Haftanın Hadîs-i Şerîfi: MAHŞERİN ÜÇ TALİHSİZİ

Haftanın Hadîs-i Şerîfi: MAHŞERİN ÜÇ TALİHSİZİ
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

İnsanın en sadık takipçisi amelleri ve işlediği günahlarıdır. Günah, kulun beraber görünmekten utandığı bir tanıdığı gibidir. Zira ahirette günah kulun ihtiyaçlar piramidinde, en alt tabakada dahi kendine yer bulamayacaktır. Öyle ki; o gün kulun günah dışında o denli şiddetle görmeyi istemeyeceği bir ikinci şey de olmayacaktır.

Öte yandan işlenilen günahlara karşı ahirette kulun herhangi bir mazeret beyanının söz konusu olamayacağı müsellem. Zira Allah (celle celâluhu) فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا “Kuluna iyilik yapma ve kötülük irtikâp etme kabiliyeti veren Allah’a yemin olsun ki”[1] buyurmak suretiyle kulun günahın irtikâbı yahut iyiliğin yapılabilmesi noktasında muhayyer olduğunu ifade buyurmaktadır. Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, merhametinin bir tezahürü olarak, kullarını “hayrı tercihe meyyal bir fıtratta yaratmıştır”[2] ki, kul şayet henüz dünyada iken bu merhametin kamet ü kıymetine uygun bir kulluk keyfiyeti ortaya koyamaz ise ahirette bu nimetten de muhasebe olunması kaçınılmazdır. Zira “ubudiyet netice-yi nimet-i sâbıkadır”[3]. Bu nimet ise hayrı tercihe meyyal bir donanıma sahip olarak “günahlara karşı yarışa önde başlamak” nimetidir. Böyle bir nimetin şükrü ise, ancak sevap adına ipi en önde göğüslemekle ifa edilebilir. Meseleye bu şartlar zaviyesinden yaklaşıldığında dahi ahirete yanımızda götürmeyi umduğumuz mazeretlerin hiçbirinin hiç kimse için demir atılabilecek güvenli sulardan olmadığı anlaşılacaktır.

Ne var ki; kul günah işleyebilir, hata edebilir, sürçebilir. Bu tür sürçmeler imkânlar âleminde var edilen mümkünlerdendir. Zira Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde, “Nefsim kudret elinde olan Zat’a yemin olsun ki, eğer siz hiç günah işlemeyen bir topluluk olsaydınız, Allah sizi toptan helak eder; sonra da günah işleyen ve peşi sıra istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi”[4] buyurmaktadırlar. Ki bu Allah Resul’ünün (sallâllahu aleyhi ve sellem) ümmetine mağfiret kapısından ayrılmamalarını salıklayan rahmet eseri beyanlarındandır.

Bütün bunların yanında, Cenâb-ı Hakk’a kulluğun sergilendiği dünya mezraasında kulu günah işlemeye zorlayıcı bir takım şartlar ve durumlar söz konusu olabileceği gibi, günah irtikâp etmek isteyen kişinin ancak özel bir çaba ile buna muvaffak olabileceği ahval ve şerait de vardır. Aleyhissalâtu Vesselam Efendimiz, Hazreti Ebu Hureyre’nin (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadisi şeriflerinde bu hususa şöyle temas etmektedirler:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:

 ثَلَاثَةٌ لَا يُكَلِّمُهُمُ اللهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا يُزَكِّيهِمْ – قَالَ أَبُو مُعَاوِيَةَ: وَلَا يَنْظُرُ إِلَيْهِمْ – وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ:

شَيْخٌ زَانٍ، وَمَلِكٌ كَذَّابٌ، وَعَائِلٌ مُسْتَكْبِرٌ

***

“Üç kişi vardır ki, Kıyamet günü Allah Teâlâ hazretleri onlarla konuşmaz, nazar etmez, günahlardan da arındırmaz, onlara elim bir azap vardır: Bunlar; Zina eden yaşlı, yalan söyleyen devlet reisi ve büyüklenen fakir.”[5]

***

Hadis-i şerifte ثَلاَثَةٌ  ‘üç’ mutlak olarak bırakılmıştır. İsterseniz siz buna, erkek veya kadın, isterseniz zümre veya cemaat diyebilirsiniz. Ve yine bu üç kişi veya zümreden maksadın, âlimler ya da cahiller olduğunu söyleyebilirsiniz. Burada esas üzerinde durulması gereken husus, bunların kimliklerinden çok, vasıfları olduğu için, hadiste bu mesele tasrih edilmeyip mutlak bırakılmıştır. Demek ki bunlar belirsiz ve meçhul insanlardır. Onlar öyle belirsiz insanlardır ki, onları belli edecek bir kimlikleri yoktur. Onlar hor ve hakir insanlardır. O kadar hor ve hakirdirler ki, onlara değer vermeye değmez. Nasıl ki Cenâb-ı Hak, onların yüzüne bakıp onlarla konuşmaz; öyle de sizler de, merak edip onlarla konuşmaz ve onları tanımayı değerli bulmazsınız. Onlar, kalıplarıyla değil, kalbleriyle yenik düşmüş.. ve vicdanları, cesetlerinin altında kalıp ezilmiş kimselerdir. Yüce ve yüksek yerlere karşı içlerinde zerre kadar istidat yoktur. Süfliyet çukurunda yuvarlanıp durmaktadırlar.

Üç Mahrumiyet

  • Mükâleme Mahrumiyeti: Kendisinde hitap çiçeği açan ve Allah’a muhatap olma istidadı verilen insanla, Allah konuşmayacaktır. Felaket, işte bu ilk cümle ile başlamaktadır. Rahman Sûresi’nde; Allah, onda beyanı yarattığını bir nimet, bir minnet olarak söylediği hâlde, gel gör ki, şimdi Allah (celle celâluhu) bu insanla konuşmayacaktır. İnsanın, en çok konuşmaya ve derdini anlatmaya muhtaç olduğu bir günde ona, sözünün dinlenmemesinden daha büyük azap olabilir mi? O, medet istemekte ve çırpınıp durmaktadır. Ancak, onun yardımına koşacak yegâne Zât onu hiç mi hiç dinlememektedir. Kur’an-ı Kerim bu tabloyu anlatırken قَالَ اخْسَؤُوا فِيهَا وَلاَ تُكَلِّمُونِ “Kesin sesinizi ve benimle konuşmayın.”[6]
  • Nazar-ı İlâhî Mahrumiyeti: İkinci tablo ise وَلاَ يَنْظُرُ اِلَيْهِمْ “Allah onlara ” Onların, en çok rahmet nazarına muhtaç olacakları o günde, Cenâb-ı Hak, onlara kat’iyyen rahmet nazarıyla bakmayacaktır. “Bazı yüzler beşaşet içinde pırıl pırıl parlarken, bazı yüzler de o gün asık ve abûs olacaktır.”[7] Hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet nazarıyla bakmadıkları, bu ikinci grup insanlardır. Kâ’b b. Mâlik’in, çok kısa bir süre için cezalandırılarak Allah Resulü tarafından böyle bir muameleye tâbi tutulması, hem ona hem de vakayı duyanlara ne kadar giran gelir. Hâlbuki sözünü ettiğimiz kimseler bu akıbete ebedî olarak müstahak olacaklardır. Aman Allah’ım! Cehennem dahi bu kadar korkunç olamaz. Rahmeti sonsuz bir Rabb’in, insana bir an dahi bakmaması, ne büyük bir azap, ne korkunç bir akıbettir!
  • Tezkiye Mahrumiyeti: Üçüncü durum ise, وَلاَ يُزَكِّيهِمْ “Allah onları temizlemez veya temize çıkarmaz.” İnsanlar, burada temizlenip, oraya tertemiz Temizleme ameliyesi dünyada yapılır. Ahirette ise, insanı ancak Cehennem temizler. Onun için Cenâb-ı Hak onları tezkiye de etmeyecektir. İnsanlar, imtihan turnikesine bir kere girer ve on ikiden vurma imkânını bir kere elde ederler. Kendisine verilen bu fırsatı değerlendiren kazanır, ihmal eden de kaybeder. Bunun üçüncü bir şıkkı yoktur. Hz. Eyyub’un maddî hastalıklarına bedel ruh, vicdan, latife-i rabbaniye, sır, hafî, ahfâ, bütün his ve duyguları hırpalanmış, delik deşik olmuş zavallı insan, o gün bu perişan hâline bakacak, “Acaba temizlenebilir miyim?” diye ümide kapılacak. Ne var ki, bu üç sınıfa ait insanları Cenâb-ı Hak orada temizlemeyecektir.

Akıbet: Azab-ı Elîm: Ve akıbet: وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ “Onlar için can yakıcı bir azap vardır.” Onlar, hemen bir adım daha attıklarında karşılarına çıkacak tek şey, o korkunç azaptır. Öyle bir azap ki, can yakan, insanın iliklerine kadar işleyen bir azap. İşte onlar, kendilerini böyle bir azabın gayya ve girdabında bulurlar.

Böyle bir akıbete dûçâr olacak olan şu üç zümre kimlerdir? Kimdir onlar ki, Allah onlarla konuşmayacak, onların yüzlerine bakmayacak ve onları asla temizlemeyecektir? Ve kimdir onlar ki, onlara can yakıcı bir azap hazırlanmıştır?

Hadisin buraya kadar olan kısmını okuyan bir insanda, müthiş bir merak uyanmıştır.. ve şimdi o, bütünüyle dikkat kesilmiş, bu üç meçhul zümrenin kimliğini öğrenmek için, bütün tecessüs gücünü harekete geçirmiştir.”[8]

  • Zina Eden İhtiyar: “İhtiyar” kelimesi lügat manası itibariyle “seçme, tercihte bulunma” demektir. İhtiyar sahibi insan denildiğinde ise kendisi adına hayırlı ve faydalı olanı tercih edebilecek zihni kemale ermiş insan anlaşılır. Bu mana cihetinden; belli bir yaşa gelmiş insana da kendisi adına neyin hayırlı neyin yanlış olduğunu seçebilecek yaşta bir insan manasına “ihtiyar” denilmiştir. (Burada neden “muhtar” değil de “ihtiyar” denildiği ayrı bir mevzudur.) Hiç şüphesiz gençlikte de böyle bir şeyi irtikâp etmek büyük günahtır, haramdır. Ne var ki; gençlik aklî kemalin noksaniyeti ve şehevi duyguların galeyanda olduğu bir dönem olması itibariyle ihtiyarlığa nispeten bu dönemde böyle bir günaha düşmenin akıl açısından anlaşılır bir yönü vardır ki, “şehevi hislerine yenik düştü” veyahut İslam hukukunda cehalet her ne kadar mazeret olarak kabul edilmese de “cehaletinin kurbanı oldu” denilir. Fakat ihtiyar ise, şehevi duygularının kalmadığı ve zahiri sebepler açısından aklen kemali bulduğu yahut bulmuş olması gerektiği bir dönemde olması hasebiyle, böyle bir denaeti irtikâp mevzuunda mazur görülemez. Bedeni şartlar açısından böyle bir günahın işlenmesine medar olabilecek bütün şartların ortadan kalkmış olduğu bir dönemde, yani bu türden günahları irtikâp etmenin ancak kişinin özel gayretine vabeste olduğu durumlarda, böyle bir günaha tevessül edilmesi en hafif tabiriyle ilahi emri ciddiye almıyor olmanın bir ifadesidir.
  • Yalan Söyleyen Devlet Başkanı: Fahr-i Âlem Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde “Mümin (sürçer de) bazen hırsızlık yapar, bazen zina da edebilir, ama asla yalan söylemez”[9] buyurmaktadırlar. Bu hadis-i şerifte herhangi bir toplumsal statü yahut makamın müntesipleri nazara verilmeksizin genel mümin karakteri ortaya konmaktadır. Fakat yukarda zikri geçen mezkûr hadis-i şerifte, Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) hususiyle devlet başkanlarını zikrediyor. Zira yukarıda da kısmen geçtiği gibi kişinin sevkedici veyahut cebredici bir saik yokken böyle bir günahı irtikâp etmesi Hakk’a apaçık bir isyandır. Çünkü bir devlet reisinin (ki şayet karakter problemi olan birisi değilse) işgal ettiği makam itibariyle yalan söylemesini gerektirecek yahut onu buna zorlayan mücbir sebepleri yoktur. Şayet varsa bilinmelidir ki o sebepleri de (sahip olmaması gerekli olan bir şeyi müsadere etmek ve halkın bundan haberdar edilmesini istememek suretiyle) kendisi var etmiştir. Zira o makam kendisini elinde bulunduranı bu tür şeylere tevessül ettirmeyecek kadar geniş yetkiler sunan bir makamdır. İnsanlardan korkmasını anlamsız kılan bir makamda iken kişiyi zulümler irtikâp etmekten, yalan, iftira ve tezvirde bulunmaktan alıkoyabilecek tek korku Allah korkusudur. Korkulardan bu denli azade bir makamın sahibinin yalan, iftira, tezvir ve zulümlerine şahit olunmaya başlanmışsa bilinmelidir ki onda Allah korkusu dahi kalmamıştır. Allah’tan korkmayan bir yöneticinin ise zulüm, haksızlık ve despotizm hususunda tek rakibi nihayetinde kendisi olacak;o dönüp dönüp zulüm ve tiranlık hususunda kırılması gereken rekorlar, aşılması gereken yeni yeni eşikler ihdas edecektir.

Bir başka hadis-i şeriflerinde Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) “Zalim idareciler ve onları tasdik eden halkın durumu”[10] hakkında beyanlarda bulunmaktadırlar ki, belki bu mevzuya da başka bir sadetle temas edilebilir.

  • Kibirlenen Fakir: Zenginlik bir kibir sebebi asla değildir. Ama kibrin zenginde olanının altında yatan sebepler arasında zenginlik ilk sırayı sair hiçbir unsura bırakmayacaktır. Bunun zenginin kibri için bir sebep olması aklen izahı mümkün bir durum. Ne var ki fakirin kibrinin izah edilebilir bir tarafı yoktur. Zira Cenâb-ı Hakk’ın kendisine takdir buyurduğu şeraiti kabullenip iktiza ettiğince hareket etse rahmet-i Rahman’ı kazanıp dünyada iken ahirete ertelemiş olduğu nimetlerle serfiraz olacaktır. O ise takdir-i ilahiye rıza göstermemekle bu ikaba dûçar olacaktır.

Evvelemirde anlaşılması gerekli olan mana yukarıda temas edildiği şeklindedir denilebilir belki ama kul adına en büyük küstahlık bütün fakrına rağmen Rabbi’sinin takdirine karşı müstağni davranıp küstahlığa düşmesidir.

Ya Rab! Sahibi olmadığımız bir meyveyi dermekten, liyakatimiz olmayan bir makama gelmekten ve fakrımıza perde olan kibirden senin hıfz u himayene iltica ediyoruz!

Sefa Salman

***

[1]. Şems sûresi, 91/8.

[2]. Sahih-i Buhari, Cenaiz, 92; Ebu Davud, Sünne, 17; Tirmizi, Kader, 5.

[3]. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yirmidördüncü Söz, Beşinci Dal, Birinci Meyve, s.360.

[4]. Sahih-i Müslim, Tevbe 9.

[5]. Sahih-i Müslim, İman 172.

[6]. Mü’minûn sûresi, 23/108.

[7]. Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/106-107; Kıyamet sûresi, 75/22-25; Abese sûresi, 80/38-41.

[8]. M. Fethullah Gülen, Sonsuz Nur, Bir Demet Hadis Tahlili

[9]. Kenzu’l Ummâl

[10]. Bkz. Ahmed b. Hanbel, VI, 395