Kur’ân’a Bağlı Akıl ve Mantık

Kur’ân’a Bağlı Akıl ve Mantık

Soru: 1) Karşımıza çıkan her mesele ya da hadiseyi doğru yorumlamada bir Kur’ânî mantıktan bahsedilebilir mi? “Kur’ân aklîliği” ifadesiyle neler kastedilmektedir? Her meseleyi Hak ölçüsünde değerlendirebilmeye vesile olabilecek bir Kur’ânî mantığı elde edebilmek için nasıl bir okuma süreci takip edilmelidir?

-Kur’ân-ı Kerim, taabbüdî emirlerdeki aşkınlık müstesna, hemen her meselesini akıl, mantık ve muhakemeye tescil ettirerek mesajlarında ne aklî, ne kalbî, ne ruhî ne de hissî bir boşluğa kat’iyen meydan vermez. Aynı zamanda o, kendi ruhunu ve alemşümul mesajını takdim etme mevzuunda teemmül, tedebbür, tefekkür, tezekkür, akletme ve vicdanı dinleme gibi hususlara dikkat çeker. Evet o, hemen her yerde, zihinleri hakikata uyaran bir yol takip eder; her hâdise karşısında düşünceyi harekete geçirir; aklın önündeki bütün mâniaları kaldırarak, onun eline tutuşturduğu sâbite ve disiplinlerle ona adetâ sınırsız bir hareket imkanı bahşeder ve insana varlığın hakikatini keşfetme gibi daha nice gerçekleri göstererek ona hep himmetini âlî tutmasını yeğler. (00:54)

-“Kur’ân aklîliği” mevzuunu ilk nazara veren ve bu konuda eseri de bulunan zat, Muhâsibî hazretleridir. Haris b. Esed el-Muhâsibî, tasavvuftaki şöhretinin yanı sıra fıkıh ve usûlünde âlim olan bir zâttır. Basra’da doğup büyümüş ve Bağdat’ta vefat etmiştir (243/857). Bir yandan etkili va’z ve nasihatleriyle çevresindekileri irşat edip, zühd ve takva örnekleri sergilerken diğer taraftan yazdığı eserlerle Mûtezile’ye cevaplar vermiş; fıkıh ve tefsir sahalarında da söz sahibi olmuştur. “el-Akl ve Fehmu’l-Kur’ân” veya “Kitâbu Fehmi’l-Kur’ân ve Me’ânih” adlarıyla tanınan eserinde “Kur’ân aklîliği” konusuna dair önemli fikirleri de yer almaktadır. (01:39)

-Kur’ân, dünden-bugüne kendisine gönül verenleri aldatıp-şaşırtmadığı gibi, bundan sonra da aydınlık iklîmine teveccüh edenleri aldatmayacak hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Zihinler müsbet fenlerle aydınlandığı, gönüller Hakk mârifetiyle şahlandığı ve varlık, ilim ve hikmet adesesi altında tedkîk ve araştırmaya tâbî tutulduğu sürece, ilimler adına verilen her hüküm Kur’ân’ın ruhuna uygunluk içinde cereyan edecektir. Zira, Kur’ân-ı Kerim, her devirde samimi ve ciddi olarak teveccüh edenlere mutlaka kapılarını açmış, gizli hazinelerini onlarla paylaşmıştır. O kapıların bizim için de açılması mümkün ve muhtemeldir. Elverir ki biz, o ufkun talibleri olalım; her saha ile alakalı “Kur’ân bize/günümüze ne diyor?” sorusuna cevap arayalım ve sonra da ciddi bir cehd u gayretle bu konuda üzerimize düşenleri yerine getirelim. (04:55)

-Bediüzzaman Hazretleri ilim ve düşünce hayatı açısından günümüzün tali’sizliğini şöyle anlatıyor: “Selef-i Salihîn asrında ve o zamanın çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi. İşte, o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle yer ve gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidat ihzarını telkin ediyordu. (…) Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin.” Bu itibarla, kâinâttan hayata uzanan çizgide Kur’ân ve Sünnetullah arasındaki mutabakatı ortaya koyma işini şimdilerde ancak dehâ misyonunu yüklenen bir şahs-ı manevi yapabilir. Vâkıa eskiden bu büyük işler ferdî dehâlarla temsil ediliyordu.. ne var ki, her şeyin olabildiğince teferruata açıldığı ve ferd-i ferîdlerin dahi altından kalkamayacağı bir hâl aldığı günümüzde, artık dehânın yerini de şahs-ı mânevî, meşveret ve kolektif şuur almıştır. (07:33)

-Allah, Kur’ân’a kâinat kitabını tercüme ettirmektedir. Dolayısıyla, en mükerrem varlık olarak kâinata gerçek ma’nâsını kazandıran insanla alâkalı mes’eleler ve ilmî hakikatler de ihmal edilmeyip, önem ve mahiyetlerine göre elbette Kur’ân’da yerlerini almıştır. Kur’ân bir fizik, astronomi veya tıb kitabı olmamakla birlikte, bu ilimlere ait mes’eleler ve Kıyâmet’e kadar ilimler adına yapılacak tesbit, teşhis ve keşifler ve insan hayatıyla çok yakın münasebeti bulunan teknik vasıtalar da çaplarına göre çeşitli hüviyet ve mâhiyetlerde, bazen bir çekirdek, bazen işaret, bazen fezleke, bazen remz, bazen de formüle edilmiş kânun ve prensipler halinde onun sayfaları arasında kendilerine yer bulmuşlardır. Kur’ân, Kıyamet’e kadar insanların münasebetdar olacağı ilimlerin hiçbirini ihmal etmeden her sahada işâret taşlarını koyarak nihaî sözü söylemiş ve insanların ulaşacakları zirvelere bayrağını dikerek, kendisine akıl, idrak ve düşünce bahşedilen insanı bu sahalarda araştırma ve çalışma yapmaya teşvik etmiştir. Bu açıdan Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri yapılırken ilahiyatın değişik dallarında uzman insanlara ihtiyaç olduğu gibi o heyette hemen her ilim dalının temsilcilerine de ihtiyaç vardır. (10:33)

-İnsan aklı ve düşüncesinin de bir kısım ürünleri vardır. Fakat bunların sahih ve sağlam semereler olması Kur’ân ile test edilmelerine bağlıdır. Ne var ki, bu testin yapılabilmesi için her şeyden önce Kur’ân-ı Kerim’in çok iyi bilinmesi lazımdır. (12:22)

-Kur’ân-ı Kerim sadece insanlara uhrevî hayatı kazandırmak için değildir, o aynı zamanda dünyada da onları mamur hale getirmek için inmiştir. (13:33)

-İmam Maturidi’nin Te’vilâtü’l-Kur’ân’ı, Zemahşeri’nin Keşşaf’ı, Fahreddin Razi’nin Mefatihu’l-Gayb’ı, Beyzavi’nin Envarü’t-Tenzil ve Esrarü’t-Te’vil’i, Ebu Hayyan’ın Bahru’l-Muhit’i, Ebu’s-Suud Efendi’nin İrşadu Akli’s-Selim ilâ Mezâyâ-ı Kitabi’l-Kerim’i, Tantavî Cevherî’nin el-Cevâhir fî Tefsiri’l-Kur’âni’l-Kerim’i, Seyyid Kutup’un Fî Zilâli’l-Kur’ân’ı, Molla Bedreddin Sancar’ın Ebdau’l-Beyan’ı, Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatı ve Merhum Elmalılı’nın Hak Dini Kur’ân Dili adlı tefsiri gibi değişik dönemlere ait eserler mukayeseli olarak okunmalı; farklı asırlarda yaşamış olan bu insanların neler düşünüp neler söyledikleri ve neler çıkardıkları mütalaa edilmelidir. Zira, seleflerimiz tarafından Kur’ân’dan çıkarılan her hakikat bizim için sırlı bir anahtar gibidir; o anahtarlarla başka hakikatlerin kapıları açılır. “Müzakereli ve çok katmanlı okuma” diyebileceğimiz bu usûl fıkıh, kelam, tasavvuf gibi sahalarda da uygulanabilir. Şu kadar var ki, bu türlü çalışmaların semeredâr olması zamana vabestedir. Bir nesille başlanır, Allah’ın izni ve inayetiyle ancak bir sonraki ya da ondan sonraki nesillerle eşsiz meyvelere ulaşılabilir. (14:29)

Soru: 2) Kur’ân-ı Kerim’in her tarafında tevhid mazmununun bir nabız gibi attığı ifade ediliyor. Bu hususla alâkalı düşüncelerinizi lütfeder misiniz? (20:37)

-Tevhid; vahdet kökünden, birleştirme, bir kılma, bir sayma, Allah’ı birleme, “Lâ ilâhe illallah” hakikatine inanma ve bu yüce hakikati sürekli tekrarlayıp durma mânâlarına gelir. Sofîye ıstılahında tevhide, bu mânâların yanında; yalnız Bir’i görme, Bir’i bilme, Bir’i söyleme, Bir’i isteme, Bir’i çağırma, Bir’i talep etme ve O’ndan başkasıyla olan münasebetlerini de hep O’na bağlama, her şeye O’ndan ötürü alâka duyma anlamları da yüklenmiştir. (20:50)

-Kur’ân-ı Kerim’in, hazinelerini size de açması için onun Allah’ın kelâmı olduğuna gönülden inanmanız ve ona teveccüh etmeniz çok önemlidir. Böyle bir iman ve itimat sayesinde, onu başkalarından çok farklı görür ve çok farklı duyarsınız; hatta ümmî de olsanız -ki biz hepimiz bir açıdan ümmî kategorisine dahiliz- filozofça ve mütefekkirane bakma iddiasında bulunanların gördüklerine nispetle onda çok daha derin hakikatler müşahede edebilirsiniz. Kur’ân, bir bahr-i bîpâyândır, uçsuz bucaksız bir denizdir. Fakat o kendisine itimat etmeyenlere, güvenmeyenlere ve temiz bir gönülle yönelmeyenlere karşı cimri ve kıskanç davranır. Ona –hâşâ– beşer kelamı ya da Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) sözü nazarıyla bakan ve Mütekellim-i Ezelî’den gaflet eden insanlara karşı Kur’ân-ı Kerim cimrice davranır; hazinelerini kıskanır onlardan. (21:21)

-Hazreti Üstad, “26. Mektup”ta şeytanın “Sen Kur’ân’ı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafane muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet bak. Acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?” şeklindeki desisesini nazara vermiş ve onun bu tuzağına düşmemek için lazım gelen düşünce tarzını ortaya koymuştur. (21:41)

-İlâhî vâridâta dayanmayan, Kur’ân-ı Kerim ile test edilmeyen felsefe, düşüncenin falsosudur. (23:00)

-Mevlâ-yı Müteâl, genellikle murat ve maksatlarını halkın çoğunluğunun anlayışına uygun şekilde ifade etmiştir. Nitekim, İlahî kelamın bu hususiyeti “et-tenezzülâtü’l-ilahiyyetu ilâ ukûli’l-beşer” sözü ile anılagelmiştir. Evet, Cenâb-ı Hak, kullarının idrak ufuklarına göre hitap etmiş ve en derin hakikatleri bile onların anlayabilecekleri bir üslupla ortaya koymuştur ki, buna kısaca “tenezzülât-ı İlâhiyye” denilmektedir. Haddizatında, O’nun kelâmı Kur’ân’dan ibaret değildir. Kim bilir, Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri vardır; fakat, onlar ancak muhatapları tarafından bilinmektedir. Ezcümle; şayet Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de de, Tur-u Sina’da Hazreti Musa’ya tevcih buyurduğu kelam ile konuşsaydı, neredeyse hiç kimse onu dinlemeye güç yetiremeyecekti. Zira, Hazreti Musa (aleyhisselâm) gibi bir ulü’l-azm peygamber dahi o aşkın kelamın ancak bir kısmını dinlemeye tahammül edebilmişti. Yine, eğer Kur’ân sadece büyük deha ve kariha sahiplerinin anlayacakları bir üslupla inmiş olsaydı, insanların yüzde doksan dokuzu ondan hiç istifade edemeyecekti. Halbuki, Cenâb-ı Hak azameti ve Rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının durumunu nazara almış ve tenezzülât-ı ilahiyyesiyle beşerî ufka göre hitap buyurmuştur. (23:18)

-Hazreti Üstad, Katre Risalesi’nde, “Kırk sene ömrümde ve otuz sene tahsil hayatımda dört kelime ile dört kelam öğrendim. Kelimelerden maksat: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet ve nazardır.” buyuruyor. Evet, nazar çok önemlidir; Kur’ân’dan istifade de ona tedellî (müessirden esere gitme) yoluyla bakıp ciddi bir teveccühte bulunmaya bağlıdır. İşte, Kelam-ı ilâhîye öyle nazar edebilenler, onun her ayetinde tevhid hakikatinin bir nabız gibi attığını da görebilirler. (24:20)

-Kur’ân, derinliğinin sırrı duruluğu öyle engin, öyle zengin bir kaynaktır ki, her muhatap onu, kendi idrak seviyesinin ufkunu aşkın bulup daha ilk kademde böyle bir kaynağa sahip olmanın itmi’nânına erebilir. Sonra da idrak ufkunun inkişafıyla onu hep, bir gökkuşağı gibi ve ulaştığı her noktanın ötesinde, ulaşılması imkânsız bir tâk gibi müşahede eder. (26:48)