Dindarlık ve Dinî Hassasiyet

Dindarlık ve Dinî Hassasiyet
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Dindarlık ve dinî hassasiyet tabirlerinin ifade
ettikleri mânâlar nelerdir? İzah eder misiniz?


Cevap: Dindarlığın, nazarî planda, dinî düsturlara
şu veya bu ölçüde saygılı olmaktan dini kabullenip ona sahip çıkmaya; amelî
planda da dini yaşamaktan onu hayata hayat kılmaya kadar değişik mertebe ve
dereceleri vardır. Meselâ bazıları bir ilmihal bilgisi seviyesinde inanılması
gerekli olan hususlara inanır ve o ölçüde ibadet ü taatlerini yerine getirirler.
Kimileri ise, hem nazarî hem de amelî planda dini daha engince ele alır, bu
yaklaşımla onun emrettiklerine ittiba edip nehyettiklerinden uzak dururlar. Öyle
ki bunlar haramlardan içtinap etme ve farzları edanın yanında, harama düşme
endişesiyle şüpheli şeylere karşı dahi tavır alır, hayatlarını sürekli takva
mülâhazasına bağlı götürmeye çalışırlar. Dini daha şuurluca yaşayanlar ise
ibadet ü taatlerini her zaman Cenâb-ı Hakk’ın teftiş ve takdirine sunuyor gibi
eda eder, hayatlarını hep ihsan şuuru içinde yaşarlar. Bu açıdan dindarlığın
seradan Süreyya’ya kadar çok farklı mertebeleri vardır. Bu arada şunu ifade
edelim ki, dindarlık ilk mertebesiyle dahi kesinlikle hafife alınmayacak ölçüde
insan için hayatî derecede bir kıymete sahiptir.


Dinî hassasiyet ise, başta şahsî hayatını milimi milimine dinin ölçülerine
muvafık yaşamak, daha sonra da yakın daireden uzak daireye doğru aile efradı,
yakın çevresi içinde, gözünün içine bakan ve etrafında halkalanan insanların
dini yaşamaları mevzuunda fevkalade hassasiyet göstermek, duyarlı olmak ve
ölesiye bir titizlik sergilemek demektir. Başka bir ifadeyle dinî hassasiyet,
bir hak dostunun:


“Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan!
Sözümüz cümle heman kıssa-i
cânân olsa..!”
(Taşlıcalı Yahya)
mısralarıyla seslendirdiği arzu ve
iştiyakla hayatını sürdürmektir.


“Keşke Gönüllerde Allah Sevgisini
Tutuşturabilsem!”


Dinî hassasiyet sahibi bir mü’minin diğer insanlar hakkındaki duygu ve
düşüncesi şudur: Keşke şu kardeşlerime Allah’ı anlatıp onların gönüllerinde
Allah sevgisini tutuşturabilsem! Keşke onlarda maiyyet arzusu uyarabilsem! Keşke
onlar ellerini her kaldırdıklarında:

اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيـَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوَجُّهَكَ
وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ وَمَحَبَّـتَـكَ وَمَعِيَّـتَكَ وَحِفْظَكَ
وَحِرْزَكَ وَكِلاَئَـتَكَ وَنُصْرَتَكَ وَوِقَايَتَكَ وَحِمَايَتَكَ
وَعِنَايَتَكَ

“Allah’ım! Senden, Senin yüce affını, afiyet vermeni,
hoşnutluğunu, teveccühünü, ilâhî nefhalarını, dostluğunu, yakınlığını, yüce
şanına yaraşır şekildeki muhabbetini, maiyyetini, hıfz u sıyanetini, koruyup
kollamanı, yardımınla zaferler nasip etmeni, himaye edip gözetmeni… istiyorum!”
diye Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakaracak ölçüde O’na yakın olsalar.


Böyle bir hassasiyete sahip olan bir mü’min derecesine göre sadece yakın
çevresine değil, belki bütün bir ülke halkına, hatta bütün bir insanlığa bu ufku
taşıyabilmenin, herkeste böyle bir heyecan uyarabilmenin hesabını yapacaktır.
Onun derdi ve davası, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın nam-ı celîli anıldığı
zaman burunların kemikleri sızlayacak ölçüde herkesin delice Efendiler
Efendisi’ni (aleyhissalâtü vesselâm) sevmesini sağlamaktır. Diğer yandan o,
insanların kaymaları, düşmeleri ve sürçmeleri karşısında ızdıraptan iki büklüm
hâle gelir ve “Acaba, insanları mezelle-i akdam noktalardan uzak tutabilmek
adına daha ne yapabilirim, ne yapmam gerekir?” diyerek oturup kalkıp bu mevzuda
stratejiler üretme gayreti içinde olur. Hâsılı o, toplumu irşat etme, kaymaları
önleme, dinden kopup gitmelerin önüne geçme istikametinde fevkalade hassas ve
duyarlı bir hayat yaşar.


Başkalarını Diriltme Hassasiyeti


Bu istikamette o, ruh u revan-ı Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem)
sadece kendi ülkesinin minarelerinde şehbal açmasını yeterli bulmaz; bunun
ötesinde “Benim adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır.”
hadis-i şerifini kendisi için bir hedef, bir ufuk olarak görür ve hayatını bu
gayeye bağlı götürmeye çalışır. Bu ufkun peşinden koşarken de o, hiçbir zaman
kendi darlığına takılmaz, “Benim gibi bir adam ne yapabilir ki?” demez; “Allah
küçüklere büyük işler gördürür” mülahazasıyla her zaman azimli, her zaman
gayretli davranır ve hep sorumluluk ruhuyla hareket eder. O, “Bir yerde imanla
dolu bir sine varsa, o sine, bir yolunu bulup oradaki bütün gönüllere ruhunun
ilhamlarını duyurabilir.” anlayışına sahiptir. Evet, bilinmesi gerekir ki, eğer
bir insanın himmeti bütün bir millet olursa, Allah, bütün bir milletin
yapabileceği işi o şahsa yaptırır. Hazreti İbrahim’e ve İnsanlığın İftihar
Tablosu’na (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) yaptırdığı gibi böyle ulvî bir
misyonu o insana da müyesser kılar.


İşte bütün bunlar, dindar olmanın ötesinde dinî hayatta fevkalade hassas
olmanın ifadesidir. Diğer bir tabirle buna, başkalarını diriltme ve ihya etme
hassasiyeti de diyebilirsiniz. Bu açıdan denilebilir ki, dindarlıkla dinî
hassasiyet birbirinden farklıdır. Ancak bunların hemhudut oldukları yerler de
vardır. Dindarlığın son hududu olan, şüpheli şeylerden sakınma, kaçırdığı bir
namazdan dolayı kendini âdeta cinayet işlemiş bir mücrim gibi görme ve böyle bir
hassasiyet ufkunda memur olduğu şeyleri kusursuz bir şekilde kemal-i
hassasiyetle yerine getirme, aynı zamanda; Allah’ın emrettiği fiilleri işlediği
zaman tahdis-i nimet mülâhazasıyla bundan inşirah duymanın yanında, “İnşallah
işin içine riya karıştırmamışımdır, inşallah onu süm’a ile kirletmemişimdir!”
endişesini taşıma gibi hususlar, dinî hassasiyetin de başlangıcı demektir. Çünkü
bu enginlik ve derinlikte hassasiyete sahip olan bir mü’min, böyle bir
hassasiyetin gereği olarak duyup hissettiklerini başkalarına da duyurmak, mazhar
olduğu nimetleri başkalarına da ulaştırmak ister.


Öncelikle Benlik Âbidelerimizi Yerle Bir Edelim


Bu ufkun insanları, daha ziyade muzdarip dimağlardır. Bunlar otururken
kalkarken hep mefkûrelerini düşünür, onun fikir çilesini çekerler. Hatta
–bağışlayın– ıtrahat esnasında bile, zihnî aksiyonlarını devam ettirir, yeni
yeni düşünceler üretir ve akıllarına gelen bu düşünceleri ilk fırsatta hemen bir
yere kaydeder, kaydetme fırsatı bulamadıklarında ise, daha sonra değerlendirmek
üzere onları kafalarının nöronlarına yerleştirirler. Dava ızdırabı, bu muzdarip
ruhları, bazen namazda sehiv yaşatacak ölçüde sarar. Terminolojide böyle bir
kavram olmasa da, biz mukarrabînin sehivlerini işte böyle bir yüksek mülâhazaya
bağlıyoruz. Meselâ biz, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem)
namazlarındaki birkaç sehvi hakkında şöyle düşünürüz: “Maalîye açık olan Hazreti
Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) kim bilir ne tür yüksek
mülâhazalar arkasında koşuyordu ki, namaz bir mânâda o hâle göre küçük kaldı.”
Zaten O (aleyhissalâtü vesselâm), vazifesine göre miracı bile küçük görmüş,
ulaşılmazlara ulaştıktan sonra vazifesi icabı geriye dönmüştü. Nitekim
Abdülkuddûs’ün miraç hakkındaki sözleri bu hakikati izah eder gibidir. O der ki:
“Vallahi Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) erişilmezlere erdi,
görülmezleri gördü. Öyle yerlere ulaştı ki, oraya giden bir insanın geriye
dönmesi mümkün değildir. Vallahi ben oralara gitseydim geriye dönmezdim!” Bu iki
mülâhazayı değerlendiren bir başka Allah dostu ise şöyle der: “İşte veli ile
Peygamber arasındaki fark!” Yani veli, fenafillah, bekabillah, maallah, yolunda
yükselir gider; fakat Peygamber, yükseldiği en yüksek zirvelerden sonra
insanların elinden tutarak onları da oralara götürme adına geriye, onların
arasına döner.


Hazreti Ömer Efendimiz’in namazındaki sehvi de aynı mülâhazaya
bağlayabiliriz. Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) namazını bitirdikten sonra sahabe
efendilerimiz namazı yanlış kıldığını hatırlattıklarında, O, Irak’a i’lâ-yı
kelimetullah için asker sevk ettiğini söylemişti. Görüldüğü üzere bu büyük
kametlerin hayatlarının her alanında hâkim olan i’lâ-yı kelimetullah vazifesi,
namazın boşluklarında bile onların kafasına girmiştir. İşte bu, kendi dinine
sahip çıkma mevzuunda fevkalade bir hassasiyetin ifadesidir. Din konusunda bu
derece hassas olan bir insanın, ne haramlara açık durması ne de farzlarda bir
kusur ve çatlama meydana getirmesi mümkün değildir.


Hâsılı, pörsümüş duygularla ve aradan çıkarma mülâhazasıyla ibadetlerini
yerine getiren bir topluluğun ruhumuzun heykelini dikmesi ve yeniden bir diriliş
kahramanı olması mümkün değildir. Şayet biz milletçe göz alıcı, inşirah verici
ve insanı büyüleyen bir ruh âbidesi ikame etmek istiyorsak, öncelikle elimize
bir balta alarak kendi benlik âbidemizi yıkmalıyız. Daha sonra da taşı ve
toprağı dinin emir ve nehiyleri, harcı da Cenâb-ı Hakk’ın rızası olan bir âbide
ikame etmeliyiz ki bir daha yıkılmasın. Dolayısıyla “Kıl namazını, tut orucunu,
karışma kimsenin işine!..” düşüncesine sahip bir anlayış kesinlikle tasvip
edilemez ve böyle bir anlayışın i’lâ-yı kelimetullah vazifesi yerine getirmesi
de mümkün değildir.