Bilginin Amele Dönüşmesi

Bilginin Amele Dönüşmesi
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Bir âyet veya sûre nazil olur olmaz, sahabe-i kiram efendilerimizin onu hemen hayatlarına tatbik ettiklerini görüyoruz. Biz ise bilip öğrendiğimiz hususlarda aynı tavrı ortaya koyamıyoruz. Bildiklerimizi amele dökemeyişimizin sebepleri nelerdir, bilginin amele dönüşmesi nasıl sağlanabilir?

Cevap: Bilginin amele dönüştürülebilmesi için, öncelikle bu bilginin, düz ve sathî bir malumat konumundan çıkarılıp; “bir meseleyi mahiyet-i nefs’ül- emriyesiyle bilme, şuur ve sistemli düşünce ile o meseleyi kavrama” manasında ilme dönüştürülmesi gerekir. Aksine sahip olduğumuz bilgiler sadece yüzeysel malumat ise, böyle bir bilgi kalbe nüfuz etmediğinden, o, herhangi bir kıpırdanma ve harekete sebebiyet vermez. Bu itibarla, bilginin amele dönüşmesi için ilk olarak yapılması gereken, doyma bilmeyen bir arzu ve iştiyakla hakiki ilme ve oradan da yakîne ulaşmaya çalışmaktır. Zira Cenâb-ı Hak, Tâhâ Suresi’nde Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben şöyle buyuruyor:

وَقُلْ رَبِّ زِدْنِي عِلْمًا

“De ki; Rabbim, ilmimi artır benim.” (Tâhâ Suresi, 20/114) O halde her birimiz, ilim talebi adına, peygamberâne bir iştiyakla “hel min mezid” mülahazasına bağlanmalı, hiçbir zaman sahip olduklarımızı yeterli görmemeli, “Acaba bunun ötesinde, arka planında daha başka bir şey var mı?” demeli ve sürekli derinleşme peşinde koşmalıyız. Mesela bize mutlak manada Kur’an-ı Kerim okumamız emredilmiştir. Ancak biz hafız olsak, Kur’an’ı baştan sona ezberlemiş bulunsak dahi, onu anlama ve onda derinleşme hedefine bağlı bir okuma gayreti içinde olmadığımız takdirde, Kur’an’ın hazineleri bize kapanır, cihanları aydınlatan o ışık kaynağından istifade edemeyiz. Zira im’an-ı nazarla, üzerine yoğunlaşarak gerçekleştirilen bir okuma gayretinin insanın gönlüne ifade ve ifaza edeceği öyle manalar vardır ki, onun başka bir yolla elde edilebilmesi mümkün değildir.

İlmin Şükrünü Eda

Bilginin ilme dönüştürülmesi diyebileceğimiz ilk safhadan sonra ise şu hususların göz önünde bulundurulması gerekir: Siz, nazarî planda muhteşem bir ilmî derinliğe ulaşabilir, oradan ilme’l-yakîn mertebesine ve hatta ayne’l-yakîn ufkuna vasıl olabilirsiniz. Fakat ilmî planda böyle bir ufku yakaladıktan sonra şayet bu malumatınızı amele çevirmezseniz, esmâ, sıfât ve şuunâtıyla ulûhiyet hakikatini dosdoğru bilemez ve Allah kapısının sadık bir bendesi olamazsınız. Ayrıca “Kim bildiğiyle amel ederse, Allah ona bilmediklerinin ilmini de ihsan eder.” hadisiyle müjdelenen ilimlerin mirasına nail olmanın yolu da kişinin ilmiyle amel etmesidir. O halde, Cenâb-ı Hak sizi ilimde belli bir noktaya ulaştırmışsa, siz de sahip olduğunuz ilmin şükrü olarak, farklılık mülahazasına girmeden bu farklılığın hakkını vermeye çalışmalısınız. Mesela, başkaları bir günde nafilelerle birlikte 40 rekât namaz kılıyorsa, siz “Üzerimde Cenâb-ı Hakk’ın bunca nimeti olduğuna göre ben niye 80 rekât namaz kılmayayım” demeli, sübjektif mükellefiyetin enginliklerine açılmalısınız.

Burada istidradi olarak, bana çok önemli gelen bir hatıramı arz edeyim. Merhum validemin yanına ancak ara sıra uğrayabiliyordum. Bana bir defasında şöyle demişti: “Hacı Efendi, ben Büyük Cevşen’i her gün baştan sona kadar okuyorum, acaba okumamı tavsiye edeceğin başka bir şey var mı?” İşte bu, “hel min mezid” ufkunun bir sesi ve soluğudur. Evet, Allah’ın lütfuna mazhar olan bir insan, o lütuf ölçüsünde Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bulunmalıdır.

Âişe Validemiz Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) ibadetini anlatırken, mübarek ayakları şişinceye kadar O’nun namaz kıldığını söylüyor. Buseyrî de bu durumu kasidesinde şöyle ifade eder:

ظَلَمْتُ سُنَّةَ مَنْ أَحْيَا الظَّلَامَ إِلَى – أَنِ اشْتَكَتْ قَدَماهُ الضُّرَّ مِنْ وَرَمٍ

Yani, “Ben o Peygamberin sünnetine zulmettim, haksızlık yaptım ki, O ayakları şişmeden istirahat buyurmuyordu (ama ben yatıp uyuyorum).

Hz. Aişe Validemiz gördüğü bu tablo karşısında, Allah Resûlü’ne: “Ya Resûlallah! Cenâb-ı Hak, geçmiş ve gelecek günahlarını affettiği halde, neden bu kadar kendine eziyet ediyorsun?” dediğinde İnsanlığın İftihar Tablosu, ona şu cevabı vermişti:

أفَلاَ أكُونُ عَبْداً شَكُوراً

“Rabbimin bunca nimetleri karşısında ben de o ölçüde Ona şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhârî, teheccüd 16).

Esasen burada kulluk şuuru adına çok önemli bir mesaj verilmektedir: Her bir kul, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği ihsan ve lütuflar ölçüsünde şükür ve minnetle O’na hamd ü senada bulunmakla mükelleftir. Bundan dolayı sahip olunan ilmî mazhariyetler ölçüsünde bir amel ortaya konmalıdır.

Âmelî Akıl

İsterseniz bu noktada, Kant’ın “Saf Aklın Kritiği” isimli eserinde ele aldığı mülahazayı hatırlayabilirsiniz. Kant bu eserinde, nazarî akılla Allah’ın bilinemeyeceğini, Allah bilgisine yani marifet ufkuna ancak amel ile ulaşılabileceğini ifade eder. İşte bu gerçekleştirilebildiği, yani ilim amele dönüştürülebildiği takdirde insanın içinde derinlemesine bir marifet-i ilahi ve bunun neticesinde engin bir muhabbet-i ilahi oluşacaktır. Öyle ki, o, Zat-ı Ulûhiyet’i hatırladığı an, burnunun kemikleri sızlayacak, sonra da derin bir aşk u iştiyak içinde “likân (vuslatın) Allah’ım, likân (vuslatın)” deyip şu dünya kasvetinden sıyrılacağı, Allah’a mülaki olacağı anı can u gönülden arzulamaya başlayacaktır. 

 Hz. Pir, ubûdiyetin gayesi olarak iman-ı billâhı gösteriyor; sonra marifetullah, sonra muhabbetullah ve sonra da Cenâb-ı Hak tarafından ekstradan ihsan edilen zevk-i ruhaniye işaret ediyor. İşte böyle bir zevk-i ruhani hâsıl olduğunda, bütün güzellikler cilve-i cemalinin gölgesinin gölgesinin gölgesi… olan Zat-ı Uluhiyet’i görme iştiyakı da herhalde içimizde bir çağlayan halinde kendini hissettirecektir. Eğer iç dünyamızda böyle bir aşk u iştiyak duymuyorsak o zaman, bu süreci henüz tamamlamamış ve hâlâ koridorda dolaşıyoruz demektir. Bu sözlerimle kimseyi ümitsizliğe düşürmek ve ye’se sokmak istemem; fakat yürüdüğümüz güzergâhın hakkının bu olduğunun da bilinmesi gerekir. Bu açıdan bir kez daha ifade edelim ki, nazarîyi ne kadar derinleştirirseniz derinleştirin eğer amelîye sıçramıyorsanız olduğunuz yerde kalırsınız. Amelîye gelir ancak amelde derinleşerek marifete sıçramazsanız yine olduğunuz yerde kalır, şekil ve suretten öteye geçemezsiniz. Öyle ki, ibadet ü taatı sadece aradan çıkarma nevinden yerine getirir, yatıp kalkar, fakat marifetullaha ulaşamaz, muhabbetullahı duyamaz ve zevk-i ruhaniye eremezsiniz.

Kur’ân-ı Kerim, elde ettiği bilgileri hayatına yansıtmayan kişileri “sırtlarında yük taşıyan merkebe” (Cuma Sûresi, 62/5) benzetmektedir. Bu duruma düşmemek için insan bu meselede dikkatli ve gayretli olmalıdır. Evet, insan bildiği şeyleri, pratiğe döküp ferdî ve içtimaî hayatta kullanmadığı zaman, o bilgi, sahibi için taşınmaz bir yük hâline gelir. Bu, aynı zamanda faydasız ve semeresiz ilim kategorisi içinde değerlendirilecek bir bilgi yığını demektir. İşte bu noktada Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece nazarîde kalan ilimden Allah’a sığınarak “Allahım! Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.” diye dua etmesi, bu meselede duaya sarılarak bilginin amele dönüşmesinde duanın gücünden de istifade etmemiz açısından bizlere örnek teşkil etmektedir.

Müşterek Okumalarla Açılan Ufuklar

Bu mevzuda, ferdî okumalar, düşünmeler, araştırmalar, eşya ve hadiseleri hallaç etmeler, insan, kâinat ve Allah münasebetini tekrar ber tekrar gözden geçirmeler güzel ve faydalı faaliyetler olsa da, mülahaza ve düşünceleri hep bu istikamette olan âlî bir heyetin hazırladığı elverişli bir ortam ve uygun bir atmosferde bulunmanın insana kazandırdığı mazhariyetler çok daha farklıdır. Böyle bir atmosfere giren insan heyetteki diğer fertlerle baş başa verecek ve ayrı bir insibağla farklı ufuklara açılacaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Fetih Sûresi’nde:

يَدُ اللهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ

“Allah’ın (inayet, kudret, riayet, kilaet, vekâlet, necat, fevz ve hıfz) eli onların ellerinin üzerindedir.” (Fetih Suresi, 48/10) buyururken; Allah Resûlü de:

يَدُ اللَّهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ

“Allah’ın inayet ve kilâeti cemaatle beraberdir.” (Tirmizi, Fiten 7) buyurarak cemaat içinde bulunmanın faziletine dikkat çekmiştir. Başka bir hadislerinde de yalnız kalmanın nasıl bir tehlike oluşturduğuna işaret sadedinde;

فَإِنَّمَا يَأْكُلُ الذِّئْبُ الْقَاصِيَةَ

ifadeleriyle, kolektif şuurun hilafına hareket eden, halkadan ayrılan, heyetle müşterek uygun adım atmayan, onun adımlarına ayaklarını uydurmayan kimseyi kurt yiyeceğini ifade buyurmaktadır. Bundan dolayı, ne yapıp edip mutlaka heyet içinde olmaya çalışmalı, birbirimize destek olmalı ve münferit hareket etmekten kaçınmalıyız.

Ancak bu noktada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, meclislerimizi lağviyat ve lehviyattan uzak tutmak ve saniyesini dahi zayi etmeksizin oraları ilim ve marifette derinleşme adına değerlendirmektir. Maalesef bu mevzuda gerekli hassasiyeti gösterdiğimiz söylenemez. Evet, ne yazık ki, din, iman, hizmet adına bir araya geldiğimiz meclislerimizde bile, dünyevî ve uhrevî hayatımız hesabına hiçbir faydası olmayan gereksiz meseleleri konuşabiliyor, insanı gaflete sürükleyecek şen şakrak ve laubalice tavırlara girebiliyoruz. Bence inanan bir gönül, bunlara meydan vermeyecek şekilde hayatını bir tekke ve zaviye disiplini içinde geçirmeye çalışmalıdır. Sahih bir hadis-i şerifte, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hayatında üç defa kahkaha ile güldüğü ifade edilir. (Buhârî, tefsîru sûre (39) 2; Müslim, îmân 308-310) Bildiğiniz üzere, O’nun mübarek çehresinden tebessüm hiç eksik olmuyordu; fakat O, ciddiyetinden de asla taviz vermiyordu. Evet, O’nun (aleyhissalâtü vesselâm) öyle bir duruşu vardı ki, her an Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda olduğu bütün varlığına aksediyordu ve O görüldüğünde haliyle, tavırlarıyla, hatta bakışlarının derinlikleriyle hep Allah’ı hatırlatıyordu.

Sözün özü, ilim adına gerekli donanımı elde edebilmek ve sonra onu hayatımıza hayat kılabilmek için meclislerimizi, oturup kalktığımız ve bir araya geldiğimiz yerleri kalb ve ruh ufkumuzu ihya adına rantabl bir şekilde değerlendirmeye çalışmalıyız. Evet, hiçbir yere toslamadan, sağa sola çarpmadan, yanlış yollara sapmadan, patikalara kaymadan dosdoğru yürüyebilmek için duygu, düşünce, his, muhavere ve müzakerelerimizin hepsi dosdoğru olmalı, kalb ve ruh ufkunda derinleşme ve zenginleşmemize matuf bulunmalıdır.