Bir Kere Daha “Emanet”

Bir Kere Daha “Emanet”

Soru:1 )

يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تَخُونُوا اللّٰهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُۤوا أَمَانَاتِكُمْ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

Ayet-i kerimesinde nazara verilen ve çoğul olarak zikredilen “emanet” ne demektir? “Emanet” kelimesinin muhtevasına neler dahildir?

 

-Soruda zikredilen ayet-i kerimenin meali şöyledir: “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûl-ü Ekrem’e hıyanet etmeyin, bile bile aranızdaki emanetlerinize de hıyanet etmeyin!” (Enfâl, 8/27) Ayette geçen “hıyanet” kelimesi, hâinlik, vefasızlık, itimadı kötüye kullanmak ve sözünde durmayıp oyun etmek manalarına gelir. (00:50)

-Arapça’da “güvenmek, korku ve endişeden emin olmak” mânasındaki “emn” masdarından gelen emânet kelimesi, hıyanetin zıt anlamlısı olarak isim şeklinde kullanıldığı gibi, “güvenilir olmak” manasında masdar şeklinde de kullanılır. Ayrıca “emîn bir kimseye koruması için geçici olarak verilen şey” mânasına da gelmekte olup kelimenin bu son kullanılışı daha yaygındır.“Mü’min” ism-i şerifi, Cenâb-ı Hakk’ın esma-yı hüsnasından biri olduğu gibi, aynı zamanda O’na inananların da en önemli isimlerindendir. Kur’ân-ı Kerîm’de emanete riayet, müminlerin başlıca meziyetleri arasında zikredilmektedir. Buradaki “Ey iman edenler!” hitabı sayesinde, emanetin imanla alâkasına işarette bulunulmuş ve söze latif bir iltifatla başlanmıştır. (01:20)

-Özellikle,

إِنَّا عَرَضْنَا اْلأمَانَةَ عَلَى السَّموَاتِ وَاْلأرْضِ وَالْجبَالِ فَأبَيْنَ أَنْ يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلإِنْسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً

“Biz, emaneti (teşriî açıdan değil, tekvinî zâviyeden) göklere, yere, dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve böyle bir sorumluluktan korktular. (Mahiyet ve donanımı itibarıyla) bu emaneti insan üzerine aldı. Doğrusu (pek çoğu itibarıyla) insanoğlu, (bu emanetin hakkını gözetemediğinden), çok zalim ve çok cahil bir hale düştü.” mealindeki âyet hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. Buradaki emanetin “ruhî ve bedenî kabiliyetler, mârifetullah, dinî vecîbeler, okuma yazma, akıl ve düşünme kabiliyeti” gibi anlamlara geldiği ileri sürülmüştür. Bu ayeti, Otuzuncu Söz’e serlehva yapan Üstad Hazretleri de, “Göklerin, zeminin, dağların tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, «Ene»dir” demiş; belki de sorumluluk cihetiyle en büyük emanetin “ene” namıyla, insanın nefsine takılan benlik olduğunu beyan etmiştir. (03:36)

-Nefsimiz, imanımız, ibadetlerimiz… her şeyimiz emanet olduğu gibi, yüce dinimiz, hizmet düşüncemiz, dünya görüşümüz ve hayat felsefemiz de bize emanettir. Bunlar, dün seleflerimizin omuzlarına konmuştu; bugün bizim üzerimizde bulunuyor; yarın da sonraki nesillere aktarılacak. Bu emanetleri deformasyon görmüş bir halde devretmek doğru değildir. Şayet, biz emanetlere sahip çıkmaz, onları gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde haleflerimize teslim etmezsek, istikbalin sahiplerini bir ruh travmasına maruz bırakmış oluruz ki, bu hem davaya ihanet hem de yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlıktır. (05:50)

-Sorulan ayetteki “وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ bile bile (biliyor olduğunuz, farkında bulunduğunuz halde)” kaydında şu manalar akla gelmektedir: Gerçi hainlik mü’minde huy haline gelmez. Ancak mü’min de olsa insan gaflet edebilir, maişet derdiyle, mal ve evlat endişesiyle bazen böyle bir zaafa düşebilir. O halde biliniz ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için fitneden başka bir şey değildir, bunlar sizi meftun edip günaha ve belaya sokabilir. Öyleyse, ne mala, ne evlada, ne de başka bir mahbuba meftun olup hıyanet tehlikesine düşmeyin, düşüp de o büyük ahiret ecrinden mahrum kalmayın. (08:00)

 

Soru: 2) Emânetin zayi edilmesi kıyametin alametleri arasında sayılıyor? İlgili hadisteki emanet sadece idarecilikle mi alakalıdır yoksa daha şümullü bir manaya mı gelmektedir? (10:50)

-Bir hadis-i şerifte, yeryüzünde “Allah Allah” diyen kalmayınca kıyametin kopacağı haber verilmektedir. Demek ki o en büyük emanet zayi edilince dünya da manasını yitirmiş olacaktır.. ve kıyamet kopacaktır. (11:00)

-Bir defasında Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Emanet zayi olduğu zaman kıyameti bekleyin!” buyurmuştur. “Ey Allah’ın Rasûlü! Emanetin zayi olması ne demektir?” diye sorulunca, Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz; “İş, ehli olmayan kimselere verilince emanet zayi edilmiş olur; işte o zaman kıyameti bekle, kıyametin kopması pek yakındır.” (Buharî, İlim 2) cevabını vermiştir. (12:01)

-Bir atasözünde denildiği gibi, “balık baştan kokar.” Bu itibarla, her işin başına ehlini, erbabını getirmek icap eder ki, bu da bir emanettir. Bu, devlet başkanından mahalle bekçisine varıncaya kadar hayatın her biriminde geçerli ve tazeliğini hiçbir devirde kaybetmeyen ilâhî bir emirdir. İslam, kendisine sahip olamayan, ruhuyla bedeni, dünyasıyla ahireti, işiyle ibadeti arasında denge kuramayan; hayatı sadece yeme, içme, eğlenme, para kazanma ve şahsi yatırım yapma çerçevesinde düşünen kimselerin başa geçmelerine, idarî işlerin ağırlığını yüklenmelerine cevaz vermez. Çünkü bu vasıfları taşıyanlar, iş başına getirildiği takdirde, önce o memleketin, ilin, ilçenin ya da o ünitenin kıyameti kopar. Bugün bahar yaşadığı iddia edilen ülkelerde hazan emarelerinin görülmesi de oralarda dünden bugüne emanetin zayi edilmiş olmasındandır. (13:20)

Soru: 3)

وَاذْكُرُۤوا إِذْ أَنْتُمْ قَلِيلٌ مُسْتَضْعَفُونَ فِي الْأَرْضِ تَخَافُونَ أَنْ يَتَخَطَّفَكُمُ النَّاسُ فَاٰوَاكُمْ وَأَيَّدَكُمْ بِنَصْرِهِ وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Ayet-i kerimesi bugünün mü’minlerine, bilhassa yokluk, azlık ve zayıflık günlerini de görmüş ya da dinlemiş Hak erlerine hangi mesajları vermektedir? (19:30)

 

-Soruya mevzu teşkil eden ayetin meali şöyledir: “Hani hatırlayın bir zamanlar siz yeryüzünde az ve zayıf idiniz. Öyle ki insanların sizi tutup kapacağından endişe ediyordunuz. Bu halde iken Allah size yer yurt nasib etti, sizi yardımıyla destekledi; sizi temiz ve helâl şeylerle rızıklandırdı, ta ki şükredesiniz.” (Enfâl, 8/26) (19:58)

-Cenâb-ı Hak, mü’minleri tahdis-i nimete sevketmek için onlara önceki hallerini hatırlatıyor ve adeta şöyle buyuruyor: Mekke’de iken Kureyş’in elinde hemen ezilebilecek zayıf bir azınlık idiniz. Veya bir zamanlar Farslar ve Bizanslılar açısından önemsiz görülen, küçümsenen ve onların idareleri altında ezilen bir topluluk idiniz. İnsanların sizi ezip geçivermesinden korkuyordunuz. Çevredeki insanlar size böylesine bir kin ve öfkeyle bakıyorlardı ve siz onlardan kendinizi koruyacak durumda da değildiniz, sizin için güvenli bir yer de yoktu. Daha sonra Allah sizi yerleştirdi, yuva sahibi yaptı. Medine’ye göç ettirip, iskân eyledi, emniyet ve asayiş verdi. Sizi yardımıyla güçlendirdi; Ensar’ı size yardımcı yaptı, melekler ile imdat eyledi; Bedir’de zafer ihsan edip güçlendirdi ve o kâfirlere karşı sizi destekledi; helâl ve güzel nimetlerden size rızıklar ihsan etti, ganimetler nasip eyledi. Hâsılı o ezilmişlikten, o aşağılanmışlıktan kurtarıp, böyle şanlı ve şerefli bir hayata geçirdi ki, şükredesiniz; bu nimetleri hatırlayıp şükrünü eda edesiniz. (19:58)

-Bu ilâhî beyan, o ilk saftaki Müslümanları Allah’ın nimetlerini görmeye ve şükürle mukabele etmeye çağırdığı gibi, günümüzün inananlarını da dün ile bugün mukayesesi yapmaya, hangi badireleri aştıklarını hatırlamaya ve minnet duygularıyla Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunmaya davet etmektedir. Bu cümleden olarak, hareket, cemaat, ya da câmia denilip üzerine yürünen ve belli mevsimlerde bazı kesimlerce hedef tahtasına konulan gönüllüler hizmetini de Rahman u Rahim muhafaza etti. Hatta, üzerine gelindikçe onu daha bir güçlendirdi ve büyüttü. (26:45)

-Bununla beraber, Allah’ın hıfz u inayetinin devam etmesi ve bu hayırlı hizmetleri muvaffak kılması için -şart-ı adi planında- vefa gerek, sadâkat gerek, samimiyet gerek, adanmışlık gerek, beklentisizlik gerek… (30:37)

-Ülkemizin ve milletimizin öz değerlerimiz adına gurbet seneleri yaşadığı bir dönemde, Muhterem Hocaefendi’nin askerlik öncesi bir gün radyodan gelen mehter marşını duyunca heyecandan hıçkırıklara boğulması ve ayaklarının bağının çözülüp oracığa yıkılıvermesi.. ve daha sonraki yıllarda bir televizyon programında Yavuz Bülent Bakiler Beyin kendi kültürümüze ait bazı mevzuları anlatışını dinleyince bu defa da yatağına yığılıp kalıvermesi, “Bugünleri de görecek miydik?” deyip şükür duygusuyla dolması… günümüzdeki nimetlerin ve imkanların kadr u kıymetini bilmemiz gerektiği açısından anlatılıyor. (32:18)

Çay Faslından Hakikat Damlaları…(35:35)

-Hiç kimseyi hakir görmemeliyiz. Özellikle mü’minleri kat’iyen hafife almamalı ve bir şekilde düştüklerinde onları ayıplamamalıyız. Biz asla düşene tekme vurmamalı, onun ayıplarını yaymamalı, kimsenin haysiyet ve şerefiyle oynamamalıyız. (35:53)

-Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ne hoş söyler: “Hiç kimseye hor bakma / İncitme, gönül yıkma / Sen nefsine yan çıkma / Mevlâ görelim neyler / Neylerse, güzel eyler…” (38:13)

-Aslında, hiç kimse onur ve haysiyetiyle oynanmasını istemez; izzet ve şerefine leke sürülmesine razı olmaz. Ne var ki, bu konuda bazı insanların durumu çok daha hassastır. Siz kendi vicdanınızda onlara bir yer verin ya da vermeyin, bazı kusurlarından dolayı onları sorgulayın veya sorgulamayın; onlar kendilerine o güne kadarki payeleri ve konumları itibarıyla, kendileri için takdir edilen onur seviyesinden bakarlar. Dolayısıyla, size bir iğne ucunun değmesi kadar rahatsızlık veren meseleler onlara çuvaldız saplanmış gibi tesir eder. Bu itibarla, iğnenin ucuyla dokunma kadarlık bir tahkir ve tezyifi bağrına zıpkın saplanmış gibi derinden hisseden bu insanları, onların özel konumları ve kendi mülahazaları itibarıyla değerlendirmek gerekir. Yoksa o insanlar dengesizliğe itilmiş, hissiliğe sevk edilmiş ve mantık dışı hareketlere zorlanmış olur. (38:51)

-Hazreti Mesih (alâ nebiyyinâ ve aleyissalâtü vesselâm), birisinin taşla cezalandırılacağını görünce eli taşlı kalabalıklara şöyle seslenmişti: “İlk taşı, hiç günahı olmayan atsın!” Bu bağlayıcı ifadedeki inceliği anlayan hangi fert, taşlanacak başı varken, başkasını taşlamaya yeltenir? Keşke, hayatını başkalarının hayat muhasebesinde tüketen günümüzün talihsizleri bunu anlayabilselerdi!.. (41:50)

-Günaha karşı tavır almak ayrı bir meseledir, günahkâra karşı tavır almak ise daha başka bir meseledir. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz günahlar karşısında tavizsiz yaşamıştır; fakat, günahkâr insanlara karşı hep müsamaha ve merhametle muamelede bulunmuştur. Bu konuda Mâiz ve Gâmidiyeli kadın hadiseleri ibret verici ve ufuk açıcı birer misaldir. Allah Rasûlü onlara tevbe yolunu göstermiş, kendi ısrarlı talepleriyle cezalandırıldıktan sonra da biri hakkında “Öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe şu iki dağ arasındaki insanlara paylaştırılırsaydı hepsine yeterdi!”; diğeri hakkında da “O öyle bir tövbe etti ki eğer haraç alan bir mü’min dahi bu tövbeyi yapsaydı Allah affederdi!” buyurmuştu. (42:45)

“Fâriğ ol, aybın gözetme kimsenin / Tâ ki Hak setreyleye aybın senin.” Hazreti Settâr’ın senin ayıplarını setretmesini istiyorsan, sen de sâtir (setreden, örten, kapatan) ol, ört başkasının ayıplarını!.. (45:29)