Müslüman: Elinden ve Dilinden Emin Olunan İnsan

Müslüman: Elinden ve Dilinden Emin Olunan İnsan

Çay Faslından Hakikat Damlaları… (00:45)

-Allah’la münasebette derinleşme konusunda hiç kimse Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin (radiyallahu anhüm ecmaîn) efendilerimize yetişemez. Çünkü Ashab-ı Kiram, Şems-i risalete (aleyhissalâtü vesselam) yakın olduklarından hem meseleleri kaynağından ve en doğru şekilde alıp kavramışlar hem de peygamber huzurunun insibağına mazhar olmuşlardır. (01:00)

-Meşrû ve hak olan bir hedefe ulaşmanın vasıtaları da yine hak ve meşrû olmalıdır. İslâmî çizgide olanlar için her işte gâye-i hayâlin meşru olması bir hak, o hakka ulaşmada başvurulacak vesilelerin meşrûiyyeti de bir vecibedir. Hakk rızası ve Hakk’a vuslat, ihlas ve samimiyet olmadan elde edilemeyeceği gibi, İslâm’a hizmet ve Müslümanları gerçek hedeflerine yönlendirmek de kat’iyen şeytânî yollarla gerçekleşemez. Hatta bazen bunun aksi mümkün görülse de, bâtıl yollarda itibarını tüketerek Hakk’ın iltifatını ve halkın teveccühünü yitirmiş kimselerin, uzun süre başarılı olmaları kat’iyen düşünülemez. (05:20)

-Takıyye, kendini gizlemek, olduğundan farklı görünmek, inandığının aksini söylemek ve tehlikelerden korunmak için hileli yola başvurmak demektir. Bazıları, takıyyeyi müslümanlığa mal etmek isteseler de, İslam’da takıyye yoktur. Dinimizde, bir müslümanın savaş anında düşmanın zülmünden kurtulmak ve canını kurtarmak maksadıyla imanını gizleyerek müdarâtta bulunması şeklinde ifade edebileceğimiz, “İllâ en tettekû minhum tükâh – Ancak onlar tarafından gelebilecek bir tehlike olursa başka!” (Âl-i İmran, 3/28) hakikatına bağlı bir disiplin var ise de, Şiilik’te söz konusu olan takıyyenin müslümanlıkta yeri yoktur. Takıyye, Şii anlayışında, özellikle de İran Şiiliğinde bir esastır. Fars Şiiliğinde, “Sizden olmayanları ve sizin çizginizde bulunmayanları aldatmadıktan sonra hakîkî müslüman olamazsınız” manasında bir takıyye mevcuttur ki, onun menşeini de Sünnî bir atmosferde yetişmiş olan İmam Cafer-i Sadık hazretlerine isnat ederler. Doğrusu, İmam Cafer gibi müstakim bir insanın, böyle çarpık bir düşünce ifade edeceğine inanmak mümkün değildir. Kaldı ki, Hazreti İmam böyle bir cümle söylese bile, Allah Resulü “Aldatan bizden değildir” buyurmuştur. (08:00)

-Hazreti Üstad der ki: “Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cezâa (ağlayıp sızlanmaya) iltica etmemek gerektir.” (11:20)

-“Rûhum benim oldukça bu îmanla berâber / Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler.” (Süleyman Nazif) (13:13)

Soru: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek sözlerinde, “müslim” elinden ve dilinden emin olunan insan şeklinde tarif ediliyor. Şayet herhangi bir mü’minden –uzaktakiler bir yana– yakınları bile endişe duyuyor, elinden ya da dilinden zarar göreceklerinden korkuyorlarsa, bu, o insanın iyi bir Müslüman olmadığına dair bir işaret midir? Güven duyulan bir mü’min olmak için inanan insana düşen vazifeler var mıdır? (16:39)

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

اَلْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ وَالْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللهُ عَنْهُ

“Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir. Hakikî muhacir de, Allah’ın yasak ettiği şeylerden uzaklaşıp onları terk edendir.”

-اَلْمُسْلِمُ kelimesinin başında, bir lâm-ı tarif vardır. İdeal mü’min, gerçekten silm, selâmet ve güvenlik atmosferi içine girip, o atmosferde kendini eritebilmiş ve mü’minlere, eliyle veya diliyle kötülüğü dokunmayan insandır. Öyle görünen, öyle olduğunu iddia eden veya nüfus cüzdanında Müslüman yazan kimseler değil; bütün zihinlerde tersim edilen hakikî ve ideal mü’minden bahsediliyor. Biz lâm-ı tarifin “ahd-i zihnî” mânâsına gelişinden bunu teşemmüm ediyoruz. Yani, “Mutlak zikir, kemaline masruftur.” kaidesinden çıkış yaparak, mü’min denince ilk akla gelen, en kâmil mânâdaki mü’mindir ve hadiste kasdolunan mü’min de işte budur. (17:50)

-Efendimiz’in her ifadesinde olduğu gibi, söz konusu ettiğim ifadesinde de kullanılan her kelime, dikkatle seçilmiştir. Görülüyor ki burada da yine elden ve dilden bahsedilmektedir. Diğer azaların değil de sadece bu iki uzvun zikredilmesinde elbette birçok nükte vardır. İnsan bir başkasına vereceği zararı iki türlü verir. Bu, ya vicahî, yüz yüze veya gıyabî yani arkadan olur. Vicahî zararı el, gıyabîyi de dil temsil eder. İnsan karşısındakine ya bizzat tecavüzde bulunur ve onun hukukunu çiğner, ya da gıyabında onun gıybetini yaparak, hakir ve küçük düşürerek hukukuna tecavüz eder. Bu iki çirkin durum da mü’minden hiçbir zaman sâdır olmaz. Çünkü o, ister yüz yüze olduğu insanlara, isterse hazır bulunmayanlara karşı hep mürüvvetle davranır. (18:44)

-Peygamber Efendimiz, lisanı elden önce zikrediyor. Çünkü, dilin kullanılma alanı çok geniştir; faydasız konuşmaktan iftiraya kadar dilin pek çok afeti söz konusudur. Ayrıca, elle yapılacak zarara, karşı tarafın mukabele imkânı ihtimal dahilindedir. Hâlbuki, arkadan yapılan gıybet veya atılan iftira, ekseriyetle karşılıksız kalır. Dolayısıyla, rahatlıkla böyle bir hareket, fertleri, cemiyetleri hatta milletleri birbirine düşürebilir. Dille yapılabilecek zararların takibi, vicahî olarak yapılmak istenenlere nisbeten daha zordur. Onun içindir ki, Efendimiz, dili, ele takdim etmiştir. (19:30)

-Hazreti Pir, Gıybet Risalesi’ni yazıp dilin bu büyük afetine dikkat çektiği gibi, onun has talebeleri de gıybetten sakınma mevzuunda azami hassasiyet gösterirlerdi. Merhum Hulusi Ağabey o ilk kampların birine şeref vermiş ve orada gıybet bahsini çok güzel anlatmıştı. Tahir Ağabey’in yanında, “Filanca yüzüme alık alık bakıyordu” gibi -gıyabında konuştuğunuz bir şahsın duyduğunda rahatsız olabileceği- bir laf etseydiniz, hemen “Niye gıybet ediyorsun? Senin dilini kökünden kesmek lazım.” cevabını alırdınız. Bu zatlar çevrelerini gıybetten sakındırdıkları gibi elbette kendileri de gıybetten hep uzak dururlardı. (20:40)

-Hadis-i şerifte, “el” her türlü fiilî kötülüğü ifade etmektedir. Hırsızlıklar, saldırılar, kapkaçlar, milletin servetine hortumlar bağlayıp halkın malını kendi havuzuna akıtmalar… bunların hepsi el hıyanetine giren ve Müslümandan uzak olması lazım gelen kötülüklerdir. İşte bunları yapanlar, secde etseler de rükua gitseler de, hakiki Müslüman değillerdir. (22:55)

-Hakikî Müslüman, emniyet ve güven insanıdır. Onun nazarında, elle yapılan tecavüz ile gıybet, bühtan, tahkir, tezyif gibi dil ile yapılan tecavüz ve çekiştirme arasında fark yoktur. Hatta bazı durumlarda, ikincisi birinciden daha büyük cürüm sayılır. O, eza, cefa etmek ve zarar vermek bir yana, hatırlandığı her yerde emniyet ve selâmetin remzi olarak hatırlanır. Öyle ki, diğer bütün Müslümanlar, zerrece herhangi bir kuşku ve tereddüde düşmeden ona sırtlarını dönebilirler. Zira bilirler ki, onun elinden ve dilinden asla kimseye zarar gelmez. Onunla bir mecliste beraber bulunduktan sonra o meclisten ayrılan insan, arkasından emindir; zira bilir ki, arkada kalan o insan, ne kendisi gıybet eder, ne de yanındakilerin gıybetini dinler. O, kendi haysiyetine, şerefine düşkün olduğu kadar, bir başkasının haysiyetine, şerefine de o kadar düşkündür. (25:15)

-Şayet bir mü’minden yakınları bile endişe duyuyor, elinden ya da dilinden zarar göreceklerinden korkuyorlarsa, bu, o insanda iman zaafı olduğunu gösterir. Zira, emin bir Müslüman olmanın ilk şartı sağlam bir imandır. İkinci şartı ise, Hak yolundaki hizmetlerini dünyevî bir kısım menfaatlere bağlamamak, onları sadece Allah rızası için yapmaktır. (26:25)

-Çağın büyük mütefekkirinin ifadesiyle, “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.” (26:45)

-Başka mü’minlere hizmet alanları bırakmama, her yeri sırf kendi çizgisindeki insanlarla doldurma ve hangi niyetle olursa olsun milletin malını hususî havuzlara aktarma hep menfaat üzerine dönen siyaset anlayışının neticeleri ve ahirete iyi inanmamış olmanın emareleridir. Allah (Tebâreke ve Teâlâ), Kur’an-ı Kerim’de, “Zerre ağırlığınca hayır yapan onun mükâfatını alır, zerre kadar şer işleyen de onun cezasını görür.” (Zilzâl, 99/7–8) buyurarak, en küçük bir hayır veya şerrin Hak nezdinde kaybolmayacağını ve mutlaka karşılık bulacağını beyan etmiştir. Her iyiliğin bir ağırlığı ve değeri vardır. Onun için onlardan gafil olmamalı, en küçük bir iyilik fırsatı bile zayi edilmemelidir. Aynı husus kötülükler için de geçerlidir. Bazen küçük gibi görülen bir kötülük de insanın hüsrana uğramasına sebebiyet verebilir. (29:10)

-Günümüzde “ben, ben” diyerek oturup kalkma ve enaniyet mülahazalarıyla dolup taşma belki her zamankinden daha fazladır. Öyle ki, bugün inanan insanlar bile “özgüven” altında serdedilen bir kısım düşünceleri şeytânı hoşnut edebilecek mülahazalara çevirebilmektedirler. –Özgüven, iradenin hakkını verme açısından kullanılıyorsa mahzursuz olabilir.– Oysa, hakiki mü’min kendine değil, Allah’a güvenir. Bir yandan, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği iradeyi en iyi şekilde kullanır; diğer taraftan da, “Allahım beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle başbaşa bırakma” der. Nefsine değil, Cenâb-ı Hakk’a itimad eder. Nefsini ve nefsânî duygularını an azılı düşman sayar; en güzel vekil, yegâne dost ve yardımcı olarak ise yalnızca Allah’ı bilir. (31:56)

-Bir insanın üzerinde on tane nifak belirtisi, bir tane de iman emaresi olsa, biz yine o insan hakkında elimizden geldiğince hüsn-ü zan etmek mecburiyetindeyiz. Evet, o şahıs, söz konusu mezmum sıfatlarından dolayı kendi hesabına çok korkmalı ve akıbetinden endişe etmelidir; ancak, biz, kat’iyen onun hakkında münafık hükmüne varmamalıyız; sû-i zanda isabet etmektense hüsn-ü zanda yanılmayı seçmeliyiz. Tabii ki, iman hizmetinin ve umumun hukukunu gözeterek, üzerinde nifak alâmeti bulunan insanlara bir kısım vazife ve sorumluluklar verip vermeme hususunda daha temkinli olabiliriz. Bu hususta, Üstad hazretlerinin ortaya koyduğu “hüsn-ü zan, adem-i itimat” prensibine göre hareket edip, Kur’an hizmetinden onların da nasipdar olmaları için, o türlü insanlara da bazı vazifeler verme ama onları mahremiyet gerektiren yerlerden uzak bulundurma yoluna gidebiliriz. Böylece, hem amme hukukunu korumuş hem de o insanların da çirkin sıfatlardan kurtulup samimi birer mü’min olabileceklerine dair hüsn-ü zannımızın gereğini yapmış oluruz. Şu kadar var ki, aynı mefkureye gönül vermiş insanlar arasında hüsn-ü zannın ve güvenin ana unsurlar olduğu; kesin bilgilere dayanmayan haberlerden, sudan bahanelerden, bir kısım şüphe ve vesveselerden dolayı kardeşlerin birbirlerine karşı asla itimatsızlık etmemelerinin gerektiği unutulmamalıdır. (34:38)

-İrşad erleri, öyle davranmalıdırlar ki, ehl-i dünyaya “Acaba bunların da maddî bir mülahazaları mı var?” dedirtmemeli ve onları dünyevî imkânlarının paylaşılacağı vehmine asla itmemelidirler. Esnaf ve işadamları kendi işlerini tabii ki yapmalıdırlar; fakat hizmetin önünde koşan adanmış ruhlar, paraya el sürmemeli ve vefat ettikleri zaman geride ancak kefenlerine yetecek kadar bir şey bırakacak şekilde yaşamalıdırlar. Onlar ancak böyle yaşarlarsa, mazhar oldukları o büyük güven kredisini beyhude harcamamış ve onu insanları hayırlı faaliyetlere sevk etmede kullanmış olurlar. (36.16)

-Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. el-Cerrah (radiyallahu anh) Bahreyn’den çok miktarda mal getirmişti. Ashab-ı Kirâm’dan bazıları, ondan pay almak için beklerken, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, -meâlen- “Allah’a yemin ederim ki, ben sizin fakr u zarurete düşmenizden endişe duymuyorum. Sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş imkanlara sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip/rekâbet edip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdan korkuyorum.” buyurmuştu. Evet, Sahabe efendilerimiz bile bu şekilde ikaz edilmişlerdir. Bu itibarla, günümüzün mü’minleri, “âhirzamanın en büyük felaket sebebi, dünya hayatının âhirete tercih edilişidir” hakikatini asla unutmamalı ve mutlaka ahiret yörüngeli yaşamalıdırlar. (39:06)