Sabırlı Muhâcirler ve Derin Mü’minler

Sabırlı Muhâcirler ve Derin Mü’minler

Soru: 1) Sayıları az da olsa, bazı ülkelere hicret eden arkadaşların, oranın halkını sevemedikleri, adetlerine/yaşayışlarına alışamadıkları ve dolayısıyla onlarla kaynaşamadıkları, neticede kendi arkadaş çevrelerinin dışına çıkamadıkları naklediliyor. Bir hizmet eri için muhataplarının keyfiyeti ve onları sevip sevememesi ne ölçüde önemlidir? Bu hususta fiilî ya da kavlî olarak yapılması gerekenler nelerdir?

-Belki kültür ortamı farklılığının çok bariz olduğu nadir yerlerde, arkadaşlar, oranın adetlerine/yaşayışlarına alışamamış ve dolayısıyla onlarla kaynaşamamış olabilirler. Fakat, sevginin açamayacağı kapı yoktur; hizmet erleri, herkesi sevgiyle kucaklamalı, gönüllere girmek için meşru her yolu denemeli ve bu konuda gereken fedakarlıkları ortaya koymalıdırlar. (01:08)

-Allah (celle celalühu) Rahman ism-i şerifiyle tecelli buyuruyor; mü’min, kâfir, mülhid, ateist, deist… tefrik etmeden herkesin rızkını veriyor. Allah ahlakıyla ahlaklanmalı; herkese el uzatmalı ve bir yönüyle hep verici olmalı. (03:26)

-Her insan, Cenab-ı Hakk’ın bir sanatı olduğundan dolayı sevilmeye layıktır. Mevlâ-yı Müteâl, insan kalbini herkese karşı -bir ölçüde- alâka duyacak kadar geniş yaratmıştır. Mü’minler, evvelen ve bizzat Allah’ı, sonra da O’ndan ötürü diğer inananları severler; başkalarına karşı da, Allah’ın birer sanatı olmaları itibarıyla yine O’ndan ötürü alâka duyarlar. Hakk’ın tecelli ve teveccühlerinin hatrına herkesle ve her nesneyle bir çeşit münasebete geçer, bütün varlığı O’nun isim ve sıfatlarının değişik renk, değişik desen ve değişik edada birer tecellisi olarak takdirlerle alkışlar ve temâşâ ettikleri her şeye “Bu da Senden.” diyerek -ilahî sanata karşı hayranlık hisleri içinde- bakarlar. (05:39)

-İnsan, içinden gelmese bile başkalarına yakın durmaya ve yüce hakikatleri onların gönüllerine de duyurmaya çalışmalıdır. Zorluklarına rağmen karda kışta abdest almak gibi nefsin hoşuna gitmemesine rağmen yapılan ibadetler insana ziyadesiyle sevap kazandırır. Aynen öyle de hoşumuza gitmese bile farklı kültürler karşısında dişimizi sıkıp sabretmemiz bize çok sevap kazandırır. (09:09)

-İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir beldeyi teşrif buyurduğu esnada;

اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا حَيَاهَا وَأَعِذْنَا مِنْ وَبَاهَا وَحَبِّبْنَا إِلَى أَهْلِهَا وَحَبِّبْ صَالِحِي أَهْلِهَا إِلَيْنَا اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِيهَا

“Allahım, bu beldenin bolluğuyla bizi rızıklandır. Veba gibi hastalıklarından bizi koru. Bizi bu beldenin halkına, bu beldenin salihlerini de bize sevdir. Allahım, burayı bizim için bereketli eyle.” şeklinde dua ediyordu. Efendiler Efendisi (aleyhissalâtü vesselâm) insanların gönüllerini kazanabilmek, oralara sevgi tohumları ekebilmek için hem gerekli sebeplere müracaat etmiş, meselâ onlarla hep diyalog hâlinde bulunmuş, münasebetlerin kesilme noktasına gelmemesi için perdeyi yırtmamış, hem de kavlî dualarıyla, muhataplarının gönüllerinde sevgi yaratması için Cenâb-ı Hakk’a el açıp yalvarmıştır. (10:15)

Fiilî dua olarak zâhirî esbap açısından yapılması gerekli olanları yapmakla beraber, gittiğimiz beldenin halkını sevmek ve onlar tarafından sevilmek için Cenâb-ı Hakk’a el açıp yalvarmamız da bu hususta duanın kavlî olanıdır. Biz de Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptıkları duayı okumalı, “Allahım, o belde halkının salihlerini bize, bizi de onlara sevdir.” demeliyiz. Ayrıca her gün belki defalarca şu duayı tekrar etmeliyiz:

اَللّٰهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللّٰهِ وَكَلِمَةَ الْحَقِّ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَاشْرَحْ صُدُورَنَا وَصُدُورَ عِبَادِكَ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ إِلىَ اْلإِيمَانِ وَاْلإِسْلاَمِ وَاْلإِحْسَانِ وَالْقُرْآنِ وَإِلَى خِدْمَةِ اْلإِيمَانِ، وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبيِنَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِّينَ الْمُحِبِّينَ الْمَحْبُوبِينَ الْخَاشِعِينَ الْمُتَوَاضِعِينَ الْمُتَخَلِّقِينَ بِأَخْلاَقِ الْقُرْآنِ. آمِينَ. أَلْفُ أَلْفِ آمِينَ. وَصَلِّ وِسِلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ

Allahım! Kelimetullahı ve kelimetülhakkı dünyanın her yerinde bir kez daha i’lâ buyur. Bizim ve dünyanın her köşesindeki bütün kullarının kalblerini imana, İslam’a, Kur’ân’a ve iman hizmetine aç ve bizi bu vazifede istihdam buyur. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsnükabul vaz’et. Bizi muhlis, muhlas, müttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, Seni seven ve nezdinde sevilen, huşû sahibi, mütevazi, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış kullarından eyle. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, âline ve bütün ashabına da salât ü selâm eyle! Âmîn! Sonsuz defa âmîn! (10:30)

-Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Allahım beni kendi gözümde küçük, insanlar nazarında ise (yüklediğin misyona uygun şekilde) büyük göster” diye dua ediyordu. Tâif dönüşünde de bu istikamette şöyle niyaz etmişti ki daha sonra bu dua bütün Hak dostlarının yakarışlarına dahil olmuştu:

اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ

“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum. Yâ Erhamerrâhimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin. Benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi, yoksa işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferahfeza, daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftar yahut hoşnutsuzluğuna dûçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nur-u Vechine sığınırım. İlâhî, Sen razı olasıya kadar Senin affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Senin elindedir.” (12:37)

Soru: 2) Mü’minûn Sûresi’nin 60. ve 61. ayet-i kerimelerinde hayır yaparken bile kalbleri tir tir titreyen insanlardan bahsediliyor ve siz bir makalenizde onları “derin mü’minler” olarak tavsif ediyorsunuz? İşaret edilen ayetlerin açıklamasını ve “derin mü’minler” sözünün manasını lütfeder misiniz? (15:00)

-Soruya esas teşkil eden ayetler ve mealleri şu şekildedir:

وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا آتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إِلَى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ أُوْلَئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ

“Rabbilerine dönüp hesaba çekileceklerine inandıklarından, verdiklerini verirken bile kalbleri tir tir titremektedir. İşte hayır işlerinde hakkıyla koşan ve yarışı başta götüren de bunlardır. (Mü’minûn, 60-61) (15:23)

-Mü’minûn Sûresi’nin ilk ayetleri, sorulan ilahi beyanla ciddi alâkalıdır; gerçek ve kâmil mü’minlerin sıfatlarını meâlen şöyle sıralamaktadır: “Muhakkak ki mü’minler, felâha, mutluluk, başarı ve kurtuluşa erdiler. Onlar namazlarında tam bir saygı ve tevazu içindedirler. Onlar boş şeylerden uzak dururlar. Onlar zekâtı ifa ederler (hatta zekat vermek için çalışırlar.) Onlar ırzlarını, mahrem yerlerini günahlardan korurlar. Yalnız eşleri ve cariyeleri ile ilişki kurarlar; çünkü bunu yapanlar ayıplanamazlar. Ama bu sınırın ötesine geçmek peşinde olanlar, işte onlardır haddi aşanlar! O mü’minler üzerlerindeki emanetleri gözetirler, verdikleri sözleri tam tamına tutarlar. Onlar namazlarını vaktinde eda edip zayi etmekten korurlar. İşte vâris olanlar, ebedî kalacakları Firdevs cennetine vâris olanlar onlardır onlar!” (16:35)

-Günümüzde devletin derini oluyor, askerin derini oluyor, baroların derini oluyor; değişik organizasyonların da derini oluyor. Şayet mü’minler ciddi derinliklere eremezlerse, bunca derinlere karşı mevcudiyetlerini devam ettiremezler. İşte, Mü’minûn Sûresi’nde, özellikle de işaret edilen ayetlerde derinleşmenin yolları gösteriliyor. (18:40)

“…verdiklerini verirken bile kalbleri tir tir titremektedir” beyanı münasebetiyle, Hazreti Âişe (radiyallahu anhâ) validemiz der ki: “Bu âyet nâzil olunca ‘Burada zikredilenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikâp edenler midir?’ diye Rasûlullah’a sordum. İnsanlığın İftihar Tablosu Seyyidü’l-ma’sûmîn, ‘Hayır yâ Âişe, âyette anlatılmak istenen, namaz kılıp oruç tutup sadaka verdiği halde, kabul olup olmaması endişesiyle tir tir titreyenlerdir.’ buyurdular.” İşte bu mülahazaları taşıyan insanlara “derin mü’minler” veya “kâmil insanlar” demek uygun olur zannediyorum. Bu hadis-i şerifte de görüleceği üzere, “derin mü’minler” hayır ve hasenât adına koşar durur, daima salih amellerde bulunurlar ama amellerinin kabul olup olmadığı hususunda da sürekli endişe yaşar, yapıp ettiklerine asla güvenmezler. Şu kadar var ki, bu endişe onları ye’se atmaz; bilakis, daha çok gayret göstermeye, hayır ardında daha fazla koşturmaya sevk eder. (21:45)

“İşte hayır işlerinde hakkıyla koşan ve yarışı başta götüren de bunlardır.” beyanında başkasında görülen bir olgunluğa imrenme, o güzel sıfatı yakalama azmiyle gayret gösterme ve hayırlı bir neticeyi elde etmek için müsabaka yaparcasına çalışma demek olan “tenâfüs” nazara verilmektedir. Bu dünyanın cazibedâr güzelliklerini elde etmek için birbirini kırarcasına mücadele eden insanların, aslında ebedî huzura kavuşmak ve sonsuzluk şerbeti içmek için yarışmaları gerektiği belirtilmektedir. Bu hayır yarışında gıpta ve hasede açık bir rekabet söz konusu değildir. Bu koşuda rekabet hissi ve falanları geçelim mülâhazası olmaz/olmamalıdır. Belki cereyan eden bu yarış “Bu güzelliklerden ben de geri kalmayayım, en azından ben de koşturan şu insanlar kadar bir performans sergileyeyim” mülâhazasına bağlıdır. Talep edilip ardına düşülen tek ödül ise, Allah’ın rızasıdır ki ondan daha büyük bir mükafat zaten söz konusu değildir. (26:35)

-Osmanlı döneminde, zekât ve sadaka taşları toplumdaki nezaheti, ruh nezafetini ve Hakk’ın hoşnutluğuna kilitlenmeyi göstermesi açısından çok önemlidir. Bilindiği üzere, birileri zekât ve sadakalarını götürüp o taşlara bırakıyor, ihtiyacı olan insanlar da, ihtiyacı kadarını oradan alıyordu. Böylece veren süm’a ve riyâ tehlikesinden kurtulmuş; alan da minnet altında kalmamış oluyordu. Veren, Allah Rasûlü’nün lal u güher beyanlarından biliyordu ki, verilen gizli sadaka, ateşin suyu söndürdüğü gibi Rabbin gazabını söndürür. Başka bir hadis-i şerifte ise Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) arşın gölgesinde gölgelenecek yedi grup insanı sayarken bunlardan birisinin de “sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyen insan” olduğunu ifade buyurur. Bu hadisi, “sağınıza verdiğinizi solunuzdaki kimse bilmeyecek” şeklinde anlamak da mümkündür. Yani siz bir yerde birisinin cebine sessizce bir şey bırakacaksınız ama sol tarafınızdaki insan onun farkına varmayacak. İşte sadaka taşlarına bırakılan paralar, aynı zamanda o insanların karakterlerini de aksettiriyor. Onların Allah rızasına ne kadar kilitli insanlar olduğunu gösteriyor. Bugün bize düşen de sadece rıza-yı ilahiyi hedefleyip iman, marifet, muhabbet ve aşk u iştiyakta derinlik peşinde olmak ve derinleştikçe derinleşmektir. (29:33)

-Allah korkusu ve O’na karşı saygı hisleriyle yüreğin tit tir titremesine “vecel” denir. Vecel’in temelinde sıdk ve sadâkat vardır. Sıdk; ferdin, amel ve davranış bütünlüğünü koruyup, tehlike anında ve yalanla kurtulması söz konusu olduğu yerlerde bile, gizli-açık iç ve dış ayrılığına düşmemesi; ezkazâ düşerse, yeniden Hak’la mutâbakatı yakalayabilmek için hâlden hâle girmesi ve kıvrım kıvrım kıvranmasıdır ki; Hazreti Cüneyd, “Sâdık kimse günde kırk defa hâlden hâle döner durur; aksine bir mürâî ise, kırk sene ızdırapsız olarak kaldığı yerde kalır.” der. (34:34)