Mehdîlik İddiaları, Keramet Talepleri ve En Büyük Pâye

Mehdîlik İddiaları, Keramet Talepleri ve En Büyük Pâye

Soru: Güzel rüyalarla, yakazalarla ya da kerametvari hadiselerle başı dönen bir kısım mü’minlerin yanı sıra yaşantısında İslâmî hassasiyetleri hiç gözetmeyen, hatta yapıp ettikleri televizyonlarda sergilendikçe insanlar nazarında daha bir maskara durumuna düşen bazı kimseler büyük iddialara kalkışabiliyor ve bazen ima ile bazen de açıktan açığa kutup, gavs veya mehdî olduklarını söyleyebiliyorlar. Hem bu türlü iddialarla alâkalı mülahazalarınızı hem de simaları okuma, kalblere muttali olma ve kabir ehlinin haline vâkıf bulunma gibi kerametlere mazhariyet arzusu hakkındaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

-Hangi şekliyle olursa olsun kulluk, insanın şerefinin rengi ve ona bahşedilmiş en büyük pâyedir. Allah Teâlâ, O Rehber-i Küll ve Muktedâ-yı Ekmel’ini, sözlerin en ekmeli içinde anarken, önce “عَبْدُهُ” demiş, sonra “رَسُولُهُ” sözüyle bu mübarek cümleyi taçlandırmıştır. Kezâ, O “Şeref-i Nev-i İnsan” ve O “Ferîd-i Kevn ü Zaman”ı miraç adı altında, gökleri şereflendirmeye dâvet ederken, dâvetiyenin başına “سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ – (Tüm kusur ve noksanlıklardan münezzeh ve müberradır o Zât ki) gece vakti kulunu (Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya) seyr ü sefer ettirdi.” (İsrâ sûresi, 17/1) iltifat-bahş kaydını koymuş ve O’nun ubûdiyetinin bu hususî fâikiyetine işaret buyurmuştur. (01:30)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in risâletini ilan etmesi, O’nun vazifesi cümlesindendir. Farz-ı muhal, O, kelime-i Tevhidi söylese ama “Muhammedün Rasûlullah” demeseydi, vazifesini yapmamış olurdu. Halbuki, bir insan kutup, gavs, Mehdî olsa da, onun bu mazhariyetini ilan etme gibi bir vazifesi yoktur. Dahası, hakiki Mehdî olduğuna dair elinde kesin bir delili de yoktur; duyuş ve sezişlerinde yanılmış, asıl ile gölgeyi karıştırmış olabileceği her zaman muhtemeldir. Mehdî’nin şahıs mı yoksa şahs-ı manevî mi olduğu da şüphelidir. Dolayısıyla, mehdiyet, arkasına düşülüp aranılacak, bulununca da herkese ilan edilecek bir paye değildir. Heyhat ki, bugün bazı insanlar o meseleye kafalarını takmışlar; büyük iddialara girişiyorlar. (02:38)

-Hâlis bir mü’min -varsa- kabiliyetlerini, elde ettiği başarıları ve kendisine bahşedilen bütün mazhariyetleri Mevlâ’nın nimeti bilmeli, istidrâca maruz kalmış olmaktan endişe duymalı ve şayet O, inayetini keserse, her şeyin sönüp gideceğini bir an aklından dûr etmemelidir. Kendisinin bir halaskâr, bir kutup, bir gavs ve bir mehdi olduğu düşüncesini rüyasına bile misafir etmemeli; bu türlü mülahazaları şeytanın dürtüleri olarak görmeli; haddini bilip düz kulluğa rıza göstermelidir. Zira, ancak böyle bir denge, insanı iddiadan, bencillikten, benlikten ve âidiyet mülahazasından uzaklaştırır; onu Allah’ın rızasına ulaştırır. (04:27)

-Benim imzam -Hazreti Üstad’ın bir sözünden hareketle- “hiç ender hiç”; sizin imzanız da “hiç” olsun; kendinize öyle bakın!.. (07:02)

-Daha Peygamber Efendimiz hayattayken, Müseylemetü’l-Kezzab, Tuleyhâ, Esved’ül-Ansî ve Secâh misal peygamberlik iddiasıyla ortaya atılan pek çok yalancı türediği gibi her dönemde “Âhir zamanda gelecek zât benim!” diye meydana çıkan kimseler de olmuştur. O ilkler ve Efendimiz’in ruhunun ufkuna yürümesinden hemen sonra “Ben de Peygamberim” diyen deccallar gibi her dönemde “Ben Mesih’im” diyen; hatta Efendimiz hakkında –hâşâ– “O Araplara gönderilmişti, ben daha umûmîyim.” şeklinde şeytanî iddialarda bulunan hasta ruhlular her zaman var olmuştur. Dahası, Mehdî ile alâkalı hadis-i şeriflerde “Âl-i beytimden bir tanesi zuhur edecek, ismi benim ismime muvafık olacak” dendiği için; yani, Mehdî’nin adının Muhammed, Ahmed gibi bir isim olacağına, Efendimiz’in ismiyle Mehdî’ninkinin -günümüzdeki moda tabirle- örtüşeceğine işaret buyurulduğu için az ileri yaşlarda adını değiştiren bir sürü insan çıkmıştır. (08:17)

-Râfizî düşünce, tarih boyunca sürekli Mehdî çıkarmıştır. Muvahhidîn devletini kuran insan Mehdî’dir. Emevî ve Abbasî tarihleri boyunca ortaya çıkan birçok siyâsî grup hep liderlerinin Mehdî olduğunu söylemişlerdir. Hatta Kuzey Afrika’da kurulan ve daha sonra Mısır’a da hâkim olan Şiî Fatımî devletinin ilk hükümdarının Mehdî olduğu inancı bu devleti kuran ve sürdüren kimseler arasında yaygın bir husustur. Fâtımî devletinin başına bir çocuğu getirmişler; peygamber torunu dedikleri o uydurma kurtarıcının etrafında toplanmış ve o meseleyi su-i isti’mal etmişlerdir; etmişler ve müslümanların Haçlı seferleriyle, daha önce Moğol işgalleriyle sarsıldığı bir dönemde onlar istiklallerini ilan ederek fitne ve iftirak çıkarmışlardır. İşte, tahta atın içinde, devlet bünyesine sinen bu insanlar Haçlı ordularına kapıları açmış ve düşmanların istilasını kolaylaştırmış, İslam’ı arkadan hançerlemişlerdir. Karmatîler de aynı hususu istismar ederek senelerce fitne ve iftiraka sebep olmuşlardır. Hasan Sabbah bu türlü mehdi taslaklarının prototipleri arasındadır. (10:30)

-Yakın tarihe doğru gelince, Somali Mehdî’sinden Sudan’da çıkan büyük Mehdî’ye –ki onu İngilizler öldürmüş, yakmış, külünü Nil’e savurmuşlardır ve Doktor İkbâl ondan çok dâsitânî bahseder– bir Mesîh-i Mev’ud olarak alkışlanan Bahâullah’tan Hind Yogasıyla, meditasyonla meşgul olan, ruh gücünü ortaya çıkarmaya mâtuf bazı riyâzetlerle başı dönünce halüsinasyonlar görmeye başlayan, kendisine önce müceddid, sonra Mehdî-i Mev’ud, İmam-ı muntazar ve en sonunda Mesîh-i Mev’ud diyen Gulam Ahmed’e, ondan da Hindistan’ın bölünüp parçalanmasına sebebiyet veren, bir yönüyle Müslümanların büyük bir devlet olmasına mani olan insandan o anlayışın Amerika’ya uzanan kollarına kadar pek çok kimse mehdîlik mevzuunu su-i isti’mal etmiş ve fitnelere sebep olmuştur. (14:00)

-Bana gelip mehdiliğini söyleyen bir sürü insana şahit oldum. İki misal anlatayım… (15:10)

-Günümüzde bu türlü iddialarla ortaya atılanların sayısı her zamankinden daha fazladır. Genelde insanlar doğru mülahazalarla yola çıkmış olsalar da, bugünkü nesillere iyi bir ruh terbiyesi verilmediğinden, temel disiplinler kendilerine öğretilmediğinden ve bilhassa rehbersizlikten dolayı çokları yolculuk esnasında yollarını şaşırmakta ve kaybolup gitmektedirler. Demek ki, sadece sırat-ı müstakime girmiş olmak yetmemektedir; asıl önemli olan, yolda kalmadan ve istikameti şaşırmadan Cennet, Cemalullah ve Rıdvan hedefine varabilmektir. Kulluğa düşen tevazu, mahviyet ve hacâlettir. Yoksa, Allah muhafaza, bugünün Hasan Sabbah’ları arasında olma ihtimali vardır. (17:10)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Aişe… kendilerini nerede görüyorlardı!.. Kimdi bu insanlar ve neler yapmışlardı; fakat, kendilerine nasıl bakıyorlardı!.. Maneviyat âleminin sultanları olan Hak dostları, kendilerini sıradan bir mü’min kabul ediyor, Allah tarafından tutulmazlarsa ayakta kalamayacaklarına gönülden inanıyor, iddia sayılabilecek beyanlardan olabildiğine kaçıyor ve en küçük kusurlarını bile gözlerinde büyütebildikleri kadar büyütüp sürekli hacâletle gözyaşı döküyorlardı. Bu itibarla, bize yakışan da evleviyetle azamî tevazu, mahviyet ve hacâlettir. Allah aşkına tevazu, mahviyet ve hacâlet!.. Bunun dışındaki bütün mülahazalar tamamen şeytani vesvese ve dalalete sürüklenmedir. (19:23)

-İmanın vaad ettiği huzuru kevser yudumluyor gibi duyup hisseden hakiki mü’minler aynı zamanda, “Ben ölünce hesabımı nasıl vereceğim, ötelere nasıl bir keyfiyette gideceğim?” endişesiyle tir tir titremişlerdir. Zira akıbetinden endişe etmeyenin, akıbetinden endişe edilir. Dini çok iyi anlayan ve onu hayatlarına hayat kılan sahabe-i kiram, tâbiîn-i izam ve tebe-i tâbiîn-i fihâm efendilerimizin, iman atmosferinde huzur ve itminan solukladıkları aynı anda akıbet-endiş oldukları da görülmektedir. Ashab’dan Abdullah b. Cahş hazretlerinin bu konudaki mülahazaları malumdur. Tertemiz bir atmosferde neş’et eden ve hayatını ibadetle geçiren Esved b. Yezîd en-Nehaî de vefat ederken çok korkuyor ve çok ağlıyor. Hazreti Alkame yanına girip soruyor: “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” diyor. Evet, korkmayanın akıbetinden korkulur; endişe duymayanın akıbetinden endişe edilir. (22:05)

-Mü’minliği oyuncak haline getiren, şeytanın dürtüleriyle kendilerine payeler biçen ve kendilerini yüksek makamlara koyan insanlar -hafizanallah- şeytanın oyuncağı olmuş zavallılardır. (25:18)

-Diğer taraftan, kendisi kutup, gavs, mehdi olduğunu iddia etmese bile etrafındaki insanların hüsn-ü zanlarına, o türlü lâf ü güzafına göz yuman, onların meseleyi dillendirmelerine karşı sükût duran insan da dalalete karşı sessiz kalıyor demektir. Aklı başında, Kitab’ı ve Sünnet’i bilen bir mü’min ne öyle bir meseleyi kabul eder, ne de öyle bir mesele çevresi tarafından dillendiriliyorsa sükût durur. Arz ettiğim gibi, o tür iddiaları dalalet sayar, sükûtu da dilsiz şeytanlık kabul eder. Hazreti Üstad gibi: “Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyerek takdir, teveccüh ve iltifatlara karşı açıktan açığa tavrını ortaya koyar. (26:50)

-Cenab-ı Hakk’ı çok iyi bilelim. Âyât-ı tekvîniyeyi her gün didik didik edelim. “Namazda secdeye giderken Arş’ın kaidelerine başım dokunacak gibi.. aman temkinli olmalıyım.. o meseleyi o kadar bilmeliyim.” Allah’tan bunu isteyebilirsiniz. Fakat, demelisiniz ki: “Allah’ım, kurban olayım.. bahtına düştüm.. bana fevkalâdeden bir şey verme! Kendini bana çok iyi bildir. Senin karşında, mevcudiyetini mülahazaya alarak, kalbim duracak gibi yaşayayım; ödüm kopsun.. bakışım bulansın.. gözlerim dönsün.. Fakat, insanın içini okuma, iristen ve mimiklerden manalar çıkarma, gelecek adına bir şeyler söyleme gibi fevkalâdelikleri istemiyorum.. kurban olayım.. bunları istediğine ver!” Böyle diyecek kadar Cenab-ı Hakk’ın ulûhiyetini tasdik yolunda olmalı. Ciddi bir ubudiyetle mukabelede bulunmalı. (30:10)

-İman-ı billah delice istenmeli.. marifetullah delice istenmeli.. muhabbetullah delice istenmeli.. fakat, zevk-i ruhânîye gelince, ona talip olunmamalı. Amel, Allah için olmalı, Allah rızasına bağlanmalı ve o amelle rıza-yı ilâhîden başka bir şey de aranmamalı. Evet, zevk-i ruhânî peşinde dahi olunmamalı. Mektûbât’ta “îman-ı billah, marifetullah, muhabbettullah, zevk-i ruhânî” deniyorsa da orada netice ifade ediliyor. Yani, zevk-i ruhânî, amelin ona bağlandığı bir iş değildir, amele terettüp eden bir şeydir, amelin gayesi değil semeresidir. İnsan zevk-i rûhânîye ulaşmak için amel yaparsa, zevk-i ruhânî, o amelin karşılığı ve gayesi olmuş olur, dolayısıyla, o amel kıymetini kaybeder. Çünkü, Allah, Allah olduğu için Mâbud’dur; ibadet edildiği için Allah değildir. Hakkıdır O’nun Kendisine ibadet edilmesi. Kulluk hesabına ne yapıyorsan o, O’nun hakkıdır. (31:40)

-Zevk-i ruhânî, keşf ve keramet gibi şeyler Allah’ın değişik dalga boyundaki mevhibeleri ve atıyyeleridir. Fakat, insan kat’iyen bunlara tâlib olmamalı, bunlar için elini kaldırıp dua etmemelidir. Şayet kendi ihtiyarı haricinde öyle fevkalâde şeylerle karşılaşırsa, o zaman da, bir imtihanla karşı karşıya olduğunu düşünmeli; onlardan dolayı asla caka yapmamalı, kendi nefsine pay çıkarmamalı; onları kendisine bahşedilmiş varidât gibi göstermemelidir. Bir insanın, zevk, vecd ve keramet gibi şeyleri bir üstünlük vesilesi sayması ve kendi faziletine terettüb eden birer lütuf şeklinde kabul etmesi vesile-i haybettir, hüsrandır ve aldanmışlıktır. Kulluğu Allah’a bağlama gibi âlî ve çok semereli bir şeyi, Cenab-ı Hakk’tan gelecek tecelli dalga boyundaki çok küçük çerezlere feda etmek demektir. Çerezlerle oyalanıp o çerezleri dağıtan Cevvâd u Kerîm’i görmeme demektir. Oysa, sadece Allah istenmeli, yalnızca O’nun rızası arzulanmalıdır. (32:15)

-Üstad’ın “Sünûhât”ta verdiği ölçüye göre; hayat-ı içtimâiyede herkesin görmek ve görünmek için bir penceresi vardır. Boyu uzun olanlar pencereden görünmek için tekavvüs ederler (kavis şeklinde eğilip bükülürler), boyu kısa olanlar da görünmek için tetâvül ederler (parmaklarının ucuna basıp başlarını yüksekte tutar, boyları uzunmuş gibi dururlar). İnsanın büyüklüğünün Allah indinde gerçek emaresi yüzü yerde olmaktır. (34:38)

-Alkış beklemek komplekstir.. yaptığı şeyler karşısında milletin takdirlerini beklemek komplekstir, aşağılık duygusudur ve Allah ile münasebette zayıf olmadır. Hazreti Üstad, “Mezarımı bir iki talebemden başkası bilmemeli!” diye vasiyet ederek bize ihlas dersi vermiştir. “Sen tohum at git, onu kim hasat ederse etsin” düşüncesi hâlis bir mü’minin şiarı olmalıdır. (35:10)