Şiârı Aydınlatmak Olan Zât’ın Şâhitliği

Şiârı Aydınlatmak Olan Zât’ın Şâhitliği

Çay Faslından Hakikat Damlaları

-Bâyezid-i Bistâmî hazretleri der ki: “Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenab-ı Hakk’a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan: ‘Ey Bâyezid, Cenab-ı Hakk’ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O’na ulaşmaksa, Hakk kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol’ sesini duydum ve tembihini aldım…” (00:52)

-İhlâs; ferdin, ibadet ü taatinde, Cenâb-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması.. abd ve Ma’bud münasebetlerinde sır tutucu olması.. yaptığı şeyleri Hakk’ın teftişine arz mülâhazasıyla yapması.. tabir-i diğerle; vazife ve sorumluluklarını O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi ve O’nun uhrevî teveccühlerine yönelmesinden ibarettir ki, saflardan saf sâdıkların en önemli vasıflarından biri sayılır. (01:35)

-Yaptığınız işleri sergileyebilirsiniz; fakat, onu sergilerken kendinizi ifade etme gibi bir mülahaza aklınıza gelirse, o işi şova dönüştürmüş olursunuz. Allah, enbiyâ, melekler ve ruhânîler şovu sevmezler. (04:35)

-Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Bir dirhem ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” Hazreti Üstad der ki: “Amelinizde rızâ-yı İlahî olmalı. Eğer o râzı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O râzı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktizâ ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da râzı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını esas maksad yapmak gerektir.” (06:35)

-Samimiyet, ihlasın ayrı bir unvanıdır. Mehmet Akif, hayatı boyunca beklentisiz yaşamış; bir samimiyet ve ihlas âbidesi olmuştur. Günümüzün hizmet erleri onun ve yamalı bir yorganını bile bir muhtaca verecek kadar fedakârlık sergileyen, samimiyet ortaya koyan ve beklentisizliği şiar edinen Hazreti Üstad’ın yolunda yürümelidirler. (12:58)

-Büyük Doğu dergisinin sıkıntılar yaşadığı, bir yayınlanıp bir yayınlanmadığı dönemlerden birinde yine parasızlıktan dolayı dergi basılamayacak gibi oluyor. Bu mevkûte o zaman için çok önemli bir misyon ifade ettiğinden Üstad Hazretleri ona İslam’ın sesi ve soluğu olarak bakıyor. Derginin parasızlıktan dolayı basılamayacak olması Üstad Hazretlerine çok dokunuyor ve Zübeyir ağabeyi çağırıp ona, “Zübeyir, Doğu çıkmayacakmış, mutlaka bir şey yapmamız lazım!” diyor. Zübeyir abi de, “Üstadım, neyimiz var ki bir şey yapalım?” diye cevap veriyor. Bunun üzerine Üstad Hazretleri “Benim, kışın üzerime aldığım eski, yamalı bir yorganım vardı. Belki birisi bir değer atfeder de onu satın alır. Siz de elinize geçeni Doğu’ya gönderirsiniz.” diyor. İşte Hazreti Üstad o yorganı sattırıp bedelini dergiye gönderiyor. Vehbi Vakkasoğlu Beyefendi, “Bunu Üstad Necip Fazıl’a anlattığımda yüzünü pencereye çevirdi ve hıçkıra hıçkıra ağladı!” demişti. (14:19)

Soru:

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذِيراً وَدَاعِياً إِلَى اللَّهِ بِإِذْنِهِ وَسِرَاجاً مُنِيراً

(Ahzab, 33/45-46) ayet-i kerimesinde beş önemli vazifesi ve hususiyeti nazara verilen Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in önce “şâhit” sıfatıyla tavsif edilmesi ve bu vasfın mutlak bırakılması nasıl anlaşılmalıdır? (17:39)

-Soruya mevzu teşkil eden ayet-i kerimenin meali şöyledir: “Ey şanı yüce Peygamber! Biz seni bir şâhit, imrendirerek iyiliklere yönlendiren ve mükâfat vaad ederek yüksek hedefler gösteren bir müjdeci, muhtemel tehlikelere işaret eden, böylece insanları felakete düşmekten sakındıran şefkatli bir uyarıcı, Allah’ın izniyle O’nun yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzab, 33/45-46) (18:12)

-İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ), Abdullah İbn Mes’ud hazretlerine, kendisine bir miktar Kur’an okumasını emretmişti. O, Nisa sûresinden bir kısım âyetler okuyup da nihayet “Ey Rasûlüm! Her ümmetten haklarında tanıklık edecek bir şahit (peygamber) celbettiğimizde ve seni de bütün onlara (ümmetine) şahit olarak getirdiğimizde, bakalım onların hali nice olacak?” (Nisa, 4/41) mealindeki fermana geldiğinde, Allah Rasûlü eliyle işaret edip susmasını söyledi. İbn Mes’ud diyor ki: “Dönüp baktığımda, Rasûlullah’ın gözlerinin dolu dolu olduğunu ve yanaklarından yaş süzüldüğünü gördüm.” (21:00)

-“Şâhid”, sözlükte tanık, bilen, muttali olan, hazır olan, delil ve hüsn-ü misal manalarına gelir. Kur’ân’da bir hakkı, bir hadiseyi ispatta bilgi ve görgüsüne müracaat edilen kişiye şâhid denildiği gibi; inanç, söz, fiil, ahlak ve davranışlarıyla insanlara güzel örnek olan peygamber ve mü’minlere de şâhid denilmiştir. Bu itibarla, ayetlerde geçen şâhid ve şüheda kelimeleri bir yandan kıyamet gününde Müslümanların, diğer Peygamberlerin vazifelerini yaptıklarına şehadette bulunacaklarına, Rasûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin ise Müslümanlara şahit olacağına işaret etmekte; diğer taraftan, hem İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hem de ümmetinin bu dünyada “Üsve-i hasene” olarak yaşadıklarına ve insanlar için “en güzel örnek” olduklarına îmâda bulunmaktadır. (23:00)

-Mübeşşir; güzel haberler veren, doğru yola teşvik eden, imrendirerek iyiliklere yönlendiren ve mükâfat vaad ederek yüksek hedefler gösteren güleç yüzlü müjdeci demektir. Bu vasfın, “nezîr” sıfatından önce zikredilmesinde latif bir nükte vardır. Genel manada mü’minler, herkesi bağlayan objektif emirlerle mükelleftirler. Normal bir insanı, subjektif mükellefiyet çizgisine zorlamak ona “teklif-i mâlâ-yutak”ta bulunmak manasına gelir ve “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın…” hakikatine ters bir davranış sayılır. Hele, henüz cismaniyetten sıyrılamamış bir insana o ufku göstermek, onu taşıyamayacağı çok ağır bir yükün altına sürmek ve belini kırmak demektir. Öyleyse, insanlara güçlerini aşkın sorumluluklar yükleyerek dini yaşanmaz hâle getirmemek gerektiği gibi; müjdeleyici olmayı her zaman bir adım öne çıkarıp doğru yola teşvik etme ve iyiliklere imrendirme üslubunu, korkutucu ve sakındırıcı olma metodunun önüne geçirmek lazımdır. (24:41)

-Nezîr; muhtemel tehlikelere işaret eden, hata ve günahların kötü neticelerini bildiren, sonuç itibarıyla haybet ve hüsrana varıp dayanan bir yoldaki tuzaklara dikkat çeken ve böylece insanları felakete düşmekten sakındıran şefkatli uyarıcı manasına gelmektedir. Allah’ın elçileri, evvelâ, Cenâb-ı Hakk’a gönülden inanıp O’nun emirlerine itaat edenlerin nâil olacağı dünyevî ve uhrevî mükâfatları bildirmişlerdir. İmanın bu dünyada saadete vesile olduğunu belirttikleri gibi, mü’minlerin ötede de Cennet nimetlerine kavuşacaklarını müjdelemişlerdir. İnsanları Allah yoluna çağırırken meseleleri zor göstermemeye, muhataplarını ürkütmemeye ve onların içlerinde nefret duygularının uyanmasına sebebiyet vermemeye azamî dikkat göstermiş; herkesi hikmetle, güzel ve makul öğütlerle Allah’ın dinine davet etmişlerdir. Sâniyen; hikmet ile tebliğin bir gereği olarak, zaman zaman eğri yolun encamından bahisler açmış ve insanları kötülüklerden sakındırmışlardır. Bir çobanın, gerektiğinde koyunlarına taş atıp onları tehlike mahallinden uzaklaştırdığı gibi; peygamberler de, değişik ikaz vesileleriyle ümmetlerini gafletten kurtarmaya ve tehlikelerden korumaya çalışmışlardır. Bu itibarla da, onlar zorlayıcı, gözdağı verici ve korkutucu değil, sadece azabı ihbar edici ve sakındırıcıdırlar. (26:35)

-Müjdelemenin yanı sıra sakındırma yolunu da kullanmak irşad ve tebliğ mesleğinin bir gereğidir. Bu itibarla da, dava-yı nübüvvetin vârisleri beşîr oldukları aynı zamanda nezîrlik vazifesini de eda etmelidirler. Şu kadar var ki, insan fıtratına en uygun din olan İslâm’da, tebşîr öncelik hakkına sahiptir. Din-i mübîn “yüsr” (kolaylık) üzere vaz’ edilmiştir; fıtratları ve karakterleri gözetmeden, onu şiddetlendiren ve ağırlaştıran, dinin ruhuna aykırı bir iş yapmış olur. Zira, kolaylık üzere bina edilmiş ve müsamahaya dayalı gelmiş bu dini insanlara öğretirken zorlaştırmamak ve nefret ettirmemek, bilakis yaşanabilir olduğunu göstermek ve sevdirmek Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in emridir. Bu itibarla da, her irşad eri muhatabının hususiyetlerini göz önünde bulundurmalı; kime, nerede, ne ölçüde müjdeleyici ya da ikaz edici olması gerektiğini çok iyi belirlemelidir. (28:32)

-Mezkur ayet-i kerimedeki “Allah’ın izniyle O’nun yoluna çağıran bir davetçi ifadesiyle, Rasûl-ü Ekrem’in, insanları herhangi bir beşerî sisteme değil, Allah’ın birliğine, sıfatlarına ve ahkâmına iman etmeye, rızasına ve likâsına doğru yürümeye çağırdığı vurgulanmış; “O’nun izniyle” kaydı konularak bu davetin Allah tarafından bilhassa bir inayet olmayınca yapılamayacak gayet zor bir vazife olduğuna işarette bulunulmuştur. (29:37)

“Ey şiârı aydınlatma olan Zât / Gel dünyamızı da aydınlat!” (30:40)

-Başka hiçbir delil olmasa bile, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun üstün şahsiyeti Allâh’ı gösteren en nûrâni bir aynadır, sâdık bir şâhittir. İnsanoğlu Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği aynaların en câmii ve mücellâsıdır; Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelü’t-tehaya) ise, bu aynaların en kâmili ve muhtevâlısıdır. Bu hakikati ifade sadedinde bir hak dostu, “Âyinedir bu âlemde her şey Hak ile kâim / Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.” demiştir. Evet, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), “Allah var” dedirtecek kadar ciddi bir simaya, çok temiz bir karaktere ve çok inandırıcı bir ruha sahipti. (33:14)

-Ne zaman M. Akif’in,
“Dünya neye mâlikse O’nun vergisidir hep,
Medyûn O’na cemiyeti, medyûn O’na ferdi;
Medyûndur O ma’suma bütün bir beşeriyet,
Yâ Rab, mahşerde bizi bu ikrar ile haşret!”
mısralarını okusam, “Ya Rab, bizi O’nunla haşret!” duasını tekrar ediyor; sonra da şunu ekliyorum: “Ehil olmasam bile!..” (37:03)

-Bir keresinde, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), en sadık dostu, sema ve zeminin emini Cebrâil (aleyhisselam) ile beraberken “Üç günden beri Muhammed ağzına bir lokma bile koymadı.” der. Tam o esnada semadan bir melek iner. Cibril-i Emin, inen melek hakkında Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bu, arz ve sema yaratıldığı günden şimdiye kadar ilk defa yeryüzüne inen bir melektir.” der. Melek, Allah Rasûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yönelir ve O’na şöyle seslenir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?” Cibril (aleyhisselâm), Efendimiz’e “Rabb’ine karşı mütevazi ol!” manasına işarette bulunur. Bunun üzerine O (sallallâhu aleyhi ve sellem) da, “Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim…” cevabını verir. (38:30)