Emanet’te “Gulûl”

Emanet’te “Gulûl”

Soru: 1

وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَغُلَّ وَمَنْ يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ
يُظْلَمُونَ

ayet-i kerimesinde çirkinliği anlatılan ve kebâirden kabul
edilen “gulûl” ne demektir? Gulûl’ün çerçevesini ve günümüz insanlarının bu
ayetten alması gereken mesajları lutfeder misiniz?



-Âl-i İmrân Suresi’nin 161. ayet-i kerimesinin meali şöyledir: “Emanete
hıyanet etmek, bir peygamberin yapacağı bir iş değildir. Her kim hıyanet edip de
ganimetten veya kamuya ait hasılattan bir şey aşırır, bunu da gizlerse, kıyamet
gününe o vebâlini aldığı şeyler, boynuna asılı olarak gelir. Sonra her kişiye
kazandığı şeylerin mükâfat veya cezası eksiksiz ödenir. Ve onlar asla haksızlığa
uğratılmazlar.” (01:30)

-Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)
beşerin efendisi olduğu gibi, İnsanlığın Efendisi’nin sözleri de insan
sözlerinin efendisidir. İnsanlığın İftihar Tablosu aynı zamanda, bütün güzel
sıfatların ve ahlak-ı hasenenin de en büyük temsilcisidir. Ayette ifade edildiği
üzere, eğer hiçbir nebi gulûl yapmamışsa, o şecere-i mübarekenin en münevver
meyvesinin öyle çirkin bir işten fersah fersah uzak olacağı evleviyetle
zâhirdir. (03:23)

-Gulûl; hakkı olmayan bir şeyi almak, ona el uzatmak,
ondan yararlanmak; kamu malından gizli bir şey aşırmak, emanete hıyanet etmek,
ganimetten mal kaçırmak gibi manalara gelmektedir ki, ekseriyetle devlet
mallarında su-i istimâl de bu türden bir günahtır. (04:23)

-Bazen bir
koyun, bir tavuk, bir yumurta.. bazen devlet hazinesine ait bir çuval para..
bazen liyakatsizliğe rağmen ele geçirilen bir makam, mansıp ve paye.. bazen de
bir tahakküm vesilesi ve balyoz indirme bahanesi gulûl sayılır. Hakkın olmadığı
halde sahiplendiğin, gasbettiğin, gayr-i meşruyu meşru göstererek değişik
yollarla elde ettiğin her imkan gulûldür. (07:11)

-Bu âyet-i kerimenin
sebeb-i nüzulüyle alâkalı olarak değişik birkaç hadise nakledilmektedir ki daha
çok yaygın olan ve kabul gören rivayet şudur: Uhud savaşında ganimet toplamak
üzere yerlerinden ayrılan bazı kimseler hakkında nâzil oldu. Bunlar: “Hazreti
Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Kim ganimet olarak bir şey almışsa,
o onundur.” deyip ganimetleri taksim etmeyeceğinden korkarız.” demişler ve bu
yüzden Rasulullah’ın (aleyhi ekmelüttehaya) “Benden emir almadıkça yerlerinizden
sakın ayrılmayın” sözünü unutarak ganimet toplamaya koşmuşlardı. Bunun üzerine,
Allah Rasulü “Ganimette hainlik edeceğimizi ve size pay vermeyeceğimizi mi
zannettiniz?” buyurdu da bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu mesele bahis mevzuu
olduğunda şu husus mutlaka akılda tutulmalıdır: Asr-ı saadette, yeni müslüman
olmuş bazı kimseleri teşvik etmek ve mücahedede onları cesaretlendirmek için
ganimet vaad edilmiştir; şu kadar var ki, Ashab-ı Kiram’ın hemen hepsi “Ben
bunun için müslüman olmadım, ben müslüman oldum ki, şuradan bir ok yiyip
şehadete ereyim!..” diyecek kadar civanmert insanlardır. (08:45)

-Belli
noktaları tutan insanlar çok hassas yaşamalıdırlar. Zira, sizin en büyük
krediniz halkın güvenidir. Halk size güveniyor; “Bunlar yemiyorlar, içmiyorlar,
çalmıyorlar, çırpmıyorlar; yok bunların hayatında spekülasyonun zerresi!” diyor,
sizi destekliyor. Öyleyse, onların güvenine layık olmalı ve gulûl sayılabilecek
en ufak bir şeyden bile uzak durmalısınız. Mesela; “Kimse Yok Mu” çok önemli
hizmet yapıyor; dünyanın neresinde bir kırılma, bir çatlama olursa, onu tamir
etmek ve en azından bir sargı sarmak için hemen harekete geçiyor, bütün
imkanlarıyla seferber oluyor. Bu yardım gönüllüleri insanlığın imdadına koşarken
milletimizin himmetini arkalarına alıyorlar. Öyleyse, orada ya da benzer
kurumlarda çalışanlar, sadece Allah rızası için çalışmalıdırlar. Orada
çalışanların başka gelirleri yoksa ve mesailerinin tamamını oraya veriyorlarsa,
onlara belli kanun ve kurallar çerçevesinde bir ücret takdir etmek lazımdır.
Fakat, “Nasıl olsa böyle bir imkan var, biz de üst seviyeden bir gazetecinin
aldığı maaş kadar maaş alalım.” ya da “Dünyanın dört bir yanına gidip duruyoruz,
bu da bizim hakkımızdır!” deyip ihtiyaçtan ve normalden fazla ücret almak da
gulûldür. İşte o zaman hak yoldayken kaybetme ya da doğru yolda yürürken dökülüp
kalma söz konusu olur. Aklıma ilk önce “Kimse Yok Mu” geldiği için onu
zikrettim, ama bu husus her müessese için geçerlidir; bir okulun, bir
üniversiteye hazırlık kursunun ya da bir kültür lokalinin başındaki kimseler de
topluma hesap verme hassasiyetiyle yaşamalıdırlar. (12:20)

-Hazreti Üstad
da hesap verme sadedinde, “Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak
almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile
idare ettim… Bu tavuğun yazın çıkardığı bir küçük yavrusu vardı. Ramazan-ı
Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem ne vakit annesi
kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.” diyor. Yediği yumurtaların
nereden geldiğini dahi açıklıyor. Evet o, mahkeme-i kübrayı düşünerek, daha
buradayken millete hesap veriyor; nasıl yaşadığını anlatıyor, iaşesinin
kaynağını belirtiyor, iktisad düsturuna dikkat çekiyor. Biz de kılı kırk
yararcasına yaşama mecburiyetindeyiz. Ağzımıza koyduğumuz şu lokmalar hakkımız
mı, değil mi? Acaba ne yiyor, ne içiyoruz? İşte, bu türlü sorularla her an
hayatımızın muhasebesini yapmalıyız. (16:05)

-Sahih-i Buhari ve Müslim’de
rivayet edildiğine göre, Ebu Hureyre (r.a.) şöyle diyor: “Rasulullah (sallallahu
aleyhi ve sellem) bir gün aramızda ayağa kalktı, “gulûl”ü zikretti, durumunun
büyüklüğünü anlattı ve şöyle dedi: Kıyamet gününde birinizi boynunda böğüren bir
deve ile görmeyeyim. Bana gelir ve “Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş” der. Ben:
“Ben sana yardım edemem. Ben sana tebliğ ettim” derim. Kıyamet gününde birinizi,
boynunda kişneyen bir at ile görmeyeyim. Bana gelir ve “Ya Rasulallah! İmdadıma
yetiş” der. Ben: “Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim” derim. Kıyamet gününde
birinizi, boynunda meleyen bir koyunla görmeyeyim. Bana gelir ve “Ya Rasulallah!
İmdadıma yetiş” der. Ben: “Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim” derim. Kıyamet
gününde birinizi, boynunda bağıran bir nefisle görmeyeyim. Bana gelir ve: “Ya
Rasulallah! İmdadıma yetiş” der. Ben: “Sana yardım edemem. Sana tebliğ ettim”
derim. Kıyamet gününde birinizi boynunda hereket edip ses çıkaran kağıtlarla
görmeyeyim. Bana gelir ve “Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş” der. Ben: “Sana yardım
edemem. Sana tebliğ ettim” derim. Kıyamet gününde birinizi boynunda bir zırh ile
görmeyeyim. Bana gelir ve “Ya Rasulallah! İmdadıma yetiş” der Ben: “Sana yardım
edemem. Sana tebliğ ettim” derim. (19:10)


Soru: 2) İki çeşit idareciden bahsediliyor: Birincisi,
emanetçisi olduğu imkânları beraber çalıştığı kimselere bol bol dağıtıp onların
gönüllerini kazanıyor. Diğeri ise, eli altındakilerin ihtiyaçlarını hiç görmüyor
ve nezaretine memur olduğu imkânları onlara asla kullandırmıyor. Bu misaller
zaviyesinden, ideal bir idareci nasıl olmalıdır? (22:08)



-Halk arasında: “Marifet iltifata tabidir.” şeklinde yaygın olarak kullanılan
bir söz vardır. Belki pek çok insan için böyle bir disiplin söz konusu olabilir.
Yani halk iltifatta bulunduğu takdirde bazı insanlar marifetlerini döktürür,
kabiliyetlerini sergilerler. İltifat, umumi manada insanlar için teşvik edici
bir unsur, hatta bir ihtiyaç olarak görülebilir. Fakat adanmış bir ruha göre,
iltifat marifete tabidir. Siz yapmanız gerekeni yapar, ortaya koymanız gerekeni
ortaya koyarsınız; bunun sonucunda âlem ister iltifat eder, isterse etmez;
meseleyi asla buna bağlı götürmezsiniz. Hatta çok defa onların iltifatlarını
gördüğünüzde: “Değildir bu bana layık bu bende, bana bu lutf ile ihsan nedendir”
der, nefsinizi sorgulamaya durursunuz. (22:34)

-Başarılı olan insanları
mükafatlandırmak suretiyle başarılı olabilecek kimselerin sayısını artırmış
olursunuz. Bu açıdan, idareciler, mevcut şartları da mutlaka nazar-ı itibara
alarak ve imkanlarını çok iyi hesaplayarak, iyi koşan bir kimseye koşmanın
hakkını verebilirler. Yoksa, taraftar toplamak, ekip yapmak, kendine göre bir
hale oluşturmak ve kendini onların içinde bir ay gibi görmek de haksızlıktır ve
gulûl sayılır. (24:25)

-Adam kazanma adına sadece kendisine teveccüh
edenlere bir şeyler verme ve kendisini tutup destekleyenleri faydalandırma bir
ifratsa, hiç kimseye bir şey vermeme, hakkı olanların hakkını bile ödememe ve
her şeyi elinin altında bulundurma da bir tefrittir. İkinci gruptakiler de,
elleri altındaki insanların hiç olmazsa ihtiyaçlarını görecek ya da en azından
başarılı olduklarında onları mükafatlandıracak kadar, nezaretine memur oldukları
imkanlardan onları faydalandırmaları icap eder. (25:06)

-Şahsı adına
saçıp savurma ne kadar mezmumsa, kabiliyetlere karşı sessiz kalma da o kadar
mezmumdur. (26:33)

-İnsanın, şahs-ı manevînin kredisini kendi hesabına
kullanması da gulûldür. (27:53)

-Bir de başarıları sahiplenme gulûlü
vardır. Umum bir cemaatin, bütün bir heyetin ve topyekün bir milletin sa’yine
terettüp eden bir neticeyi sadece bir şahsa mal etmek milletin hakkını yemek
demektir. (30:09)