Ülfete Neşter

Ülfete Neşter

Soru: 1) “Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhâb Sensin Sen!” (Âl-i İmrân, 3/8) mealindeki ayet-i kerimede, kendisinden Cenâb-ı Hakk’a sığınılan “kalb kayması”na ülfet ve ünsiyet de dâhil midir?

-Kuşatıcı bir dua olarak hem namazda hem de namaz haricinde çokça okuduğumuz, Âl-i İmrân Sûresi’nin 8. âyeti şöyledir:

رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ

-Rabb ism-i şerifi, sâhib, mâlik, seyyid, besleyen, yetiştiren, terbiye eden, mürebbi manalarına gelmektedir ve her âlemi doğrudan doğruya Rubûbiyyeti ile tâlim, terbiye, tedbir ve idâre eden Cenâb-ı Hakk’ın ismidir. (02:15)

-Kalb ne zaman kayarsa kaysın, o bir hüsran ve haybettir. Fakat, kaymanın en acısı hidayetten sonra olandır. Hazreti Üstad’ın da ifade ettiği gibi, samimi ihlası kıran adam, ihlas kulesinin başından sukût eder ve ihtimal, gayet derin bir çukura düşer. Zira bir insan ne kadar ilâhî lütuflara mazhar kılınmışsa, içine düşeceği çukur da o ölçüde derin olur. (03:00)

-Türkçe’de kat, huzur, nezd sözcükleriyle karşılamaya çalıştığımız, bir mânâda “ınde” lafzının da müteradifi sayılan “ledün” kelimesi, Cenâb-ı Hakk’a izafe edildiğinde, “Nezd-i Ulûhiyetinden hususi ve sürpriz bir ihsan, mağfiret ve inâyet” talebini ifade etmektedir. (04:30)

-Vehhâb, mübalağa sigasında bir kelimedir; bol bol hibede bulunan, çok bağışlayan ve sınırsız ihsan eden manalarına Cenâb-ı Hakk’ın bir ism-i şerifidir. (05:23)

-Aslında, “ülfet” kelimesi alışma, dost olma, muhabbetle dolma ve paylaşma demektir; insanın eşya ve hâdiselerle münasebetini, böyle bir münasebetten hâsıl olan manaları, bu manaların vicdanda bırakacağı tesirleri, neticede insanın davranışlarında beliren farklılıkları ve bütün bunlar neticesinde ruhun canlı, dinamik ve duyarlı kalmasını akla getirmektedir. (06:30)

-Olumlu manasının yanı sıra ülfet kelimesinin bir de olumsuz tarafı ve duyguda düşüncede matlaşmayı ifade eden bir yanı da vardır: Bilip duyduktan, görüp tanıdıktan, düşünüp anladıktan veya öyle olduğunu zannettikten sonra, sıradan görme ve alışkanlığa gömülme gibi manalar da ülfet kelimesiyle ifade edilmektedir. İşte, bir parça görüp bildikten, az buçuk inanıp irfana erdikten sonra alâkayı yitirip, derinleşmeyi gerektiren meselelere karşı bütün bütün duyarsızlaşma ve hiçbir şeyden ders almama manasına gelen ülfet, insan için bir sukut ve duyguların ölümü demektir. (08:28)

-Son dört beş asırdan beri Kur’an-ı Kerim, ülfet ve ünsiyetten dolayı bizim elimizde bir gurbet yaşıyor. Şikâyet etmeye kalkarsa, yandık; Allah şikâyet ettirtmesin, “Bana bakmadılar, beni görmediler, anlama cehd ü gayreti göstermediler!” diye şikâyet ederse, ne berzahta ne mahşerde ne de mizanın başında kurtulabiliriz. (09:26)

-İmana ve iman esaslarına karşı da ülfet söz konusudur. Şayet bir insan, iman hakikatlerini zikrederken, mesela ahiret ve likâullah ile ilgili bir mevzudan bahsederken kalbî ve ruhî hayatında bir tesir meydana gelmiyor ve vicdanında bir hareketlenme hâsıl olmuyorsa, o da ülfet hastalığına tutulmuş demektir. (11:45)

-Bir de, düşünce ve tasavvurdaki ülfetin, insanın davranışlarına ve ibadetlerine aksetmesi vardır ki, bu, ferdin aşk, vecd ve heyecânının ölümü demektir. Namaz, oruç, hac ve zekât sırf anne babadan ve seleflerden görüldüğü için ve kültürün bir parçası gibi eda ediliyorsa, bunlar da ülfet ve ünsiyete kurban gitmiş sayılır; geriye sadece “kültür müslümanlığı” kalır. Bu duruma düşen fertte, ibadet aşkı, mes’uliyet duygusu, mâsiyetten nefret ve günahlarına ağlama gibi faziletler birer birer zâil olur gider. (14:12)

-Mü’minlerin içine düştükleri ülfet, doğrudan doğruya bir zeyğ (kalb kayması) sayılmaz. Fakat, insan duygu, düşünce ve amelde o kadar donuklaşırsa, bir kısım fırtınalar karşısında devrilip kayabilir. Bir Hak dostu bu hakikati şu sözlerle ifade etmiştir: “Eğer Cenâb-ı Hakk’ın kahrından korkuyorsan dinde sâbit-kadem ol; zîra ağaç, şiddetli rüzgârlara karşı ancak kökleriyle yere muhkem tutunur.” Bu itibarla denebilir ki, ülfet ve ünsiyet, kalb kaymasına açılan birer menfezdir. (17:00)

Soru: 2) Ülfet ve ünsiyet hastalığının çarelerinden biri olarak sunulan “format değişikliği” çerçevesi Allah Teâlâ (celle celalühu) ya da Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından belirlenmiş hususlarda nasıl uygulanabilir? (20:26)

-Dine ve imana hizmet için kullanılan vesilelerde bir kısım yeniliklere gidilebilir; çağa, şartlara ve konjonktüre göre bazı şeylerin formatıyla oynanabilir. Şayet, yer yer format değişikliği yapmaz ve mesajınızı sunmak için farklı farklı şekiller kullanmazsanız, zamanla hem kendiniz ülfetten kurtulamazsınız hem de muhataplarınızın bıkkınlık yaşamalarına mani olamazsınız. (20:44)

-Allah Rasûlü’nün (aleyhissalâtü vesselam) doğumu ve yeryüzünü şereflendirmesi insanlığın yeniden dirilişi sayılır; O’nun doğduğu gün bizim için bir kutlu bayramdır. Çünkü, biz, Rabbimizi O’nunla tanıdık. Nimete minnet ve şükran duygusunu O’ndan öğrendik. Yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkileri, kul ve Mâbud münasebetlerini O’nun mesajlarıyla duyup anladık. Evet, getirdiği mesaj vesilesiyle bütün varlığın çehresine nur saçan, nazarları ahiret yamaçlarına çevirerek topyekün insanlığa Cennet ve Cehennem’i tanıtan ve ebedî saadet yollarını aydınlatan Allah Rasûlü’nün (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) doğumu, bütün insanlığın ve kâinatın bayramıdır. (22:18)

-Son senelerde “Kutlu Doğum” adı altında yapılan programlar “ef’âl-i mükellefîn” arasında değildir. Yani, Kutlu Doğum’la alâkalı olan faaliyetler farz, vacip ve sünnet gibi yapılması dinen istenen sorumluluklar kategorisinde mütalaa edilemez. Ancak, o mübarek gün ve geceler münasebetiyle bir kere daha Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) yâd etme, O’nun viladetini hatırlama ve nûrefşan mesajını anlayıp başkalarına da anlatmaya çalışma çok değişik hayırlara vesile olabilir. (24:05)

-Hira’da tehannüs, Sevr sultanlığına çıkış, Hicret ve Bedir gibi her hadise bir vesile olarak değerlendirilmeli; Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, her dönemde bir kere daha hemen her yönüyle anlatılmalı; belki insanları ülfete boğmamak için anlatış formatıyla biraz oynanmalı ama mutlaka O herkese tanıtılmalıdır. (24:23)

-Hem mevlid okurken hem de daha geniş ve muhtevalı mevlid programları düzenlerken monotonluktan mutlaka kurtulmak lazım. Bugün, genel itibarıyla, mevlid merasimleri o kadar monotonlaşmıştır ki, avamdan kimseler bile onları dinlerken sırada neyin olduğunu, neden sonra ne geleceğini bilirler. Okuma üslubu ve o birbirinden güzel makamlar bile monotonluğun, ülfetin kurbanı olmuştur. Bu şekilde başlayıp devam eden ve aynı tonda biten bir mevlid, hele bir de kalb heyecanlarıyla icra edilemiyor ve aynı coşkuyla dinlenmiyorsa, bütün bütün sıkıcı ve monoton bir hal alacaktır. Oysa, o sözler çok güzeldir; anlatılan mevzular çok derindir; ama maalesef üslup eksikliği mananın önüne geçmektedir. Onları o şekliyle besteleyenler çok güzel ve faydalı bir iş yapmışlar, makamları Cennet olsun. Fakat, kanaat-i acizanemce, bu türlü şeyler aylık ya da en fazla senelik olmalı. Aynı şeyler tekrar edilmemeli, her defasında o işe ayrı bir buud ve zenginlik katılmalı. Bildiğiniz gibi, güzel bir güfte, belki yirmi insan tarafından yirmi türlü besteleniyor ve farklı farklı icrâ ediliyor. O bestelerin her biri de güfteye ayrı bir mana katıyor ve böylece, o sözleri bir kere daha, ilk günkü tazeliğiyle insanlara sunmak mümkün oluyor. İsterseniz, o farklılıklara da bir “tasrif” nazarıyla bakabilirsiniz; onları, bazı mana ve muhtevaları yeni bir ses, yeni bir söz, yeni bir eda, yeni bir üslûb ve yeni bir icrâ ile ortaya koyma şeklinde yorumlayabilirsiniz. (26:11)

-İbadetler “taabbudî”dir; yani, onları Allah emrettiği için, O’nun istediği zamanda, O’nun gösterdiği şekilde ve O’nun rızasını kazanmak niyetiyle yaparsak ya da sırf Allah yasakladığı için bazı şeylerden sakınırsak, işte o zaman o amelimiz ibadet hükmüne geçer. Kur’an nasıl getirmiş, Peygamberimiz nasıl göstermişse aynen öyle koruyup uyguladığımız, onlarda değişikliklere, artırma ve eksiltmelere girmediğimiz, Peygamberimiz tarafından öğretilen şekline dokunmadığımız sürece ibadetlerimiz ibadet olarak kalır. Evet, format Allah ve Rasûlü tarafından ortaya konmuş ise o bir kıymet ifade eder. Yoksa, kendi mantığınıza göre, bir ibadetin şekil olarak daha ağırını ve daha müşkilini ortaya koysanız da onun bir değeri yoktur. (28:28)

-Taabbudî olan ve asla değiştirilemeyen ibadetlerde ülfet ve ünsiyeti kırmak ise, onlara iç derinliği itibariyle bazı buudlar kazandırmak suretiyle mümkün olabilir. Bir defasında İzz ibn Abdisselam, bir defasında İmam Gazali ve bir başka defa da Hazreti Bediüzzaman gibi büyük insanların duyuşları zaviyesinden yola çıkıp namaz, oruç, hac ve zekata onların ufukları açısından yaklaşan bir insan, böylece o taabbudî amellerin özlerindeki usare, bal ve kaymağı dışarı çıkarmaya ve ülfetten kurtulmaya muvaffak olabilir. (32:55)