Dünyevî İmkânlar ve Geleceği Planlamada Ölçü

Dünyevî İmkânlar ve Geleceği Planlamada Ölçü
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi olmayı tavsiye buyurmuş, seleften bazıları da bir kişinin ertesi gün ne yiyip içeceğini düşünmesini bile tûl-i emel ve tevehhüm-i ebediyet saymışlardır. Fakat günümüz şartlarında belli okulların bitirilmesi ve bir meslek sahibi olunması gibi düşüncelerle gelecek adına plan yapılması gerekli görülüyor. Bu durumda yarınları düşünmede ölçü ne olmalıdır?

Cevap: Soruda da işaret edildiği üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:

كُنْ فِي الدُّنْيَا كَأَنَّكَ غَرِيبٌ أَوْ عَابِرُ سَبِيلٍ

“Dünyada bir garip yahut bir yolcu gibi ol!” (Buharî, rikâk 3) Garip; yurdundan-yuvasından ayrılıp bir yere göç etmek durumunda kalan, muvakkaten orada misafir olarak bulunan, çevresindeki eşya ve insanlarla derin bir münasebeti olmayan kimse demektir. Hadiste geçen “âbiru sebîl” terkibi ise yolcu demektir. “Âbir” kelimesinin türediği “abera” fiilinin masdarı olan “ubûr” ise yolun bir tarafından diğer tarafına geçişi ifade için kullanılır. Esasen insan da, rahm-ı maderden çocukluğa, oradan gençliğe, olgunluğa, yaşlılığa intikal eden, oradan da kabre, berzaha ve mahşere uzanan bir yolcudur. İşte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yolculukta, dünya hayatının, sadece yolun bir kenarından diğer kenarına geçme gibi kabul edilmesini tavsiye buyuruyor.

Başka bir hadis-i şerifte ise, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hasır üzerinde istirahat buyurması ve hasırın da vücudunda iz bırakması sebebiyle Hz. Ömer’in gözleri dolu dolu, “Yâ Resûlallah! Sasaniler şöyle, Romalılar böyle…” diyerek O’nun da dünya nimetlerinden biraz istifade etmesi gerektiğini ima etmesi üzerine Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu rivayet edilir:

  مَا لِي وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلَّا كَرَاكِبٍ اسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا

“Benim dünya ile ne alâkam olabilir ki! Benim dünyadaki hâlim, bir ağacın altında gölgelenip azıcık dinlendikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun hâline benzer.” (Tirmizî, zühd 44) Hepimiz biliyoruz ki, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) isteseydi, ashab evinde barkında ne varsa getirir ve O’nun altına sererlerdi. Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu, kendisini, bir yerden bir yere giderken muvakkaten bir ağacın altında ârâm eden ve sonra da çekip giden bir yolcuya benzetip dünyayla olan münasebetinin bundan ibaret olduğunu ifade ediyor ve ruhunun ufkuna yürüyeceği ana kadar da hep bu ölçüye göre hayatını yaşıyor.

Hak Yolunda Tüketilen Servetler

Fakat meseleye küllî bir nazarla bakılıp, dinin emir ve yasakları bir bütün olarak ele alındığında, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in bu ifadelerinden, dünyanın bütün bütün ihmal edilmesi gerektiği değil, şahsî haz ve zevkler adına dünyaya dalınmaması gerektiği anlaşılır. Mesela, Enfal Sûresi’ndeki bir âyet-i kerimede; “Eğer, hakkı bâtıldan ayıran, iki topluluğun karşılaştığı o günde (Bedir’de) Allah’a ve kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ın, Peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye kadirdir.”(Enfal Sûresi, 8/41) buyrulduğu üzere ganimetlerin beşte birlik kısmının Allah Resûlü’ne ve âyette zikredilen şahıslara verilmek üzere O’nun tasarrufuna ait olduğu ifade ediliyor. Şayet Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine ganimetten ayrılan payın tamamını değil, öşrünü bile değerlendirseydi çok müreffeh bir hayat yaşayabilir, saraylarda oturabilirdi. Fakat O, hayat-ı seniyyelerini küçük bir odacık olan hücre-i saadetlerinde sürdürmeyi tercih etmişti. Öyle ki, Âişe Validemiz’in naklettiğine göre Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gece namaza durduğunda, secde edeceği zaman eliyle Hz. Âişe’nin ayaklarına dokunuyor ve ancak o mübarek Validemiz ayaklarını çektikten sonra oraya secde edebiliyordu. (Bkz.: Buhârî, salât 22) Demek ki, kaldığı hücrenin içinde -o hücreye canlarımız kurban olsun- secde edecek kadar bile yer bulamıyordu. Ancak Allah’ın emriyle kendisine tahsis edilen ve tasarrufu kendisine bırakılan ganimetleri göz önünde bulundurduğumuzda, Hazreti Ruh-i Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) bir taraftan bir orduyu teçhiz edebilecek imkânlara sahipken, bütün bunları Allah yolunda kullanarak çok sade bir hayat yaşamayı tercih ettiğini görüyoruz. Evet, O, şahsî ve cismanî hayatı, hazları ve zevkleri mevzuunda öyle temkinli, öyle tedbirli ve öyle ölçülü hareket ediyordu ki, Cenab-ı Hakk’ın

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd Sûresi, 11/112) talebinin kendisinden istediği istikameti hakkıyla izhar ediyordu.

İstiğna Ruhunun Vârisleri

Şüphesiz Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah’la münasebeti, konumu, durumu, enginliği ve derinliği itibarıyla faik ve aşkın birisiydi. Evet, O (aleyhissalâtü vesselâm) öyle yüksek ve farklı bir tabiata sahipti ki, bizim yemeden, içmeden ve cismanî zevklerden aldığımız haz gibi, ibadet ü taatten zevk duyduğunu ifade ediyordu. Bundan dolayı Rabb’e karşı yanmışlığını giderme adına geceleyin eşlerinden müsaade istiyor ve kalkıp ubûdiyet çeşmesine ağzını yanaştırıyordu. Bu itibarla, O’nu, değil bizimle, ashab-ı kiramla mukayese etmek dahi doğru değildir. Evet, O’nunla hiç kimse mukayese edilemez. Hatta küstahlık sayılmazsa daha da ileri giderek diyebilirim ki, Cebrail’i (aleyhisselâm) bile O’nunla mukayeseye kalkarsanız hata etmiş olursunuz. Çünkü Cebrail (aleyhisselâm) sırtında cismaniyet ve nefsaniyetle alakalı yükleri taşımıyordu. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise bunları taşımakla birlikte aynı zamanda meleklerin önünde at koşturuyordu. İşte bu sebepledir ki O (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Miraç’tan dönüp içimize geldiği gibi, mesajlarını sunma ve bizlere rehberlik yapma adına kendi ufkundan bizim seviyemize tenezzül buyuruyor ve bizim anlayışımız ve yaşayışımızla alakalı objektif şeyler söylüyordu.

Bu ölçüler içinde meseleye baktığımızda, her ne kadar hiç kimse O’nunla mukayese edilemese de, O’nun ümmetine talim buyurduğu mesajlar açısından insanların şahsî hayatları adına müstağni yaşamaları gerektiğini söyleyebiliriz. Zaten O’nun yolunu takip eden bütün büyük insanlar müstağni yaşamayı tercih etmişlerdir. Mesela Hz. Pîr’in hayat tarzına bakacak olursanız, onun bütün hayatında istiğnayı önemli bir düstur olarak kabul ettiğini görürsünüz. O, bazen bir ağacın başında günlerini geçirmiş, bazen aylarca dağın başında kalmış, bazen de oturmaya çok müsait olmayan tahtadan bir evde kalmış; hâsılı ömrünün sonuna kadar çok basit bir hayat yaşamayı tercih etmiştir. Aslında sadece sizin dininizi yaşayan insanlar değil, farklı din ve kültürlerin müntesiplerinden, içinde bulundukları toplumun kaderini değiştiren insanlar da aynı şekilde müstağniyane yaşamışlardır.

Bu açıdan diyebiliriz ki, evrensel insanî değerler itibarıyla büyüklüğün emaresi sayılan bu hususiyetler, bir yönüyle hemen herkeste aynıdır. Şu farkla ki, iman eden gönüllerde bu mesele hem daha sağlamdır hem de kalıcılık vaad eder. Çünkü onlar ilâhî teyidi arkalarına almışlardır. Diğerlerinde ise kimi zaman istiğna, fedakârlık, hasbilik gibi mü’min sıfatları bulunsa da bunlar süreklilik ve kalıcılık vaad etmez. Fakat şurası da bilinmesi gerekir ki, Allah (celle celâluhû), mü’min sıfatına sahip olan kişileri, dünyada, yürüdükleri yolda muvaffak kılar. Zira Allah’ın (celle celâluhu) muamelesi sıfatlara göredir. Dolayısıyla bir insan gökte uçan bir veli bile olsa şayet miskin ve tembelse veya dünyayı toplama peşinde koşan, şahsî hayatı adına yaşayan haris ve bencil birisi ise, Allah tarafından inanmışlara has bir muamele görmeyecektir. Çünkü o, hakikî insan olma keyfiyetinden uzaklaşmıştır. Esasen, insan-ı kâmil olma yolunda ilerlemesi gereken bir mü’minin şahsî hayatı adına dünyaya dalması, cismaniyet yörüngeli yaşaması, hayvanî hisleriyle hareket etmesi kat’iyen tasvip edilemez. Böyle bir hayat tarzının peygamber yolu olmadığı da muhakkaktır.

Geçici İmkânları Ebedîleştirmenin Yolu

Elbette söylenen bu sözlerin mânâsı, insanın bir kısım dervişler gibi, dünya adına her şeyi elinin tersiyle iterek, onu bütün bütün terk edip bir köşeye çekilmesi değildir. Çünkü bu, güçlü bir millet olmaya münafidir. Bu açıdan Müslümanlar elden geldiğince dünyevî imkânlara sahip olmalıdır. Fakat onlar, dünyaya ait bu imkânları, bitmezlik ve tükenmezlik yörüngesinde değerlendirmelidir. Bu noktada size bir hissimi ifade edeyim: Bazen hayalimden geçiyor ki, keşke odaya girdiğimde birdenbire karşımda üç beş trilyon para bulsam, arkasından arkadaşlara dünyanın değişik yerlerinde okullar ve kültür lokalleri açmaları, insanların gönüllerini fethetmeleri için bu parayı dağıtsam. Tabii bu bir hayal, hayal olduğundan dolayı da ben boşa adım atmış oluyorum. Fakat şunu ifade edeyim: Şayet böyle bir hayal bana ait değil de size ait olsa ve siz böyle bir hayalden bana bahis açmış olsaydınız, ben size, böyle bir hayal ameliyesinin bile insana ibadet sevabı kazandıracağını söylerdim. Çünkü kendi ruhumuzun ilhamlarını başkalarına duyurma, elimizdeki meşaleyle cihanları aydınlatma, Efendimiz’in işaret buyurduğu üzere güneşin doğup battığı her yere nam-ı celil-i Muhammedî’yi (sallallâhu aleyhi ve sellem) götürme (Bkz.: Müslim, fiten 19) istikametinde sancıyla oturup kalkma ve hayalleri bile böyle bir gayeye bağlama çok önemlidir.

Asıl konumuza dönecek olursak, bir kez daha ifade edelim ki, sahip olunan güç ve imkânlar doğru değerlendirildiği takdirde bunların bir mahzuru yoktur. Fakat malperestlik, makamperestlik, yuvaperestlik, evlatperestlik, tenperverlik gibi dünyaya taparcasına bir muhabbet ve düşkünlük, insanı dünyevî, uhrevî felâkete sürükler. İnsan sadece hakperest olmalı, Hakk’a kul olmalı ve O’nun dışındaki her şeye O’nun hatırına alaka duymalıdır. Evet, her şeyin başında, sonunda, evvelinde, ahirinde O hatırlanmalı ve her şey O’na bağlanmalıdır. Yoksa cismaniyet ve nefsaniyet hesabına hareket edildiği takdirde her şey kendi darlığımız içinde kalacağı için küçülecek ve hem bize, hem de o imkânlara yazık olacaktır. Cihanlar değerinde olan, cihanları peyleyecek potansiyele sahip bulunan ve öbür âlemde de arz ve sema genişliğindeki makamları elde etmeye müsait olarak yaratılan insan bence böyle bir darlığın mahkûmu olmamalı; aksine sonsuzluk peşinde koşmalı ve hep O’nun rızasına talip bulunmalıdır. Öyle ki, O’na götürmedikten sonra mücerret bir İstanbul’un fatihi olmayı bile arzu etmemelidir. Çünkü münferit olarak böyle bir hâdisenin kıymet-i harbiyesi yoktur. Ona kıymet kazandıran niyetin enginliğidir. Yani Efendimiz’in bişaretine nail olma, İslâm’ın itibarını koruma, nam-ı celil-i Muhammedî’yi (sallellâhu aleyhi ve sellem) dünyaya duyurma gibi bir gayeye bağlandığı takdirde, işte ancak o zaman İstanbul’un fethi, bir değer kazanacaktır.

Niyetin Belirleyiciliği

Aslında aynı husus günümüzde bazı okulları bitirme, belli meslekleri icra etme adına ortaya konulan cehd ve gayretler için de geçerlidir. Diğer bir ifadeyle bir insan ülkesi ve ülküsü adına bir şeyler yapmak istiyor, fakat onları yapabilmesi için de belli yollardan geçmesi gerekiyorsa elbette bunun gereğini yerine getirecektir. Mesela güzel bir okula gitmek isteyen talebe, “Ben bu okulu bitirmeden üniversiteye giremem. Üniversiteyi okumadan milletime hizmet edecek yerlere gelme imkânını elde edemem. Bu imkânı elde edemeyince itibar göremem. İtibar göremeyince de, milletim, ülkem, gaye-i hayalim ve ideallerim adına bir şey yapamam.” demeli ve başta niyetini böyle yüce bir gayeye bağlamalıdır.

Evet, biz yer yer “Neden bazı şeyleri göremediler, neden bazı alanlarda boşluklar bıraktılar, neden hep gol yediler?” gibi ifadeler kullanıyor ve maalesef bizden öncekileri sorgulamadan kendimizi kurtaramıyoruz. Dolayısıyla bizden sonrakilerin de bizi sorgulamaması adına bizden öncekilerin bıraktığı boşlukların doldurulması için ölesiye gayret sarf etmeli ve yeni bir kısım boşlukların oluşmasına meydan vermemeliyiz. Dolayısıyla çocuklarımız ve torunlarımız tarafından levm edilmemek için bazı süreçlerden ve güzergâhlardan geçmek iktiza etmektedir. Şu halde yapılması gereken başta güçlü bir imana sahip olma ve ibadet ü taatte kusur göstermeme, sonra da yapılan her şeyi sağlam bir niyete bağlamadır. Bu yapılabildiği takdirde insanın lise okuması, üniversiteyi bitirmesi ve buralarda ortaya koyacağı her türlü performansı çok iyi planlaması bir nevi ibadet ü taat yerine geçecek ve ona sevap kazandıracaktır. Çünkü bir işte niyet ve maksat neyse, kullanılan vasıtalar da o niyetin rengini alır. Bu itibarla da yapılan bütün işler niyet kanaviçesine göre işlenmelidir.

Hâsılı, mü’min hiçbir zaman el âlemden “barekâllah, maaşallah” almak için ya da sadece dünyevî hesaplarla iş yapmaz/yapmamalıdır. O her zaman, kendi ruh ve mânâ köklerinden süzülüp gelen semavî değerleri başkalarına duyurma istikametinde koşturur durur ve bu değerlerin yeryüzü muvazenesinde söz sahibi olması için sürekli gayret içinde bulunur. Bu uğurda, kimi zaman zorluklarla karşılaşır, sancı üstüne sancı çeker ve ızdırapla iki büklüm olur. Ama o bilir ki, belli bir gaye-i hayal ekseninde hareket eden insanın yaşadığı sıkıntı ve meşakkatler ona öyle sevap kazandırır ki, seyr u sülûk-i ruhaniyle bile o seviye elde edilemez.