Bayram Sohbeti

Bayram Sohbeti
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Bayram hakkında “Ramazan’ın bütün vâridâtına vâris-i has olan, hayrı, bereketi, neşesi sıkıştırılmış bir gün” demiştiniz? Bu ifadeyi biraz açabilir misiniz?


Cevap: Merhum Necip Fazıl, hakiki mü’mini, iyice sıkıştırılmış bir şeker kalıbına benzetir ve “Mü’min sıkıştırılmış şeker gibidir, deryayı tatlandıracak güce sahiptir.” derdi. Evet, iyi inanmış ve inancını tavırlarına, davranışlarına da yansıtabilmiş bir insan, çevresi için rahmettir; o, bir ölçüde etrafındaki herkesi ve her şeyi tatlandırır. O öyle bir şeker kalıbı gibidir ki, onu tuz yoğunluğu yüksek bir denize de atsanız, o koca denizi bile şerbet yapabilecek kadar tat ihtiva eder.


İşte, bayram da, kısalığına rağmen haftaların, hatta ayların varidâtını, hayrını, bereketini ve neşesini bağrında saklayan bir zaman dilimidir. Bayramda Cenâb-ı Hakk’ın öyle ekstradan teveccühleri ve sürpriz ihsanları vardır ki, onlara bayram olmayan on günde, belki bir ayda, belki on ayda, belki birkaç senede ulaşılamaz. Yapılan bütün hayır ve hasenât ancak Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüyle değer kazanır; bayram işte öyle bir ilahî teveccühün en önemli vesilelerindendir; adeta bir ömrü tatlandıracak kadar engin ilahî lütuflara mazhar olma vaktidir.


Tabii, böyle bir mazhariyet Ramazan’ın hakkını vermiş, bayramda da laubâlîliğe girmemiş insanlar için söz konusudur. Bayramı sadece bir tatil olarak gören, bir ay boyunca yemeden, içmeden alıkonulmuş olmanın intikamını alıyormuşçasına abur–cubur her şeyi yiyen ve mübarek günlerde muvakkaten uzak durduğu haramlara yeniden giren kimselerin bayramın hususi varidâtından istifade etmesi çok zordur. Ancak bayramda da Ramazan’daki temkin ve teyakkuzunu koruyan, imsak-iftar arası mübahlardan elini–eteğini çektiği gibi hayat boyu da haramlara karşı mesafeli duran ve kulluğunun idraki içinde bulunan insanlardır ki, onlar, kısa bir zaman içine çok hayır ve hasenâtın sıkıştırılmışlığına mazhar olurlar. Onlar için bayram, Ramazan’ın vâris-i hassıdır; yani, Ramazan’da sevap ve mükafat adına ne va’dedilmişse, bayramda da onları bulmak, aynı semerelere sahip olmak mümkündür. Nasıl ki, Kadir gecesi sıkıştırılmış bir hayrât u hasenâtı bağrında saklar; bayram da öyledir. Şu kadar var ki, Ramazan günlerini ve Kadir gecesini Allah’a kurbet vesileleri olarak değerlendirmek söz konusudur; bayramda ise kurbet ümidi esastır, “Allah’ın izniyle o kurbeti elde ettik; bir neferdik, müşirliğe yükseldik” şeklindeki reca mevzubahistir.


Bayram, kat’iyen Ramazan’dan çıkmış olmanın, oruç günlerini arkada bırakmanın ve rahatça yeme-içme serbestliğine ermenin sevinci değildir. O, kulluk vazifesini eda etmiş olma ve Cenâb-ı Hakk’ın gufrânına kavuşmuş bulunma ümidiyle gelen gönül inşirahıdır.  Biz, Ramazan’ı ve oruç günlerini arkada bırakmanın değil, hata ve günahların ağırlığından kurtulmuş olmanın bayramını yaparız. Alvar İmamı’nın, “Mevlâ bizi affede bayram o bayram olur / Cürm ü hatalar gide bayram o bayram olur” sözleri genel duygu ve düşüncemizi çok güzel ifade eder. Evet, bizim bayramımız, evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu da Cehennem ateşinden kurtuluş olan Ramazan-ı şerifi tam değerlendirip, ateşten azad olma ümidimiz üzerine kurduğumuz bir bayramdır; Allah’ın rahmetinin enginliği ve o rahmetten nasiplenme beklentisi üzerine bina ettiğimiz bir bayramdır.


Gerçi, oruç sonunda bize lutfedileceği vaad buyrulan şeyleri henüz almadık. Allah’ın özel teveccühünü maddî alıcılarımızla ve dünyevî ölçülerimizle takdir etmemiz de mümkün değil. “Oruç sırf Benim içindir; onun karşılığını da bizzat Ben vereceğim” vaad-i sübhânîsi ile nazara verilen mükafat her ne ise onu da tam bilemiyoruz ve henüz o mükafatı da almadık. Fakat, Allah’ın va’dine öyle inanıyoruz ki, bunları bize verecek ve bizim beklentilerimizin çok çok ötesinde, bitip tükenme bilmeyen hazinelerinin büyüklüğüne göre bize lütuflarda bulunacak. İnanıyoruz ki, bizi Ramazan’a ulaştıran, bir ay boyunca iftar-sahur arası kulluk mekiği dokuma imkanına kavuşturan, elimizden geldiği kadarıyla vazifelerimizi yapma güç ve kuvveti vererek nihayet bizi bayramla buluşturan Rahman u Rahim ileride şimdikinden daha fazla mes’ud olacağımız mutlu günleri de nasip edecek. İşte bu inançla bayramı idrak ediyor ve ebedî saadet saraylarında geçireceğimiz asıl bayramların hülyalarıyla doluyoruz.


Evet, bütün bir ömür boyu, Cennet yolunda önümüzü kesen sıkıntılar, meşakkatler ve gâilelerle; Cehennem’e çeken türlü türlü arzular, iştihalar ve şehvetlerle mücadele ede ede Cuma yamaçlarına ulaşacağımızı ümit ettiğimiz gibi, iyi bir imtihan vermeye çalışıp “Hak rızası” çizgisinde geçirmeye gayret ettiğimiz Ramazan’dan sonra da ahiret hesabına önemli yatırımlara muvaffak olduğumuz düşüncesiyle, buna muvaffak eden Zat’a karşı içimizde rahmet buudlu bir kısım beklentilerin hasıl olması gayet normaldir, hattâ bu türlü ümit ve beklentiler Allah’a inanmış olmanın gereğidir. Dolayısıyla, bayram bizim için, ebedî saadet adına ümit ve beklentilerimizi bağladığımız inşirah günüdür.


Diğer taraftan, bizim bayramlarımız başka kültürlerin karnaval ve kutlamalarından çok çok farklıdır. Mü’minlerin tavır ve davranışlarında bayramlarda bile laubâlîlik, taşkınlık ve dengesizlik asla görülmez. Mü’minlerin, dengeli hareketlerinde, vakur davranışlarında, derin bakışlarında hep Kur’ân’a uyanmış ve Kur’ân dinlemiş olmanın ciddiyeti vardır. Onlar, her zaman olduğu gibi bayramlarda da Allah’a ve Peygamber’e açık durur; başkalarıyla münasebetlerini saygı, sevgi ve şefkat yörüngeli götürürler. O mübarek günlerin hiçbir anını heder etmemeye çalışırlar.


Bildiğim kadarıyla, Peygamber Efendimiz döneminde bayram günlerinde işler tatil edilmiyordu. İnsanlar günlük işlerini yine yapıyorlardı. Bayram namazı ve hutbesiyle o günü diğerlerine göre daha farklı karşılıyorlardı; sonra da birbirlerine tebessüm teatisinde bulunuyor, fakiri-fukarayı gözetiyor ve eşe-dosta yemek yediriyorlardı. Günümüzde, bayramlar biraz da bizim kendi törelerimizin rengine bürünüyor. Böyle mübarek bir gün bahane yapılarak tatil ilan ediliyor. Kabir ziyaretlerine daha bir ehemmiyet veriliyor. Sıla-yı rahim adına gidip gelmeler, arayıp sormalar bayrama ayrı bir derinlik kazandırıyor. Anne, baba ve çocuklar arasındaki münasebetler bir kere daha pekiştirilmiş oluyor. Çocuk yuvaları ve huzur evleri gibi yerlerde ziyaretçi bekleyen ve arayıp soranı olmama talihsizliğiyle kıvranan kimseler ziyaret ediliyor, sevindiriliyor. Böylece, bir yönüyle, daha geniş manada bir sıla-yı rahimde bulunuluyor.. Cenab-ı Allah’ın af ve mağfiretine erme ümit ve beklentisi esas olmakla beraber, temelde dine aykırı olmayan, belki asıl kaynaklar itibarıyla dine dayanan ama zahiren örflerimizden, adetlerimizden kaynaklanan şeyler de bayrama farklı manalar katıyor.


Soru: Daha önceki yıllarda yine bir bayram sohbeti münasebetiyle, “İslam yeniden doğa, bayram o bayram olur; ışık zulmeti boğa bayram o bayram olur” buyurmuştunuz. Bu, müntehadaki bir bayram mıdır?


Cevap: Biz, topyekün insanlığın İslam’a ve Kur’an’ın mesajına muhtaç olduğuna inanıyoruz. Evet, insanlık, İslam’la tanıştığı ve İlahî Beyan’ın nuruyla buluştuğu zaman bayram edecek. Kederli çehreler ancak iman esaslarının kalbde hasıl ettiği inşirahla gülecek.


Şu anda idrak ettiğimiz bayram, bir yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın pek çok lütfunu beraberinde getiriyor. Allah, bize bir ay oruç tutmayı ve kulluğumuzu daha engince eda etmeyi lütuf buyurdu; şimdi de bayram bahşediyor. Bir ay boyunca, bir ölçüde bütün dünyaya Ramazan boyası çaldığı gibi, şimdi de dünyanın değişik yerlerinde aynı güzellikleri yaşatıyor ve bizi ayrı bir sevince ulaştırıyor. Bir bir Ramazanlaşan, bir bir bayram sevinci duyan insanlar koca bir deryadan mesajlar taşıyor; parça parça, damla damla büyük bir deryayı oluşturuyor.


Bize şimdilik bu kadar lütuflarda bulunan Allah, adeta bir gün zulmetleri bütün bütün boğacağını ve her tarafa rahmet yağdıracağını gösteriyor. İnşaallah ortalık ağarıyor; dünya bir bayram arefesinde, gün bayrama kayıyor. Allah inayetini üzerimizden eksik etmesin..


Soru: Cenâb-ı Hakk’ın bayrama özel lütuflarını duymanın nisbeti mekana göre değişir mi? Mesela, bayramı gurbette duyuş ile onu sılada karşılayış farklı mıdır?


Cevap: Gurbet, şayet Allah rızası için yaşanan bir gurbetse, öyle bir gurbette bayramı duyma, sılada bayram yapmadan çok daha derindir. Bir insan kendi ülkesinde, bayramı bütün şatafat ve debdebesiyle, olanca ihtişamıyla yaşayabilir; fakat, zannediyorum, onu gurbette hicran duygularıyla karşılama Cenab-ı Hak katında daha değerlidir.


Bir insanın gurbette ölmesi, Allah nezdinde nasıl değerli ise ya da Allah rızası için vatanından ayrılan bir insanın hicreti nasıl kıymetler üstü kıymete ulaşıyorsa, aynen öyle de, dine, Kur’an’a ve insanî değerlere hizmete bağlı olarak veya ehl-i dalalet ve ehl-i küfrün cebrine maruz kalarak gurbette bayram yapan insanın bayramı da çok derinleşir; o insanı farklı buudlara ulaştırır.


Soru: Ramazan boyunca ekrana yansıyan eğitim, hoşgörü ve diyalog faaliyetleri hakkında, “Bunlar gökler ötesinde yapılan bir makro planın yavaş yavaş gerçekleşen parçalarıdır” buyurdunuz. Bu sözü nasıl anlamalıyız?


Cevap: Televizyonda seyrettiğim ve bazılarından dinlediğim hadiseler o kadar aşkın şeyler ki, bunları sadece insanların cehd ve gayretine vermek bakış açısını ayarlayamamak ve yanlış görüp yanlış değerlendirmek olur. Bir insanın, yalnızca Allah’a itimat ederek, okul açmak için adını bile bilmediği bir ülkeye gitmesi, daha uçaktayken, gideceği yerde mutlaka müracaat etmesi gereken insanla tanışması, uçaktan iner inmez hiç tanımadığı biri tarafından karşılanması, karşılayan şahsın “Ne zamandır sizi bekliyorduk, nerede kaldınız?” demesi ve oraya vardıktan üç ay sonra okul açmaya muvaffak olması, gönüllere girmesi, kendini ve temsil ettiği değerleri sevdirmesi… bütün bunlar ihtimal hesaplarıyla açıklanamayacak kadar sırlı hadiselerdir.. ve bu türlü hadiseler üç beş tane de değildir; fedakâr ve samimi eğitim gönüllülerinin, sevgi kahramanlarının gittiği her yerde benzeri hadiseler yaşanmıştır.


Dolayısıyla, meseleyi geniş dairede, bir makro plan olarak ele aldığınız zaman, onun insan dehasını, beşerî plan, proje ve tedbirleri çok çok aştığını görürsünüz. Şu olmasaydı şöyle olmazdı, şöyle olmayınca da bu netice çıkmazdı… şeklinde arka arkaya sıralayacağınız o kadar çok sebep vardır ki, bu sebeplerin herbirinin yerli yerine oturması ve bugünkü tabloyu meydana getirmesi Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve lütfundan başka hiçbir şeyle kesinlikle açıklanamaz.


Öyle büyük büyük projeleri yapıp sonra da hayata geçirmek şöyle dursun, insan iki güzel cümle söylemeyi, güzel bir söz etmeyi bile Allah’tan bilmeli. Fakat bunu vicdanınca bilmeli, o bilmeyi vicdanına da mal etmeli. Bazen “Bunlar Allah’tan!..” dersiniz, ama bu nazarî bir kabulün ifadesidir. Hayır, nazarî kabul yeterli değildir, asıl olan vicdanın kabul etmesidir. Yani, nefse en küçük bir pay çıkarıldığında, vicdanın “Estağfirullah ya Rabbi, bunu sahiplenirsem dalalete sapmış olurum, her şey Sen’den!” diye inlemesidir. Mesela, insanlar size itimat etseler, sözlerinize güvenseler ve sizin işaretleriniz istikametinde bazı şeyler yapsalar dahi, şayet siz “Şöyle yönlendirdim, şuraya gönderdim, şunları yaptırdım.” türünden mülahazalara girer ve meselenin öşrüne bile sahip çıkarsanız, bu duygular bir an zihninize geldiğinde hemen odanıza çekilip “Ya Rabbi, şirkten Sana sığınıyorum!” demezseniz, kaybetmiş olursunuz. Bu çok nazik bir konudur. Bir lütf-u ilahî olarak sa’ye terettüp eden muvaffakiyetler de O’ndandır ve siz kat’iyen onlara sahip çıkamazsınız. Evet, “Sizi de yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır” hakikati bu gerçeğin ifadesidir. Sebepler neticesinde ortaya çıkan da, sebepleri yaratan da Allah’tır. Fakat, öyle ince bir sır vardır ki, mesele iktiran içinde cereyan ettiğinden dolayı sebepler öne çıkmaktadır. İşte, soruda dile getirdiğiniz cümle de, her şeyin Allah’tan olduğunu ifade etme ve tevhid yolunda yürürken şirke düşmeme niyetinin seslendirilmesinden ibarettir.


Evet, bir taraftan tevhid hakikatinin dellallığını yapacaksınız, İbrahim Hakkı hazretleri gibi,



“Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir teâlallah.
Şeriki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak,
Ehaddir, küfvü yok, İhlâs içinde zikreder Allah.”


diyeceksiniz; diğer taraftan da “Öyle bir anlattım ki, herkes mest oldu; sözlerim insanları harekete geçirdi de bunlar meydana geldi.” şeklinde şirk kokan laflar edeceksiniz. Bir de bu sözleri, en münafıkça bir edayla, “İşte âcizâne hizmet ediyoruz; dilimizin döndüğünce anlatıyoruz.” diyerek iyice nifaka bulayacaksınız. Evet, en münafıkça laflar, “estağfirullah” gibi bir mübarek sözle ambalajlanan, tevazu perdesi altında telaffuz edilen ve vicdana mal olmamış laflardır. İşte, hem tevhid hakikatini anlatacaksınız, her şeyin Cenab-ı Hakk’a verilmesi gerektiğini söyleyeceksiniz, “Allah tektir, eşi–menendi yoktur” diyeceksiniz, hem de sebepleri Müsebbib yerine koyacak, O’na bir sürü eş koşacak ve “Yaptım, ettim” diyerek bir de kendi adınıza varlık iddiasında bulunacaksınız. Böyle bir tavır şirktir; yürüdüğünüz yolun âdâb u erkânına aykırı hareket etme ve kendinizle çelişkiye düşme demektir.


Ayrıca, nasıl ki yegâne hâlık Allah’tır ve her varlık O’nun var etmesiyle varlık sahasına çıkmıştır; aynen öyle de mevcudâttaki her şey ancak Cenâb-ı Hakk’ın kayyumiyetiyle varlığını sürdürmektedir. Bu gerçeğin her fırsatta dile getirilmesi gerektiği gibi bunun vicdanen kabul edilmesi de çok önemlidir. Bu kabul insanın bütün söz ve tavırlarına da yansımalıdır. Her şeyi Allah’tan bilme ve öyle ikrar etme, o kadar derin bir şükürdür ki, aynı zamanda nimetlerin kat kat artmasına da vesiledir. Dolayısıyla, Allah’tan gelen nimetleri ve bereketi kesmemenin yolu meseleyi gerçek sahibine vermektir.


Hasılı, eğitim ve diyalog faaliyetleri hakkında, “Bunlar gökler ötesinde yapılan bir makro planın yavaş yavaş gerçekleşen parçalarıdır” demek de hem bir hakikatin ifadesidir hem de o nimetlere karşı şükür duygusunun seslendirilişidir. Şayet, biz de nümunelerini gördüğümüz nimetlerin devam etmesini istiyorsak, Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanları karşısında her zaman müteyakkız insanlar gibi düşünmeli; tasavvur ve tahayyüllerimizi tevhid anlayışıyla test etmeli; söz ve tavırlarımızda tedbirli ve temkinli davranmalı ve tevhid yolunda şirke girmemeye, hatta şirk şaibesine bile düşmemeye azamî özen göstermeliyiz.
***
Not: Muhterem Hocamızın huzurunda arz edilen Bayram Hutbesi’ni okumak için tıklayınız.