Bamteli: DERİN MÜSLÜMANLIĞA İHTİYAÇ VAR!..

Bamteli: DERİN MÜSLÜMANLIĞA İHTİYAÇ VAR!..

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Eğer Cenâb-ı Hakk’ın kahrından korkuyorsan dinde sâbit-kadem ol, ağaçlar şiddetli rüzgârlara karşı köklerini bulundukları yerde daha bir sağlamlaştırırlar.”

Bizim, daha çok, “geceleri ihya etme”ye ihtiyacımız var. O’nunla (celle celâluhu) halvete ihtiyacımız var. Karşısında dururken, ciddî, kalb uyanıklığı içinde bulunmaya ihtiyacımız var. Çok iyi bildiğiniz “ihsan” manası açısından kulluğu devam ettirmeye ihtiyacımız var. Çok muhtacız; eskilerin ifadesiyle, eşedd-i ihtiyaç ile muhtacız.

Bu esen şiddetli fırtınalar karşısında, birbirini takip eden tsunamiler karşısında, hortumlar karşısında, koca çınarların bile mukavemet edemeyip devrilmeleri karşısında, bence Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine daha fazla, daha sıkıca sarılmaya ihtiyaç var. Büyük bir zatın dediği gibi, “Eğer Allah’ın gazabından korkuyorsan, emirlerine sımsıkı sarıl! Ağaçlar, değişik fırtınalar karşısında, devrilmemek için, yerin derinliklerine doğru sürekli kök salar dururlar!” Onun için kökleri suya yakın olan ağaçlar, fazla derinlere doğru kök salmadığından -buradaki ağaçlar gibi- çok küçük bir fırtınada hemen devrilirler. İşte böyle, derinlere doğru kök salan ağaçlar gibi, dinî emirlerde sürekli derinleşmeye bakmak lazım. Çünkü çok kimsenin düşmanca, zalimce, haince, derinlemesine üzerinize geldiği bir dönemde, şayet siz aynı derinlikle onlara karşı durmazsanız, dik durmazsanız, dik durmanızı devam ettirmezseniz, hafizanallah, o fırtınalar alır sizi götürür; ağaçların başında hazan yemiş yapraklar gibi savrulur gidersiniz.

Cenâb-ı Hak, bu güne kadar muhafaza buyurmuştur; bundan sonra da muhafaza buyursun! Bu hal, bu keyfiyet, bu tavır, bu davranış, bu gaye-i hayal devam ettiği ve onda sâbit-kadem olunduğu sürece -inşaallah- Cenâb-ı Hakk’a atılmış her adım, adımlarla mukabele görür; yürüme, koşma ile mukabele görür. Mukabeledir bunlar. Siz, “bir” damla bir şey yaparsanız, O (celle celâluhu), “on” yapar, “yüz” yapar, ihlasınıza, niyetinizdeki samimiyetinize göre.

Bu açıdan da bir taraftan kullukta derinleşmeye, bir taraftan da derinleşmeye gerçek kıymetini kazandıracak olan “ihlas”a ve “samimiyet”e çok önem vermek lazım. “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” diyor Hazreti Üstad ısrarla. İtiraz edilmeyecek bir şeydir. “Amelinizde rıza-i İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Madem öyle bir teminat, öyle bir garanti var, o mevzuda bir taraftan “amelde ciddiyet”, hiç aksatmama; diğer yandan ihlas ve samimiyet…

Hatta antrparantez bir şey arz edeyim: Hepimiz insanız, farklı kültür ortamlarından geldik. Acaba gençliğimizde ibadetlerimizi hassasiyetle yerine getirebildik mi? On beş yaşında namaz farz olur, bazılarına göre. Bazılarına göre, “on sekiz yaş” diyorlar, rüşd yaşı. Siz belli bir dönemde, mesela on üç yaşında başlamışsanız, kendinizi on üç yaşında reşid hissetmişseniz, mümeyyiz hissetmişseniz, o günden itibaren başlamışsanız; acaba o mevzuda taharetinize tam dikkat ediyor muydunuz? İstibrânızı kemâl-i hassasiyetle yerine getiriyor muydunuz? Hakikaten namazı, dıştaki şartları ile, içindeki rükünleri ile ve için içindeki huşu ile قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ “Mü’minler, muhakkak kurtuldu ve gerçek mazhariyete ulaştılar. Onlar, namazlarında (Allah’ın huzurunda bulunuyor olmanın şuuruyla) tam bir saygı, tevazu, içtenlik ve teslimiyet içindedirler.” (Mü’minûn, 23/1-2) ayeti mucebince eda ediyor muydunuz? Namazı huşu ile, Allah karşısında tir tir titreyerek اَللَّهُمَّ اجْعَلْنِي أَخْشَاكَ كَأَنِّي أَرَاكَ “Allah’ım! Beni öyle bir haşyet sahibi kıl ki, Seni hep görüyor gibi oturayım, kalkayım, doğrulayım, eğileyim, yürüyeyim, öyle yatayım!” duygusu içinde miydik?!. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatarken bile ayaklarını kıvırıyor, teeddüben; elini başının altına koyuyor, teeddüben; kıbleye müteveccih yüzünü çeviriyor, teeddüben. Acaba, ben bunların hepsine riayet ettim mi? Etmedim ise, “Vira bismillah!” deyip, şu belli bir yaşa kadar olan namazlarımı bir daha kaza edeyim!.. Her gün bir yirmi rekat, kırk rekatıma ilave etsem ne olur?!. Böyle bir derinleşme!..

   Kullukta derin olmayan insanlar, daha evvel bin bir yeminle “Dönmem!” demiş olsalar bile, bazen küçük bir fırtına karşısında fırıldak gibi dönerler!..

Derince üzerinize gelen zâlimlere, hâinlere, Hizmet düşmanlarına, nâm-ı celil-i Nebevî’nin dört bir yanda şehbal açmasına savaş ilan edenlere karşı ayakta durabilmek için Allah ile münasebetin çok kavî olması lazım. Sıradan, camide, cemaat halinde gidip yatıp kalkan insanların seviyesinde ibadet ü tâat değil; Allah’ı görüyor gibi kulluk yapma!.. Siz, henüz o ufku yakalamamış iseniz şayet, hiç olmazsa, O’nun tarafından her rükünde görülüyor olma mülahazasıyla hareket etme!.. Görüyor; ellerimi kaldırdım ben, O (celle celâluhu) beni görüyorsa, ona göre saygıyla, nasıl dediyse öyle… Fukahâ-i kirâm’ın değişik hadislerden istinbatlarına göre, böyle omuz hizasında; Hanefi fukahâsının değişik şeylere dayanarak dediği üzere, kulak yumuşaklarına ellerini değdirecek şekilde veya değdirme seviyesinde; “İşte tam Allah’ım bunu istiyor benden! Efendimiz de bu şekilde talim buyurmuştu.” diyerek hareket etme… Sonra ellerimi nasıl bağlayacaksam; orada da bazı fukahâya göre salma, bazı fukahâya göre göbeğin üstünde bağlama, bazı fukahâya göre böyle göğsünün üstünde bağlama… Büyük çoğunluk, sizin yaptığınız gibi, Hanefî fukahâsının yaptığı gibi, tüm Kûfelilerin yaptığı gibi, ellerini göbeklerinin üstünde bağlıyorlardı; büyük ölçüde âlem-i İslam’da da öyle uygulanıyor, öyle uygulanmış.

Şimdi o, bu; o mevzuda meselenin münakaşasını yapmamak lazım. Fakat benim yaptığım şeyler, bunlar eğer birer rükün ise.. yani, yapılması, ortaya konması gerekli olan bir bütünün parçaları, iç parçaları ise şayet.. dışta onun için hazırlık nev’inden olan şartlar değil, esasen iç parçaları ise.. iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rükû, sücûd, ka’de-i âhirede teşehhüd miktarı bekleme… Teşehhüdü okurken, “el-Hüccetü’z-Zehrâ”daki mülahazalar içinde, Allah huzurunda duruyor olma şuuru ile her kelime, âdetâ bir mızrap gibi kalbimize inmeli, ses çıkarmalı. اَلتَّحِيَّاتُ Cenâb-ı Hakk’a karşı ta’zimâtımızı, tekrimâtımızı ifade ediyoruz. اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ، وَالصَّلَوَاتُ Allah’tan rahmet, meleklerden istiğfar, müminlerden dua olan salavâtı zikrediyoruz. Sonra اَلتَّحِيَّاتُ لِلَّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ Bütün “tayyibât”ın O’na ait olduğunu ikrar ediyoruz.

Cenâb-ı Hak, şöyle buyuruyor: مَنْ كَانَ يُرِيدُ الْعِزَّةَ فَلِلَّهِ الْعِزَّةُ جَمِيعًا إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ وَالَّذِينَ يَمْكُرُونَ السَّيِّئَاتِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَكْرُ أُولَئِكَ هُوَ يَبُورُ “Kim izzet istiyorsa, izzet bütünüyle Allah’ındır (ve dolayısıyla onu Allah’tan istemelidir). (İzzet sebebi) pak söz O’na yükselir ve meşrû, sağlam, yerinde ve ıslaha yönelik aksiyon o sözü yükseltir. Buna karşılık, sürekli kötülük düşünüp kötülük tuzakları kuranlar için ise çetin bir azap vardır. Onların kurdukları bütün tuzaklar boşa gitmeye mahkûmdur.” (Fâtır, 35/10) Tayyibât (pak sözler), her şeyden önce tevhid/şehadet cümlesi, yani “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah” ilanıdır. Diğer iman esaslarını da bu şekilde ilan etme ve bütün diğer güzel sözler, bu cümle üzerine oturur. Bu sözleri sadece söyleme, onların gerektirdiği aksiyon (amel) olmazsa, söze sözün gerektirdiği davranış eşlik etmezse, sadece ağızdan çıkan ve iddia niteliğindeki sözün Allah katında fazla bir değeri olmaz. سُبْحَانَ اللَّهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ اللَّهِ الْعَظِيمِ tayyibâttandır. Veya ism-i A’zam olarak zikredilen dualar, onlar da var: اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ بِأَنَّ لَكَ الْحَمْدَ، لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ، اَلْمَنَّانُ، بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ ذُو الْجَلاَلِ وَالْإِكْرَامِ * يَا حَنَّانُ يَا مَنَّانُ، بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَالْإِكْرَامِ * سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ لِلَّهِ وَلاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَاللهُ أَكْبَرُ، وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ * لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ * يَا رَبُّ، يَا فَرْدُ، يَا حَيُّ، يَا قَيُّومُ، يَا حَكَمُ، يَا عَدْلُ، يَا قُدُّوسُ  

Bunlar gibi, daha neyi diyorsanız!.. إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ Kelime-i tayyibe, Allah’a yükselir; nezd-i Ulûhiyete arz edilir. Fakat onun kanadı, amel-i sâlihtir; arızasız, riyasız, gösterişsiz, ucubsuz, fahirsiz amel. “Ben, Allah kapısında bir kapıkuluyum! Başım, hep Senin eşiğinde. Beni de kabul buyur, kabul buyurduğun insanlar içinde! Kendime bakıyorum da kabul edilecek hâlim yok benim; perişanım, derbederim, garîbim, nâtüvânem, el-emân gûyem, meded-hâhem, zidergâh et, İlahî! -Hazreti Pîr’in Farsça dediği gibi.- Başım, kapının eşiğinde.. elim, o kapının düğmesinde.. Senin nâm-ı Celîlini, Esmâ-i Hüsnâ’nı anmak suretiyle, ben, kapının tokmağına dokunuyorum. Benim niyazımı, lütfen, kabul buyur Allah’ım!..” şuuruyla edâ edilmesi; böyle derince meselenin üzerine gidilmesi.

Benim arz ettiğim şeyler içinde, meselenin derinliğini -zinhar- ölçmeye kalkmayın!.. Benimki, benim sığlığıma göre ifade ediyorum ben bunu. Siz, kendi gönül derinliğiniz içinde meseleye bakın; ona göre!.. Nasıl? O mevzuda, böyle mercan adalarına dalıyor gibi dalmak gerekli; balıklamasına o işin içine dalmak lazım. Boğulma varsa, mercan adalarına doğru giderken boğulma olmalı; mercan adalarına doğru giderken boğulma olmalı!..

Şimdi böyle bir derinlik olmazsa şayet, işte bir küçük yel karşısında devrilmeler olabilir. İnsanlar iftiraya girebilirler, “itiraf” unvanıyla. Birilerine şirin görünmek için çizgilerini değiştirebilirler. Bir dönemde “Benim kırmızı-çizgim, katiyen çiğnetmem onu; ölürüm, ölürüm yolumdan dönmem! Nâm-ı Celîl-i Muhammedî’nin dört bir yanda şehbal açması için, o nâmı dalgalandırmak için ölesiye koşarım, dönmem!” demişlerdir. Fakat bu mevzuda şayet o derinliğe sahip değilsek, bir fırtına karşısında bazen, “Dönmem!” derken fırıldak gibi dönmeler olabilir.

Görüyorsunuz; kendini umur-i dünyeviyeye kaptırmış olanların halini. 3. Mustafa’nın sözleri tarif ediyor onu:

“Yıkılupdur bu cihan, sanma ki bizde düzele,

Devleti -çerh-i denî- verdi kamu müptezele,

Şimdi ebvâb-ı saadette gezen, hep hezele,

İşimiz kaldı heman merhamet-i Lem Yezel’e.”

Beynin nöronları bunlar ise, bunların size empoze edeceği, sinyaller halinde göndereceği şeylerin, sizin ruh dünyanızda nasıl bir tahribat yapacağını siz hesaba katın!.. Nöronlar bunlar; onlar hükmediyor, sinyalleri onlar gönderiyorlar. Doğrusunu seçebilirsen seç bu arada. İçinde bir tane yoksa alacağın şey de bellidir.

   Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukahâ rehberliğinde, Selef-i Sâlihînin yolunda, doyma bilmeyen bir iştiyak ile hep O’na doğru yürümek lazım!..

Bu açıdan Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet, Kıyas-ı Fukahâ; selef-i sâlihînin yolu; Ebu Bekr u Ömer u Osman u Ali’nin yolu, radıyallâhu anhüm elfe merrâtin. O mevzuda meseleyi pekiştirme; bir “urve-i vüskâ”, kopmayan bir urgandır, bir zincirdir; ona sımsıkı sarılma!.. Yoksa gevşek durursanız, hafizanallah, bir defasında başkasının akıntısına kapılırsınız, bir başka zaman bir başkasının akıntısına. Bir defa “A”ya kapılırsınız, bir defa “K”ya kapılırsınız, bir defa “P”ye kapılırsınız ve böylece -hafizanallah- savrulur giderseniz. Benim şâir arkadaşımın dediği gibi; iki mısra aklımda kalmış; saatçi idi fakat şiir de yazardı, halktan bir insandı: “İsyan deryasına yelken açmışım / Kenara çıkmaya koymuyor beni!..” Hiç farkına varmadan, eğri-büğrü bir deryaya yelken açar insan; sonra o sahilsiz, limansız, rıhtımsız deryada sürüklenir gider, rotasız gemiler gibi ki “Rotası olmayan, pusulası olmayan geminin rotası denizin dibidir!”

Derinleşmek lazım… Derinleşmek lazım… Derinleşmek… “Min indi nefsî” (kendi nefsimden mi) mi bunlar?!. “Hel min mezîd” yolu gösterilmiyor mu?!. Mesela; hakiki bir mürşit buldun. Niyazî-i Mısrî’nin dediği gibi, “Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır!” Efendim, falanın arkasından, filanın arkasından… Fetvalar yağdırır; “Yol bu, yöntem bu, gerisi angarya… İşte bu yolda, ayağa kalkacaksan, ayağa kalk Sakarya!” derler. Birilerinin hesabına konuşur, onların hissiyatına tercüman olurlar. Öyle değil!.. Allah (celle celâluhu), Kitâb’ında ne diyor; İnsanlığın İftihar Tablosu, o Kitâb’ın kavl-i şârihi, beyân-ı vâzıhı olan beyanında ne diyor? Fukahâ-i kiram, ekstradan Allah’ın yarattığı insanlar… Selef-i Sâlihîn, ekstradan Allah’ın yarattığı insanlar… Onlar, o meseleleri nasıl anlamış ve nasıl yorumlamışlar?!. Adım adım o izleri takip etmek suretiyle, Allah’a doğru yürüme… Cenâb-ı Hak, öyle yürümeye, o “ihsan” şuuruyla öyle yürümeye muvaffak kılsın!..

Bir mürşide el veriyor. Sonra ondan aldığını alıyor ama doyma bilmeyen bir talip… Âdetâ hayalen, fikren, ruhen, kalben, kalbî ve ruhî hayatı itibariyle Sahabe-i kiram meclisine giriyor. Hazreti Ebu Bekir’de onu okumaya, Ömer’de okumaya, Osman’da okumaya, Ali’de okumaya (radıyallâhu anhüm) bakıyor. Aldığı şeyleri alıyor; öyle bir alıyor ki, hani “Parmağım aşkın balına, bandıkça bandım, bir su ver!” der gibi. “Bak şu gedanın haline, bend olmuş zülfün teline / Parmağı aşkın balına, bandıkça bandım, bir su ver!” (Gedâî) Bandıkça isteği artıyor. Hani deniz suyu içen, su adına ihtiyacını, su içme ihtiyacını çoğalttığı gibi, o da marifet adına, muhabbet adına, aşk u iştiyak adına derinleştikçe, içinde daha bir derinleşme arzusu oluyor. Sürekli, “Hayır, doymadım ben!” diyor orada. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hâlesine uzaktan bakıyor; insanların bayılıp gittiklerini, o insibağ ile münsebiğ olduklarını görüyor. Müthiş bir şey!.. Hâşâ, orada “Doymadım!” diyemez insan…

Fakat bir yönüyle, esas zirveyi bize gösteren, rasat ettiren… Rasathane orasıdır, o hâledir. Oradan sonsuza bakıyor; “Ma’allah”a bakıyor, “maiyyetullah”a bakıyor. Demiyor muyuz; اَللَّهُمَّ تَوَجُّهَكَ، وَنَفَحَاتِكَ، وَأُنْسَكَ، وَقُرْبَكَ، وَمَعِيَّتَكَ، وَعِنَايَتَكَ، وَرِعَايَتَكَ، وَكِلاَءَتَكَ، وَحِفْظَكَ، وَحِرْزَكَ، وَحِصْنكَ الْحَصِين، وَالنُّصْرَةَ عَلَى أَعْدَائِنَا كُلِّهِمْ أَجْمَعِينَ Ve zirve:وَخَالِصَ الْعِشْقِ وَاْلاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وَأَحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ، وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ  “Allahım, sevgi ve rahmetle bize teveccüh buyurmanı; ilâhî nefhalarınla, ötelerden esintilerinle gönlümüzü şâd kılmanı; dostluğun, yakınlığın ve yüce şanına yaraşır şekildeki beraberliğinle bizi yalnızlıklardan kurtarmanı; vekilimiz olarak bizi gözetip kollamanı, hıfz u sıyanetinle korumanı, aşılmaz manevî kalelerinin ve sağlam sığınaklarının içine almanı; bütün düşmanlarımıza karşı bizi yardımınla destekleyip zafere ulaştırmanı diliyoruz. Allah’ım! Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyoruz. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz.” Bakın, doyma bilmeme meselesi, böyle bir mevzuda olmalı!.. Yoksa dünyada doymuşsun, doymamışsın, ne ifade eder?

Dünya… O büyük Zât’ın ifadesiyle, “Burada tatmaya izin var, doymaya izin yok!” Tadacak ilahî nimetleri. “Allah’ım! Sen, ağzı vermişsin; ona göre bir şeyler de vermişsin. Ne kadar uyum içinde bunlar?!. İhtimal hesaplarına göre, riyazî mülahazaya göre baktığın zaman, bu uyum, ancak yüzde bir ihtimalle olabilecek bir şey, binde bir ihtimal ile olabilecek bir şey. Sana binlerce hamd ü senâ olsun; beni böyle bir düşünce ufkuna i’lâ buyuruyorsun!” İşte bu kadar; tatma, o kadar. Kuvve-i zâika, kapıcı; o kadar vereceksin, onun da hakkını vereceksin. Ağzına koyduğun her şeyi, onun hakkını yercesine, hemen yutmayacaksın. Öyle yapmakla, kapıcının hakkını yiyorsun ve aynı zamanda mideyi de zora koşuyorsun. Oysaki orada ezilmesi, hazmedilmesi, midenin işini kolaylaştırır. Sen onu orada çiğnerken, midede sulanma asitleri meydana gelir; o oraya hemen “şıp” diye düştüğü zaman, o da erimeye başlar orada. Dolayısıyla ağzının hakkını da, dilinin hakkını da, kuvve-i zâikanın hakkını da, yutağın hakkını da, midenin hakkını da, kolonların hakkını da, her şeyin hakkını düşüneceksin! Bu haklar çiğnendiğinden dolayı, bazen orada, bazen dilde, bazen midede, bazen kolonlarda değişik değişik arızalar oluyor. Neden oluyor bu arızalar?!. Allah, onların hangi fonksiyon için yaratıldıklarını gösterme, duyurma veya o nimetlerin kadrini bildirme adına tembihte bulunuyor, kulak çekiyor; adeta “Aklınızı başınıza alın!” diyor. İhtimal hesaplarına göre, bunların böyle dengeli olması, trilyon trilyon trilyonda bir ihtimalle ancak olur; fakat ben onu genelde riyazî düşünceye kâil olanlara göre söylüyorum; belki olmaz, yine olmaz.

Doyma bilmeyen bir iştiyak ile hep O’na doğru yürüme… Fenafillah.. Bekâ-billah.. Maallah… Sen’in rızan, Sen’in hoşnutluğun; hep Sen’inle beraber olma… Var ya: Hep hakkı heceleme, oturup-kalkıp Hak ile geceleme!.. İbrahim Hakkı hazretlerinin ifadeleriyle; “Ey dîde, nedir uyku; gel uyan gecelerde!” Efendimiz’in şu ayet hakkındaki sözüne aykırı yanı var mı?!. إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ * اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَاْلأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip sürelerinin uzayıp kısalmasında düşünen insanlar için elbette birçok deliller vardır. Onlar ki Allah’ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünür ve derler ki: Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz.” (Âl-i Imrân, 3/190-191) Efendimiz bu ayetle ilgili olarak “Yazıklar olsun bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere!” buyuruyor. Âişe validemiz, Efendimiz’in bu ayeti okuyup hıçkıra hıçkıra ağladığını ve ağlama meselesini nazara verdiğini anlatıyor. إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الأَلْبَابِ * اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ Yatarken, kalkarken, otururken, bakarken… Cenâb-ı Hakk’ın bu muhteşem kitapta, tekvînî emirlerde, icraat-ı Sübhanîyesine -işte biraz evvelki mülahazalarla, riyazî bir mülahaza ile- bakma ve “Aman efendim! Bu ne nizam, bu ne ahenk?!.” deme!..

Rahman sûre-i celîlesini düşünün: الرَّحْمَنُ * عَلَّمَ الْقُرْآنَ * خَلَقَ الْإِنْسَانَ * عَلَّمَهُ الْبَيَانَ * الشَّمْسُ وَالْقَمَرُ بِحُسْبَانٍ * وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ * وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ “Rahmân. Kur’ân’ı öğretti (insanlığa ve cinlere); insanı yarattı; ona konuşmayı talim etti. Güneş de, ay da, (Rahmân’ın tespit buyurduğu) bir hesaba göre vardır ve bir hesaba göre hareket eder. Yıldızlar ve ağaçlar da (Allah’a) secde eder, (O’na, kanunlarına tam teslimiyet halindedirler). Ve gök, Allah onu (yerin üstünde) yükseltti ve ölçüyü, dengeyi koydu.” (Rahman, 55/1-7) Mîzân… Mîzân… Dört defa mizân ve âhenk vurgulanıyor. “Aman Allah’ım, bu ne âhenk! Ne baş döndürücü âhenk!..”

Âyetü’l-Kübra, ona tercüman olmuş. Orada “Hel min mezîd!” deniyor. Yürü, durmadan yürü. Sen yürüdükçe, Cenâb-ı Hakk’ın vâridatı sağanak sağanak başından aşağıya dökülecek. İnsanlığın İftihar Tablosu öyle buyuruyor, ağlıyor orada. Efendim, İbrahim Hakkı hazretlerinden diyordum:

“Ey dide nedir uyku gel uyan gecelerde

Kevkeplerin et seyrini seyran gecelerde

Bak heyet-i âlemde bu hikmetleri seyret

Bul Sani’ini ol âna hayran gecelerde

Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil

Koy gafleti dildardan utan gecelerde

Az ye az uyu hayrete var fani ol ândan

Bul canı beka ol âna mihman gecelerde.”

Evet, hep Hakk’ı heceleme; oturup kalkıp, hep Hak ile geceleme… O (celle celâluhu), gecenin son sülüsünde -geçen sohbette de min gayri haddin ifade etmeye çalıştım- gecenin son üçte birinde sema-i dünyaya teveccüh buyuruyor. Hadis, ifade ederken, “iniyor” diyor orada; tenezzül buyuruyor, teveccüh buyuruyor, orada tezâhür buyuruyor ve diyor: “Yok mu şunu yapan, mukabele edeyim! Yok mu şunu şöyle eden, mukabele edeyim! Yok mu şunu şöyle eden…” Açıyor gök kapılarını; Kendi Arş’ının kapısını, Kendi Kürsî’sinin kapısını açıyor, insanları davet ediyor; “Dileyin, dilediğinize icâbet edeyim Ben!” diyor. Bu yolla derinleşmek suretiyle, o maiyyeti ihraz etmek suretiyle, şeytan ve şeytan avenesinin sürekli değişik güzergâhlarda, değişik köşe başlarında kurguladıkları şeytanî komploları aşabilmek için, bunlara eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğumuzu bir kere daha tekrar edeyim.

   Soru: Sohbetin tedaî ettirdiği bir ayet-i kerimeyi sormak istiyoruz. Derinlikten bahsettiniz. Ahzâb Sûresi’nin 35. Ayeti’nde ifade edilen hususlar mü’minin derinlik ufku ve Kur’an’ın nazarları çevirdiği derinleşme vasıfları olarak görülebilir mi?

Evet, orada Cenâb-ı Hak, şöyle buyuruyor: إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّقِينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّائِمِينَ وَالصَّائِمَاتِ وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِرِينَ اللهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ أَعَدَّ اللهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا “Allah’a tam teslim olmuş erkekler ve tam teslim olmuş kadınlar.. hakkıyla ve gerçekten iman etmiş erkekler ve hakkıyla ve gerçekten iman etmiş kadınlar.. (İslâm’ın her hükmüne baş eğmiş) tam itaatkâr erkekler ve tam itaatkâr kadınlar.. (bütün söz ve davranışlarında) dürüst ve yalandan uzak erkekler ve dürüst, yalandan uzak kadınlar.. (İslâm’ı yaşamada) sebatkâr ve başlarına gelenlere sabreden erkekler, sebatkâr ve sabırlı kadınlar.. (Allah karşısında) tam manasıyla saygılı ve boyunları önde erkekler ve tam manasıyla saygılı, boyunları önde kadınlar.. (Allah yolunda ve muhtaçlar için) infakta bulunan erkekler ve infakta bulunan kadınlar.. oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar.. ırzlarını, iffetlerini ve açılmaktan avret yerlerini koruyan erkekler ve ırzlarını, iffetlerini ve açılmaktan avret yerlerini koruyan kadınlar.. (ibadet içinde ve dışında) Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar: Allah, bu kutlu insanlar için sürprizlerle dolu bir mağfiret ve pek büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzâb, 33/35)

Ayetin sebeb-i nüzûlünde Ümmü Seleme validemizin bir sözünden bahsedilir. Kur’an-ı Kerim, çok defa, tağlîb tarikiyle (bir alâka ve ilgiden dolayı bir kelimeyi, başka bir manayı da içine alacak şekilde kullanma, ana-babaya “ebeveyn” denilmesi gibi) hitap eder. Esasen, tağlîb tarikiyle hitap yapılırken, “Söz kimin adına söyleniyorsa ille de o daha fâiktir” manasına gelmez. Nitekim mesela Hazreti Ebu Bekir ile Hazreti Ömer, tağlîb tarikiyle, beraber zikredilince, “Ömereyn” deniyor; Ömereyn… “Bû Bekreyn” falan denmiyor da “Ömereyn” deniyor. Bu açıdan da tağlîb tarikiyle söylenirken, çok defa, erkeklere hitap ediliyor gibi oluyor. Ümmü Seleme validemiz de, tabiî Efendimiz’e yakın. Onun “Ya Rasûlallah! Kur’ân’da daha çok erkekler hayır ile anılmaktadır…” demesi üzerine bu ayetin nazil olduğu anlatılıyor tefsir kitaplarında ve esbâb-ı nüzul kaynaklarında. Esbâb-ı nüzul mevzuunda “fîhi nazar” denebilir. Çok defa, meseleleri doğru anlama, yerli yerinde anlama adına, onlar önemli mercektir; gez-göz-arpacıktır. Hedefi yakalama adına önemli faktörlerdir âyetlerin nüzul sebepleri; önemli faktörlerdir fakat meseleyi sadece onlara bağlı görmemek lazım.

Evet, validemiz öyle diyor ve bu Ahzâb Sûresi’ndeki ayet nazil oluyor. Daha değişik yerlerde farklı şekillerde de geliyor bu: إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ Evvelâ “Allah’a tam teslim olmuş erkekler ve tam teslim olmuş kadınlar..” deniyor. Teslim olma, Müslüman olma… Demek ki “iman” eğer iz’an meselesi ise şayet, esasen taklidî ve şeklî kabullenmekten başlanıyor. Ve nitekim hani birileri “âmennâ” diyorlar da… قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِنْ قُولُوا أَسْلَمْنَا “(Birtakım) çöl sakinleri (bedevîler), ‘Biz de iman ettik.’ diyorlar. De ki: Hayır, siz iman etmediniz. Bu sebeple, ‘Biz, (İslâm idaresine teslimiyetle) Müslümanlar olduk.’ deyin.” (Hucurât, 49/14) “Âmennâ!” demeyin, “Eslemnâ!” deyin; çünkü siz, kalben yapmadınız, deniyor. Demek ki meseleyi tahkik etmeden, yetiştiği kültür ortamı itibarıyla duyduğu gibi ifade eden, ortaya koyan, edâ eden insanlar, sadece “teslim” olmuşlar. Yani bizim camilere giden cemaatin yüzde doksan dokuz virgül dokuzu gibi. Bunlar kültür ortamlarının kendilerine verdiği şey ile öyle Müslümanlar. Onlarda öyle bir derinlik, böyle bir maiyyet-i İlahîye, bir teveccüh-ü İlahiye, bir fenâ fillah, bir bekâ billah, bir maallah, bir seyr anillah, bir insanların elinden tutma yok; öyle bir dertleri yok!.. Bu açıdan da evvelâ “teslim” zikrediliyor. Duada da, bizim tesbihat duasında da اَلْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ، وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ deniyor ki, bu ayet-i kerimedeki bu sıraya, bu tertibe uygun olmuş oluyor.

Vakıa Hanefi fukahâsına göre, “vav” mutlak cem’ için olması itibarıyla, ille de o “tertip” manasına gelmeyebilir. Öyle denebilir de fakat İmam-ı Şâfiî ve onun gibi fukahâdan çokları, “vav”da “tertip” manasını da düşünüyorlar. Yani “vav” ile bir şey atfediliyorsa, demek ki, bir evvelki cümleye nispeten o, farklı derecede bir şey, ayrı bir şey; yani, aynı kategoride bir şey değil. Bu açıdan, islamdan sonra iman zikrediliyor: إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ “Müslüman olan erkekler, Müslüman olan kadınlar…” وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ  “Gerçekten, iz’ân şeklinde Allah’a iman eden erkekler ve kadınlar…” Aksine ihtimal vermeyecek şekilde, riyâzî kat’iyetle. Riyâzî kat’iyet derken de, onun üstünde iz’an. Çünkü “riyâzî kat’iyet” dediğimiz şeye genelde misal verirken, “İki kere iki dört eder.” diyoruz. Kemmiyyette adetler birbirine müsâvî olmadığından dolayı, “iki kere iki” dört etmeyebilir bazen. Adetler müsâvî olmadığından dolayı, bazen “üç buçuk” yapar, bazen de “dört buçuk” yapar. Bu açıdan da esas olan, iman itibarıyla iz’ândır; kemmiyyet üstü, riyâzî katiyet üstü bir katiyetle inanma.. aksine ihtimal vermeyecek şekilde, binde bir aksine ihtimal vermeyecek şekilde Allah’a inanma.. inanılması gerekli olan şeylere inanma.. آمَنْتُ بِاللهِ، وَمَلاَئِكَتِهِ، وَكُتُبِهِ، وَرُسُلِهِ، وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ، وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالَى، وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ، أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ “Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah Teâlâ’dan olduğuna, öldükten sonra yeniden dirilmeye iman ettim. Şehadet ederim ki Allah’tan başka mabud-u bilhak yoktur ve yine şehadet ederim ki, Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nun kulu ve rasûlüdür.” “…İllallah”ı biraz vurgulu söyledim; Alvar İmamı öyle dediği için, ben de alışmışım biraz. Evet, وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ İşte öyle inananlar…

   Kunût’un Manası ve Namazlaşan İnsanlar

Sonra, وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ Farklı manaları “kânit” kelimesinin. “Kunût etme”; Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde el-pençe divan durma. Bu manadan dolayı, namazda uzun ayakta durmaya da “kunût” deniyor. “Çok rekât mı, yoksa uzun kunût mu?” deniyor orada. Demek Allah karşısında çok uzun boylu durmaya “kunût” dendiği gibi, aynı zamanda her zaman Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde bulunanlara ve namazda uzun boylu ayakta duranlara da “kânit” deniyor. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptığı gibi…

Antrparantez; umum cemaate namaz kıldırırken, Efendimiz hiç öyle yapmamış. Yirmi ayet, otuz ayet, kırk ayet; öyle yapmış. Fakat hususî namaza durduğunda, mesela yanında Hazreti Enes gibi (radıyallahu anh), İbn Mes’ûd (radıyallahu anh) hazretleri gibi sahabîlerle hususi namaz kılarken veya ezvâc-ı tâhirâtından bazı validelerimizle namaz kılarken, o zaman uzun kunût yapmış; onlara da böyle uzun boylu kıldırmış; Ebu Hüreyre ile namaz kılarken, uzun boylu kılmış. Mesela diyor ki Hazret; “Kıraati uzun tuttu; Bakara sure-i celîlesini okudu, Âl-i İmran’ı okudu… Aklımdan kötü şeyler geçti benim!” Ona kurban olayım, “kötü şey” diyor, koca Devs kabilesinin arslanı. Soruyor tâbiûn: “Ne geçti aklından yâ Ebâ Hüreyre?” (Başka rivayetlerde bu şahsın Abdullah bin Mes’ûd olduğu nakledilmektedir.) Diyor ki, “Dayanamadım, oturacaktım!” Ona “kötü şey” diyor. Yahu oturuyor herkes, hepimiz oturuyoruz işte, niye “kötü şey” olsun?!.

Evet, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendi kendine olunca, ayakları şişinceye kadar kunûtta duruyor, ayakları şişinceye kadar. Ve sonra selef-i sâlihîn de aynı şekilde hareket ediyorlar. O hadis ricalinde, “nakd-i rical” yaparken, görüyoruz onları, hadis kitabında. Kur’ân-ı Kerim’i iki rekâtta hatmeden insanlar var; “Bir oturuşta, Kâbe’nin karşısında, baştan sona kadar bitirdim!” diyor. Bast-ı zaman olmadan bitmez; onlar benim gibi ve bazılarımız gibi bir nefeste بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ  diyerek okumuyorlar. Böyle bir okuyuş, Kur’an okumayı taklit etmektir; okuma değildir bu. Okuma şudur: Her kelimeyi vicdanda duymaya çalışarak, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ…* اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ…* اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ…* مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ…* إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ… * اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ… صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ… * آمين  Bunları da vicdanında duyarak…

Evet, Allah Rasûlü, öyle okuyor; onlar da öyle okuyorlar. Şimdi arkadaşı diyor ki “Kâbe’nin karşısında oturdu; Kur’an-ı Kerim’i hatmetti, öyle kalktı!” Yine, “İki rekât namazda Kur’an-ı Kerim’i hatmetti!” diyor. Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn, Sahabe dönemlerinde emsâl-i adîdesi var bunların. Nasıl dine kilitlenmişler, nasıl bağlanmışlar? Nasıl derinliği keşfetmişler?!. Meseleyi sadece nazarî planda bırakmamışlar. Zaten öyle olmasaydı, atın/katırın sırtında, daha sonraki dönemlerde bir asırda, iki asırda, üç asırda yapılan şeyleri elli seneye sığıştıramazlardı. Hicret-i Seniyye’nin sekseninci senesi, yani Efendimiz’den yetmiş sene sonra, Horasan’da girilmedik yer kalmıyor. Ellinci sene, Çin Seddi’ne dayanıyorlar. Hicret-i Seniyye’nin ellinci senesinde, yani Efendimiz’in ruhunun ufkuna yürüyüşünden kırk sene sonra, Çin Seddi’ne dayanıyorlar. Atın/katırın sırtında… Lojistiği bunların; malzemesi, yiyecekleri, içecekleri, barınakları?!. O işin delisi olmuşlar, anlatmak için… Anlatınca uçuyor, kanatlanıyorlar onlar. “…Üzerine Güneşin doğup battığı her şeyden hayırlı!” Bu rivayet zayıf; fakat şu rivayet: “Yığın yığın kırmızı koyunlardan daha hayırlı!” Bir insanın kalbine o iman ile girebilme… O imanın, onun kalbinde otağ kurmasını sağlama… Bir yönüyle, ebedî hayata gidecek yolu gösterme ve ona ebedî hayatı kazandırma mevzuu.

Evet, وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ dedik; Allah karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde, upuzun durmaktan söz açtık; sonra Efendimiz’in upuzun durduğundan bahsettik; sonra selef-i sâlihînin upuzun durduğundan bahsettik, Hazreti Pîr-i Mugân’a kadar.

   Hazreti Bedîüzzamân’ın Namazı İkâme Keyfiyeti

Hazreti Üstad, Allah huzurunda durduğu zaman -has talebelerinden dinlemiştim ben- her kelimeyi derinlemesine duymak için gayret ediyor. Yine antrparantez arz ediyorum: Camide, cemaate namaz kıldırırken, âciz vardır, zayıf vardır, hasta vardır. Hazret-i Rûh-u Seyyidi’l-Enâm buyuruyor ki, “Bazen namazı çok uzatmak istiyorum. Fakat bir çocuk sesi duyunca, annesinin ona karşı re’fet ü şefkatini düşünüyor, hemen -biz Türkçe’ye çevirecek olursak- geçiştiriyorum!” Zannediyorum o “geçiştirme” de, yine yirmi ayettir, otuz ayettir; öyle, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun geçiştirmesi. Fakat o tabir, belki yakışıksız düşüyor; “Hemen hızlı geçiyorum, o mevzuda.” denebilir.

Hazreti Pîr’in o has talebelerinden dinlemiştim: Her kelimeyi vicdanında derinlemesine duymak için gayret ediyor. Hatta Mustafa Sungur ağabey gibi, Tâhir ağabey gibi kimseler -daha diğerleri de, isim vermeyeceğim- onun arkasında namaz kıla kıla, âdetâ o insibağ ile münsebiğ olmuşlardı ve anlatırken de öyle anlatıyorlardı. Böyle dururken Allah karşısında, zaten asâ gibi iki büklüm âdetâ. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Tam diyemedim ben bunu!..” “Her bir hâmidin hamdi, kimden olursa olsun, kimden gelirse gelsin, yalnız O’na (celle celâluhu) mahsustur!” mülahazasını derinlemesine duyma.. “Gelse Celâlinden cefâ / Yahut Cemalinden vefâ / İkisi de câna safâ / Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” mülahazasıyla… Her şeye rağmen, اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Çünkü fedâil ve fevâdile karşı, vazife-i ubudiyeti edâ etme اَلْحَمْدُ لِلَّهِ ile ifade ediliyor. Gelip sana ulaşan nimetlere karşı ise “şükür” ile mukabelede bulunursun. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Onu vicdanında tam, derinlemesine duyuncaya, kalb o ritme göre bir âhenge girinceye kadar, onu (kendi kendine namaz kılarken) tekrar etmeye çalışma… Sonra, اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ “Rahman”, neye taalluk ediyor; “Rahîm”, neye taalluk ediyor? مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ Bize hangi günü hatırlatıyor? “Din günü”, hesap verildiği gün… Onu vicdanında derinlemesine duyacağı âna kadar… Bazen belki bir kerede duyuyor: مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ derken, âdetâ “Oooh!” filan, der gibi.. “Oooh!” der gibi oluyor.

Sonra, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Kendisinin de ifade ettiği gibi, orada, kendi şahsî ubudiyetini yeterli bulmuyor. Bir, saf halkası içinde bulunuyorum ki ben!.. O saf, Kâbe’nin etrafında halkalar halinde, halkalar teşkil etmiş; ben de onların içinde bulunuyorum.. tâ Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar.. semada ruhânîlere kadar.. orada Cibril’lere, Mikâil’lere, İsrafil’lere, Azrail’lere, Hamele-i Arş’a kadar.. mukarrabîne kadar… Herkes, kemerbeste-i ubudiyet içinde halkalar teşkil etmiş ve hepsinin dediği, إِيَّاكَ نَعْبُدُ “Ben de işte onu diyorum. Hepimiz Sana kulluk yapıyoruz! Eğer gücüm yetse, onların yaptığı şeylerin hepsini, kulluk adına, ubudiyet adına, ubûdet adına burada Sana takdim etmek istiyorum!..” Diyor mu, demiyor mu?!. إِيَّاكَ نَعْبُدُ

Fakat bu öyle ağır bir şey ki, işin doğrusu altından kalkılacak gibi değil. Onun için, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Hem de oradaki “iyyâ” kelimelerinin başa alınması meselesi, “hasr” ifade ediyor: “Yalnız Sen’den yardım istiyoruz!..” Ayrıca, وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ derken “isti’âne” kelimesini ele alacak olursanız; “istif’âl” babından geliyor. “Efendim sin-i istif’âl gelir bir nice manaya / Âna bir hoş nazar eyle, ersin bir yüce manaya / Sual ile talep, vicdan, tahavvül, itikad, iman / Tamam, teslim olur el-ân, rücu kıl Rabb-i A’lâya!..” Belki bunların birkaçı birden mülahazaya alınıyor. Talep, tahavvül, teveccüh, istikamet, karardîde olma orada… وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Seçilen şey, Allah o kelimeleri seçmiş. Söylerken de o kelimelerin manalarına bağlı olarak, onların ruhuna uygun olarak, bir yönüyle iç musikî ile o meseleleri öyle ifade etmek lazım. وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

Ondan sonra da, “Sen’den, benim istediğim en önemli şey nedir?” اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Allah’ım, ifrat ve tefrite değil; beni, sırat-ı müstakime hidayet eyle!” “Hidayete erdirmiştin; hidayette derinleştir! Belli derinleşme lütfeylemiştin; öyle derinleştir ki, ben boğulayım artık o derinleşme içinde!..” Başa dönebilirsiniz;  derinleşme, doyma bilmeden derinleşme. اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ Ee nasıl derinleşme?!. صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ “Sen’in in’âmlarına mazhar olan insanların sırâtına…” Kim?!. وَمَنْ يُطِعِ اللهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا “Kim Allah’a ve (o şanı yüce) Rasûl’e gerektiği şekilde itaat ederse onlar, Allah’ın kendilerini (tam hidayet) nimetiyle serfirâz kıldığı şu seçkin insanlardan (en azından biriyle) beraberdirler (ve Cennet’te de onlarla beraber olacaklardır): Nebîler, bütün duygu, düşünce, inanç ve davranışlarında dosdoğru ve Allah’a karşı tam bir sadakat içinde bulunan, özü sözü bir kimseler (sıddîklar); başkalarının inandığı gaybî gerçekleri bizzat tecrübe eden ve onların doğruluğuna hayatlarıyla şahadet edenler (şahitler/şehitler) ve inanç, düşünce, söz ve davranışları itibariyle doğru yolda, sağlam, bozgunculuktan uzak, ıslah ve tamir gayesi güdenler (Salihler). Ne güzel arkadaşlardır bunlar!..” (Nisa, 4/69) Allah’ım, Sen’in in’âm ettiğin insanlar; مِنَ النَّبِيِّينَ Peygamberler.. وَالصِّدِّيقِينَ Sâdık kullar; Ebu Bekir’ler.. وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ Şahitler/şehitler ve sâlih kullar.. وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا Bu ne güzel arkadaşlık ve ne güzel arkadaşlardır bunlar!.. Hadis ifade buyuruyor: الْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” Kimin yolunda isen, onlarla berzah hayatında da, öbür dünyada da beraber olursun. Kimin çizgisini takip ediyorsan şayet, onlarla beraber olursun. Efendim, bakınca, numara-drop uyuyor; “Tamam, bu da bizdendi!” derler, “Belli…” Çizgilerini korumuşsan, orada sahiplenileceğin -Allah’ın izniyle- muhakkaktır; “Emin olabilirsin!” demedim, çünkü, بِفَضْلِ اللهِ، بِفَوْزِ اللهِ، بِمَنِّ اللهِ، بِمِنَّةِ اللهِ، بِشَفَاعَةِ النَّبِيِّ، وَبِشَفَاعَةِ أَصْحَابِ رَسُولِ اللهِ “Allah’ın fazlı, başarı lütfetmesi, nimetlendirmesi, iyilikte bulunması, Peygamberin şefaati ve Rasûlullah’ın ashabının şefaatiyle, Cenâb-ı Hak, imanda nâmütenâhî derinleşmeye bizleri muvaffak kılsın!..

   Allah’ım, biz liyakatli değilsek de Sen fazl ü ihsan ile marufsun, meccanen ihsan buyurursun; bu güzel sıfatlarla bizi de serfirâz eyle!..

Bakın, ondan sonra geliyor: وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ Evet, hep istikamet içinde, sıdk içinde bulunma ve sözleri ile doğru konuşma. Demek bunların zıddı, sâdıkînin zıddı, “kâzibîn, mürâîn, ucub insanları, kibir insanları.” Cenâb-ı Hak, sadakat ile serfirâz kılsın, doğruluk ile, istikamet ile.

Sonra, وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ diyor. Sabır da yine orada meselenin bir buudu olarak zikrediliyor. Kadimden bu yana, İslam dünyasında İbn Miskeveyh, sonra Hazreti Üstad sabır meselesinin üzerinde de ısrarla duruyor ve onu genelde üç sınıfa ayırıyorlar: “Belâ ve mesâibe karşı dişini sıkıp sabretmek.. ibâdet ü tâatin ağırlığına rağmen, hiç birinde kusur etmeden dişini sıkıp hepsini vaktinde, yerli yerinde yerine getirmek.. ve aynı zamanda mâsiyete karşı, günahlara karşı, bohemliğe düşmemeye karşı dişini sıkıp sabretmek.

Ayrıca, bir şeyin vakt-i merhûnûna karşı sabretmek; beklediğiniz şeyler vardır; o da ayrı bir sabır meselesi oluyor. Ve aynı zamanda “vuslata karşı sabır”; belki sabırların en büyüğüdür. İştiyak ile yanıp tutuşuyor; Cenâb-ı Hakk’a “Beni bir an evvel şeb-i arûs ile serfirâz kıl!” diyor. “Ne olur, Efendimiz’in huzuruna, o berzaha hemen bir an evvel gideyim; yüzümü ayaklarının altına süreyim O’nun. O halkasının arkasında bulunan halkanın içinde ben de kendime göre yerimi almaya çalışayım!..” Delice arzu ediyor, sonra dönüp Cenâb-ı Hakk’a karşı saygısının gereği “Beni bu talimgâha Sen gönderdin; tezkeremi de Sen doldurmayınca, benim buradan ayrılmam Sana karşı saygısızlık olur!.. Emre itaatteki incelik, aşkın da ötesindedir, iştiyakın da ötesindedir!” diyor. Ciğeri cayır cayır yanarken, diyor ki, “Ben şimdilik, bu şeb-i arûs sevdasını hele bir bastırayım; demek askerliğe biraz daha devam etmem lazım burada, bu talimgâhta. Başkalarına -ama onbaşı seviyesinde, ama çavuş seviyesinde, ama başçavuş seviyesinde- askerlik öğretmem lazım benim; onları da öbür tarafa hazırlamam lazım!” Bir de sabrın o türlüsü var.

Sırasıyla bütün bunları yaparken, öyle şeyler ki bunlar, huşu olmadan da olmaz. وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ  Mü’minûn Sûresi’nde ifade edildiği gibi. قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ* الَّذِينَ هُمْ فِي صَلاَتِهِمْ خَاشِعُونَ “Mü’minler, muhakkak kurtuldu ve gerçek mazhariyete ulaştılar. Onlar, namazlarında (Allah’ın huzurunda bulunuyor olmanın şuuruyla) tam bir saygı, tevazu, içtenlik ve teslimiyet içindedirler.” (Mü’minûn, 23/1-2) Ve aynı zamanda derin bir iç saygıyla.. Allah’a karşı içteki saygıyla… Eğilirken, kimin karşısında eğiliyor?!. El-pençe divan dururken, kimin karşısında duruyor?!. Secdeye kapanırken, kimin karşısında secdeye kapanıyor?!. Başını kaldırırken, kim tarafından görülüyor?!. Onu derinlemesine vicdanında duyarak edâ etme. خَاشِعِينَ – خَاشِعَات Kadın ve erkek.

Sonra, وَالْمُتَصَدِّقِينَ وَالْمُتَصَدِّقَاتِ Bu da sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar. Burada da “tasadduk” kelimesi gelince, iki şeyi düşünebilirsiniz: “Tefe’ül babı”, malum orada tekellüf içindir biraz. Biraz zorlama mevzuu var. Hatta bazı Sarfçılar, orada bile esasen, إظهار ما ليس في الباطن manasını mülahazaya alırlar. Önce içinden gelmiyor; içinden gelmemesine rağmen öyle yap! Hani, “Ağlayın! Ağlama içinizden gelmiyorsa, ağlamaya kendinizi zorlayın!” “İzhâru mâ leyse fi’l-bâtın.” Şimdi “tasadduk” kelimesini “tefe’ül” kipinden ele alacak olursanız, “tekellüf” içindir esasen; orada “Kendinizi tasadduk etme mevzuunda biraz zorlayın!” demek söz konusudur. Bir diğer mevzu da işin zorluğuna ima yapılmış olmasıdır; demek ki insanın yapacağı zor şeylerden bir tanesi de tasadduktur. Fiilin kipi şunları hatırlatmaktadır: “Efendim, bu zor mevzuda dişinizi sıkın, sabredin, her şeye rağmen. İçinizden gelmese bile tasadduk edin. Yapacağınızın üstünde; yani son kerteye kadar!.. Hazreti Ebu Bekir gibi, Hazreti Ömer gibi, Hazreti Ali gibi; neyiniz varsa, hepsini i’lâ-i kelimetullah istikametinde, mücâhede ruhuyla verin. ‘Allah yolunda!’ falan deyin; tereddüt etmeden, Hazreti Osman efendimiz gibi infak edin!..” Öyle diyorlar, beş yüz deveyi yüküyle veriyor.

Daha sonra, وَالصَّائِمِينَ وَالصَّائِمَاتِ geliyor; biliyorsunuz, “savm” oruç demek; bu ifade de “oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar” manasına geliyor. Buraya kadar zikredilenlerin hepsi pozitif hususlar, müspet sıfatlar; vazife ve sorumluluklar.

Bir de -yine sabırda da üzerinde durulması gerekli olan şeylerden bir tanesi- münkerâta karşı, fuhşiyâta karşı, bohemliğe karşı dişini sıkıp sabretmek: وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ Irzlarını, namuslarını muhafaza eden erkekler ve kadınlar. “Aman, gözüm harama kayar!.. Aman, ağzımdan batılı tasvir adına bir şey çıkar; safi zihinleri idlâl etmiş olurum!.. Aman, yazdığım çizdiğim şeylerle nefsânîliği tetiklemiş olurum!..” Buna kadar yolu var bu mevzunun. Irzlarını namuslarını öylesine koruyan insanlar…

Ondan sonra da وَالذَّاكِرِينَ اللهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ “Allah’ı çokça zikreden erkekler ve zikreden kadınlar!..” Ki, أَعَدَّ اللهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا Allah onlara bir yarlığama lütfeylemiştir, onları mağfiret buyurmuştur ve bir de onlara ecr-i azim vaad etmiştir.”

Allah’ım bu evsâf-ı âliye ile -liyâkatimiz olmasa bile- bizleri serfirâz kıl! وَإِنْ لَمْ نَكُ أَهْلاً، فَأَنْتَ أَهْلٌ لِذَاكَ “Biz buna liyakatli değilsek de Sen fazl ü ihsan ile marufsun, meccanen ihsan buyurursun.” Bu evsafta bizleri sabit-kadem eyle! Bu evsâf ile hayata göz kapamaya muvaffak eyle! Bu evsâf ile berzah hayatını geçmeye muvaffak eyle! Bu evsâf ile mizanı geçmeye muvaffak eyle! Bu evsâf sayesinde Kendi fazlınla, kereminle, lütfunla, Efendimiz’in şefaatiyle Sırât’ı geçmeye muvaffak eyle!.. Cennet’e girmeye muvaffak eyle!.. Cemâl-i Bâ-Kemâlini müşahedeye muvaffak eyle!.. İştiyak, “iştiyak-ı likâullah” dediğimiz şeyle şereflenmeye muvaffak eyle!.. Âmin. وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ (Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun güzîde ailesine ve Ashâb-ı Kirâmına salat ü selam edip bunu vesile kılarak talebimizi seslendiriyoruz Rabbimiz!..)