Hizmet, Tiranlar ve Dünya

Hizmet, Tiranlar ve Dünya

Fethullah Gülen Hocaefendi, Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Hadiseler karşımıza farklı farklı formatta çıktığından dolayı, formatlar, yapmamız gerekli olan işleri belirleme mevzuunda önemli bir misyon edâ ediyorlar. Aslında zaten öyle olmasa, ülfetler ve ünsiyetler, yapacağınız şeylerin tadını-tuzunu alır götürür. Tabloda sürekli değişiklikler olması lazım ki, insan, ciddî bir gönül inşirahı içinde, o tabloyu -orada farklı kareler gelip-geçiyor- temâşa etsin, zevkle seyretsin onları, onlardan yeni yeni manalar çıkarsın.

Şimdi, hâdiseler çok farklı şekilde cereyan ediyor. Dolayısıyla bize de bu farklı şeyler karşısında herhalde farklı tavırlar, farklı haller düşüyor. O mevzuda kusur etmemek lazım… Her birisi, Cenâb-ı Hakk’ın değişik tecelli dalga boyunda ayrı bir lütfudur; onları birer lütuf gibi görmek lazım. Kimden gelirse gelsin; Celâlî de olsa, Cemâlî de olsa, “Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın birer lütfudur!” demek lazım. Öpüp başımıza koymamız lazım.

   “Cennet hayatının bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsunuz.”

Cenâb-ı Hak, bir yönüyle bizi imtihan etti. Bir kısım zalimleri musallat etti size. Belki çizginizde kaymalara sebebiyet vereceği düşüncesiyle, yani, “Bunlar, yaptıkları şeylerden vazgeçerler, bıkarlar, usanırlar, inlerine çekilirler; kuyruklarını kısar, inlerine çekilirler.” falan gibi, kendilerini aldatan vehimlere kapıldılar onlar. Her dönemde Amnofis’ten Ramses’e kadar, ondan Lenin’e kadar, Stalin’e kadar, Saddam’a kadar, Kazzâfî’ye kadar bütün diktatörler, tiranlar, hep aynı şeyi yapmışlardır; fakat sonunda aldanan, kendileri olmuştur; onların hepsi.

Öyle bir zulüm yaptılar. Siz de (onların beklentilerinin aksine dünyaya açıldınız.). Onların tabiri, onların mülahazası öyle; sizinki “in” değil. Siz, Cennet’in saraylarına/köşklerine müteveccih yürüyorsunuz; hedefinizde “Rıza ve Rıdvan” var, Cenâb-ı Hakk’ın bâ-kemâlini müşâhede etme var;

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ

وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ

فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ

فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!”

Ehl-i İ’tizâl, Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetini inkâr ettiklerinden dolayı, Bed’ü’l-Emâlî sahibi “Yazık olsun size!” diyor; bağışlayın, “Yuf olsun size!” diyor. Evet, siz, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl-i bâ-kemâlini müşahede etme gibi bir nimete yürüyorsunuz. Hazreti Pîr’in ifadesine göre, “Dünyanın bin sene mesûdâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsunuz.”

Şu “galaksiler, sistemler” diyorsunuz; belki her birinde bir milyar yıldız var, Güneş sistemi gibi şeyler var bunların içinde. Bunların hepsini ân-ı vahitte sevk ve idare ediyor, hiçbirinde bir arıza görülmüyor, bilinmiyor. Hepsinin çehresine ayrı bir güzellik serpiştirilmiş. Bütün bunların hepsi, Zât-ı Ecell u A’lâ’da mevcut; o Cemâl-i bâ-kemâlini insanlara gösterdikleri zaman, bayılacak o insanlar. Şimdi, buna namzet olan insanlar, bence, bu dünyadaki gelip-geçici şeylere karşı zerre kadar alaka göstermezler, “göstermeyecekleri müsellemdir”, öyle diyelim, “müsellemdir!”.

   Jon Pahl’ün Kitabı: “Fethullah Gulen: A Life of Hizmet”

 Dolayısıyla zalimler zulmettiler; fakat bu arada kendinizi, Hizmet’inizi, hareketinizi ifade etmek için belki çok farklı bir fırsat yakaladınız. Böylesi hiç olmamıştı. Çünkü şimdi mazlumiyeti, ma’zuliyeti (vazifeden azledilmeyi), içeriye atılmayı, belki sürgün edilmeyi, eve kapanmayı, gaybubet etmeyi, yurdunu-yuvanı terk etmeyi, bazen evlâd u ıyâlini kaybetmeyi yaşıyorsunuz. Bütün bunlar, bu türlü zulümler, sağanak sağanak başınızdan aşağıya belalar mahiyetinde yağdığı zaman, çok farklı şeklide Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunuyorsunuz, “Onları da âhiret hesabına Allah’ım!..” diyorsunuz ve zannediyorum zaten sizin bu alev alev yanan içinizdeki ateşi söndürecek tek iksir varsa, o da bu mülahazadır. “Ne olacak, boş ver, dünya gelip-geçici!..”

Şimdiye kadar “Ölmem!” diyen, öyle yaşayan insanlar, geldikleri gibi gittiler. Evet, o dünya, onlardan sonrakilerine kaldı. Bu dünya, böyle bir şey!.. “Dünya geçicidir, burada kalınmaz / Ne kadar mal olsa, murad alınmaz / Gafil olma sakın, geri dönülmez / Yürü dünya yürü, sonun virandır / Meded, bundan sonra ahir zamandır.” diyeceksin ve yürüyeceksin hedefine doğru, Rü’yet’e doğru, Rıdvan’a doğru, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın iklimine doğru, Sahabe-i kirâm’ın dünyasına doğru, Enbiyâ-i ızâmın dünyasına doğru.

Onların yaptıkları şeyler, sana, bunu kazandırmıştır. Fakat bu işin içinde çok daha farklı şeyler oluyor. Düşünün kendi ülkenizde, inanmış gibi görünen insanları… Betahsis bu tabiri kullanıyorum: “İnanmış gibi görünen insanlar…” Mü’min tavrı sergiliyor gibi ve her şeyi ona bina ediyor gibi, İslamî argümanları dünyevî debdebe ve saltanatları için kullanan densizleri, bunların yaptıklarını düşünün.

Fakat bir de beri tarafta bakıyorsunuz, bir Jon Pahl çıkıyor, bir kitap yazıyor. (“Fethullah Gulen: A Life of Hizmet” https://www.amazon.com/Fethullah-Gulen-Hizmet-Jon-Pahl/dp/1682060209) Didik didik etmiş sizin dünyanızı. Köyünüze kadar, kentinize kadar gitmiş, mezarlıklarınızı ziyaret etmiş; değişik şeylerden, yeni yeni anlamlar çıkarmış ve kocaman bir mücellet meydana getirmiş. Hiçbir beklentiye de girmemiş. Dünya, ona, o kitaba tâlip olmuş; değişik yerlerde ona, o kitap vasıtasıyla kendini ifade etme imkânı, zemini, ortamı hazırlamış; her yerde sizin sesiniz, soluğunuz gibi sizi anlatmış.

Ve siz de dinlemişsinizdir, öyle bir heyecanla anlatıyor ki, hani “Yahu bizden öyle bir insan neden çıkmadı şimdiye kadar, neden böyle bülbül sesli bir insan çıkmadı!” falan dedirtecek mahiyette. Dünyanın dört bir yanında dolaştı, öyle şeylere cevaplar verdi ki!.. Mesela; “Niye bu adam, yalnızdır!” (Neden evlenip evlâd u ıyâle karışmadı?) filan. Evet, sizin bir kuşku aradığınız bir meselede, o, çok makul şeyler söylemek suretiyle, o mevzuda feveran eden hissiyatı yatıştırdı. “Yahu şundan dolayı: Bir insan, bir şeye dilbeste olmuşsa, dağınıklığa düşmemek için esasen, muhtelif şeylere sapmamak için, konsantre olmak için esasen… Dolayısıyla da o mevzuda öyle bir yalnızlık, öyle bir vahdet olabilir.” demek suretiyle, sanki siz itham edildiğiniz bazı şeyler karşısında kendinizi müdafaa ediyormuşsunuz gibi, sizi müdafaa etmiş; candan… Hani kitaba bakanlar, göreceklerdir bunu.

   Anwar Alam’ın Kitabı: “For the Sake of Allah: The Origin, Development and Discourse of The Gulen Movement”

O diğeri, Anwar Alam; o da mübarek bir insan. (Anwar Alam’ın kitabı: “For the Sake of Allah: The Origin, Development and Discourse of The Gulen Movement” https://amzn.to/3pnhOVp) Yeni bazı teklifleri de olmuş onun; bazı teklifleri de var. Herhalde bugüne kadar denip edilen şeylerin tekrarını istiyor: Bir kere daha bunları tekrarlayıp “Bu duygu ve bu düşüncemde ben hiç değişmedim, aynı şeyleri düşünüyorum.” deseniz… Mesela “Demokrasi!” dedimse ben, “Gayr-ı mütecânis (farklı farklı unsurlardan oluşan) bir toplumda en önemli idare şekli odur herhalde. Başkalarının o mevzuda diyeceği/edeceği şeylere de kulak asmamak lazım!” falan. Diyor ki: “Yeniden, bunları bir kere daha tekrar etmek suretiyle vurgulasanız. Ben de bu yeniliği ile o meseleyi alıp orada, Hindistan gibi koca bir ülkede duyuracağım sesimi. Bazı kimseler ile temas ettim ki, bunlar, binlerce, yüz binlerce insana tekâbül ediyor; binlerce yüz binlerce insana tekabül ediyor!”

Bunun gibi kadirşinas insanlar, dünyanın her yerinde, doktora tezleri hazırlıyorlar, Hareket ile alakalı, şununla alakalı, bununla alakalı. Bu açıdan da bir taraftan bunlar bir kazanım, sizin için bir kazanım. Eğer böyle bir şeye maruz kalmasaydınız, mağduriyete, mahkûmiyete, ma’zûliyete… Evet, Arapça tabirler kullanıyorum: Ma’zuliyet demek, vazifeden azledilme demek. Bilmem ne kadar insanı azlettiler. Mehcuriyet de “terk edilme” demektir; edebiyatımızda bizim “mehcur” kelimesi, çok kullanılmıştır esasen. “Yüzüne bakılmamış, âşıklar-mâşuklar” filan demektir. O ona bakmamış, o da ona bakmamış gibi mülahazalar. Kullandığım bu kelimeler bazılarınıza belki garip gelebilir de mahzuru yok; bize ait, bizim dünyamızın, edebiyatımızın malzemeleridir bunlar.

Evet, onlar birer destan kesiyorlar; Sa’di Şirâzî gibi, Firdevsî gibi destan kesiyorlar. Belâgatlarıyla, muhakemeleriyle insanları büyülüyorlar ve bunun altında esasen “siz” gibi bir hakikati dillendiriyor, bütün dünyaya duyuruyorlar, “siz” gibi bir hakikatı.

   “Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten!”

O açıdan da hani -zannediyorum Namık Kemal’indir bu- “Hakir düştüyse Hizmet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten!” diyor. O “devlet” diyor, herhalde o gün Devlet-i Aliyye-i İslâmiye’ye hor bakanlara karşı o türlü bir müdafaası oluyor. Bugün sizin için de “Hizmet” önemlidir. Hatta bu “Hizmet” tabirini, başkaları takdir ile karşılıyorlar. سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ “Kavmin efendisi esasen, hizmetkarıdır onun.” Efendim, devlet başkanı bile olsa, kavmine, milletine hizmet ediyorsa, işte o; doğru odur, o meselenin doğrusu odur. Dolayısıyla dünyanın değişik yerlerinde bu “Hizmet” kelimesini takdir ile karşıladılar, “Hizmet” dediler, başka bir şey değil; “Hizmet; insanlığa hizmet” dediler.

Bu insanlar, Jon Pahl, Anwar Alam veya başka yerlerde başkaları, dünyanın değişik yerlerinde daha başkaları da… Hatta bir kardeşimiz dediydi, zannediyorum kırk kadar doktora tezi hazırlamışlar, sunmuşlar; evet, o… Şimdi Cenâb-ı Hak, bir taraftan böyle kapıları size kaparken, bir taraftan da çok farklı, kale kapıları gibi kapılar açıyor. Bütün dünya bugün sizden bahsediyor, bütün dünya…

Eee Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek gâye-i hayali, “Mefkûre-i Ulviye”si esasen: “Benim adım, Güneş’in doğup-battığı her yere ulaşacaktır bir gün!” diyor. Zannediyorum Efendimiz’in adının ulaşmadığı bir yer kalmamış gibi. Evet… Ama bir gün bir kabullenme de olacak belli ölçüde. Şu anda zaten değişik yerlerde öyle bir saygı var ki!.. Bütün o âlemi, hepsini birer mercek yaparak, hâdiselere baktığınız zaman, sadece Türkiye’deki genel durum, midenizi bulandırır sizin. O da iyi; şimdilik hele bir oraya gitmeyelim, böyle dünyanın değişik yerlerinde varabileceğimiz her yere varalım, Allah’ın izni ve inayeti ile; bakalım ne oluyor!.. Efendim, “Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır / Fazilet hissi insanlarda, Allah korkusundandır!” Bütün dünyaya bunu duyuralım!..

   Yunanistan, minnet sayılabilecek söylemlere de girmeden, insanlığın gereğini sergiliyor ve bir kardeşlik tavrı ortaya koyuyor; binlerce muhacire kol kanat oluyor.

Düşünün… Dün kendilerine tepeden bakıyor, böyle hor görüyorduk. Belli bir dönemde “Osmanlı vesayeti” falan diyorduk. Oysaki bizim kardeşimiz onlar. Dün sizinle beraber, el ele, omuz omuza, diz dize; Yunanistan. Onlar vasıtasıyla denizleri aşıyordunuz, daha başka yerlere de sözünüzü dinletiyordunuz, Allah’ın izni, inayeti ile.

Belli bir dönemde bir kısım yanlışlıklarla -esasen- dostu düşman gibi algılamış olabilirsiniz. Yanlışlıklara girilmiş olabilir. Fakat hadiseler, farklı formatlar istiyor; farklı formatlar karşınıza çıkınca, bugün onlar size farklı türlü bakıyor, siz de onlara farklı türlü bakıyorsunuz. O dünkü kardeşleriniz, bugün de farklı bir kardeşlik sergiliyorlar.

Bakın, ekonomik durumları ne kadardır o insanların?!. Bir Amerika değildir o, bir İngiltere değildir, bir Almanya değildir. Ama zannediyorum dünya kadar insanı, binlerce insanı aldı, bağırlarına bastılar. Âdeta, ağızlarıyla söylemeseler bile… Söyleyip minnet sayılabilecek yöntemlere/yollara da sapmadılar; fakat “Yaptığımız şey bizim, insanca bir şey, hümanizmin gereği esasen, insan olmanın gereği!” dediler. Belki binlerce, yüzbinlerce insanı bağırlarına bastılar; ülkelerinde değişik limanlar, rıhtımlar, alanlar oluşturdular; dünyanın değişik yerlerine seyahat imkânı verdiler onlara.

İşte bu da sizin için ayrı bir kazanım. Yunanistan, kardeşiniz; İngiltere, kardeşiniz; Almanya, kardeşiniz; Fransa, kardeşiniz; Hollanda, kardeşiniz; yeni dünya Amerika, belki çoğumuz Türkiye’de Amerika’nın değişik eyaletlerini bile bilmezdiniz ama… Şimdi dünyanın değişik yerlerinde daha başkaları da… Bugün kalpleri sizin için çarpıyor ve size muhalif olanlara karşı da kat’î bir tavır alıyorlar. “Hayır” diyorlar, “Sizin dediğinize inanmıyorum ben! Doğru söylemiyorsunuz, doğru yapmıyorsunuz; zulmediyorsunuz, birilerini gadre uğratıyorsunuz!” diyorlar.

Başka ülkeleri de sayabilirsiniz burada. Afrika’nın derinliklerine kadar, tâ Güney Afrika’ya kadar… Her yerde arkadaşlar ile görüşüyor, telefon ediyorsunuz; “Var mı bir yaramazlık? Var mı musallat olan bir muzır?” “Var!” diyorlar. “Kim?” diyorsunuz. Diyorlar ki, “Bizim ülkenin elçileri, konsolosları, yabancı misyon şefleri. Gelip gelip ‘Kapatın bu okulları, bu eğitim müesseselerini; bunlara lüzum yok! Biz size neler neler yaparız!’ falan diyorlar.” Çok doğru, onlara neler ve neler yapıyorlar. Akla hayale gelmedik şirretlikler yapıyorlar. Evet, vaka…

Vakıa bazı yerler, çok az yer, belki onda biri bile değil; bunlar, yalancıların yalanına kanarak esasen, okulları kapattılar; doğru. Fakat nâdimler, pişmanlar; çünkü geriye dönme de çok zor. Bir devlet riyasetinin aldığı bir karar hakkında, “Efendim, dün yanılmışız, kusura bakmayın, biz geriye dönüyoruz bundan!” demesi çok zordur. Bu açıdan, burada antrparantez bir şey diyeyim; Böyle, Fas, Tunus, Cezayir, Sudan, Somali, Senegal gibi ülkeler, belli bir dönemde Osmanlı vesayeti altında bulunan ülkelerdir bunlar. Fakat bir dönemde Osmanlının torunları gibi görünmüş, gitmiş okulları kapattırmışlar oralarda. Ee birden bire yeniden açarlarsa, “Dün kapattınız, bugün açıyorsunuz; yahu nedir bu sizin derdiniz!” falan derler. Çok zordur o büyük insanların bir yerde yaptığı bir şeyden hemen geriye dönmeleri; onu itibarsızlık sayarlar, akılsızlık sayarlar, densizlik sayarlar. Ama bir gün gelecek, hakikaten başkalarının şirretliği tamamen ortaya çıkınca, “Yanılmışız biz!” diyecekler. Burada dedikleri gibi, “Yanılmışız!” diyecekler; sonra da geriye adım atacaklar, Allah’ın izni ve inayetiyle; farklı bir yöntem ile yeniden işe sahip çıkacaklar. Bekliyoruz onu hep.

   Yol, Allah yolu ise, peygamberler güzergâhı ise şayet, Allah, o yolda yürüyenleri hiçbir zaman yüz üstü bırakmamıştır, bırakmayacaktır, bırakmıyor!

Her devirde mütemerritlerin, diktatörlerin, tiranların, firavunların tavrı böyle olmuştur. Onlar, hiçbir zaman makul karşısında pes etmemiş, dize gelmemişlerdir. Onlar, -bağışlayın- rezilce yaşadılar, sefilce hayatları noktalandı ve derbeder olarak da ölüp gittiler; arkadan gelenlere fena bir örnek teşkil ettiler, fena bir örnek.

Ee başkalarının akıbeti de odur, hiç tereddüdünüz olmasın. Evet, uzatabilirler o meş’ûm günü; yani, geceden karanlık gündüzü uzatabilirler; kendilerince değişik argümanları kullanabilirler. Fakat Allah (celle celâluhu) mü’minlere açtığı binlerce kapı ile, onların da hakkından gelir. Saddam da gider, Kazzâfî de gider,  Jull Sezar da gider, Amnofis de gider, Ramses de gider… Hepsi gider, gider ama hepsi de birbirinden beter. Tereddüdünüz olmasın!..

Ne hakla söylüyorsun bunu? Âdet-i İlahiyeye binâen… Fırsat verir, fakat sonra canlarını inlete inlete alır! Âdil-i Mutlak!.. Hakk!.. Âkif ne güzel söylüyor, hani “Ve’l-Asr” suresiyle alakalı: “Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, en başı Hakk.” Tabii benim burada bir şerhim var. “Hakk”, Cenâb-ı Hakk’ın en baş ismi değil esasen. İsm-i Zât olan, Lafz-ı Celâle, en baş; ondan sonra da “er-Rahman”, “er-Rahîm”, “Hayy”, “Kayyûm”. Onun için vezin bozuluyor biraz.

“Hâlık’ın nâ-mütenâhi adı var, biri de Hakk,

Ne büyük şey, kul için hakkı tutup kaldırmak..

Hani Ashâb-ı kiram “Ayrılalım!” derken,

Mutlaka “Sûre-i Ve’l-Asr”ı okurmuş, neden?

Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh,

Başta iman-ı hakiki geliyor, sonra salah,

Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzun insanlık,

Bu dördü birleşti mi, yoktur sana izmihlal artık!”

Bu dördü birleşti mi, yoktur sana izmihlal artık: İman-ı kâmil, amel-i sâlih, sabır (aktif sabır), hakperestlik. Bunlar, bu dördü, bir araya geldi mi, Allah’ın izni ve inayetiyle, karşına dikilen herkes, senin karşında pes edecektir ve “Allah bes, bâki heves!” dedirtecektir. Evet, bu da atasözümüzdür bizim: “Allah bes, bâkî heves!”

   Bizi Sensizliğe mahkûm etme Allah’ım!..

Evet, Yunanistan’dan bahsediyorduk. Yunan kardeşlerimiz bizim… Herkese kardeş demeye teşne/hazır bulunuyoruz; fakat bazıları öyle mide bulandırıyor ki, tam böyle, “kar…” diyeceğin zaman birden bire bir istifrağ (kusma hissi) geliyor, diyemiyorsun; “ka…”da kalıyorsun. Ee zaten “ka…” vakıf manasına gelir, “dur” demektir artık burada. Öyle değil mi? Cezim alametidir.

“Küfür ve dalaletten başka, her hale hamd ü senâ olsun!” اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى كُلِّ حَالٍ، سِوَى الْكُفْرِ وَالضَّلاَلِ Ben, sizdeki imana, azme, cehde, gayrete -tabii bütün kardeşlerimdeki şeylere- hayranım esasen! Mutlaka o inançla, bu azimle, o kararlılıkla bir yere varacaklarına inanıyorum. Havayı ben bulandırmasam inşâallahu teâlâ, çok yakın bir gelecekte, Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle, onlar gâye-i hayal haline getirdikleri ufka ulaşacaklar; üveyikler gibi o semalarda kanat çırpıp duracaklar.

Bu da diyor ki: “İnsanlara el açmak, hep girân geldi bize / Mihrabı Hak olana, bu türden girân azap! / Tatmadık hiç kimseden minnet kokan bir ihsan / Vicdanı hür olana, minnetli ihsan, azap!” Allah’tan başkasına karşı kendimizi hiçbir zaman borçlu hissetmedik. “Falanın, filanın kuluyuz!” demedik. O zavallılar gelirken, “Allah geliyor gibi” diyerek esasen şirke, küfre girmedik.

Evet, hele bir tane andavallı!.. Böyle bu çirkin kelimeleri kullanıyorum, sizi rahatsız ediyor mu? Evet, “Bak neler yaptık, neler yaptık!” Ee doğru, neler yaptınız, neler!.. Milletin canına okudunuz, ciğerine okudunuz!.. Şimdi bu yaptığı şeyleri, insanlık adına bir şey zannediyor. Bir de bağışlayın, estağfirullah, yüz bin defa estağfirullah… Mel’ûnun mel’ûniyetini ifade eden şeyleri söylerken bile O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı saygısızlık olur diye ürperiyorum ben. إِذَا جَاءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ * وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللهِ أَفْوَاجًا * فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا (O zavallı, bu yüce suredeki “istiğfar” emrinin manasını anlamayıp diyor ki) “Efendim, O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’yi fethetti de, esasen (gurura kapılarak) günah işledi de, Allah (celle celâluhu)…” Bu ne küstahlıktır!.. Hafizanallah. Zannediyorum Ebu Cehil bile dememiştir böyle bir şey. İnanmamış Efendimiz’e ama Ebu Cehil bile böyle bir şey dememiştir. Ama sen al bunu, bakan yap; ondan sonra da arkadan seyreyle feryad u figanı veya efgânı.

اَللَّهُمَّ زِدْنَا عِلْمًا وَإِيمَانًا وَيَقِينًا وَتَوَكُّلاً وَتَسْلِيمًا وَتَفْوِيضًا وَثِقَةً وَاطْمِئْنَانًا، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَاذَا الْجَلاَلِ وَاْلإِكْرَامِ

“Allah’ım ilmimizi, imanımızı ve yakînimizi ziyadeleştirmeni diliyor; tevekkülümüzü teslim ve tefviz zirvelerine, hatta sika ve itminan ufkuna yükseltmeni talep ediyoruz. Ey Erhamerrâhimîn, ey Celâl ve ikram sahibi, Zü’l-celali ve’l-İkram!” 

Bizi Sensizliğe mahkûm etme Allah’ım!.. Bizi Sensizliğe mahkûm etme Allah’ım!..

رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ  * حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ * غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ * آمِينَ، يَا مُعِينُ *

“Rabbimiz, sana güvendik, sana yöneldik ve sonunda sana döneceğiz. Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!.. Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!.. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!.. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır. Dualarımızı kabul buyur, ey darda kalan herkesin yegâne sığınağı, medet dileyen her kulun gerçek yardımcısı!..”

Hakkınızı helal edin.