Fitneler Karşısında Müslümanca Duruş

Fitneler Karşısında Müslümanca Duruş

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

Cenab-ı Hak, hiçbir dönemde insanlığı başıboş bırakmamış, nebileriyle ve onların sadık temsilcileri hak dostlarıyla beşerin yolunu aydınlatmıştır. Bu, O’nun insanlığa büyük bir merhameti, fazlı ve inayetidir. Fâtır sûresinde yer alan, وَإِنْ مِنْ أُمَّةٍ إِلاَّ خَلاَ فِيهَا نَذِيرٌ Hiçbir millet yoktur ki, aralarında, onlara gerçekleri anlatan, onları iyiliklere sevk edip düşülmesi muhtemel yanlışlara karşı uyaran birileri bulunmuş olmasın.” (35/24) âyet-i kerimesi de bunu ifade eder. Her peygamber, gönderildiği toplumun problem ve dertlerine uygun reçetelerle gelmiştir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberlerin sonuncusu olduğu için, O’ndan sonra, değişen zaman ve şartlara göre dinin yoruma açık yanlarının yorumlanması, mücedditler ve müçtehit imamlar tarafından gerçekleştirilmiştir.

Bununla birlikte niceleri, aradan belli bir süre geçtikten sonra peygamberlerinin izini takip etmemiş, mesajını unutmuş, kalbî ve rûhî hayattan uzaklaşmışlardır. Çünkü kalb ve ruhun yörüngesinde bir hayat yaşayabilme ve istikameti koruyabilme, ancak ilâhî nefhayla mümkündür. Vahy-i semavîye sırt çeviren, peygamber soluklarına kulak asmayan toplumların, bir kısım bâtıl ve sapkın yollara sülûk etmeleri kaçınılmazdır.

Geçmiş kavimlerin hayat sergüzeştleri bunun misalleriyle doludur. Peygamberleri hayatta iken onun arkasından giden kavimleri, aradan belli bir süre geçtikten sonra hemen kendilerince bir kısım totemler bulmuş ve putperestliğe sapmışlardır. Bu totemler bazen taştan tahtadan yapılan heykeller olmuş, bazen de büyütülen ve kutsallaştırılan şahıslar. Vahyin aydınlatıcı atmosferinden uzaklaşan günümüz insanının da yer yer farklı varlıkları totem ve tağut hâline getirdiğinde şüphe yoktur. Mesela biri kalkıyor “Falana dokunmak ibadettir” diyor. Bir başkası ona taptığını söylüyor. Bir başkası onu ezeli ve ebedi lideri olarak isimlendiriyor.

Oysaki bütün bunlar, itikadi olarak insanı helake sürükleyecek çok tehlikeli sözlerdir. Bırakalım sıradan şahısları, peygambere dokunmak ibadettir bile diyemezsiniz; zira ibadetleri belirleyen Allah’tır ve O, böyle bir ibadet vaz etmemiştir. Aynı şekilde, peygamberler dâhil hiçbir şahıs için ezelî ve ebedî vasıfları kullanılamaz. Zira bu sıfatlar Allah’a mahsustur. Keza Allah’tan başka kimseye tapılmaz; başkasıyla ilgili bu ifadeyi kullanmak mecazen bile olsa doğru değildir. Tapılmaya, kulluğa lâyık tek varlık vardır, o da Allah’tır. İbadet, ubudiyet ve ubûdet yalnız Allah’a yapılır. Nitekim biz her gün namazlarımızda, Biz ancak Sana ibadet eder ve yardımı ancak Senden dileriz.” (Fâtiha sûresi, 1/4) demek suretiyle günde kırk defa bunu ilân ediyoruz. Esasen değişik kulluklardan sıyrılmanın yegâne yolu da Allah’a hakiki kul olmaktan geçer. Allah’a kul olmayanlar, farklı varlıklara kul olma zilletinden kurtulamazlar. Allah’a kulluk yolundan sapanlar yamuk yumuk yollara sapmış olurlar ve asla hedeflerine varamazlar.

Günümüzde bazıları, din adına günaha giriyor, din adına cinayet işliyor, din adına zulmediyor, din adına türlü türlü cürümler irtikâp ediyor; daha doğrusu, yaptıkları mesaviyi, dini kullanarak meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Meşum emellerine ulaşmada dini bir basamak görüp onu istismar ediyorlar. Kendi vesayetlerine girmeyen ve kendilerine mutlak biat etmeyen insanları hiç olmayacak şeylerle itham ediyor, suçluyor, hatta onları tadlil ve tekfir ediyor, sonra da onlara yapılacak her tür zulüm ve haksızlığı mubah ilân ediyorlar. Arkasından ne şenaatler ne şenaatler işliyorlar. Çok rahatlıkla onların gıybetini yapıyor, hiç utanmadan onlara iftira atıyor, bile bile onları itibarsızlaştırıyor ve bütün bunlarda da dinen bir mahzur görmüyorlar. Bu tür tavır ve davranışlar, peygamber yolundan sapmanın birer neticesi.

Din Adamlarının Sessizliği

Asıl tuhaf olan şu ki, bir tarafta din adına bütün bu cinayetler işlenirken, bir tane teolog da kalkıp bunlara itiraz etmiyor. “Teolog” kelimesini, son zamanda türeyen, dinin ruhundan uzak bir kısım ilahiyatçılar, hocalar, vaizler için bilerek kullanıyorum. Eğer onlar gerçekten ilâhiyatçı olsalardı, âlim olsalardı, ilimlerinin gereğini yerine getirir ve bu türlü sapkınlıklara itiraz ederlerdi. Maalesef şimdiye kadar birisi çıkıp da “Bu kadarı fazla!” demedi.

Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki dindarlar, hatta din âlimleri yalana yalan diyemiyor; hırsızlığın haram olduğunu söyleyemiyor, yolsuzluğa karşı sesini yükseltemiyor; zulüm ve haksızlıklara itiraz edemiyorlar. Haddini bilmezin biri kalkıp Kur’an’la dalga geçiyor; ne ilahiyat ne de diyanet camiasından çıt çıkmıyor. Bir başkası, “Peygamber gurura düştü, biz aynı hataya düşmeyeceğiz” diyor, kimse itiraz etmiyor. İtiraz etmek şöyle dursun, tevil ve yorumlarıyla bu tür küstahlıkları mazur göstermeye kalkan, söylenen yalanlara kılıf bulan, hırsızlık ve yolsuzlukları makul ve meşru göstermeye çalışanlar çıkıyor. Camileri, minber ve mihrapları, işlenen yığınla haram ve mesaviyi meşrulaştırmak için kullanıyorlar, ona göre hutbe hazırlıyor, ona göre vaaz ediyorlar.

Bilmiyorlar ki bütün bu haramları irtikâp eden zalim ve zorbaların vebali, kıyamet günü onların sırtlarına da yüklenecek. Zulmedilen, ezilen, haklarına girilen ne kadar mağdur ve mazlum varsa, kıyamet günü zalimlerle birlikte onlardan da hak talep edecekler. Hatta belki taraflı fetvalarıyla, gizli-açık destekleriyle azdırdıkları, şirazeden çıkardıkları, kötülüğe karşı cesaretlendirdikleri zalimler bile onlardan hesap soracak.

Asıl Yiğitlik

İslâmî düşüncenin bir endazesizliğe mahkûm edildiği ve her şeyin bütün bütün şirazeden çıktığı böyle bir dönemde, en azından hizmet-i imaniye ve Kur’aniye davasına gönül vermiş adanmışlar kalblerine, gönüllerine, dillerine, söz ve davranışlarına hâkim olmalılar. Duygu ve düşüncelerini sık sık gözden geçirmeli, Allah’ın razı olmayacağı söz ve fiillerden uzak durmalılar. El âlemin günah işlemesi, onların günah işlemesini mubah kılmaz. Zira herkesin günahı kendine. Ahirette herkes hesabını kendisi verecek. Kur’ân ifadesiyle kimse kimsenin günahını yüklenmeyecek.

Tekrar başa dönecek olursak, Allah, insanlığı hiç boş bırakmamış. Gönderdiği nebileri ve kitaplarıyla insanlığın yolunu aydınlatmış. Enbiya-yı izam, tebliğini üzerlerine aldıkları hakikatleri muhataplarına ulaştırmış, kalblere inşirah salmış, mü’minleri eğri yolun encamından sakındırmış. Doğruyu-yanlışı, güzeli-çirkini, akı-karayı birbirinden ayırmış. Bize düşen vazife de ilahî vahye kulak vermek, Allah karşısında durulması gerekli olan yerde durmaya çalışmak, ne pahasına olursa olsun, kendi çizgimizi terk etmemek, istikametten ayrılmamaktır.

Toplumun çoğunluğunun iyi olduğu, iyilik düşündüğü, Müslümanlığın, dinin, diyanetin, hikmetin, adaletin hükümferma olduğu iyi zamanlarda insanın eline ayağına, gözüne kulağına, diline dudağına hâkim olması kolaydır. İnsanların birbirine güven vaat ettiği, herkesin sadakat ve vefa solukladığı, kimsenin kimseyi incitmediği, yardımların bile “sadaka taşları” vasıtasıyla yapıldığı bir toplumda zannediyorum şeytan bile fısk u fücura cesaret edemez. Asıl önemli olan, şartların zorlaştığı, sabırların tükendiği zamanlarda istikameti koruyabilmektir. Fitnelerin fokur fokur kaynadığı, belâ ve gâilelerin seylaplar hâlinde her şeyi önüne katıp götürdüğü dönemlerde bile emniyet ve güveni temsil edebilmektir.

Evet, asıl yiğitlik, yapılan gıybetler, atılan iftiralar, reva görülen kötülükler karşısında aynıyla mukabeleye yeltenmemek, intikam hisleriyle hareket etmemek, tahriklere aldırmamak ve mü’min karakterinden taviz vermemektir. Ne var ki bunu başarabilmek hiç de kolay değildir. Beşer fıtratını ve sosyal realiteleri göz ardı etmeyelim. Bu sebepledir ki çokları, çetin imtihanların yaşandığı fitne dönemlerinde durmaları gerekli olan yerde duramaz ve kaybederler. Fakat kaybedenlerin yanında kazananlar da olur. İşte onlar, tüm zorluklara rağmen dimdik durmasını bilen, sarsılmayan ve çizgi değiştirmeyen babayiğitlerdir.

Fitne ve fesadın ortalığı kapladığı, sadece zalimlerin hay huyunun duyulduğu sisli dumanlı bir atmosferde böylelerinin kadr ü kıymeti bilinemeyebilir. Fakat fırtınalar dindiğinde, azıcık da olsa bahar meltemleri esmeye başladığında veya karanlık geceden sonra yavaş yavaş fecir sökün etmeye yüz tuttuğunda her şey daha net görülecektir. İşte o zaman niceleri nedametle kıvranacak, özür dileyeceklerdir.

Sövüp saymanın, kin ve düşmanlığın insanlığa kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Dünyanın sevgiye, sulha, güvene ihtiyacı var. Adanmışlara düşen en büyük sorumluluk da bu değerlerin temsilcisi olabilmektir. Onlar bunu başarabildiği takdirde, ileride, Allah’ın izni ve inayetiyle, gözlerinin içine bakılan, parmakla gösterilen, örnek alınan insanlar hâline geleceklerdir.

***

Not: Bu yazı, 1 Aralık 2014 tarihinde yapılan sohbetten hazırlanmıştır.