Helâk Olan Kim?

Helâk Olan Kim?

Soru: 1) Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in “İnsanlar helâk oldu diyen, helâketin en şiddetlisine uğramıştır!” beyanının manası mutlak mıdır? Bu nebevî ikazın şümulüne dahil bedbahtlardan olmamak için, genel manada toplumdaki, hususi planda da Gönüllüler Hareketi’ndeki bir takım eksiklikler dile getirilirken hangi hususlara dikkat edilmelidir?

عن أبي هُريرةَ رضي اللَّه عنْهُ أنَّ رسُول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قَال
إذا قال الرَّجُلُ هلَكَ النَّاسُ، فهُو أهْلَكُهُمْ



-Hazreti Ebu Hureyre’nin (radıyallahu anh) naklettiği bir hadis-i şerifte, Rasûlullah aleyhissalatu vesselâm buyurdular ki: Bir kimse “İnsanlar helak oldu!” dediği zaman, kendisi onların helâketin en şiddetlisine uğrayanı olur.” (Müslim, Birr 139, (2623); Muvatta, Kelam 2, (2, 989); Ebu Davud; Edeb 85, (4983) (01:09)

-İnsanları helak olmuş görmenin ardında her şeyden önce bir su-i zan ve kendini beğenmişlik vardır. (01:38)

-İyi niyet, müsbet düşünce ve güzel görüş, insanın gönül saffetinin ve vicdan enginliğinin emaresidir. İnsan, bir kere başkalarını sorgulamaya başlayınca sanık sandalyesine oturtmadık hiç kimse bırakmaz; daha baştan hüsn-ü zanna yapışmazsa, herkesi ve her şeyi yargılamaktan uzak kalamaz. Dolayısıyla, her fert nefsiyle hesaplaşırken –ye’se düşmemek şartıyla– kendini yerden yere vurmalı; fakat, diğer insanlar söz konusu olduğunda hüsn-ü zanna sarılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, sû-i zanda isabet etmektense hüsn-ü zanda yanılmak daha hayırlıdır. (02:25)

-Aynı mefkureye gönül vermiş insanlar arasında hüsn-ü zannın ve güvenin ana unsurlar olduğu; kesin bilgilere dayanmayan haberlerden, sudan bahanelerden, bir kısım şüphe ve vesveselerden dolayı kardeşlerin birbirlerine karşı asla itimatsızlık etmemelerinin gerektiği unutulmamalıdır. Bununla beraber, herkesin yüce mefkuremize gelmesi ve bu salih daireden istifade etmesi konusundaki hırsımız sebebiyle vizesiz davrandığımız ve serbest bölge politikası uyguladığımızdan dolayı, bir kısım şerli insanlar, bizim hüsn-ü zan ahlakımızı bir zaaf gibi görüp suiistimal ederek tahrip düşüncesiyle içimize girebilirler. İşte, böyle bir tehlike ihtimaline binaen, gerektiğinde “insanların zaaflarına karşı tedbirli olmak ve mülahaza dairesini açık bırakmak” manasına kullandığımız “adem-i itimad” prensibini işletebiliriz. (05:07)

-Mü’minler, Kur’an’ın talim buyurduğu üzere öncelikle kendilerinin bağışlanmasını, daha sonra da anne babalarından başlamak suretiyle bütün müminlerin gufrana mazhar olmasını arzu eder ve bunun için dua dua yakarırlar. Bununla beraber, diğer insanların hidayetlerini de dileyebilir ve Cenâb-ı Hakk’ın yüce adının, Allah Rasûlü’nün güzel yâdının, İslam’ın engin hakikatlerinin dünyanın dört bir yanındaki insanlar tarafından da duyulması, hüsn-ü kabul görmesi için de dua edebilirler. (08:39)

-Mü’minin, mü’mine karşı yaklaşım tarzının nasıl olması gerektiğiyle alâkalı Asr-ı Saadet’te yaşanan canlı bir misali nakletmek istiyorum: Bedir’de bulunduğu da rivayet edilen bir sahabi, içki yasak edilmiş olmasına rağmen koruk gibi meyve ve usarelerden içmeye devam ediyordu. Pek çok defa sarhoş olarak mescide gelmiş ve cezalandırılmıştı; bir keresinde de Huzur-u Risaletpenâhî’ye getirilerek te’dib edilmişti. Yine böyle bir durumdan dolayı o, Efendimiz’in huzurundaydı. Orada bulunanlardan birisi, “Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun!” türünden sözler sarf etmişti. Bunu duyan Allah Resûlü, “Kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’a yemin ederim o, Allah ve Resûlü’nü sever.” buyurdu. İşte Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir mü’min hakkındaki ölçüsü buydu. (10:49)

-Bir hadis-i şerifte vurgulandığı üzere; bir mü’min kardeşini herhangi bir hata, kusur ya da (tevbe ettiği) günahından dolayı kınayan kimse, aynı ölçüde ayıplanmadıkça ölmez. Kimileri bizzat kendilerinin başına gelen bir musibetle aynı şekilde kınanırlar; kimileri de aile fertlerinden birisi sebebiyle ayıplanmaya düçar olurlar. (13:30)

-Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, “Hüsn-ü zan sahibi olması, kişinin kulluğunun güzelliğindendir.” buyurmuş; hâlis niyetli, müsbet düşünceli ve güzel görüşlü olmayı İslam’ı hazmetmenin, onda derinleşmenin ve Allah tarafından görülüyor olma mülahazasına bağlı yaşama enginliğinin bir alâmeti saymıştır. (14:35)

-Bir mü’min, diğer mü’minler hakkında mutlaka hüsn-ü zan etmeli ve iyi duygular taşımalıdır. Daha sonra, bu güzel ahlakını diğer insanları da içine alacak ölçüde enginleştirip herkes hakkında hidayet duasında bulunabilir. Ezcümle, elli senedir aleyhimde yazılar yazan insanla alâkalı “Cehenneme girsin” diye aklıma geldiğinde her defasında “Hayır ya Rabbi, Cehennemle azab etme, ne olur bahtına düştüm, kalbine iman koy, onu da imanla serfiraz kıl!” diyorum. (15:00)

-İmana, Kur’an’a ve evrensel insani değerlere hizmet eden bir câmiâ hakkında “Entelektüel yetişmiyor, seviyesizlik var, hareket çok fazla bir şey ifade etmiyor; yarına çıkar mı çıkmaz mı, ikindi sonrasına ulaşır mı ulaşmaz mı belli değil!” mülahazaları içinde bulunanlar, Hazreti Gazali’ye yüz sene talebelik yapsalar, İzz ibn Abdisselam’a yüz sene talebelik yapsalar, İmam-ı Rabbânî hazretlerine yüz sene talebelik yapsalar, yine baş aşağı yine baş aşağı yine baş aşağı gayyaya giderler. (16:20)

-Başkaları niye düşmanlık yapıyor, komplo kuruyor ve her fırsatta bu harekete dil uzatıyorlar? Burada biraz da kendimize bakmamız lazım. Acaba bizim usul hatalarımız mı, üslup hatalarımız mı var? Bize olan bakış; yanlış yaklaşımlarımızdan mı, ihmallerimizden mi, o insanları ‘karşı cephe’ olarak görmemizden mi kaynaklanıyor? Bunları düşünmeden, bir yönüyle kendimizle yüzleşmeden, kendimizi sorgulamadan, hemen insanları, kabahatlerinin mahkûmu haline getirmek doğru değil. (17:30)

-Hazreti Üstad diyor ki: “Ben, birkaç gündür bir duamı değiştirdim. Şimdiye kadar bazen yüz defa tekrarla “veğfirlenâ” veya “veffik” gibi dualarda”…talebete resâili’n-nûri’s-sâdikîn” cümlesinden “es-Sâdıkîn” kelimesini kaldırdım tâ ki ruhsatla amele kendini mecbur bilen ve sıkıntının verdiği evham ve me’yusiyet cihetiyle zâhirî inkâr ve çekinmekle azimet ve sadakate muhalif hareket eden kardeşlerimiz o dualardan mahrum kalmasınlar.” (18:45)

-Keşke o insanlar da bizim iyiliğimizi isteyerek, bizler için ‘daha iyi olsalar’ mülahazasıyla ve insafla, izanla neyimiz eksik ise onu söyleseler. Biz de kendimizi Allah karşısında hesaba çekerek, kendimizle yüzleşerek, ‘neyimiz eksik, bu mevzuda ne yapsak’ desek. Okuma mı, müzakere mi, mukayeseli okuma mı, fedakârlık mı, ne eksikse bunlar bize rencide etmeden, kırmadan söylense. Biz bu yaklaşımı, irşat sayarız. Eksikliklerimizi giderme adına, bu hareketin içindeki insanların eksikliklerini giderme adına bir irşat sayarız. Bize irşat adına elini uzatan insanların elini öperiz, çok rahatlıkla… (21:13)


Soru: 2) Kur’an-ı Kerim’de, insanın başına gelen iyiliklerin Allah’tan, kötülüklerin ise kendi nefsinden olduğu ifade buyruluyor. En büyük musibetler peygamberlere ve mukarrebîne geldiğine göre, bu hakikati nasıl anlamalıyız? Ayrıca, her bela ve dert mutlaka bir hatanın neticesi midir; yoksa, mahza terakkî vesilesi olan musibetlerden de bahsedilebilir mi? (22:35)



-Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:


{مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاً وَكَفَى بِاللهِ شَهِيدًا}

“Ey insan! Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir. Ey Resulüm! Seni bütün insanlara elçi gönderdik. Allah’ın buna şahit olması yeter de artar!” (Nisa, 4/79) (23:06)

-Diğer bir ayet-i kerimede şu hakikat nazara veriliyor:

{وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ}

“Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, hatta Allah günahlarınızın çoğunu da affeder.” (Şûrâ, 42/30) (24:55)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, şöyle buyurmuştur: “Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi, Allah, onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar.” (Buhârî, Merdâ 1, 3; Müslim, Birr 49) (25:09)

-Maruz kaldığımız belâların işlediğimiz günahlar sebebiyle geldiğini düşünmeliyiz ki kadere taş atmayalım, başka suçlular aramayalım ve atf-ı cürümlerde bulunmayalım. Allah’tan kopuk kimseler, olup biten olumsuz hadiselerde hep atf-ı cürme sarılır, suçu başka sebeplerde arar ve başkalarını suçlarlar. Hiçbir zaman, “Bu problem benim kusurumdan kaynaklandı!..” demez ve hâdiselere bu perspektiften bakmazlar. Dolayısıyla da, istiğfar etme ihtiyacı duymaz, hatalarını telafi etme heyecanı yaşamaz ve Allah’a tazarruda bulunmazlar. Meseleyi kendilerine bağlamadıkları için asıl suçluyu asla bulamaz, başkalarında günah arama vebalinden de hiç kurtulamazlar. (25:33)

-Bazıları, “Ne günahımız var ki, musibetleri kendimizden bilelim?” şeklinde düşünebilirler. Aslında, “Ne günahım var ki?” mülahazasının kendisi çok büyük bir günahtır; böyle düşünen bir kimse en büyük haltı işlemiş demektir. Çok günahkâr bir insan, nedametle iki büklüm olup yarlığanma dilediği zaman bağışlanma yoluna girmiş olacağı gibi, “Ne günahım var ki?” diyen bir kimse de işte bu sözle felaket çukuruna yuvarlanmış sayılır. Zira, günahının farkında olanın tevbe ve istiğfarla arınma ihtimali her zaman vardır; kendisini ak kaşık sananın ise, önemsemediği küçük günahlardan oluşan koca koca veballerin altında kalıp ezilmesi kaçınılmazdır. Evet, “Benim ne günahım var?” sözü günahın ne olduğunu bilememenin ifadesidir ve faydasız bir şekilde kadere taş atmak sayılır. (26:14)

-Bir sahih hadiste, “İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir.” buyuruluyor. (Tirmizi, Zühd 57) Zira, Sultan’a yakınlık bir yönüyle ateştir. Kurbete ermiş birinin her hareketinin hareme uygun olması gerekir. Gayri o, sokakta değildir, giriş kapısında değildir, koridorda ya da bekleme salonunda da değildir; harem dairesine girmiş, otağını sarây-ı hümâyunun merkez noktasına kurmuştur. İşte orada, oturma da başka türlü olur kalkma da, konuşmanın da keyfiyeti değişir susmanın da.. harem dairesindeki tavır ve davranışlar tamamen hususîdir. Hatta, çoğu zaman orada dili tutmak yetmez, o makam gönlün meyillerini de zabtetmeyi gerektiren bir makamdır. (27:03)

-“Hasenâtü’l-ebrâr seyyiâtü’l-mukarrebîn – Ebrârın öyle iyilikleri vardır ki, onlar mukarrebîn için günah sayılır.” demişlerdir. Evet, bazı kimseler vardır ki, onlar konumları itibarıyla, daima hıfz u inayet altındadırlar ve onların da bu himayeye karşı vefalı davranmaları beklenir. Bu itibarla, avam ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınırken, ebrar makam ve derecâtı muhafaza duygusuyla O’nda fâni olmaya çalışırlar; fakat, mukarrebîn halkasındakiler O’ndan başka her şeye karşı kapanma peşinde olmalıdırlar. Sıradan bir insan, içinden geçen duygu ve düşüncelerden dolayı sorumlu olmayabilir; fakat, gözlerinin içine yabancı bir hayal girmemesine azmetmiş mukarreb bir kul, ihtimal tahayyüllerinden dolayı da hesaba çekilir. (29:05)

-Bu seviye insanları, huzur ve maiyyet âdâbına aykırı her davranış ve her düşünceden çok korkar, kalbde yoğunlaşıp basîret ufkunu sarabilecek büyük-küçük her gafletten kaçar, himmet kanatlarını açıp sürekli Hakk’ın rahmet ve inâyetine sığınma cehd ü gayretiyle oturup kalkarlar. Dahası, kalblerine, sırlarına, ahfâlarına perde olan bütün mâsivâyı benliklerinin derinliklerinden söküp atmaya ve Cenâb-ı Hak ile münasebetlerine yakışan bir duruş sergilemeye çalışırlar. Çünkü, subjektif mükellefiyetin bu seçkin temsilcileri, konumlarına yakışmayan her düşünce ve hareketten dolayı hemen cezalandırılabilirler. Sıradan kimseler günah sınırına varıp ulaşmayan hataları sebebiyle mücâzat görmeseler bile, belli mertebenin insanları sehivlerinden dolayı da tecziye edilirler. Dolayısıyla da sıradan insanların başına gelen musibetlerle Enbiya ve mukarrebînin başına gelenleri aynı çizgide değerlendirmemek gerekir. Bela türünden ilahî ikazlar, bazı hususî lütuflara mazhar olmuş insanlara konumlarını hatırlatmakta ve onların durmaları gerekli olan yeri gözden geçirmelerini sağlamaktadır. Aynı zamanda, konumlarının hatalara bile tahammülü olmadığını ve marifet ufuklarına yakışmayan davranışlarının bir şefkat tokatına sebebiyet verebileceğini vurgulamaktadır. (31:11)

-Haddizatında belanın mânâsında bir yetiştirme ve olgunlaştırma da mevcuttur. Bela ve musibetler bahar fırtınaları gibidirler; bunlar insanda bir kısım istidatları inkişaf ettirirler. Hatta bir insan belalarla pişmemişse, kendisinde her zaman bir kısım hamlıklar görülebilir. Ayrıca, dinde, insanın başına gelen musibetler menfi ibadet şeklinde yorumlanmıştır. Allah (celle celâluhu), içinde riyanın ve gösterişin bulunmadığı menfi ibadet dediğimiz hususlarla kendi salih kullarını serfiraz kılar. Bunlarla enbiya-i izamı, evliya-ı fihamı ve ulema-i kiramı safileştirir, kurb-i huzuruna almaya layık hale getirir. (33:04)

-Diğer taraftan, Cennet yolunun kendine göre bazı meşakkatleri vardır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de bu hususa şöyle dikkat çekilmiştir: Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?.. Evet onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçar oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır. (Bakara, 2/214) (33:30)

-Dahası, her bela ve musibetin ahiret hesabına kazandırdığı öyle mükafât vardır ki, bunlar ancak oraya gidildiği zaman anlaşılacaktır. Bu hususta, şehitlerin burada çektikleri bazı eziyetlere mukabil ötede hangi payelere erdikleri ve nasıl bir ruhanî lezzete mazhar kılındıkları düşünülebilir. (34:14)