Kendini Bilen Rabbini Bilir

Kendini Bilen Rabbini Bilir

İnsan için en önemli vazifelerden biri, kendi ruhuna yönelmesi, kendi nefsiyle meşgul olması, kendini doğru okuması, doğru tanımaya çalışması, iç dünyasında derinleşmesidir. Kemale yürümenin ve hakiki insanlığa ulaşmanın yolu da buradan geçer. İnsan mahiyeti, âdeta varlığın bir fihristi olarak yaratıldığı, yani Allah bütün kâinatı, kendisi de bir kitap olan insanın mahiyetinde yazdığı için, insanın varlığı bilmesi ve tanıması, öncelikle kendini doğru okumasına bağlıdır. Kendi mahiyetini bir mercek, bir dürbün veya istidadına göre belki bir teleskop olarak kullanıp eşyaya, eşyanın perde arkasına, hâdiselere ve onların arka planına bakabilen bir kimse, varlık hakkında daha doğru neticelere ulaşabilir. Aynı şekilde bir kısım yüce hakikatlerin kavranması, onlar hakkında doğru kararlara varılması da benliğin ve insan mahiyetinin keşfine bağlıdır.

Kısacası kendini bilen bir kimse, bilinmesi gerekli olan hakikatleri ve özellikle de Hakikatü’l-Hakaik’i bilme kapılarını aralamış olur. Hadis olarak da rivayet edilen, “Nefsini bilen Rabbini bilir.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343)  sözü de bu hakikate işaret eder. Bunun mefhum-u muhalifi şudur: Kendini bilmeyen Rabbini de bilemez.

Kendini bilme denildiğinde belki çoklarının aklına insanın fizyolojik ve anatomik yapısı gelir. Alexis Carrel’in “İnsan Bu Meçhul” kitabı da detaylı olarak insanın bu yönü üzerinde durur, onu şerh eder. İnsana sadece maddî yapısı açısından bakıldığında dahi onun baş döndürücü bir derinlik ve mükemmelliğe sahip olduğu görülür. O öyle mükemmel bir sisteme sahiptir ki her bir parçası diğeriyle çok ciddi bir uyum ve ahenk içinde çalışır. Hatta bu tenasüp sadece vücudun parçaları arasında görülmez; insanla varlık dünyası arasında da güçlü bir uyum söz konusudur. Bu alanda yazılan eserlere baktığımızda insanın, en uzak sistemlerdeki cisimlerle arasında dahi ciddi bir münasebet olduğunu öğreniyoruz. Buradan hareketle şunu diyebiliriz: İnsan fizyolojisinin gerek kendi içindeki gerekse onun varlık âlemiyle arasında görülen uyumu temin ve tesis etme ancak Âlemlerin Rabbine mahsustur. 

Kaldı ki insan, maddi yapısının ötesinde kalb, ruh, vicdan, his, irade, şuur ve latife-i Rabbaniye gibi manevi derinliklere de sahiptir. İşte bütün bu yönleri itibarıyla kendini doğru okuyabildiği takdirde yüce hakikatler mevzuunda isabetli kararlara ulaşır. Kâinat kitabında mestur bulunan (yazılı olan) Cenab-ı Hakk’ın eserlerini, eserlerinin arkasındaki ilâhî fiillerini, ef’âlin arkasındaki esma-i hüsnasını, esmanın arkasındaki sıfât-ı sübhaniyeyi ve onların da arkasındaki şuunât-ı ilâhiyeyi mütalaa etmeye başlar ve hayretler yaşar. Daha ileriye adım atabilirse Zat-ı Baht karşısında hayretler üstü hayretler yaşar. Meseleye bu açıdan bakıldığında insanın kendine, kendi benliğine, iç dünyasına karşı kayıtsız ve alakasız kalması yüce hakikatlere karşı saygısızlık ve hürmetsizlik anlamına gelir.

Bu anlamda insanın müthiş bir potansiyeli vardır. O, yüce hakikatleri kavrayabilecek bir kalb ve vicdan enginliğine sahiptir. Kalb, öyle mualla bir mir’attır (ayna) ki, nice hak dostları orayı Hakk’ın tecelligâh-ı ilâhîsi olarak görmüşlerdir. Hatta bazıları onu Kâbe’den bile üstün tutmuştur. Bu, Kâbe’yi hafife alma demek değildir, sadece bir mukayesenin neticesinde varılan bir hükümdür. Zira Kâbe, Beytullah ünvanına sahip olup mü’minlerin kıblesidir. Evet, kalb, Cenab-ı Hakk’ın tecelli buyurduğu bir ayna gibidir. O aynada her zaman Allah mütecellidir. İbrahim Hakkı Hazretleri bu hakikati şöyle dile getirir:

Dil beyt-i Hüdâ’dır (Kalb, Hakk’ın evi mahiyetindedir)
Onu pâk eyle sivâdan (O’nun dışındaki şeylerden temizle kalbini)
Kasrına nüzul eyleye (Ki, sarayında konaklasın)
Rahmân gecelerde. (Geceleyin Rahman olan Rab)

İşte böyle engin bir kalbe, kalbin yanında vicdan, sır, his, şuur gibi çok farklı derinliklere sahip olan insan, kendisini tanıması gerektiği ölçüde tanıdığında, benliğini bir dürbün gibi kullanarak mukaddesâtı, gözünün önünde sergilenen yüce hakikatleri ve asıl tanıması gereken Zat’ı da tanımaya yol bulur. İnsan bu yönüyle de saygı duyulması gereken çok özel bir varlıktır. Hele onun kendini okuma gayreti, iç dünyasına yönelme cehdi ve neticede kendini bilmesi her türlü takdirin üstündedir.

Evet, insan, sahip olduğu fizikî özellikleri ve anatomisi itibarıyla okunması ve şerh edilmesi gereken mükemmel bir varlıktır. Fakat onun asıl enginlik ve derinliği tabir-i caizse kalb ve ruh anatomisinde saklıdır. Bunların yanında içe doğan ilhamlar, hiss-i kable’l-vukûlar, rüyalar gibi insanın derin bir analiz ve senteze tâbi tutulması gereken iç içe derinlikleri de vardır. Kişi bunlar üzerine ne kadar eğilir, i’mal-i fikirde bulunur, enfüsî tefekküre dalarsa o ölçüde farklı derinliklere açılır ve işte o zaman gerçek insan olduğunu ortaya koymuş olur.

Hâl böyle iken maalesef günümüzde en az bilinen şey insan mahiyetidir. Tıbbın gelişmesiyle birlikte insan anatomisinin her geçen gün daha iyi anlaşıldığı söylenebilir. Fakat insanın mahiyeti, maddi yapısından ibaret olmadığı için ve onun asıl derinliği ve maddi bünyesinin de zembereği onun mahiyet-i maneviyesi olduğu için insan yine meçhul yine meçhuldür. Zira inananlar da inanmayanlar da insanı masaya yatırdıkları zaman ona natüralist, materyalist ve pozitivist mülahazalarla bakıyor ve görülmesi gerekli olan şeyleri göremiyorlar, gördükleri şeyler de göremediklerinin ne kadar çok olduğu konusunda onları hayrete götürüyor. İnsanın kalb ve ruh mekanizması ise bu kadar bile anlaşılmıyor. Bu açıdan günümüz insanının en yabancı olduğu şeyin kendi nefsi olduğunu söyleyebiliriz.

Nefsini bilen, Rabbini bilir demiştik. Meseleye tersinden bakacak olursak karşımıza şu hakikat çıkar: وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنسَاهُمْ أَنفُسَهُمْ أُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ “Sakın şunlar gibi olmayın ki onlar Allah’ı unuttukları için, Allah da kendi öz canlarını kendilerine unutturdu. İşte yoldan çıkanlar bunlardır.” (Haşr sûresi, 59/19) Eğer siz Allah’a karşı kapılarınızı kapatır, arkasına açılmaz sürgüler sürer ve tamamıyla dünyaya inhimak ederseniz, Allah da size kendinizi unutturur. Neylersiniz ki bu çağ, çoklarının dünyaya taptıkları ve ahireti unuttukları bir çağdır. Bu yönüyle tam bir şeytan çağıdır. İnkârcılar, mantık, muhakeme ve dimağlarıyla ölmüşler, mü’minler de zükkam (nezle) olmuşlar. Burunlarını silmekten vakit bulamıyorlar ki mahiyetlerini ve kitab-ı kebir-i kâinatı (büyük kâinat kitabını) okusunlar. Kulaklar mesmuata (duyulması gereken şeyler, vahiy) karşı tıkandığı, gözler kâinat kitabına karşı köreldiği için kalb ve mantık da sağlıklı bir muhakeme yürütemiyor.

İnsanımız ne zaman böyle bir tali’sizlikten sıyrılır, bilemiyorum. Allah’ı bilip tanıyabilecek kapasitede yaratılan ve asıl vazifesi de bu olan insanoğlunun O’nu bilememesi, O’ndan uzak düşmesi ne kadar acı! Allah’ın bizi bize unutturması neticesinde öyle bir darlığın mahkûmu olmuşuz ki dar dünyanın dar görüşleriyle baş başa kalmışız. Kendimizi bile göremiyoruz. Halbuki insan öyle bir darlığa mahkûm olacak kadar denî bir varlık değildir. O, ahsen-i takvime mazhar öyle ulvî bir varlıktır ki farz-ı muhal Allah’tan başkasına secde edilecek olsaydı ona secde edilirdi.

İsterseniz bu faslı Mehmet Akif’in şu mısralarıyla noktalayalım:

Haberdar olmamışsın kendi zatından da hâlâ sen
Muhakkar bir vücûdum dersin ey insan, fakat bilsen
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir.