Tayin ve Tavzifler Karşısında Mü’mince Tavır

Tayin ve Tavzifler Karşısında Mü’mince Tavır

Soru: 1) İster devlet birimlerinde isterse de özel teşebbüslerde zaman zaman tayinler ve yeni tavzifler yapılıyor. Bazı kimseler, teklif edilen makamı bir tenzil-i rütbe ya da yer değişikliğini bir haksızlık kabul edebiliyorlar. Herhangi bir tayin ve tavzif karşısında, mü’mince tavır nasıl olmalıdır?



-Mü’min, Allah Teâlâ’ya, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun haber verdiklerine gönülden inanıp kabul ve tasdik eden insan demektir. Fakat aynı zamanda o –kelimenin iştikakından da anlaşılacağı üzere– açık-kapalı her hâliyle çevresindekilere güven vaad eden, yeryüzünde emn ü emânın temsilcisi olarak yalan ve aldatmadan fersah fersah uzak bulunan, özü sözü bir, tam bir emniyet ve güven insanı demektir. Bu açıdan da, mü’min hem karşısındaki insanlara güven vaad etmeli hem kendisi onlara güvenmeli ve hem tayinler karşısında da emanate ihanet etmeyecek bir emniyet insanı olduğunu ortaya koyup işaret edilen vazifeye koşmalıdır. (01:02)

-Bir makam ve mansıp, onu isteyip delicesine peşinden koşan kimselere verilmez. Çünkü, makam talep eden kimsede hırs var demektir. Hırs ise, istediğini elde etmek için insanı bazı hakikatleri feda etmeye sevkedebilir. Onun için, bir yere yükselme, bir mevkî ihraz etme ve bir makam sahibi olma gibi tutkular, insanları çok defa bazı hakikatleri görmekten alıkoyar. (04:04)

-Vazifenin istenmemesi ve verilirse de kerhen kabul edilmesi bir esastır. Ancak bu meselenin de bir istisnası vardır: Şayet bir vazifeyi sizin ölçünüzde yapabilecek başka bir müstakim mü’min yoksa, Hazreti Yusuf’un “Beni ülkenin hazinelerinin başına tayin et; çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim.” (Yusuf, 12/55) diyerek Kıptîler içinde vazifeye talip olduğu gibi, o vazifeyi talep etmekte mahzur olmayabilir. Hazreti Yusuf (aleyhisselam), bu sözü hiçbir müslümanın olmadığı, peygamberlik esintilerinin bulunmadığı, Allah’ın bilinmediği bir yerde vazifeyi talep sadedinde söylemiştir. (04:24)

-Cevdet Paşa’nın, “Kısas-ı Enbiyâ”da temas ettiği üzere, riyâsete talip olmamak ve belli bir vazifeye tayin istememek gerektiği yönündeki nebevî uyarıları duyup dinleyen Hazreti Ebû Bekir (Allah’ın rıza ve rıdvanı onun üzerine olsun), Hazreti Ali’ye (radiyallahu anh) gönderdiği bir mektupta bu mevzuyla alâkalı şu ölçüyü dile getirmiştir: “Vazife onundur ki, o ‘benim değildir’ der. Onun değildir ki, o, vazifeye ehil olduğunu iddia eder.” (05:28)

-Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbûiyete, tâbiiyyeti tercih edip, imamet ve öncülük işinde başkalarını rahatsız edecek şekilde önde görünmeme” hizmet insanının şiarı olmalıdır. (07:30)

-İster resmi ister gayr-i resmi insanlar bir yere gönderilirken, ciddi seminerler verilmeli ve onlar güzel rehabilite edilmeli. İnsanlar vazife yapacakları yerlere tam bir donanmışlıkla ve aşk u heyecanla gitmeli. Mesela; Şırnak ve Batman gibi bazı yerleri bir kısım insanlar mahrumiyet bölgesi sayıyorlar; oralarda bir iki sene vazife yapan çoğu kimseler daha âlâ bir yere gitmeyi hayal ediyorlar. Oysa, vatanımızın hangi köşesine olursa olsun, tayin edilen insanlar, yüreklerini ortaya koyarak “Burada kangren haline gelmiş problemler var, ben iki sene burada tecrübe edindim; bu iki senelik tecrübeme bir sekiz sene daha ilave ederek, birikimimi içinde bulunduğum toplum hesabına değerlendirmeliyim.” demelidirler. (09:29)


Soru: 2) Hakkındaki tayini, liyakatinin dûnunda gören ya da “şundan bundan dolayı” yerinin değiştirildiğini düşenen kimseler, gösterilen yere gitseler de bir manada yaralı gitmiş oluyor ve yeni bir hicretin şevk u iştiyakını yaşayamıyorlar. Tayin ne türlü olursa olsun, hicretin dirilticiliğini ve heyecanını yaşamak hangi hususlara bağlıdır? (12:45)



-Tayin edilen insanlar yeni vazife yerlerine gönderilirken onlara hicret kıymeti mutlaka hatırlatılmalı ve nasıl bir misyonla gittikleri güzelce anlatılmalıdır. (13:50)

-Bir yerde elde ettiği tecrübeleri bir başka yerde daha mükemmel şekilde değerlendirmek için yer değiştirme hizmette makuliyetin ifadesidir. Ayrıca, insan, bir yerde uzun süre kalınca heyecan yorgunluğuna ve ülfete yenik düşebilir. Dahası, uzun süre kaldığı o yerdeki bir kısım falsoları ona kredi kaybettirebilir. Bu açıdan da yeni bir tayin ve tavzif, canla başla, aşk u iştiyakla hizmet etmek için yeni bir başlangıç sayılır. (14:15)

-Unutmamak lazımdır ki, insan doğduğu, neşet ettiği, çok önemli vazifeler gördüğü ve rahat ettiği bir yerden alınıp başka bir yere tayin edilir ve o da giderse -ister yurt içinde isterse de yurt dışında- cihadın üstünde hicret sevabı kazanır. (16:13)

-Kendi ülkemizde bazı yerlerin mahrumiyet bölgesi sayılmasından dolayı çok üzülüyorum. Oralarda iki, üç, dört sene vazife yaptıktan sonra bir yönüyle büyük şeyler yapmış gibi aliyyü’l-ala yerlere talip olan kimselere karşı tiksinti duyuyorum. Bir insan kendi ülkesinde bu çirkin mülahazalara girmemeli; ülkesindeki her ferdi -ne olursa olsun- bir uzvu gibi görmeli. (18:05)

-İnsanın -nefsine rağmen- ibadet ü tâatte zor götürülür şeylere katlanması, sevabını katlamasına vesile olur. Bazen uykudan zorla uyanma ve sendeleyerek, esneyerek, gerinerek abdest alıp namaza durma, aşk u iştiyakla namaz kılmaktan daha çok sevaplıdır. Bu açıdan, nefsin hoşuna gitmediği ve içten gelmediği halde tayin ve tavzifin gereğini yapmak, insana iki kat (bazen on kat) sevap kazandırır. (19:17)

-Halid b. Velid cihan çapında bir kumandandı. Allah (celle celâluhu), iki büyük imparatorluğu onun kılıcıyla dize getirmişti. Asker, başında Halid’i görmeyince bir yere hareket etmeyecek derecede ona bağlanmıştı. Bununla beraber, Yermuk muharebesi gibi Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir sırada, Halife Hz. Ömer (radıyallâhu anh) onu azletmişti. Emri tebliğ vazifesi kendisine verilen Muhammed b. Mesleme, Hz. Halid’in başındaki sarığı boynuna takıp onu bu hâlde halifenin huzuruna getirivermişti. Hz. Ömer “Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah’tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum.” demişti. Hz. Halid, hiçbir itirazda bulunmaksızın şerefiyle ordusuna dönmüş; kumandan değil, ömrünün sonuna kadar bir nefer olarak mücahedeye devam etmişti. (22:58)


Soru: 3) Tayin eden kim olursa olsun, bilhassa adanmış ruhların bahtına düşen hicret mahallerinde ya da vazife sahalarında ilahî takdirin belirleyiciliği ve murad-ı ilahînin o şekilde tecellisi ne ölçüde düşünülmelidir? Diğer bir ifadeyle, hakkımızdaki tayinler mevzuunda Cenâb-ı Hakk’a ve kadere karşı hüsn-ü zan etmeyle alâkalı mülahazalarınızı lutfeder misiniz? (27:53)



-Şahsî hayatımın planlamasını bana verselerdi, on tane de akıllı müsteşar alsaydım yanıma, yine de sergüzeşt-i hayatımı böyle planlayamazdım; kaderin kazandırdığı gidişatı ve sevk-i ilahi ile yaşadığım insiyakları yakalayamazdım. Her şahıs meseleye kendi adına böyle bakmalıdır. (28:23)

-Zâhiren bizi -bazen de zulmen ve cebren- insanlar sevkediyor zannederiz; oysa her adımda bir de kaderin cilvesi vardır. Üstad Hazretleri’ni Erek Dağı’ndan alır, Burdur, Isparta, Barla ve Emirdağ’a sürgün ederler; Denizli’den Afyon’a kadar hapishane hapishane dolaştırır ve oradan oraya gönderir dururlar. Fakat her yerde o ses ve soluğu duyacak muhtaç insanlar vardır. Onun için, bakın Hazreti Pir, o sertlikleri temiz mülahazalarıyla nasıl yumuşatıyor; hapishanelere “medrese-yi Yusufiye” diyor, oradaki insanları zamanla kardeş olarak kabul ediyor. Aslında, insanların elleriyle yapılan şeylerde de Allah Teâlâ meşiet ve iradesinin gereğini ortaya koyuyor. (29:30)

-Hâdiseler sadece dış görünüşleriyle değerlendirildiğinden ya da olaylara yalnızca bir açıdan bakıldığından dolayı yanlış yorumlamalar oluyor. Meselenin tek bir yönüyle Allah’ın icraatını değerlendiremezsiniz ki. Onlar neden öyle olmuş, orada adalet-i ilâhî nasıl tecellî ediyor, murad-ı ilâhî nedir?.. Bunları anlamaya çalışmak, hepsini birden değerlendirmek lâzım. “Kulum Beni nasıl zannederse, Ben öyleyim” hadis-i şerifini dar çerçevede anlamamalı; yani, “Beni affeden bir Rabb’im var, mağfiret eden bir Rabb’im var, iyi yola sevk eden bir Rabb’im var” bunlar hüsn-ü zandır; fakat bir de hayatımız adına takdir buyrulan her şeyde, her hesapta biz esas alınmışız. Profil gibi her şey bizim üzerimize işlenmiş ve biz nazara verilmişiz. Sürekli bu yönüyle Rabb’imize bakmak, Rabb’imiz hakkındaki hüsn-ü zannın ifadesidir. Sizi yerinizden eder, bir başkasını zindana atar, bir başkasını başka bir imtihana tâbi kılar; hep hüsn-ü zan etmek lâzım. (30:57)