Cuma Hutbesi: İdeal Cemiyet

Cuma Hutbesi: İdeal Cemiyet
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Share

Paylaş

İdeal bir cemiyet, ideal fertlerden meydana gelir. Parça ve parçacıkları günahlardan ibaret hezeyan yığınlarına gelince, bunlar, iyiye, güzele ve hayırlara kapalı bir kısım kuru kalabalıklardır.

İdeal insan veya eskilerin ifadesiyle, meleklere ait vasıflarla serfirâz “kâmil insan”, “And olsun Biz insanı en güzel biçim ve mahiyette yarattık.”[1] mealindeki âyet veya âyetlerle, maddî-mânevî suret ve şekillerin en göz alıcısı, en mükemmeli ve tam “ahsen-i takvîm” sözüne uygun olarak yaratıldığının farkında; “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arz ettik.. bunlar onu yüklenmekten kaçındı ve korktular da, onu insan yüklendi…”[2] şeklindeki beyanlarla, görülüp bilinen varlıklar arasında sonsuza kadar yükselmenin tek namzedi ve her şey olmaya müsait istidat ve kabiliyetlerle donatılmış bulunduğunun şuurunda ve kendisine bahşedilen ilk mevhibeleri değerlendirmesini bilen basiret ve idrak insanıdır.

Evet o, ilâhî birer lütuf olan ilk mazhariyetlerini değerlendirip, hayatını vahiy ve ilhamların altında sürdürmeye gayret ederek, iradesinin hakkını verip bu ilk ihsanları yediveren başaklar gibi geliştirip ölümsüzleştirebildiği ölçüde kâmil insan olma yoluna girmiş sayılır.

İdeal insan; “Hayat nedir, ölüm nedir, varlık nedir, kendisinin varlıkla alâkası nedir, kulluk nedir, itaat nedir, günah nedir, sevap nedir, musibetler nedir ve bunların insanoğluna musallat olması nedendir?” gibi bin bir bilmecenin, onun dimağında anaforlar meydana getirmesine karşılık, vicdanında çakıp duran hikmet parıltılarından, ruhuna akseden ilham esintilerinden örüp ortaya koyduğu nurdan helezonların ta zirvesine yükselerek, oradan her şeyin perde arkası “melekût”unu sezer, anlar.. sonra da hayret ve hayranlığın hasıl ettiği sevgi ve mehabetle ruhun ilk kaynağına yönelir ve itminan soluklar. Bu noktaya ulaşmış bir ruh ne ihsanlarla şımarır, ne de mahrumiyetlerle sarsılır. Nimet ile nikmeti, kahır ile lütfu bir tutar, bir görür; başkalarının şımarıp küstahlaştığı, karamsarlaşıp yeisle inlediği aynı anda, o, çölde gül bitirmesini, kamıştan şeker çıkarmasını bilir, kaybetme kuşağında dahi sürekli kazanır.

Evet o, en amansız musibetler karşısında, en ürpertici girdaplar içinde dahi hep, kendini, başarı ve muvaffakiyetlere doğru uzayıp giden upuzun bir imtihan koridorunda yürüyormuş gibi hisseder.. ve en zorlu, en çetin dakikalarında dahi ötelerden gelen huzur ve üns[3] esintilerini ruhunda duyar, Allah’a hamd ve senâ hisleriyle iki büklüm olur.

İdeal insan, gücü her şeye yeten, sözü her yerde geçen Kudreti Sonsuz’a imanı sayesinde, her zaman güven ve itminanın en erişilmezine mâlik sayılır.. ve kalbinin derinliklerine doğru kök salmış dupduru inancı; ruh dünyasına, akıl almaz buudlar kazandıran tasavvur, düşünce ve itikadı onu ihsaslar üstü öyle bir noktaya ulaştırır ki; eğer kendini bu derinliklere aşina bir kulakla dinleyebilse “Korkma, mahzun olma! Sana söz verilen Cennetlerle neşelen”[4] veya “Selâm sana! Yapageldiğin güzel işlerin, güzel amellerin mükâfatı olarak gir ebediyet otağı Cennetlere..!”[5] sesini işitecek ve zevklerin en erişilmezini yaşayacaktır.

İdeal insan, hayatını, yürekten inandığı ötelere göre tanzim edip yaşayacağından, her zaman cürüm, cinayet, zulüm ve rezaletlerden uzak kalmaya çalışacak ve nefsiyle mücahedesi sayesinde başıboşluk ve bohemliğe düşmeyecektir.. gözleri sürekli Dost güzelliklerinin cilvelendiği yamaçlarda, kafası ebedler duygusuyla sermest; gönlü, ruhanîlerin konup kalkmasına açık bir gönül bahçesi gibi pırıl pırıl ve rengârenk.. o da bu tılsımlı iklimin, gezip gören, düşünüp araştıran mütalâacısı ve seyyahı…

Beden ve ceset insanının, bütün bir hayat boyu cismanî hazlarını takip edip, nefsanî isteklerin zebunu olarak yaşamasına rağmen bir türlü doygunluk ve itminana ulaşamamasına mukabil, mefkûre insanı hep huzurlu ve itminan içinde olmanın yanında, ilim ve irfanıyla insanlığa hâdim, cesaret ve şecaatiyle yeryüzünden zulüm ve haksızlığı kaldırmaya kararlı.. yerinde “dövene elsiz, sövene dilsiz”, kadirnâşinaslara karşı afv u safh ile kanatlı; yerinde ve şartları tahakkuk edince de muharebe meydanlarında tepeden tırnağa yara bere içinde.. vücudu delik deşik; urbası kızıl kanla boyanıp bayrak rengini almış.. mızrağı kırık ve kılıcı kesmez olmuş; ama yine de atını mahmuzlayıp saflar yarmasını, sineler deşip kelle almasını ve bir aslan gibi zalimleri pençe-i kahrıyla lerzân[6] etmesini bilen ruh insanıdır.

Bu ruh insanı, Allah’tan gayrı her şeyin fâni ve geçici olduğuna inandığı için, kimseye ve hiçbir şeye serfürû etmez, madde karşısında aldanmaz.. mâlik bulunduğu her şeyi İslâmiyet ve Müslümanlık yolunda, uhrevîlere has bir duygu ve düşünce ile değerlendirir.. eşya ve hâdiseleri pamuk gibi hallaç eder.. mesaisini milletin mutluluğu istikametinde ve hususiyle de gelecek nesiller adına en hayatî noktalarda yoğunlaştırır ve “Yaşasın gelecek nesiller” diyerek arkasına bakmadan çeker gider.

O, hep Hak rızası ve doğruluk peşindedir. Ne bedeni adına hakk-ı temettü, ne de ruhu hesabına keramet ve harikalara mazhariyet onun bakışını bulandıramaz. Allah’a kulluğu en büyük değer sayar; bu değerler ölçüsü içinde en küçük kulları dahi kendinden yüce bilir ve onları başına tâç yapar. Onlardan gelebilecek sertlik, huşûnet ve hazımsızlık ateşlerini basar sinesinde söndürür.. ve edeb-erkân bilmeyenlere, kötülüklerin, iyiliklerle nasıl savulabileceği yolunu gösterir. Onun bu yumuşaklardan yumuşak ikliminde, yıldırımlar, şimşekler ışık içinde doğar, ışık içinde gelişir ve gözlere gönüllere ziya olur gider.. onun aydınlık atmosferinde her an ayrı bir Nemrut’tan ateş “berd u selâm”[7] olur da haşin ve hırçın ruhlara ülfet ve ünsiyet üfler.

Öyle zannediyorum ki, bizler bir kısmımız itibarıyla henüz bu seviyeyi yakalayamadık.. ve yakalayamadığımız için de kötülükleri iyilikle savmasını bilemiyor; sertliklere sertlikle, kine, öfkeye öfkeyle mukabele ediyor; heva ve heveslerimizi fikir sanarak sürekli aldanıyor: İslâm uğrundaki mücadelemize hislerimizi karıştırıyor ve böylece kazanma kuşağını tutmuş olmamıza rağmen çok defa kaybediyoruz.

Eğer İslâm’ın zâtî güzellik ve cazibesi, Kur’ân’ın da gönüllere hayat üfleyen o altın nefesi olmasaydı, bizim bugünkü eksik ve kusurlu temsilimizle, yüce dava ve mukaddes emanetin hâlihazırdaki noktaya ulaşması dahi mümkün değildi…

[1]   Tîn sûresi, 95/4.

[2]   Ahzâb sûresi, 33/7.

[3]   Üns: Alışkanlık, arkadaş, hemdem.

[4]   Bkz.: Fussilet sûresi, 41/30.

[5]   Bkz.: Nahl sûresi, 16/32.

[6]   Lerzân: Titrek, titreyen.

[7]   Berd u selâm: Ateşin selâmetli, soğuk oluşu.

***

Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Hocamızın Sızıntı Dergisi Haziran 1990 sayısı için kaleme aldığı makaledir.