Yalancı ve Yamacılar

Yalancı ve Yamacılar

Bediüzzaman diyor ki: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” En olumsuz eyyâmda (günlerde), en olumsuz saatlerde, dakikalarda, saniyelerde ve anlarda dahi her hadiseyi güzel görmek, en azından hadiselerin güzel yanlarını görmek lazım.

Bu, Kur’ân-ı Kerim’in emrine uygundur; zaten uygun olmayanı söylemezler. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir, buna karşılık hoşunuza giden bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, fakat siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)

Zamandan şikayet etmemeli!.. Havanın bütün bütün karardığı, tek bir ışık şulesinin kalmadığı, her şeyin renk attığı, en canlı şeylerin bile partallaştığı, kaldırılıp bir kenara atılabilecek duruma geldiği günlerde bile elden geldiğince işin bir açığıyla, bir menfeziyle yine güzel görmeye çalışmak lazım.

Günümüz açısından meseleye bakacak olursak, rahatsızlık verici şeyler vardır, fakat bunlar hiçbir zaman eksik olmamıştır ki!..

Yalan, Bir Küfür Sıfatıdır

Hazreti Pîr’in de dediği gibi, her kâfirin her sıfatı kâfir değildir; nitekim her mü’minin her sıfatı mü’min olmadığı gibi. Bazı mü’minlerde kâfir sıfatı bulunur. Mesela yalan bir küfür sıfatıdır; bir insan yalan söylüyorsa, yalan yazıyorsa…

Bir “basit yalan” vardır: Yalan söyler. Onun kendi tarifi içinde manası şudur: Bir insan bir şeyin doğrusunu bildiği halde hilâf-ı vâki beyanda bulunur. Hazreti Pîr bu yalana lafz-ı kâfir diyor. Fakat terminolojiye koyun bunu, bu basit bir yalan. Mürekkep, yani katlanmış değil, basit bir yalan. Ama yine de bir kâfir lafzı ve münafık sıfatı. İnsan, bir kere söyleyince bunu, münafıklığa doğru bir adım atmış olur. Hazreti Pîr’in ifadesiyle -bu bir küfür sıfatıysa şayet- “Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır.” Bir insan bir günah işlediği zaman, imandan o kadar uzaklaşmış ve küfre de o kadar yaklaşmış olur. İsterse namaz kılsın, isterse oruç tutsun, isterse hacca gitsin.

Bir de bunun muzaafı vardır: Silinmeyecek şekilde kaydedersiniz. Mesela bu yalanı -jurnal demek bana daha hoş geliyor, gazete onu ifade etmiyor- şunun bunun ayıplarıyla meşgul olma manasına gelen bir kısım jurnallere kaydedersiniz. Bu aynı zamanda arşivlere girer. Bu artık basit bir yalan değildir. Teki bir kâfir sıfatı olan yalanın katlanmış şeklidir. Bu onda 2, 3, 4 tane yalanın bulunması demektir. Dört tane yalanın sarmalı içinde, namaz kılsa dahi, bu zavallı derdesttir. Çünkü kaydediliyor ve arkadan gelen nesiller de o yalanı orada görecekler. Buna muzaaf yalan denir.

Bir de, bunun yalan olduğunu bildiği halde, nezd-i ulûhiyette o işin yalan olduğu mübeyyen olduğu halde, kendi de aksine ihtimal vermeyecek şekilde yalan olduğuna hükmettiği halde, bir lafz-ı kâfiri telaffuza veya kayda veya mâşerî vicdana duyurmaya kalktığı zaman -Ziya Gökalp’in terminolojimize kazandırdığı sözle ifade edeyim- buna da “mük’ap yalan” denir.. üç buudlu yalan.

Bir tane de ben ekleyeyim; “Kezib-i muhammes” beş buudlu yalan. Mekân üç buudludur, zaman itibârî bir buud olarak ona dördüncü bir buud olur. Bu, ilmin bu mevzuda ortaya koyduğu bir şeydir. Bu meselenin muhammesi yoktur. Beşlenmiş, beş derinlikli bir yalan haline gelmiş. Yazarken, çizerken, söylerken millet karşısında utanmadan, haya etmeden, o milletin de onun yalan olduğunu bildiği halde ve kendisi de yalan olduğunu bildiği halde durmadan tekrar ediyorsa bunu, bu muhammes bir yalandır.

Bir Yalan Medya Aracılığıyla Milyonlarca Yalana Dönüştürülüyor!..

Necip Fazıl, bir gazete için “Süper Kâfir” derdi. Süper kâfir bir yalan, bir lafz-ı kâfir ortaya atınca, diğerleri hemen onu paylaşırlar.

Hani günümüzde havuz mavuz filan var ya… İnsan girince bazen derinliğini bilmeden çıkamayabiliyor da.

Süper kâfir, bir lafz-ı kâfir ortaya atınca, diğerleri şerhler, haşiyeler de düşerek alıp onu değerlendiriyorlardı. Daha geniş kitlelere ulaşıyordu. O günkü o jurnal, o günkü tirajıyla -aklımda kaldığına göre- 70-80 bin, belki de bazıları günümüzde bir kısım jurnaller için yapıldığı gibi, bedava kapı altlarından içerilere atılıyordu, böylece sun’î bir tiraj yüksekliği sağlanıyordu. Fakat ayrıca 300-400 bin tirajı olan şeyler vardı, bunlar da bunu alıp yayınlayınca, bu milyonları aşan bir tiraja ulaşıyordu. Bir lafz-ı kâfir milyonlara ulaşıyordu. Ne demekti bu? Milyonlarca kafa karışıyordu. Milyonlarca mide bulantıya giriyordu. Milyonca insan ne yapacaklarını bilmiyorlardı.

Necip Fazıl, büyük yalancının bir yalan ortaya atması ve diğerlerinin onu yamamasını farklı şekillerde anlatılan bir avcı hikayesiyle misallendirirdi. Meşhurdur: Birkaç yalana şöyle böyle yama uydurulunca yalancı iyice cesaretlenmiş ve demiş ki: “Arkadaş, bir gün yayımı, okumu aldım; hani kuş avlarlar ya ben de işte öyle ava gittim. Daldım ormana, okumu, yayıma yerleştirdim, gerdim. Güvercinlere doğru bir attım. Bir de yanlarına gittim ne göreyim: Püryan olmuş, pişmiş onlar; yanında da soğan, sarımsak, yemeye hazır.“ Yamacı düşünmüş, düşünmüş ve şöyle mukabele etmiş: “Haydi diyelim ki sen oku attın, ok havada sürtündü, ateş çıktı; onlar püryan oldu. A be birader soğanı sarımsağı nereden bulayım?!.”

Yalancılara Cesaret Veren Yamacılar

Günümüzde de bazıları lafz-ı kâfiri telaffuz edince, diğerleri “Sürç-i lisan oldu!” diyor. Yani -hâşâ- “Peygamber bile gurura düştü!..” denince biri hemen yamayı yapıştırıyor; “Efendim, sürç-i lisan ettiler.” Böyle çok rahatlıkla, kâfir olmaya sürç-ü lisan etti diyen, o da ondan hissesini alır. Her devirde böyle yalancılar karşısında yamacılar da olmuştur.

Efendim birisi “makara” diyor kelimât-ı ilahiyeye. Şimdiye kadar oryantalistler bile demediler onu. Hatta Ebu Cehil de demedi, Utbe demedi, Şeybe demedi… Hatta Ebu Cehil diyor ki: “Vallahi bu adam yalan söylemiyor, doğru söylüyor. Fakat ben bunu hazmedemiyorum. Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, rifâde, sikâye (hacca gelenleri yedirip içirme vazifesi ve şerefi) bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de ‘peygamber de bizden’ derlerse işte ben buna dayanamam.”

Şimdi bu süper yalancılık öyle bir şey ki, bir tane yarım-yamalak yamalı yalanla, yamasız 99 tane yalanı yutturuyorlar.

Diğer taraftan, bir yama yamanıyor ama yalancıya bir cesaret daha kazandırılıyor; buudlu, derinlikli yalan söyleme cesareti kazandırılıyor.

Bazen mütevazıâne söylemek de yalana inandırma adına çok önemli bir argümandır; bu da kullanılıyor. Süper kâfir yalan söylüyor ve o yalan bir kısım jurnallerde değiştirilerek, haşiyeler düşülerek, şerhler düşülerek toplumun efkârı ifsat ediliyor, toplum paramparça hale getirilmeye çalışılıyor.

Bütün bunlar karşısında peygamberane bir azim veya velayetkarane bir azim lazımdır ki insan sarsılmadan bunları görmezlikten gelebilsin. Yani bir tarafta, sürekli yalan söyleyenler.. beri tarafta da o yalanları bazen “sürç-i lisan”la, bazen “maksat-ı şahaneler şu idi” sözüyle, bazen “Düşünceleri böyle idi, ama onu tam ifade edemedi, dolayısıyla da tarif etrafını cami, ağyarını mani olmadı, kusura bakmayın; halkımızın çoğu da böyle sarf nahiv bilmediğinden bunları bilmeyebilir, yanlış anladılar, öyle demek istememişti.” diyerek yamayanlar…

Demek ki İçlerinde Olan Buymuş!..

İçlerde olan buymuş demek ki; senelerden beri duygu ve düşünce adına içlerde, düşünce kuluçkasının altında yatan yumurtalarda bunlar varmış. Bahane arıyorlarmış bunları ortaya dökmek için. Hazmedemedikleri, sindiremedikleri, kıskançlıkla kıvranıp durdukları bir harekete karşı “Ah keşke bir şey olsa da patlayıversek, patlayıversek de içimizdeki eracifi dışa döküversek; ‘paralel’ desek, ‘çete’ desek, ‘şebeke’ desek…”

“Yahu hiç umurlarında değil, bu adamlar hiç aldırmıyorlar.” Ne aldıracaksın, numarası drobu uymuyor ki aldırasın. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Kime o meselelerin numarası drobu uyuyorsa, o onlara çok iyi yakışıyor. İsterse bir endam aynasının karşısına dikilip baksınlar, nasıl yakışıyor kendilerine.

Fakat bunları bahis mevzuu etmeden, aldırmadan, küsmeden yola devam etmeli. Yoksa her hırıltı karşısında, her homurdanma karşısında “Şimdi buna ne yapacağız, buna ne diyeceğiz?” deyip onlara laf yetiştirmeye kalkarsanız -onlar o türlü lafların profesyonel temsilcileri- başa çıkamazsınız. Siz bir tane bir şey bulalım dersiniz, zaten yalan bir lafz-ı kâfirdir, mukabele edemezsiniz, doğruyla da karşı çıkamazsınız. Çünkü her gün çok farklı yalanlarla, düzme şeylerle, itibarla oynayıcı şeylerle karşınıza çıkacaklardır.

Binler Mukabilindeki Birlere Talip Olmalı!..

Bence enerjimizi, zihin aktivitemizi onlara yoracağımıza.. şimdiye kadar bire bir insanlarla meşgul oluyorduk; demek ki Allah (celle celâluhu) bunu az buldu.. sizin enerjiniz, aktiviteniz, iradeniz, insan olarak yaratılmanız, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam’a ümmet olmanız, Kur’ân’a cemaat olmanız adına bu yaptığınız şeyler az!.. Ne böyle bire bir insanlarla meşgul oluyorsunuz? Neden senede biri bin yapmıyorsunuz? Neden binlere ulaşmıyorsunuz alternatif yollarını bulup? Neden “Birim ama bine talibim, hatta bazen birim ama binler mukabilindeki birlere talibim.” Düşüncesiyle hareket etmiyorsunuz?!.

Biri bin etmediğimizden, bine ulaşma imkânı varken ulaşmadığımızdan dolayı Allah hırpalıyor. Allah en sevdiği insanları bile hırpalamıştır. Enbiyayı hırpalamıştır, evliyayı hırpalamıştır, asfiyayı hırpalamıştır. Bizimki bize göre avamca günahların karşılığıdır; onlarınki de mukarrabine göre Hak’la aralarındaki münasebetin keyfiyetine uygun durumu koruma.. harem dairesinde bulunan insanlara has bir tavır, bir davranış meselesi söz konusudur.

Biz Bilerek Bir Karıncaya Bile Basmadık!..

Sözün özü şudur: Şimdiye kadar nicelerine ne demişlerdir. Size böyle “paralel“ diyorlar, “sülük” diyorlar, “çete” diyorlar, şimdi de nasıl yaparız da “örgüt” deriz diye çabalıyorlar.

Biz bilerek bir karıncaya bile basmadık. Ben yirmi senelik arkadaşımla, benim çadırımın yanından geçen, belki de beni zehirleme ihtimali olan bir yılanın belini kırdığı için bir ay konuşmadım. “Neden onun yaşamasının önünü aldın?” Bunu bütün yakın arkadaşlarım bilir. Biz kimsenin kâkül-ü gülberlerine fiske ucuyla bile dokunmadık, ilişmedik.

Hırsızlığın ve Yolsuzluğun Suç Olmaktan Çıktığını Bilmiyorlarmış!..

Onlara dokunmalar oldu. Onu da bir espriyle ifade edeyim:

Necdet Hoca hikayesi: Arabasını sürüyormuş. Kırmızı ışığa gelince durmuş. Arkadan bir polis arabası gelip “küt” diye tampona vurmuş. Sonra da -hilaf olmasın, yakasına yapıştı mı tehdit mi etti- “Ne diye durdun?” demiş. Hoca kestirmeden, çok hızlı cevap vermiş: “Ben kırmızı ışıkta durma yasağının kalktığını bilmiyordum!”

Kanun-nizam bir şey istiyordu onlardan. Mevcut mevzuat diyordu ki: Sizler hırsızı takip edeceksiniz, değişik spekülasyonlara girenleri takip edeceksiniz, ihaleye fesat karıştıranları takip edeceksiniz, bir kısım yabancı servislerin elinde banka numaralarıyla belli olan dış bankalara para yatıranları takip edeceksiniz, çalıp-çırpan hırsızları takip edeceksiniz. Bunları diyordu kanun.

Onlar da kanunların kendilerine emrettiği şeyleri yapıyorlardı ve belli bir dönemde de yaptılar. Mesela; Süleyman Bey cumhurbaşkanı iken yeğenini içeriye attılar. Süleyman Bey devreye girseydi ki girebilirdi ama girmedi. Neden? Çünkü hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmemelidir. Evladın da olsa, eşin de olsa, kızın da olsa, yakının da olsa, hemfikrin de olsa, haksızlık karşısında, milletin hukukuna müteallik meseleler mevzuunda o hassasiyet gösterilmeli; kanun ve nizamın sana tanıdığı haklar/vazifeler yerine getirilmeli; yoksa sen bunu yapmazsan bir hainsin.

Kanun onlara bu hakkı vermişti. Onu bilmiyorum, belki o vazifeye intisap ederken de ellerini silahları üzerine koymuşlar; “Namusum, şerefim, haysiyetim üzerine, kanun ve nizam dairesi dışına çıkmayacağıma yemin…” demişlerdi. Bu türlü şeylerle elleri kolları bağlanmıştı. Yemin etmişler, kanun ve nizam var karşılarında. Fakat bir gün çalma meselesi suç olmaktan çıkmış. İhaleye fesat karıştırma suç olmaktan çıkmış. Değişik para transferleri suç olmaktan çıkmış. Bunlar bu tür şeylerdeki yasakların kalktığını bilmiyorlardı. Ve dolayısıyla da belki ondan dolayı tövbe etmeleri lazım!..