokmamış o meseleleri, o kadar dışında dönmüş, o kadar meselenin emanetçisi gibi bakmış. Hazreti Pîr de bu meseleyi -anahtar ifadelerden bir ifadedir- şöyle vurgular: “Dünyayı kesben değil; kalben terk etmek lazım!”

Abdurrahman İbn Avf, Hazreti Osman ölçüsünde… İhtimal… Aşere-i Mübeşşere’den; hâşâ bir tırnağı olamam ben. Cenâb-ı Hak lütfetse, ben de onların arkasından kuyruk sallayarak bir fino gibi gitsem!.. Başımı -çok rahatlıkla- ayaklarının altına koyarım Abdurrahman İbn Avf’ın!.. Ama İnsanlığın İftihar Tablosu buyuruyor ki: “Abdurrahman İbn Avf’ı, Cennet’e sürüklenerek girerken gördüm.” “Sonradan giriyor.” diyor, servetinden dolayı… Bunu duyunca Hazret, bütün servetini Allah yolunda infak ediyor. Demek hiç gönlüne girmemiş onun.

Şimdi bu açıdan, meşru dairede kazanılan şeyler, verileceği yerde rahatlıkla verilmeli!.. Sizin insanınız, yani kardeşleriniz, o Anadolu’nun mübarek insanı, kafaları bozulacağı âna kadar… Değişik yerlerde, hiç anlamayan insanlar bile cömertlik sergilediler. Adını vermeyeceğim; anlamayan, bu işlerden anlamayan biri vardı. O dönemde herkesin kapısına gittik, tek bir yerde olumsuz bir tavır görmedik. Çok farklı insanları, ateist, deist, materyalist, pozitivist, bilmem ne, herkesi ziyaret ettik; hiç olumsuz bir tavır ile karşılaşmadık. Yine bu duyguya yakın birisinin yanına gitmiştik. Daha o zamanlar beş-altı tane okul vardı. Ben, onların nasıl yapıldıklarını anlatınca, öyle şahlandı ki adam, “Yahu, hocam, bir tane de ben yapayım!” dedi.

   Hizmetlerin “Kur’ânî Makuliyet” etrafında toplanmış adanmış ruhlarca yapıldığını göremeyen basar ve basiret mahrumları “Milyarlara hükmediyor!” diyorlardı; keşke anlayabilselerdi!..

Farkında değil bu insanlar!.. Yok bilmem Cemaat bir şey yapmış da!.. Yok, Kıtmîr, milyarlar ile meşgul oluyormuş da!.. Kıtmîr’in kitaplarının telifinden gelenden başka şeyi yok; emekli maaşı bile almıyor. Vaizlik… Vaaz etmediğim dönemde, emekli maaşımı almadım; bir fakire veriyordum ben onu. Çünkü vaaz ederken bile sorarak maaş aldım. Çünkü vaaz etme, esas, emr-i bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münkerdir; dolayısıyla şüphelendim. İmamlık yapıyordum. Fukahâ, müteahhirîn ulema, imamlıkta maaş almayı tecviz etmişler; fakat ben vaizlikte maaş almayı tecviz edene rastlamadım. On yedi, on sekiz yaşında iken, vaizlik-müftülük imtihanını kazanmıştım. Askerliğimden üç sene evvel Edirne’ye gitmiştim, o imtihanı kazanmış olarak gitmiştim.

“Acaba vaiz olsam, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerden maaş mı almış olurum? Yahu Allah’ın emrini emredeceksin, nehiylerini yasaklayacaksın, sonra da para alacaksın?!. Bu iş, bedava yapılır.” Sordum ben, Çağın Sözcüsü’nün önde gelen talebelerinden birisine sordum: “Ağabey!” dedim, “Bana vaizlik teklif ediyorlar ama ben bundan şüpheleniyorum!” Dedi ki: “Aynen senin gibi birisi geldi; Hazret-i Pîr-i mugân, Şem’i tâbân ve Ziyâ-i himmete dedi ki: ‘Efendimiz! Bana vaizlik teklif ediyorlar, yararlı olacağımdan bahsediyorlar. Ama ben, alacağım maaştan şüpheleniyorum. Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker karşılığı maaş alınır mı?’ Buyurdular ki: ‘Ona ihtiyacın var ise, al onu. Ona ihtiyacın yok ise, aldığını başkalarına infak et!’” Kıtmîr de vaizlikten çekildiği zaman, bir fakir aileye veriyordu. Sağ olsun (!) bunlar geldiler; bunlar çok hayırhah olduklarından (!) dolayı, “Sen, vaaz etmekte maaş almayı tecviz etmiyordun; vaaz etmediğin bir dönemde onu başkalarına yedirmen de caiz değildir. Seni -böyle- bir günahtan kurtarmak için, o maaşı da kesiyoruz!” dediler. Efendim, işin doğrusu bu fıkha da bayılmamak mümkün değil (!)

“Milyarlara hükmediyor!” diyorlar. Aslında teşvik… “Kur’ânî Makuliyet”te bir araya gelme… Bu tabir kime ait biliyor musunuz? Tâbiîn dönemindeki el-Muhâsibî diye birisine; kılı kırk yararcasına yaşayan bir insana… Kılı kırk yardığı zaman bile “Yahu bunlardan, bu kırk tanesinden bir tanesini de yine kırka yarabilir miyim?” diyecek kadar ince yaşayan bir insana… Kılı kırk yarma değil, kırkta birini bile kırka yarma hesabı ile oturup kalkan birisine: el-Muhâsibî. Onun için günümüzdeki teologlar hoşlanmazlar ondan. Neden? Yaptığı teklifler öyle ağır ki, onun karşısında kendilerine “Müslüman!” diyemezler, ondan dolayı. Dolayısıyla “Onun kitapları okunmasın!” derler.

“Kur’ânî Mantık” etrafında insanlar, bir araya geliyorlar. Siz diyorsunuz ki: Günümüzde insanlığın çok önemli dertleri/problemleri var. Mesela, ilhad problemi var. Hal ile, temsil ile bu işi ortaya koyabilecek insan kahtından dolayı, insanlar inanca karşı uzak duruyorlar. Hele bir de günümüzdeki radikalleri görünce… IŞİD gibi; Allah ıslah eylesin!.. Boko-Haram gibi; Allah, ıslah eylesin!.. Murâbıtîn gibi; Allah ıslah eylesin!.. Onlara silah yardımı yapanları, dolayısıyla onların çizgisinde olanları da Allah ıslah eylesin!.. Bakın, ne kadar, Allah’ın ıslahına ihtiyacı olan insan var!..

Evet, materyalizme inhimak gibi problemler var. Düşünün belli bir boşluk değerlendirilerek, Marksizm, toplumun hayatına hâkim oldu; Leninizm, toplumun hayatına hâkim oldu… Daha çok farklı cereyanlar, toplumun hayatına hâkim oldu. Deizm, şimdi çok yaygın, Türkiye’de de yaygın; toplumun hayatına hâkim oldu. Bu, bir toplum için önemli bir problem. İnanç, çok önemli, insanı şahlandıran kanat; ona mukabil bunlar, o kanatları kıran, insanı felç eden faktörler, sebepler. Bunlara karşı makul yol nedir? Şayet insanları bu türlü dertlerden iyi reçetelerle uzaklaştırmak mümkün ise, onu uygulamalı!.. Metastaz yapmış kanser gibi, AIDS gibi olmuş bu problemleri izale etmenin yolu, şayet eğitim ise, eğitim yolu ile bu problemleri izale etmeli!..

İkinci bir problem nedir? İnsanların ihtilafı, birbirini yemeleri; canavarlar gibi, yamyamlar gibi birbirlerini yemeleri… Bu ihtilafa ve tefrikaya karşı, değişik yerlerde açacağınız okullar ile, siyahı, beyazı, turuncuyu yan yana getirerek, esasen, insanlık çapında kardeşlik düşüncesini tesis etme… Dünyanın problemlerini halletme adına yapılması gerekli olan bir şey de bu…

Diğer bir problem nedir? Cehalet… İnsanları, Allah’a doğru giderken, o güzergâhta, Peygamberler şehrâhında, düşe-kalka hale getiren faktörlerden bir tanesi de cehalettir. Bunu izâle etmenin yolu da yine “eğitim” yoludur.

Şimdi siz bunları anlattığınız zaman, “İhtilafa çâre… Cehalete çare… Fakirliğe çâre… Ve dolayısıyla ilhâda çare… Birbirini yemeye çare… Bunların hepsi, eğitim reçetesi ile, mektep reçetesi ile, aynı zamanda pozitif ilimler ile, size ait değerlerin hallaç edilerek beraber sunulması sayesinde, Allah’ın izniyle, zâil olacak!..” dediğiniz zaman, siz bunları söyleyince, el-âlem meseleyi makul buluyor. Muhâsibî’nin ifadesine göre “Kur’ânî Makuliyet”. Sünnetî Makuliyet, yani Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunun makuliyeti çerçevesinde bir araya geliyor; herkes o istikamette saçılıyor, dökülüyor; dolayısıyla elinde-avucunda ne var ise, veriyor, Allah’ın izni-inayetiyle.

   “Kim gönül yıkar ise, iki cihan bedbahtı…”

Ve öyle oldu; öyle gelişmeler oldu. Gün geldi, dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde bin dört yüz tane okul oldu. Bunu görmezlikten gelmek, hem “basar”sızlık, hem de “basiret”sizliktir, körlüktür.

Diğerini ifade etmek için ise, sözlüklerde, ansiklopedilerde kelime bulamıyorum ben. Bunu görmezlikten gelme değil, bunu yıkma cehdi içinde bulunma… Böyle canavarlığın, böyle bir şenaatin, böyle bir denâetin hangi isim ile anılacağını bilmiyorum. İsterseniz, “Diyanet İslam Ansiklopedisi” var, bilmem kaç cilt, otuz küsur cilt mi ne? Alın ona bakın. Bu tabloyu ifade edebilecek kelime bulamazsınız. “Vahşet” deseniz, “Yahu bana hakaret ediyorsunuz!” der. “Denâet” derseniz, “Yahu hakaret bu, benim için!” der. “Şenâat” deseniz, “Hakaret!..” “Şeytanî şerâre” deseniz, “Yahu hakaret bana!” der. Şeytan der ki “Yahu bunu bana nispet etmeyin. Benim yaptığım şeyler belli, sınırlıdır. Bunlar öyle şeyler ki, benim yapmayı planladığım şeyleri çoktan geçti.” Evet, böyle derler.

Kur’ânî makuliyet ile teessüs etmiş şeylere karşı “cihâd-ı asgar” ilan etmek ve bunu “Sevap kazanıyorum!” diye yapmak, “cihâd-ı ekber” hakikatinden habersiz nâdanların işidir. “Nâdanlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz / Divânelerin hemdemi divane gerektir.”

Elektronik tabloya şu yansıdı: “Gönül Çalab’ın tahtı / Çalap, gönle baktı // Kim gönül yıktı ise…” Yunus Emre’nin ikinci mısraını değiştiriyorum biraz: “Kim gönül yıktı ise / O, iki cihan bedbahttı.”

Evet, yıkılan gönül sayısı ne kadar? “Kim gönül yıktı ise…” Şu anda ben k