Cuma Hutbesi: İnsan-ı Kâmil

Cuma Hutbesi: İnsan-ı Kâmil
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Share

Paylaş

Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah’ın ef’âl, esmâ, sıfât, hatta şuûnât-ı zâtiyesinin en parlak aynası demektir. “Mutlak zikir kemaline masruftur.” esprisi açısından, insan-ı kâmil denince, ilk akla gelen hakikat-i Muhammediye’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Sonra da diğer enbiyâ, gavs, kutup ve derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîn.. bu konuda böyle bir farklılığı kabullenmek, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha açısından mahzursuz olduğu gibi, akla, mantığa, hiss-i selime de aykırı değildir.

Bir kısım mülâhazalara bağlayarak bazı felsefeci ve kelâmcılar insan-ı kâmili, “akl-ı evvel”, “akl-ı küll”, “kelime-i câmia”, “nokta-i câmia”, “nokta‑i vahdet”, “sırr-ı ilâhî”, “âyine-i sırr-ı ilâhî”, “vesile-i uzmâ”; bazı sofiler de pîşuva, hâdî, mehdî, dânâ-i kâmil, mükemmil, bâliğ, tiryak-i ekber, iksir-i âzam.. şeklinde birbirinden farklı kelime ve tabirlerle yorumlamış iseler de, bütün bu mülâhazaların hepsini câmi bir hususa irca etmek de mümkündür; o da, insan-ı kâmilin âyine-i vücud-u Hak ve “dû kevn” olması gerçeğidir. Evet o, varlığın özü, usâresi, dili, tercümanı olarak bütün kevn ü mekânlardaki “kenz-i mahfî”yi ifadenin yanında, her şeyi Zât-ı Hakk’a bağlar; bağlar ve O Zât’ı hem vicdanın enginliği hem de muhtevalı mahiyetinin diliyle seslendirir.

Aslında insan-ı kâmil, öyle bir mir’ât-ı mücellâdır ki, her dakika kim bilir kaç defa, şuûnât-ı zâtiye onda “bî kem u keyf” tecellî eder, tecellî eder de, işte böyle bir arzlıdan ötürü yerküre semaların önüne geçer. Zira insan-ı kâmil, âdeta bütün varlığın aklı, kalbi ve ruhu mesabesindedir; onsuz hiçbir şey doğru anlaşılamaz, hiçbir ilim mârifete dönüşemez ve hiçbir şeyin hayat esrarı tam hissedilemez. Onun bakış zaviyesine bağlanamamış bütün bir fizik âlemi ruhsuz, ve onunla şöyle-böyle aydınlanamamış bütün zaman parçaları da nursuzdur.. tabiî böyle bir boşlukta yaşayan insanlar da kalbî ve ruhî ufukları itibarıyla fetret insanı sayılırlar. Muahezeye maruz kalmayacakları mânâsına fetret insanı değil, mahiyet-i insaniyelerini inkişaf ettirememiş olma anlamında fetret insanı.

Bugüne kadar insanların arızasız Hakk’a yönelmeleri hep insan-ı kâmillerce gerçekleştirilegelmiştir; kitleler onların rehberliğinde ebedî mihraplarını bulmuş, Hakk’a yönelmiş ve onların neşrettiği nurlar sayesinde varlık ve hâdiseleri isabetli yorumlayabilmişlerdir. Bu itibarla da denebilir ki, onları bulan dolayısıyla da hakkı hakikati bulmuş ve onları iç dünyalarıyla müşâhede eden de, mazhar ve tecelligâhın şeffafiyeti, vüs’ati ölçüsünde Hak cemalini temâşâ etmiş sayılır.

İnsan-ı kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, islâm, ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızası hedefi, Hakk’ı sevip sevdirmek vazifesi, Cennet ve Cemalullah da –kulluğunu onlara bağlamama kaydıyla– bu mübarek düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir.

İnsan-ı kâmil, her zaman başkalarına yararlı olma emelinde ve mârifet ufkunu yükseltecek bilgi peşindedir. Ahlâk-ı haseneye bağlı yaşadığından, hep güzellik sergiler durur.. güzel görür, güzel düşünür, güzel ve faydalı sözler söyler.. güzel işler yapar, güzelliklere ve güzellere peyrev olur.. her davranışını Hak hoşnutluğuyla irtibatlandırarak, hep O’nunla oturur-kalkar.. O’nu düşünür.. O’nu konuşur..
her tavrı ve her beyanıyla O’nu hatırlatır ve hakkın-hakikatin en talâkatli bir lisanı olarak yaşar. Kâmil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce evsâfın birinci kahramanıydı. İslâmiyet’in özündeki ilâhî sırrı görebilmek için, onu bir kerecik olsun –önyargısız ve insaflı olmak şartıyla– temâşâ yetiyordu. Cîlî’nin de dediği gibi; varlık âleminde, Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ölçüsünde kemalât-ı insaniye ile tanınmış bir ikinci şahsı göstermek mümkün değildir.

Eğer kemalden maksat; Hakk’ın hiçbir zaman yanıltmayan vahiy ve ilhamlarıyla ruhların tasfiye edilmesi, nefislerin tezkiyesi, insanî latîfelerin inkişafı; ve bunların yanında cismanî isteklerin, bedenî arzuların aşılması, derken Hak’la tam mukayyet hâle gelinmesi ve bekâ-i ehadiyetle bekâ bulup, bütün esmâ, sıfât ve şuûnât-ı ilâhiye adına mücellâ bir mir’ât seviyesine ulaşılması ise, –ki öyledir– bu yüce evsâfı mahiyetinde cem etmiş bulunan ve kulluğunu “kâb-ı kavseyni ev ednâ” ufkunda sürdüren Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ), kemal ehlinin en kâmili ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle, şeref-i nev-i insan ve divan-ı nübüvvetin de hâtemidir.. evet O Zât, kemaliyle ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-ı kâinattır. Sofiye ıstılahında, insan-ı kâmil; ilâhî ve kevnî, aslî ve zıllî, cüz’î ve küllî, cevherî ve arazî, maddî ve mânevî bütün âlemleri özünde cem etmiş bulunan bir asıl cevher, bir hulâsa, bir usâre ve bir fihristtir. Seyyid Şerif’e göre, beşerin medar-ı fahri olan Zât; “Kadri, kıymeti fevkalâde yüksek sırlı bir kitap ve ilâhî, kevnî hakikatleri câmi öyle bir risaledir ki, bedenî ve cismanî kirlerden arınmış olan tali’lilerden başkası O’nu tam idrak edemez.”[1] Aklın zâhirî nazarında âlem-i kebir kâinattır; hakikatte ve Allah katında ise kebir olan insandır. Hz. Ali’nin yaklaşımıyla, onun mahiyeti meleklerden de ulvîdir; avâlim onda pinhândır, cihanlar onda matvîdir. (Türkçesi Âkif’e aittir.) İnsan-ı kâmil, Cenâb-ı Hakk’ın, zâtî şuûnâtının tam bir mazharı ve O’nun varlığının da câmi bir aynası olması itibarıyla, bâtını esmâ, sıfât ve şuûnât-ı zâtiyenin nokta-i mihrakiyesi, zâhiri de kelime kelime, satır satır, paragraf paragraf bütün varlık ve eşyanın kısmen sarahaten, kısmen de remzen ve işareten tam bir hulâsası, bir fihristi, hiç olmazsa ana başlıklarıyla eşya ve hâdiselerin câmi bir indeksidir. Hazreti Vücud, onda küllî ve tafsilî bir şekilde tecellî ettiğinden, yani icmalen de olsa o her şey ve her nesneden bir çizgi, bir kelime, bir satır taşıdığından, bir mânâda her varlık onun âyine-i vücudunda mündemiç, Zât-ı Hak da kalbinde kenzen mütecellîdir. Her hâlde ilk insan-ı kâmile meleklerin secde ile emredilmesinin hikmetlerinden biri de, işte onun bu zâhirî-bâtınî donanımı ve potansiyel zenginliğiydi! Böyle bir zenginlik, aynı zamanda bu ölçüdeki hususî teveccühe ciddî bir teveccühle mukabeleyi gerektiriyordu ki, o da din şeklinde sistemleştirilen ilâhî ahlâk ve kevnî kanunların temsilinden ibaret olan diyanetti. Evet, eğer Hakk’ın gözü bizim üzerimizde ise –ki öyle olduğu açıktır– bizim gözümüz de dini, hayata hayat kılma cehdiyle hep O’nda olmalıydı..!

Varlık ve hâdiselerle münasebet ve müdahalesi açısından insan-ı kâmil, yeryüzünde Allah’ın tam halifesidir. Bu itibarla da o, ilâhî icraatı temâşâ, herkes ve her şeye nezaret etme konumuyla Hakk’ın gören gözü, işiten kulağı, tutup destekleyen eli olmakla şereflendirilmiştir. O, şefkatle görülüp gözetilme, himaye edilip korunma durumunda bulunan herkesi, bir anne gibi kucaklayıp bağrına basan tam bir merhamet insanıdır. Evet o, her zaman çevresini şefkatle süzer.. damarlar içinde dolaşan kan gibi, içtimaî bünyenin her yanında bulunur.. zararlılara karşı o bünyeyi korur.. ihtiyaca göre onu görür-gözetir ve besler.. bir ruh gibi onun bütün faaliyetlerini kontrol eder.. ve her hâliyle onun varlığının en sağlam teminatı olduğunu gösterir. وَمَۤا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمينَ “Başka değil, Biz seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.”[2] mazmununca insan-ı kâmil, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm itibarıyla bilasale, diğerleri açısından da bittebeiye, ins-cin, canlı-cansız her şeye ve herkese rahmettir.وَمَۤا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَۤافَّةً لِلنَّاسِ بَشيرًا وَنَذيرًا “Biz seni bütün insanlara rahmetimizin müjdecisi, azabımıza karşı da uyarıcı olarak irsal ettik.”[3] işaretiyle de bütün insanlığa rehber, rehnümâ, hâdî, mehdî, nezîr ve beşîrdir.

İnsan-ı kâmilin bütün varlık ve eşyaya tekvînî emirler açısından nezareti, onların ruhlarına feyiz ifazası, mahiyetlerinin şerh u izahı ve beyanı uygun burhanlarla değerlendirip irfana bağlamak; şuurlu varlıklar zaviyesinden görüp gözeticiliği de, irşad, pişdarlık, onların ruhlarının tasfiyesi, nefislerinin tezkiyesi ve insanî latîfelerinin Hakk’a uyarılması şeklindedir. Evet o, halk içinde, tesbit-i kıble, tevhid-i kıble adına bir pusula ve olgunlaşmaya açık ruhları da insanî kemalâta yönlendirip yükselten bir mürebbidir. Onu tanıyıp atmosferine girebilen herkes, istidadı ölçüsünde Hakk’a ulaşmış ve O’nu bulma yoluna girmiş sayılır. Gerçi Hak, cisim, cevher, araz olmadığı gibi, zamandan, mekândan, mesafeden, hayyizden de münezzehtir; “ulaşma”, “bulma” gibi kelimeler O’nun hakkında birer mecazdır. Bunlarla kastedilen şey ise, bize her şeyden yakın O Zât’a karşı mahiyetimizdeki uzaklığı aşmak, kalben, hissen, zevken O’nun yakınlığını duymaktır.. evet, hayvaniyetten sıyrılıp cismaniyeti aşan hemen herkes, kabiliyeti ölçüsünde, “bî kem u keyf” kalben O’nun yakınlığını duyar, basîretiyle temâşâsı zevkine erer ve ruhuyla da her zaman üns yudumlayabilir. Bu mevzuda, herkesin belli şeyler duyup hissetmesi söz konusu olsa da, tam mazhariyet, sürekli aynadarlık ve kusursuz aksettirme, O’nun küllî tecellîsinin mazhar-ı tâmmı olan insan-ı kâmile mahsustur.

Bütün varlık, esrar-ı ulûhiyeti insan-ı kâmilde duyup hissettikleri gibi, Hazreti Zât da, başka aynalardaki tecellî ve zuhuru, has bir mânâda bu mir’ât-ı mücellâda temâşâ buyurur. Bu itibarla da insan-ı kâmil, fâniler arasında Bâkî’yi gösteren câmi öyle bir aynadır ki, onu gören Hakk’ı görmüş, onu seven Hakk’ı sevmiş, ona uyan Hakk’a ubûdiyet neşvesine ermiş olur. Aslında bütün bunlar, asliyet planında ve külliyet çerçevesinde hakikî insan‑ı kâmille alâkalı hususlardır. Zılliyet dairesinde ve cüz’iyet çizgisinde kemal sahiplerine gelince onlar, bittebeiye bu pâyeyi ihraz ederler. Bunlar, ilim, irfan, muhabbet, aşk u şevk, cezb u incizab hususunda hakikî insan-ı kâmilin mirasçılarıdırlar ve mevhibeleri, misyonları itibarıyla da aynı sofranın davetçileri ve davet edilenleri sayılırlar.

Hak, her zaman değişik aynalarda kendini temâşâ edip ettirmesi ve insan-ı kâmilin de bu temâşâ edilen şeyler arasında en şeffaf, en berrak ve Rahmâniyet şuûnatını tam aksettiren câmi bir ayna olması itibarıyla o, yeryüzünde görme ve gösterme vazifesi açısından çok önemli bir unsurdur ve ondan hâlî bulunan mekânlar, zamanlar da min vechin yetimdirler. Bu itibarla da her mekân parçasının, her zaman diliminin su kadar, hava kadar insan-ı kâmile ihtiyacı vardır. Evet eğer Hak, insan-ı kâmilde, câmi ve tafsilî bir planla mütecellî ise –ki öyle olduğunda şüphe yoktu– bu mazhariyetteki kimselerin her zaman ve her mekânda bulunmaları bütün bir varlık için çok önemlidir; zira böyle birinin zâtı, Hazreti Zât’ın aynası; ilmi, ilminin lem’ası ve o da, varlık içinde Hak sırlarının sırlı bir anahtarıdır.

Onu bulup onunla aynı atmosferi paylaşan biri, başkalarının hiçbir zaman ulaşamayacağı pek çok esrara, envâra ulaşır ve bir feyiz kaynağı hâline gelir. İnsan-ı kâmil, her zaman kendi konumunun farkındadır. O, kendini bir meclâ, bir memer ve en fazla da bir mazhar telakki eder; eder de ne kendini ne sıfatlarını ne de zatî gibi görülen kabiliyetlerini kat’iyen kendinden bilmez; aksine, nefsini فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللهَ قَتَلَهُمْ “Siz onları kendiniz olarak öldürmediniz; onları Allah öldürdü.”[4] mazmununa bağlı görür ve her zaman وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى “Attığında da sen atmadın; onu Allah attı.”[5] hakikatini vicdanında duyarak, hep memerriyet ve mazhariyet mülâhazalarıyla oturur-kalkar; ne ittihad ne hulûl; her şeyi O’ndan bilir ve üzerindeki fevkalâdelikleri de O’nun ekstradan tecellîleri sayarak,

                                “       Değildir bu bana lâyık bu bende

                                          Bana bu lütf ile ihsan nedendir?”

                                                                      (M. Lütfî)

der; sevinç ve sorumluluklarını değişik taaccüblerle daha bir derince duyar. Aslında hulûl ve ittihad, bizzat mevcut iki şey arasında cereyan eder. Hak karşısında insan-ı kâmil müstakil bir mevcut değildir ki, hulûl ve ittihad söz konusu olabilsin. Zât-ı Hak, bilasale bir mevcud, insan ise, O’nun ziya-i vücuduyla kâimdir. İster insan-ı kâmil isterse bir başkası, vücudu mümkün ve yaratılmış olan muhtaç birini büyütme adına böyle bir tasavvur, dalâletten başka bir şey değildir.

İnsan-ı kâmil, her şeyin Hak’tan geldiği şuuruyla kendi mahlûkiyet ve kulluk sınırlarını korumada fevkalâde hassas hareket eder ve ne mazhariyetlerini şatahat vesilesi yapar ne de âyinedarlığında ayniyet iltibasına düşer. Kendisindeki mevhibeleri kâmilâne aynadarlık yapma ölçüsünde, ilâhî sıfât ve zâtî şe’nlerin bir tecellîsi ve ehadiyet-i ilâhiyenin de bir mazhar-ı tâmmı olarak duyar, zevk eder ve mehâbetle iki büklüm olur. İnsan-ı kâmilde böyle bir hâl, onun nefis ve enaniyeti açısından yok olup, kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla yeni bir mevcudiyete ermesi hâlidir ki; buna, bizzat var olmayan birinin, O’nun vücuduyla hakikî var olmayı zevk etmesi de diyebiliriz. Mevlâna, Divan-ı Kebir’inde, bu mazhariyet ve bu pâyenin kahramanlarıyla alâkalı olarak şöyle der:

“O makamda var olan bana yok göründü, yok olan da var. Bir câna benzeyen dünyanın ötesinde, O’nun sevdasıyla başları dönmüş varlıklar gördüm. Hepsi de, tertemiz vefa ve safâ içindeydiler.”

İnsan-ı kâmil, Zât-ı Hak adına bir mücellâ ayna ve başkaları hesabına da, çevresinde peyklerin dönüp durduğu bir Kutup Yıldızı’dır. O, kendi etrafında döndüğü aynı anda, bir yandan sürekli olarak kendi yörüngesinde O’na merbûtiyetini soluklayarak pervaz ederken, diğer yandan da وَعَلَامَاتٍۘ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ “Yol bulmada Allah size ne emareler ne emareler vaz’etti.. ve o yıldızla da onlar, dosdoğru yollarını bulurlar.”[6] işaretiyle, âleme yolunu, yönünü gösterir ve hep bir işaretçi gibi hareket eder. Aslında o, her zaman bir mihrap, bir kapı, bir köprü vazifesi görür; doğruya yönelmeyi sağlar, doğruyu görmeye menfezler açar ve insanları, kendi dünyalarının darlığından sonsuzluk ikliminin genişliğine ulaştırır. İnsanlar, onun atmosferine girince üns esintileri duymaya başlar; o kapının önüne varınca öteden çağrılarla ürperir ve o köprüden geçince de, Hazreti Zât-ı Ehad ü Samed’le, en kâmil mânâda bir abd-Mâbud münasebeti ufkuna yükselirler. Bu ufuk, külliyet planında ve vahidiyet çizgisi itibarıyla istivâ-i arş televvünlü, cüz’iyet dairesinde ve ehadiyet yörüngesi açısından da latîfe-i rabbâniye buudludur. Bu ufkun yolcularının en önemli yol azıkları ve bir mânâda zâd u rahîleleri ise, kalbin her zaman lebriz edilerek pak ve temiz tutulması, başkalarının, ahvâlimize muttali olamayacağı kutlu vakitler sayılan gecelerin o sihirli dünyasında da, secdelerle pusuya yatıp tecellî avlamaktır. İbrahim Hakkı:

                       Dil beyt-i Hudâ’dır, ânı pak eyle sivâdan,

                       Kasrına nüzul eyleye Rahmân gecelerde.

diyerek, yol alma adına gecelerin o serin ve ufku açık iklimini salıklar bizlere. Kenz-i Mahfî’ye uzanan gece koridoru veya helezonuyla alâkalı şu hoş söz de Mevlâna’ya ait:

“Eğer sen O Eşsiz Padişah’ı istiyorsan ve eğer O’nun yolunda sefere çıkmış isen, bu yolculukta uyumamak gerekir. İyi ve bahtiyar kimseler, Allah’ın sevgi ve merhamet gölgesinde uyurlar. Kardeşim, sakın başka yerde uyuma!” Uyuma ve insanı engin düşüncelere, lâhûtî mülâhazalara çeken geceleri ya kıyam edebi ya rükû tâzimi ya secde mahviyeti ya da evrâd u ezkâr tazarruu ile geçir.

Bazı mutasavvifîne göre, her şeyin bir açık olan yanı vardır ki; ona zâhir denir; bütünüyle bu âlem, işte o zâhirdir. Bir de kapalı yanı vardır ki, ona da bâtın denir; o da mânevî, uhrevî ve bütün metafizik dünyalardan ibarettir. Bunlardan başka bir de, bu iki cepheyi câmi ve âlem ile esmâ arasında, zuhurun butûndan, butûnun da zuhurdan ayrılma noktasında berzahî bir âlem vardır ki, o da insan-ı kâmil âlemidir. Hakk’ın kendi zâtına ilmi, bilasale kendisine aynadır. Zât-ı Hak da, tasavvurlarımızı aşkın bir mânâ ile o aynada müteayyindir. İnsan-ı kâmilin ilmi de, bittebeiye ve zılliyet planında kendi aynasıdır. O da, bu ilim aynasında müteayyindir. Ne var ki, onun bütün sermayesi mevhibedir ve vâhid-i kıyasî zaviyesinden Hazreti Zât’ta bulunan şeylere birer delil ve birer emare mesabesindedir..

Evet, insanın zatı, Zât-ı Hakk’a, sıfatları da sıfât-ı sübhaniyeye dayandığı gibi, bunlardaki izafîlik ve sınırlılık ya da zılliyet ve cüz’iyet de tamamen, Cenâb-ı Hakk’ın evsâfındaki hakikîliğe, nâmütenâhîliğe, asliyet ve külliyete delâlet etmektedir veya delâlet etmek içindir.

Zât-ı Hak’la bu çerçevedeki münasebet açısındandır ki, insan-ı kâmil mertebesine ulaşan müstaid bir müntehî, aynı zamanda hilâfet-i tâmme mertebesine de yükselmiş sayılır. Bunun üstünde ise, vücub-imkân arası bir nokta diyebileceğimiz “ev ednâ” pâyesi vardır. Ve o pâyenin de, gelmiş-gelecek bütün insan-ı kâmiller arasında bir tek mümessili olmuştur; o da mertebe-i ekmel veya Hazreti Ehadiyet’in tecellî-i etemmine mazhar bulunan Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dır (sallallâhu aleyhi ve sellem). O’nun bu ölçüde “aksa’l-meratib”i ihraz buyurması, yüksek ahlâkı; davranışlarındaki istikameti; Rabbiyle münasebetlerindeki derinliği; dünyevî-uhrevî konulardaki dengesi; ilâhî ve kevnî hakikatlerin esrarına nüfuzdaki ısrar ve kararlılığına lütfedilmiş peşin bir teveccüh-ü Rahmânîdir. Bu itibarla da, O’nun dışındaki bütün kâmillerin kemalâtı O’na nisbeten izafî, tâlî ve O’na tebaiyete bağlıdır. Evet, sema-i risaletin ayları ve güneşleri sayılan başımızın tâcı bütün o büyük insanların nur ve ziyası, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın içinde bulunmadığı zaman itibarıyladır. Bûsîrî:

                                فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا    يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ[7]

diyerek, O Zât’ın, güneşin üstünlüğünü haiz olduğunu, diğerlerinin ise, O’na nispette peykler mesabesinde bulunduğunu ve O’nun olmadığı dönemlerde çevrelerine nurlar saçıp etraflarını aydınlattıklarını söyler ki, yerinde bir tespittir.

Her şeyden evvel, Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ), varlığın hem çekirdeği hem de meyvesi olması itibarıyla, hilkat ağacı mebdeden müntehâya hemen her faslında sürekli O’nunla münasebet içinde olmuş ve O’na bağlı gelişmiştir. Aslında O, meyvenin de ötesinde, hilkat ağacının özü, usâresi ve ruhudur. İsterseniz, O’na (aleyhi salavâtullahi ve selâmuhû) varlık bulamacının en temel unsuru da diyebilirsiniz.

                                “       Hilkat-i âlemden maksad-ı a’lâ

                                          Dünyaya gelmiş ol mihr-i muallâ..”

Evet, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsının bütününden ibaret olan mahiyet-i mücerrede-i vücudun âyinedarlığından arz ve semanın ictinab etmeleri, taayyünlerinin bunu aksettirmeye tam müsait olmayışındandı. İnsanın taayyünü ise, bilkuvve bunu aksettirecek donanımda idi. İşte, insanoğlu, böyle önemli bir gayeyi gerçekleştirmek için vücud-u haricî ile şereflendirildi. İnsanların bazıları itibarıyla, böyle önemli bir âyinedarlık vazifesini tam temsil edememeden ötürü bir zulüm ve cehalet söz konusu olsa da, o potansiyel cehalet ve zulme düşmeme de, yine böyle bir âyinedarlığa terettüp eden duyarlılık, sorumluluk ve temsilden geçiyordu. Yani insan, mahiyetindeki zulüm ve cehalet açığını vahy-i semaviyle harekete geçireceği vicdan mekanizmasıyla kapatacak ve kaybetme alanını kazanma pazarı hâline getirecektir. İnsanların bir bölümü itibarıyla da bu, böyle oldu. İşte

إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجبَالِ فَأَبَيْنَ أَنْ يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنْسَانُۘ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا

“Biz, emaneti (teşriî açıdan değil, tekvînî zaviyeden) göklere, yere, dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve böyle bir sorumluluktan korktular. (Mahiyet ve donanımı itibarıyla) bu emaneti insan üzerine aldı. Doğrusu (pek çoğu itibarıyla) insanoğlu, (bu emanetin hakkını gözetemediğinden), çok zalim ve çok cahil bir duruma düştü.”[8] âyeti, bu umumî serencamenin esrarlı bir tercümanıdır. Arz, sema ve bütün eşyanın hakikat-i uzmâyı görme, gösterme ve aksettirmede zarurî birer eleman olan kalb, irade, şuur, his ve bunların “latîfeler” unvanıyla diğer fakülteleri bulunmadığından, o yüce hakikat adına ne tam temessül kabiliyetleri ne de temsil aktiviteleri vardır; zira, taayyünleri fevkalâde dardır. Dolayısıyla da, ayna olacakları şeyi mahiyet-i insaniye ölçüsünde zengince ifade edebilmeleri mümkün değildir. Ancak insandı ki, tekvînî donanımı teşriî emirlerin temsiliyle derinleştirerek bu misyonu edaya yeterli olduğunu ortaya koyuyordu.. ve bu misyonu ortaya koyabilenler de, zulümden ve cehaletten kurtuluyordu.

Evet, her insanın bu vazifeyi yerine getirmediği veya getiremediği gerçekti ama; yaratılış gayesinin şuurunda olan ve insan-ı kâmil olma yolunda teşriî dairede rehabiliteden rehabiliteye koşan bir kısım müstesna fertler de bulunacaktı. Ki bunlar, istidatlarını inkişaf ettirme ve bilkuvve kemallerini bilfiile çevirme istikametinde her zaman insanoğlunun yaratılmasına gaye teşkil eden “iman-ı billâh”, “mârifetullah”, “muhabbetullah”, “aşk u şevk”, “cezb u incizab”, “zevk-i ruhanî”… gibi dairelerde ebediyetlerin dantelasını örecek ve bu ilâhî maksadı gerçekleştireceklerdi. İşte, dünya ve ukbâ âlemlerinin birleşik noktasına taht kurmuş bu gönül sultanları, mahiyetleri mahiyet-i beşeriyeyi aşkın, canları Cân’ın nefahâtıyla dipdiri, ufukları üns esintileriyle üfül üfül hep kemal yolunda kemal soluklamada ve berzahî vücudlarıyla her an yeni bir çerçeveye oturmaktadırlar. Mevlâna, her zamanki o sehhâr ifadesiyle, kemal semasının bu üveyiklerini şöyle resmeder:

“Hak yolunun erleri, bu candan başka bir can ile diridirler. Onun havasından kanat çırpıp uçan kuşların ayrı bir yuvası vardır. Beyhude bu gözle bakma, onları göremezsin; onlar, iki dünya ötesinde başka bir âlemdedirler.”

Allah, ef’âl ve esmâsıyla mâlumdur; esmânın tecellî alanı da, varlık ve hâdiselerdir. İnsan ise, varlığın hem nüvesi hem de meyvesidir. İnsan-ı kâmile gelince o, her şeyin özü, usâresi ve ruhudur. Öyle ise, mebde itibarıyla varlığı mülâhazaya almadan, insanı düşünmeden, insan-ı kâmil ufkuna yönelmeden, Allah’ı kâmil mânâda bilmek de mümkün değildir. Zira insan-ı kâmil, Zât, sıfât, esmâ ve ef’âl dairesiyle alâkalı câmi bir lisandır.. ve vücud mertebesinin en son halkasını teşkil etmesi açısından, bütün vücud mertebelerinin enmûzeci mahiyetindedir. Bu itibarla da diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hak, kendi azamet ve celâline uygun şekilde ancak insan-ı kâmille bilinir.. onunla görülür, onunla işitilir ve onunla duyulur. Diğer taraftan, insan-ı kâmil de, her şeyi O’nunla görür, O’nunla bilir, O’nunla tutar ve O’na bağlayarak münasebete geçer. Ne var ki, bu görmelerin, duymaların, işitmelerin, işlemelerin, başlamaların ve münasebette bulunmaların asliyet planında bir tek mümessil ve kahramanı vardır; o da, hakikat-i Muhammediye’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Zira O’nun hakikati, bütün hakikatlerin câmii bulunan vahidiyet hakikatine dayanmaktadır. “Allah” ism-i zâtı, O’nun –mürebbisi mânâsına– Rabb-i hâssıdır. Ve bu ism-i şerif, bilmutabaka, bililtizam ve biddelâle bütün esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı sübhaniyeyi de tazammun ettiğinden, Hz. Ruh‑u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelüttehâyâ), hem esmâ-i ilâhiyeye hem sıfât‑ı sübhaniyeye hem de şuûnât-ı Zâtiye’ye mücellâ bir ayna olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bu itibarla da, “Mir’ât-ı Muhammediye’den Allah görünür dâim.” sözü mübalâğa değil, vâkıa tam muvafıktır. Diğer bütün büyükler bu ölçüde bir mazhariyete sahip olamadıklarından – ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَۤاءُ “Bu Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir.”[9]– onların mir’âtiyetleri de izafîdir.

Evet, bu büyüklerden her biri, birkaç ism-i şerifin ya da sıfat‑ı sübhaniyenin mazhar u meclâsı ise de, her isimden nasibi aynı ölçüde değildir. “Herkesin kabiliyetine vâbestedir âsâr-ı feyzi.” fehvâsınca, sema‑i risalet ve vilâyetin ayları, güneşleri sayılan bu insanlar, ne ölçüde büyük olurlarsa olsunlar, yine de kendi istidat ve kabiliyetleriyle mukayyettirler. Bunlar, kendi arş-ı kemalâtları itibarıyla müntehî, Hz. Ekmel-i Kümmelîn’e (Kâmiller Kâmili) nisbetle mütevassıt ve mübtedîdirler; vazife ve misyon açısından değil, mir’âtiyet ve meclâiyet açısından mübtedîdirler. Ârifler, iman-ı billâh, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanîde derece derece birbirlerinden farklı oldukları gibi, esmâ-i ilâhiyenin mütefavit derecedeki tecellîlerine mazhariyet açısından da insan-ı kâmil mertebeleri hep farklı farklı olagelmiştir. Evliyâ, asfiyâ, ebrâr, mukarrabînin, dinin yoruma açık yanlarıyla alâkalı, yani fürûâtta ortaya koydukları teviller, tefsirler de, o kâmil insanlara dair böyle bir farklılığın tezahürüdür.

Enbiyâ ve mürselîn arasındaki farklılık ise: تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ “Biz, bilinen bu peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık.”[10] mazmununca, ilâhî takdire bağlı olmak üzere, yine esmâ-i ilâhiyenin farklı dalga boyundaki tecellîlerinden kaynaklanmaktadır. Hz. Âdem’in mazhar olduğu icmalî “ilim”, Hz. İbrahim ve İsmail’deki “ilim”le beraber “hilm”, Hz. Mesih’deki “kudret”, başkalarına nisbeten ileri seviyededir ve bu yüce kâmetlerin hususiyeti gibidir. Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’da (aleyhi ekmelüssalâti ve etemmütteslîmât) ise, bütün enbiyâ ve mürselînde icmal edilen esmâ ve sıfât-ı sübhaniyenin tafsîlî bir şekilde ve âzam derecede tecellîsi söz konusudur.

Herkes kendi çerçevesinde kâmildir ve kemali de onun istidat ve mârifet gayretiyle mebsuten mütenasip’tir (doğru orantılı). Evet, bütün kâmil insanlarda beyan ve burhanın yanında irfan da önemli bir derinlik ve zenginliği teşkil etmektedir. Bu hususlardan herhangi birindeki bir kusur, kemal adına da ciddî bir eksiklik sayılır. Kur’ân ve Sünnet temel yörünge; mantık ve akılla istidlâl, beyana bağlı bu konunun bir burhan ayağı; irfan ise, böyle bir istikametin semeresidir.

Son söz:

              “Savm u salât u hac ile zahid işin biter sanma

              İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş.”

                                                                      (Niyazi)

 

[1]     Ali el-Cürcânî, et-Ta’rîfât s.56.

[2]     Enbiyâ sûresi, 21/107.

[3]     Sebe sûresi, 34/28.

[4]     Enfâl sûresi, 8/17.

[5]     Enfâl sûresi, 8/17.

[6]     Nahl sûresi, 16/16.

[7]     “O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır. Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar.” (el-Bûsîrî, Dîvânü’l-Bûsîrî s.242).

[8]     Ahzâb sûresi, 33/72.

[9]     Cum’a sûresi, 62/4.

[10]    Bakara sûresi, 2/253.

 

***

Not: Bu hafta mescidimizde okunan Cuma Hutbesi, Muhterem Hocamızın Sızıntı Dergisi Nisan 2000 sayısı için kaleme aldığı makaledir.