238. Nağme: Televizyon, Sinema, Tiyatro, Edebiyat ve Spordan O’na Ulaştıran Uçlar

238. Nağme: Televizyon, Sinema, Tiyatro, Edebiyat ve Spordan O’na Ulaştıran Uçlar

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Sevgili dostlar,

Yine bir ikindi sonrası hasbihali ve yine enfes hikmet incileri… Özellikle başlıktaki alanlara ilgi duyanların ya da o sahalarda vazife yapanların mutlaka dinlemesi gereken 18 dakikalık bu nağmede Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi şu hususları anlatıyor:

-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), mü’minin sözünün hikmet, sükûtunun da tefekkür olması gerektiği tavsiyesinde bulunur. Bu ifadeden mü’minin hâlinin iki hususa bağlandığını görmekteyiz. Bir; mü’min konuştuğu zaman mutlaka belli bir hikmet, maslahat ve hayır gözeterek konuşur. İki; konuşulacak mevzuda böylesi bir hikmet ve hayır söz konusu değilse o zaman sükûtu tercih eder. Ancak onun bu sükûtu boş boş, tembel tembel durma şeklinde anlaşılmamalıdır. O, sükûtîliğine bir anlamda uhrevîlik boyası çalar, tefekkür etmesi gereken meseleleri düşünür ve neticede onu bir tefekkür zemini hâline getirir. Bu sebeple diyebiliriz ki tefekkür yörüngeli bir hayat yaşama, kâmil mü’minin mütemadi hâlidir.

-Hazreti Pir ne hoş söyler: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” İster dini ilimler isterse de fen bilimleri alanındaki çalışmalarını, elde ettiği malzemeleri ve araştırmalarından süzülüp gelen üsareyi Allah’ı bilme ve sağlam bir muvazene temin etme yolunda değerlendiren insanlar bu şekildeki bir saatlik tefekkürleriyle bir senelik ibadet sevabı kazanabilirler.

-Mü’min, düşünce hayatını derince ele alır, sonra da onu hikmetle bezeyerek insanlara sunmaya çalışır. Aslında o yapacağı her şeyi ve her meseleyi kendi değerlerini âleme tanıtma istikâmetinde uçlar bırakarak engince değerlendirir. Bunu yaparken de üslupta kaçırıcı olmamaya azami özen gösterir.

-Her dayatma çok defa reaksiyona, tepkiye sebebiyet verir. Siz meselelerinizi dayatmak suretiyle değil her şeyden önce iç derinliğinizle ve hal dilinizle ortaya koymalısınız. Bir Arap profesör, Risaleleri okuyunca diyor ki: “Bu eserlerde çok farklı bir derinlik var ama onlardaki sırrı anlayamadım.” Kendisine, Hazreti Üstad’ın “Mecmuatü’l-Ahzab” isimli üç ciltlik dua kitabını on beş günde bir hatmettiği söylenince, “Şimdi anladım, onun Allah’la irtibatının derinliği ölçüsünde bunlar nebean etmiş!” diyor.

-Ne yaparsak yapalım, başımızı yere koyup secdede kıvranırken, hatta öksürürken bile öyle bir hal sergilemeli, öyle hikmetli işler ortaya koymalı ve gaye-i hayalimiz istikametinde öyle uçlar bırakmalıyız ki o sayede muhataplarımızı imrendirmeli, onlarda soru sorma ve araştırma duygusunu tetiklemeli ve bıraktığımız o uçlardan Hakk’a, hakikate ulaşabilmeleri için zemin hazırlamalıyız.

-Bir mü’min her zaman ve her ortamda “Şimdi acaba ben kendime ait değerleri burada nasıl anlatabilirim?” demeli ve bu uğurda yapılabilecek her şeyi ortaya koymaya çalışmalıdır. Mesela futbol oynarken, bir spor yaparken ya da ticaretle meşgul olurken hep aynı soruya cevap olacak bir tavır ve hareket sergilemelidir. Hazreti İmam Azam’ın kendi dükkanından yanlışlıkla defolu malı satın alan bir insanın peşinden koşturup onu bulması ve parasını iade etmesi türünden öyle hak ve adalet temsilcisi olmalı ki, muhataplar “Sana, saygı duyduğun değerler manzumesi, din dediğiniz o sistem bunları emrediyorsa, ben seni dinlerim” demeli ve gönül kapılarını ardına kadar açmalı.

-Bana gelen bir kitabı birine hediye etmişsem -Allah’a yemin ederim- artık katiyen ona elimi sürmem. Kur’an’dan tefeül edeceksem bile başkasına verdiğim mushafı ondan izinsiz almam; çünkü ben elime aldığımda o kadarcık yıpranmış, aşınmış olur ve o kadarcık şeyin hesabını da sorarlar öte tarafta.

-Sıdk sarayının sultanı Rasûl-ü Ekrem Efendimiz doğruluk ve güvenilirliği sayesinde pek çok gönlün kilidini rahatlıkla açmıştı. Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Ümeyye gibi küfrün temsilcileri bile “Vallahi biz bu adamın yalan söylediğine hiç şâhit olmadık.” demek zorunda kalmışlardı.

-Televizyon dizileri, sinema filmleri yapan arkadaşlarımız da “Acaba biz burada kendi değerlerimize ‘Pes yahu, hakikaten bu kadar olur!’ nasıl dedirtiriz?” esprisine göre hareket etmelidirler. Bu arada reyting olur ya da olmaz; belki bazı şeylere da katlanırız. Fakat ne yapıp yapıp ehl-i dünyanın bile seve seve seyrettiği şeyler içinde bize ait değerleri belli bir makuliyete bağlı, Muhasibi’nin ifadesiyle Kur’an aklîliği çerçevesinde bazı uçlar bırakarak öyle sunmalıyız ki seyreden ‘pes’ desin. Film, oyun, sanat, yazı… hep bu istikamette kullanılmalı. O’nu ifade etmeyen, benim gaye-yi hayalime hizmet etmeyen ve benim mefkuremi ikâme etmeyen yazıdan, şiirden ne çıkar?!.

-Futbolun, voleybolun, koşmanın, yüzmenin içinde bile mutlaka aynı hedef gözetilmeli; “Bu yüzmenin içinde kendi değerler manzumem adına insanlara ne anlatabilirim?” “Hekimim; kalbi dinlerken, göze, kulağa, gırtlağa bakarken kendi değerlerim adına ne anlatabilirim! Nasıl ‘Allah’ dedirtirim?” denmeli.

-Tesirsizliğin arkasında hedefsizlik vardır. Hazreti Üstad, “Gâye-i hayâl olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” buyurmaktadır. Evet, hiçbir gâye-i hayali bulunmayan, bulunsa da ona göre zihnî hazırlığını tamamlamamış olan fertler, egoizmanın ağına düşmekten, nefsanî arzuların sürüklemesi ile hareket etmekten ve sadece yemeyi-içmeyi, rahatı ve eğlenceyi hedef hâline getirmekten kurtulamaz; dolayısıyla da başkalarına müessir olamazlar. Günümüzün insanının problemi: Hedefsizlik.. hedefsizlik.. hedefsizlik!..