Uyku Bilmeyen Gözler

Uyku Bilmeyen Gözler

Soru: 1) Cehennem ateşinin dokunmayacağı iki gözden bahsedilirken nazara verilen “uyûn-u sâhire” genellikle hudut boylarında nöbet bekleme şeklinde maddi cihad kategorisinde ele alınıyor? Günümüz açısından düşünülünce “uyûn-u sâhire” nasıl anlaşılmalıdır?



-Uyûn-u sâhire; lügat manası itibarıyla uyku bilmeyen ve her zaman uyanık kalan göz demektir. Dünden bugüne, sınır boylarında nöbet tutan neferlere ve hududları koruyup kollayan birliklere de “uyûn-u sâhire” denegelmiştir. (00:53)

-Dinî ve millî hislerle dopdolu olarak, vatana, millete, din ü diyânete zarar gelmemesi için bir saat nöbet tutan insan, bazen bir sene ibadet yapmış gibi sevap kazanır. (01:30)

-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İki göz vardır ki ötede onlara ateş dokunmaz: Biri, Allah karşısında haşyetle yaş döken göz, diğeri de hudut boylarında ve düşman karşısında nöbet bekleyen insanın gözü.” (02:07)

-Bir yönüyle sınırların kalktığı, insanların iç içe yaşadığı ve kurdun gövdenin içine girdiği günümüzde, dinimize, diyânetimize, ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen değerlerimize karşı hazırlanan projeleri, planlanan komploları ve çeşitli cereyanların saldırılarını defedebilmek için sürekli bir teyakkuz ve ızdırap içinde olma.. kendi değerlerimizin hangi tehlikelerle karşı karşıya kalabileceğini çok önceden okuma.. onların önünü alabilmek için de sadece bir sed değil, alternatif sedler ve hatta ta iç kaleye kadar ardı ardına surlar oluşturma… günümüzde uyûn-u sahîre olmanın gereğidir. (03:30)

-Dünya kaynıyor.. “Şu tiranı devirelim!.” mülahazasıyla her tarafta ayaklanmalar görülüyor. Ne var ki, başkaldırmalar çoğunlukla karambole oluyor. Böyle karışıklık ve karmaşa şeklinde cereyan eden hadiselerden de nasıl bir sonuç çıkacağını kestirmek mümkün değil. Karambol olaylar, çoğu zaman kan dökülmesine ve insanların ölümüne sebebiyet verir. Bir de milletin bıkıp usandığı eskimiş bir tiran devrilirken, ona karşı duyarlı hale gelmiş ve onu devirmek için heyecanlanmış halkın bu duygu ve düşüncesi suiistimal edilip aralarına sokulan piyonlarla bir başka tiran getirilirse, Ramses gider Amnofis gelirse, orada hiçbir şey değişmemiş olur ki bu da karambole olan hadiselerin çok acı sonucudur. Bu itibarla da, bir mevzuda ne yapılacaksa, o baştan sona her adımıyla nazara-ı itibara alınmalıdır. Hele mesele bir nesil meselesiyse, bir insan meselesiyse ve bir iman meselesiyse, problemi imanla insanda çözmezseniz, Mefisto her zaman oyununu oynar ve onunla hiçbir zaman başa çıkılamaz. Muhakkak ki oralarda hüsn-ü niyetle hareket eden insanlar da az değildir; fakat, hadiselerin ekseriyetle karambol olduğuna, hareketlerin farklı ülkelerde birbirini izleyip üst üste cereyan etmesinde dış mihrakların eli bulunduğuna ve eskimiş simaları, partallaşmış düşünceleri bertaraf ederek milletin başına yeni bir firavun getirip koyma hesapları yapıldığına dair endişelerim var. (06:54)

-Sosyal meselelerin kalıcı çözümleri, problemleri insanda halletmeye bağlıdır. Seyyid Kutup en son yazdığı zindan hatıralarında der ki, “Biz problemi anlayamamışız; asıl mesele insanlıkta iman meselesiymiş.” Evet, insanlar imanda kayba uğramışlarsa, o büyük boşluğu başka bir şeyle doldurmanız mümkün değildir. (09:43)

-Ruhumuzun heykelini dikme, insanı yeniden inşa etme mevzuunda yapılması gerekenleri ve muhtemel tehlikeleri isabetli tesbit edip bu istikâmette cehd ü gayret ortaya koyma günümüzde “uyûn-u sâhire” olmanın şartıdır. Evet, bütün bunlara tamim ederek uyûn-u sâhireyi daha kapsamlı ele almak lazımdır. İşte bu manada uyku bilmeyen gözler cehennem ateşi görmezler. (10:50)


Soru: 2) Uyûn-u sâhire ile ızdırap arasında nasıl bir alâka vardır? Bir yanda ictimaî coğrafyadaki sarsıntılar diğer tarafta da Kur’an’ın ve Sünnet’in etrafındaki surların muhafazası konusunda uyûn-u sâhirenin tutumu nasıl olmalıdır? (11:55)



-Izdırap, sadece şahsı ve ailesi için değil, hatta köyü, kasabası ve ülkesi için de değil, insana bütün insanlık için dertlenme ufku kazandıracak ve herkese bağrını açtıracak yüksek bir duygudur. Bu duyguyla dolu olan bir insan -tabii olarak- çoğu zaman yorganı başından atacak, insanlığın problemlerinden dolayı sancıyla kıvranacak, geceler boyu deli gibi dolaşacak ve uykusuz sabahlayıp akşamlayacaktır. Bu açıdan da ızdırap, uyûn-u sâhireden olmanın en önemli sebeplerinden biridir. (12:20)

-İmam-ı Gazzali’den Hazreti Bediüzzaman’a kadar bütün Hak dostları ızdırapla kıvrım kıvrım yaşamış; insanlığın dertlerine derman bulabilmek için “çare” diye diye dağlarda tepelerde deli gibi dolaşıp durmuş ve isabetli mülahaza yakalamaya çalışmışlardır. Bu hali Hazreti Musa ve Hazreti İsa (alâ nebiyyinâ ve aleyhimessalâtü vesselâm) gibi bütün peygamberlerde görmek mümkün olduğu gibi, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi ekmelüttahiyyâti vetteslimât) daha kendisine vahiy gelmeden Hira (gâr – mağara) sultanlığındaki “tehannüs”ü de bu açıdan değerlendirilebilir. (15:35)

-Şunu da kabul etmeliyiz ki, iki üç asırda meydana gelen tahribatı bir hamlede, bir nefhada tamir etmek çok zordur. Üstad’ın ifadesiyle, biz asırlardan beri rehnedar olmuş bir kaleyi tamir etmeye çalışıyoruz. Öyle ki bugün iman esasları bile sarsılmış, anne-baba hukuku dahi ayaklar altına alınmıştır. Demek ki Allah hakkından anne-baba hukukuna kadar hemen her değer ölçüsünün hak ettiği konuma yükseltilmesi gerekmektedir. Şayet iki-üç asırdan beri belli duygu, düşünce, anlayış, felsefe, dünya görüşü, hatta şekil ve şemailimiz açısından ciddi bir deformasyona maruz kalmışsak, bunun birdenbire düzeltilmesi mümkün değildir; tahrip çok kolay, tamir ise zordur. (18:00)

-Ka’be’nin ilk görüldüğü anda ya da Arafat’ta, elleri indirmeden on saat dua etmekten daha kutsal ve makbul bir şey vardır ki; o, âlem-i İslam’ın ızdıraplarını içte duyarak bir kere elleri kaldırıp “Allahım kalbimi ve yeryüzünün dört bir yanındaki kullarının gönüllerini (imana, İslam’a, Kur’an’a) aç; diriliş nezd-i Uluhiyetinde ne ise, insanları ona göre dirilt” derken gözlerin yaşarması, kalbin ürpermesi ve tüylerin diken diken olmasıdır. (19:55)

-Kutsal ızdırap ve mukaddes hafakan, bazen insanı bir anda dikey olarak evc-i kemâlât-ı insaniyeye (insanî olgunlukların zirvesine) çıkarır, ona münevver ân-ı seyyâleler yaşatır. İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin de dediği gibi, “Bir ân-ı seyyâle vücûd-u enver, binlerce sene vücûd-u ebtere müreccahtır.” (21:00)


Soru: 3) Hiçbir beklentinin esiri olmamanın uyûn-u sâhireye kazandıracağı bir mahrutî bakıştan söz edilebilir mi? Bu açıdan beklentisizlik ile uyûn-u sâhire münasebetini lutfeder misiniz? (24:00)



-Beklentisiz olmak, yüce bir mefkûreye gönül veren ve kendini ona tamamen adayan fedâkar ruhların bir sıfatıdır. Dilbeste olduğu mefkûreyle kendi düşünce dünyasını yeniden inşa etmeye çalışan ve böylece başta kendi milleti olmak üzere topyekûn insanlığa yeni bir ba’s-u bade’l-mevt yaşatma istikametinde didinip duran bir insan, dünyevî herhangi bir beklenti içine girmeyeceği/girmemesi gerektiği gibi, çok defa belki cennete girme ve cehennemden uzak kalma gibi, Cenab-ı Hakk’ın fazlından beklenen manevî beklentilere dahi girmemelidir. Zaten sahih hadislerde de ifade edildiği üzere, insanın yaptığı ibadetlerle Cennet’e hak kazanması mümkün değildir, onlar küçük birer vesiledir. İnsan, ancak Cenab-ı Hakk’ın fazlı ve rahmetiyle oraya girebilecektir. (24:24)

-Beklentileri olan insan tavizlerden kurtulamaz. Özellikle de dünya hayatını her şey sanan kimselerde, yükselme merakı, makam arzusu ve teveccüh tutkusu had safhadadır. Bazıları, siyasî, adlî, mülkî ya da askerî bir makamı elde edebilmek için can atarlar. İnsanlara parlak görünen bir kısım pâyelere ulaşmak ve halkın teveccühünü kazanmak için çırpınır dururlar. Bunların çoğu kalblerini itminana erdireceğini zannettikleri bir makama yükselmek için üst üste tavizler verirler. Şayet, o arzularına nâil olurlarsa bu defa da bir yandan diğer beklentilerini gerçekleştirmek, diğer taraftan da o makamı korumak maksadıyla yeni tavizleri normal karşılarlar. (25:00)

-Siyaset sahnesinde rol almak ve idarecilik yapmak da toplum hayatı açısından lazımdır; bazı kimselerin devlet idaresinde söz sahibi olmaları, mesela milletvekilliği yapmaları da içtimaî bir ihtiyaçtır. Fakat, şayet siz kendinizi iman ve Kur’an hizmetine adadığınızı söylüyorsanız ve zihninizi, hissinizi, aklınızı, mantığınızı dağıtmadan garazsız-ivazsız kulluk yapmak istiyorsanız, böyle bir tercihte bulunduktan sonra artık siyasete ve dünyevî makamlara teveccüh edemezsiniz. Edemezsiniz, zira, siz şu zamanda en büyük tehlikenin, kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesi olduğuna inanmışsınız; bütün himmetinizi kalblerin ıslahına teksif ederek bu tehlikeye karşı koymaya kendi kendinize söz vermişsiniz. Öyleyse, o resmî vazifeleri kim yaparsa yapsın, kim hangi makamı temsil ederse etsin, o konuda kimseyi hafife almaz ve kınamazsınız; herkesin buradaki niyetine ve amellerine göre ötede mükâfatını alacağına ya da cezasını çekeceğine inanır ve hükmü Cenâb-ı Ahkemü’l-hâkimîn’e bırakırsınız. Bununla beraber, siz yürüdüğünüz i’lâ-yı kelimetullah yolunda rıza-yı ilahîden başka hiçbir şeye evvelen ve bizzat yönelemez, sizi asıl vazifenizden koparacak hiçbir şeye dilbeste olamazsınız. Hâşâ, ne Sultan Fatih’i ne de onun askerlerini hafife almıyorum; fakat, size İstanbul’un fatihi olma gibi bir paye bile teklif edilse, “Allah Allah, bende ne hıyanet gördüler ki bana böyle dünyevî bir şey teklif ediyor ve beni dünyaya çağırıyorlar.” der ve beklentisizliğinizi ortaya koyarsınız. (26:30)

-İnsan beklentisiz olsa da bazen kader onu alır birkaç basamak yukarıya çıkarır. Adanmış bir insan, o zaman da büyümüş olma mülahazalarını ayağının altına alır ve sadece “Bu konum benden ne istiyor?” sorusuna cevap arar. Zira, manevî makamlar itibarıyla sübjektif mükellefiyetler ağırlaştığı gibi, maddî makamlar itibarıyla da objektif mükellefiyetler artar. Evet, her basamağın yüklediği bir kısım sorumluluklar vardır; beklentisiz insan, yüce mefkuresi adına o sorumlulukların gereğini yapmalı ve konumunun hakkını ortaya koymalıdır. (29:30)