Yolumuzun Kaderi ve Hayânın Böylesi

Yolumuzun Kaderi ve Hayânın Böylesi

Çay Faslından Hakikat Damlaları…

-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin!.” (00:40)

-Hazreti Üstad, “Mühim ve büyük umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır.” diyor. Evet, eğer hayırlı işlerin arkasındaysanız, şeytan ve onun cinnî-insî dostları sizinle de mutlaka uğraşacaklardır. Ebu’l-Leys Semerkandî, “Tenbîhü’l-Gâfilîn” isimli kitabında, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) “Senin dünyada en büyük düşmanın kimdir?” diye sorunca, Şeytan’ın “Sensin” dediğini anlatır. Çünkü, iblisin oyunlarını bozanların başında İnsanlığın İftihar Tablosu vardır. (02:30)

-Şeytan, bir kısım kimselerin etrafında kötü bir atmosfer oluşturur; orada laubalîlik estirir, bâtılı tasvir ettirir, nefret hislerini alevlendirir ve insanın mahiyetindeki şehevî, gazabî duyguları harekete geçirir; böylece ağına düşürdüğü o şahısların bakışlarını bulandırır, başlarını döndürür. Bundan sonra da Şeytan, bazı yârânlarını mutlaka tahrik edecek ve mü’minlerin üzerine saldırtacaktır. Bugün, bazı kimselerin, inanan insanların dünya çapındaki hayırlı faaliyetlerini görmezlikten gelmeleri, husumetle, hasetle önünü kesmek istemeleri ve mü’minlerin bir fenalığını yakalayıp kıyamet koparmak için fırsat kollamaları da Şeytan’ın dürtülerinden dolayıdır. (04:54)

-Hazreti Mevlâ sizi seviyorsa, sizi imtihan eder; “Belânın en çetini Peygamberlere, sonra Hakk’ın makbulü velîlere ve derecesine göre diğer mü’minlere gelir!” Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ

“Allah, sizin içinizden cihad edenlerle sabır gösterenleri ayırd edip meydana çıkarmadan, kolayca cennete girivereceğinizi mi zannettiniz?” (Âl-i İmrân, 3/142)

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki müminler bile “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?” diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214) (07:25)

-Allah’tan bela, musibet ve hastalık istenmez; fakat, şayet gelirse, güzelce sabredilir. Dert, dayanılmaz bir hal alırsa, Hazreti Eyyûb gibi rahmet kapısının tokmağına edep dairesinde dokunulur. (09:47)

“Ârifin gönlün Hudâ gam-gîn eder, şâd eylemez / Bende-i makbûlünü mevlâsı âzâd eylemez.” (11:24)

-Necip Fazıl, Pascal için “Limana kadar geldi ama gemiyi kaçırdı.” derdi. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun gemisine binmek çok önemlidir. Sâdi, “O denizin dalgalarına karşı ümmete ne gam ki bindikleri geminin kaptanı (sensin ey Muhammed Mustafa!)” der. O’nun gemisine binmeyenin âkıbeti karanlıktır; ister fetret devri olsun ister o mesaj varıp ulaşmamış olsun isterse bir mazeret bulunsun, kim olursa olsun, O’nun gemisine binme öbür tarafın yegâne garantisidir. (13:10)

Soru: Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde “hayâ” konusu işlenirken, Hazreti Âdem’in tavırlarından dökülen “suçluluk” hayâsı.. ruh ve kalb insanlarının her zaman duyup hissettikleri “heybet” hayâsı… gibi farklı tasnifler de zikrediliyor. Bu cümleden olarak, gece-gündüz Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ettikleri halde, “Sana ibadetin hakkını veremedik, gerektiği gibi kullukta bulunamadık!” diyen meleklerin “taksîr hayâsı” nazara veriliyor. “Taksîr hayası” nasıl anlaşılmalı, özellikle hizmet erlerine ne anlatmalı ve onlara hangi mülahazaları kazandırmalıdır? (15:04)

-Çekingenlik ve utanma da demek olan hayâ; sofîye ıstılahında, Allah korkusu, Allah mehâfeti ve Allah mehâbetiyle O’nun istemediği şeylerden çekinmek mânâsına gelir. (15:55)

-Fıtrî hayâ, İslâm dininin rûhundaki hayâ ile beslenip gelişince ar ve ayıplara karşı en büyük mânia teşekkül etmiş sayılır. Bu derinliğe de işaret sadedinde Hazreti Sâdık u Masdûk şöyle buyurmuştur:

نِعْمَ الْعَبْدُ صُهَيْبٌ لَوْ لَمْ يَخَفِ اللهَ لَمْ يَعْصِهِ

“Suheyb ne güzel bir kul ve ne yüksek bir karakterdir; –muhalfarz– Allah’tan korkmasa da günah işlemez.” (16:35)

-Hazreti Âdem (aleyhisselam) ile alâkalı konuşurken sıradan bir insandan bahsediyormuş gibi bir tavır sergilenmemelidir. O bir peygamberdir ve masumdur. Onun işlediğine günah bile demek yakışıksızdır. O belki bir zelledir; daha doğru bir ifadeyle, iftar vaktini belirlemedeki içtihad hatasından dolayı memnû’ meyveye vakitsiz el uzatmaktan ibaret bir mukarreb yanılmasıdır. Bir yönüyle, Hazreti Yunus’un kavmini erken bırakıp ayrılması gibi, zamanı tam tesbit edememedir. O memnû meyve neydi? Onun hakkında arpa, buğday, pirinç, hurma, üzüm vs. pek çok ve çeşitli görüş vardır. Gerçi hangisi olursa olsun, birini tercih neticeyi değiştirmez. Mühim olan, bu memnû meyveden dolayı meydana gelen hadisedir. Bununla beraber bizim kanaatimiz, bu söylenenlerden biraz farklıdır: Memnû meyve, Hazreti Âdem (aleyhisselâm) için karşısında dayanılması mümkün olmayan, onun beşerî duygularıdır. Bu duygu sayesindedir ki, insanoğlu çoğalacak ve neslini devam ettirecektir. Aynı duygu, Hazreti Havva Validemiz için de geçerlidir. Allahu a’lem “Şecere”ye dokunmak, neslin devamını sağlayacak muamelede bulunmak demektir. (17:32)

-Hazreti Adem, o zellesinden dolayı kendisini hiç affetmemişti. Değişik kitaplarda o yüce nebinin, utancından kırk sene başını semaya kaldıramadığı ve onlarca sene sürekli ağladığı anlatılmaktadır. Bu itibarla, affına ferman bekleyenlerin mahcubiyetine, Hazreti Âdem’in tavırlarından dökülen “suçluluk hayası” denmiş. (20:45)

-Haya tasnifleri arasında zikredilen bir mahcubiyet ve mahviyet çeşidi de hayatlarını kendi arzu ve isteklerinden tecerrüd ufkunda seyahatle sürdüren ruh ve kalb insanlarının her zaman duyup hissettikleri “heybet hayâsı”dır. (21:21)

-Hadis-i şeriflerde, meleklerin, gece-gündüz ara vermeden Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ettikleri halde,

مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ

“Sana ibadetin hakkını veremedik, gerektiği gibi kullukta bulunamadık!” deyip yaptıkları tesbihleri az buldukları ve Cenâb-ı Hakk’a gerektiği kadar kulluk yapamadıkları için adeta mahcubiyet duydukları anlatılmaktadır. İşte, meleklerin bu hislerine de “taksir hayası” denegelmiştir. (24:04)

-Sürekli kendini sorgulayan, sigaya çeken ve nefsini murâkabe ve muhâsebe imbiklerinden geçiren pek çok Hak dostu bu sözleri kendi münacaatında değerlendirmiş;

مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ، مَا عَبَدْنَاكَ حَقَّ عِبَادَتِكَ، مَا ذَكَرْنَاكَ حَقَّ ذِكْرِكَ، مَا شَكَرْنَاكَ حَقَّ شُكْرِكَ

deyip O’nu hakkıyla bilemediğini, gerektiği gibi kullukta bulunamadığını, ululuğu ölçüsünde O’nu zikredemediğini ve şükür vazifesini yerine getiremediğini avaz avaz ilân etmiş; bilerek veya bilmeyerek işlediği hata, günah, irtikâp ettiği mâsiyet, mesâvî ve Allah’ın hoşnut olmadığı/olmayacağı davranışlardan ötürü her zaman boynu bükük, ruhunda içini kanatan bir burukluk, yüzünde kahreden bir hicap, gönlünde mütemâdî bir ürperti, kabirdeki suallere muhatap olma telâşı gibi bir ruh hâleti içinde ve amellerin muvazenesi esnasında terazi kefelerinin kıpırdanışıyla başını döndüren, bakışlarını bulandıran bir heyecan ve endişe ile, her lâhza, içinden kopup gelen o derinlerden derin mehâfet ve mehâbet hissiyle O’na sığınmış; her sığınışında cismânî arzuları ve nefsanî istekleri itibarıyla bir kere daha ölmüş ve ardından da O’na intisap mülâhazalarıyla sûr sesi almış gibi yeniden dirilmiştir. (24:20)

-Hazreti Cebrâil, melâike arasında rasûl olan bir melektir.

مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ

“O, kendisine uyulan, emîn bir elçidir.” (Tekvir Sûresi, 81/21) ayeti nazil olunca, bir gün kendisi Allah Rasûlü’ne şöyle demiştir: “Allah (celle celâluhu) Kur’ân’ında benim için “Emîn” ifadesini kullanıncaya kadar akıbetimden endişe içindeydim. Bu ifadeyi duyduktan sonra iliklerime kadar emniyetle doldum.” (25:45)

-Yirmi Dördüncü Söz’de ifade edildiği gibi; “Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız; ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.” Kulluk adına ne yaparsak yapalım, yine de Allah Teâlâ’nın üzerimizdeki haklarına layıkıyla mukabelede bulunmuş olamayız. Bu açıdan, ibadet ve hizmetlerimizi düşündüğümüzde bizim duygu, mülahaza, hal ve tavırlarımıza da “taksir hayası” yansımalı!.. (27:52)

-Kâmil mü’minler, hayır ve hasenât adına koşar durur, daima sâlih amellerde bulunurlar ama hem amellerinin kabul olup olmadığı hususunda sürekli endişe yaşar hem de yapıp ettiklerini az bulur, daha çok koştururlar. Şu ayette işaret buyrulan bu haslet de bir yönüyle taksir hayasına dahildir:

وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا آتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إِلَى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ أُوْلَئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ

“Rabbilerine dönüp hesaba çekileceklerine inandıklarından, verdiklerini verirken bile kalbleri tir tir titremektedir. İşte hayır işlerinde hakkıyla koşan ve yarışı başta götüren de bunlardır.” (Mü’minûn, 60-61) (30:38)

İnsan güzel işlerde ve önemli vazifelerde istihdam ediliyor olmasını Allah’ın lütf u ihsanı bilmeli; ses tonu, mimikleri, yazıları ve sözleriyle kendisini ifade etme arkasına düşmemeli; hatta o nimetlerin istidraç olabileceğinden korkmalıdır. İstidraç, cereyan ve zuhur keyfiyeti açısından keramet gibi harikulâde bir hâldir. Fakat o, bir mazhariyet değil; büyük bir âfet ve musibettir. Evet, istidraç, insanın liyakati olmadığı hâlde nimetler altında ezilmesi ve böylece tedricen müstehak olduğu cezaya çarptırılması demektir. Kur’ân-ı Kerim’de bu durum şu ifadelerle dile getirilir:

وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَ

“Âyetlerimizi yalan sayanları, farkına varmayacakları şekilde yavaş yavaş helâke yaklaştırırız.” (A’râf sûresi, 7/182) (32:11)