Günaha Göre Ceza ve Günaha Göre Tevbe

Günaha Göre Ceza ve Günaha Göre Tevbe
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Kur’ân-ı Kerim’de, geçmiş kavimlerin; yaptıkları
zulüm ve irtikâp ettikleri günahlara göre, farklı azap ve musibetlerle
cezalandırıldıklarını görüyoruz. Ayrıca çeşit çeşit günaha karşı tevbenin de
farklı farklı olması gerektiği ifade ediliyor. Bu tespitler ışığında günümüzde
başımıza gelen bela ve musibetleri doğru okuyabilmemiz ve ona muvafık bir
tevbede bulunabilmemiz için hangi hususlara dikkat edilmelidir?


Cevap: Sorunuzda dile getirdiğiniz hususa, bir
misal teşkil etmesi açısından, Ankebût sûre-i celîlesindeki şu âyet-i kerimeyi
zikredebiliriz:

فَكُلًّا أَخَذْنَا بِذَنْبِهِ فَمِنْهُمْ مَنْ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِ
حَاصِبًا وَمِنْهُمْ مَنْ أَخَذَتْهُ الصَّيْحَةُ وَمِنْهُمْ مَنْ خَسَفْنَا بِهِ
الْأَرْضَ وَمِنْهُمْ مَنْ أَغْرَقْنَا وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ
وَلٰكِنْ كَانُۤوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

“Onlardan her birini
günahıyla kıskıvrak yakalayıp derdest ettik. Kiminin üzerine taş yağdıran bir
kasırga gönderdik, kimini korkunç bir gürültü bastırıverdi, kimini yerin dibine
geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmedi, onlar asıl kendi
kendilerine zul-mettiler.”
(Ankebût sûresi, 29/40)


Görüldüğü üzere âyet-i kerimede o kavimlerden veya o kavimlerde bulunan
fertlerden her birinin kendi suçu sebebiyle bir cezaya çarptırıldığı ifade
edilmektedir.


Mezkûr âyette, hangi kavmin hangi azapla cezalandırıldığı açık bir şekilde
bildirilmemektedir. Ancak daha başka âyet-i kerimelerden, burada zikredilen azap
türlerinin hangi kavimlerin başına geldiğine dair bir kısım bilgilere sahip
bulunuyoruz. Mesela Âd ve Semud kavminin bir sayha ile helak edildiğini, yerin
dibine batırılanın Karun olduğunu, Firavun’un ise suya gark edildiğini
biliyoruz.


Şimdi sorunuza dönecek olursak, öncelikle ifade etmem gerekir ki, zikredilen
bu kavimlerin, günah ve isyanlarıyla, başlarına gelen musibetler arasında bir
münasebet aramanın, bizi çok alâkadar edip etmeyeceğini bilemiyorum. Bununla
birlikte, böyle bir alâka kurmanın, değişik maslahat ve faydaları olabileceğini
düşünüyorsak, dikkat edildiğinde, işlenen suçlarla, bu suçlara terettüp eden
cezalar arasında bir münasebet olduğunu görebilir, bir münasebet kurabiliriz.
Mesela, Âd ve Semud kavimleri, semaviliği görmemiş/görememişlerdi. Peygambere
gelen vahyi inkâr etmişler, bir peygamberin şahsında kendilerine ulaştırılan
semanın sesini duymamışlardı. Bunun neticesinde de beklemedikleri korkunç bir
semavi sayha ile yerle bir edilmişlerdi. Bir kez daha ifade edeyim ki, Kur’ân-ı
Kerim, sarahaten böyle bir münasebeti ifade etmese de, aklî istidlaller
neticesinde biz böyle bir alâka kurabiliriz.


İkinci bir misal olarak, Kur’ân-ı Kerim’de, yaklaşık iki sayfada, açıktan
açığa Karun’un isyanı ve ona verilen ceza anlatılır. Bu âyet-i kerimelerde, o
tâli’sizin, hazineleri ile ortaya çıkarak halka karşı çalım satması, caka
yapması ve onun bu çalım ve cakalarına bazılarının imrenerek ona verilenlerin
kendilerine de verilmesini temenni etmeleri dile getirilir. İşte yerin üstünde
âdeta hindiler gibi kabara kabara dolaşan Karun’a verilen cezanın da, suçuna
uygun olarak yerin dibine batırılma şeklinde tecellî ettiğini görüyoruz. Hz.
Pîr’in ifade ettiği gibi tevazu, insanı yukarılara çıkarırken, tekebbür ve
büyüklenme ise onu yerin dibine batırmaktadır.


Âyetin sonunda ise fezleke olarak şöyle buyrulur:

وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُۤوا أَنْفُسَهُمْ
يَظْلِمُونَ

“Onlara Allah zulmetmedi, fakat onlar kendi
kendilerine zulmettiler.”
Zulmetme; haddini bilmeme, hak, hukuk, sınır
tanımama, küstahlıkta bulunma ve hakka karşı meydan okuma demektir. İşte Ankebût
sûre-i celîlesinde, mezkûr âyetten önce peygamberlerine karşı küstahlık yapan,
haddini aşan, taşkınlıkta bulunan kavimler anlatılmış, başlarına gelen belalar
zikredilmiştir. Âyet-i kerimenin sonunda ise, Cenâb-ı Hakk’ın –hâşâ– onlara
zulmetmediği, onların ancak müstehak oldukları cezaya çarptırıldıkları ve
aslında onların yaptıkları zülum ve işledikleri azim günahlarla, kendi
kendilerine zulmedip bunu kendi kendilerine reva gördükleri ifade edilmektedir.


Günahlarını Alenîleştirenlerin Ötede Karşılaşacağı
Muamele


Sorunuzun ikinci kısmına gelince; Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve
sellem), bir hadis-i şeriflerinde:

كُلُّ ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الخَطَّائِينَ
التَّوَّابُونَ

“Bütün insanlar hata işleyebilirler. Ancak hata
işleyenlerin en hayırlısı, tevbe ile yeniden Allah’a dönenlerdir.”

(Tirmizî, Kıyamet 49) buyurmuşlardır. Evet, insan hata ve günah işleyebilir.
Ancak işlenen günahı setretmek ve kimseye faş etmemek esastır. Çünkü Hazreti
Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Buhari’de geçen bir
hadis-i şerifte:

كُلُّ أُمَّتِى مُعَافَى اِلَّا الْمُجَاهِرُونَ

“Günahı
alenî işleyenlerin dışında ümmetimin hepsi affa mazhar olacaktır.”

buyurmuşlar; daha sonra da kişinin geceleyin işlediği ve Allah’ın da affettiği
bir günahı sabah olunca başkalarına anlatmasını alenî günah işlemenin bir çeşidi
olarak saymışlardır. (Buhârî, Edeb 60) Böylece o kişi, Allah’ın örttüğü bir
hatayı kendisi açmış, günahını halkın içinde anlatıp insanları o günaha şahit
tutmakla, bir manada kendi elini kolunu bağlamıştır. Bunun neticesinde ise, o
davranış, ahirette kendi aleyhine değerlendirilecek bir husus olarak karşısına
çıkacaktır.


Bu sebeple diyoruz ki, evet, herkes düşebilir. Ancak düştükten sonra yeniden
Allah’a teveccüh edip O’na dönmek yerine, kalkıp günahını başkalarına anlatmak,
günah kabahatine daha büyük bir kabahat eklemek demektir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak,
Settaru’l-Uyûb’tur. Sadece O’na sığınmak ve:

يَا سَتَّارُ يَا غَفَّارُ، اِغْفِرْلَنَا ذُنُوبَنَا كُلَّهَا وَ
اسْتُرْ عَيُوبَنَا كُلَّهَا

“Ey Settar u Gaffâr olan Allah’ım!
Günahlarımızı bütünüyle yarlıga! Ayıplarımızı da bütünüyle setreyle!”

diyerek Setttar ve Gaffar ism-i mübarekleriyle O’na iltica edip el açmak ve O’na
yalvarıp yakarmak gerekir.


Çeşit Çeşit Vesâyet


Soruda dile getirilen, günahın çeşidine göre tevbe edilmesi mevzuu da,
hakikaten üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir husustur. Çünkü tevbe
mücerred bir pişmanlık duygusu olmadığı gibi, sadece dille ifade edilen bir af
talebi demek de değildir. Elbette ki, gönülden nedamet ve el açıp istiğfarda
bulunmak tevbe adına çok önemlidir. Ancak, sahih bir tevbe için, aynı
zamanda, ne tür bir günah işlenmişse, onun bir daha tekerrür etmemesi
adına, fevt ve ihmal edilen şeylerin telafi edilmesi, o günahın yaptığı
tahribatın giderilmeye çalışılması ve yeniden o günahı netice verebilecek
hususlara karşı sağlam ve kararlı bir duruş ortaya konulması gerekir. Meselâ, bu
coğrafyanın insanı, bir dönem, kendini gaflete salıp uyanık davranmadığından
ötürü, yabancı duygu ve düşünceler tarafından ele geçirilmiş ve kuşatma altına
alınmışsa, böyle bir gaflet günahının tevbesi, bir perşembe akşamında, merasim
şeklinde dile getirilen istiğfar cümleleriyle gerçekleştirilemez. Bir bakın
Allah aşkına, bugün milletimiz ve İslâm dünyasının üzerinde kaç çeşit vesayet
var! Ekonomik vesayet, kültürel vesayet, üstü örtülü siyasî vesayet ve daha nice
vesayet. Eğer bu çeşit çeşit vesayetler, bizim, şahsî çıkar ve menfaat peşinde
koşmamız, egoistçe tavır ve davranışlar içine girmemiz, enaniyet ve benlik
duygusuyla iftiraklara sebebiyet vermemiz… gibi azim günahların bir neticesi
ise, o zaman yapmamız gereken vahdet-i ruhiyeyi temin için benlik ve
enaniyetimizi ayaklar altına almak, şahsî menfaatlerimizi düşünmeyi bir kenara
bırakıp milletimizi ve onun ikbal ve geleceğini düşünmek olmalıdır. Evet, inanan
insanlar olarak bu şekilde çeşit çeşit vesayet altında bulunmak öyle bir cinayet
ve öyle bir günahtır ki, işlenen bu günahın vebalinden kurtulmak için “onurum,
gururum” demeden, enaniyetimizi ayaklar altına almamız; alıp vifak ve ittifak
adına ölesiye bir gayret sergilememiz gerekir. İşte bu duygu ve düşünceyle,
muzdarip ve içten bir edayla, dilimizle de, “Allahım, ne olur, bahtına düştük.
Bizi affeyle ve bizi kendimize getir. İhmal ettiğimiz sahalardaki boşlukları
doldurmak için bize güç, kuvvet, irade ver; fırsat ve imkân lütfeyle!..” diye
yalvarıp yakarmalıyız.


İftiraka Sebebiyet Verenler Cennet Yüzü
Göremezler


Bilemezsiniz, bir Endülüs’ü düşündüğümde yüreğim nasıl burkulur, gönlüm nasıl
hicranla dolar. Evet, bana hep hicran gelir; oradaki mü’minler, birbiriyle
didişip uğraşırken, Ferdinand’ın gelip hepsinin tepesine binmesi ve o coğrafyada
bir gül devrinin hazin bir şekilde son buluşu. Neticede sekiz asır sizin
elinizde belli bir kıvama ulaşan ve aynı zamanda Batı Rönesans’ının iyi ve güzel
unsurlarına kaynaklık eden bir coğrafya gözünüzün içine bakıla bakıla gasp
edilmiştir.


O koskocaman Devlet-i Âliye’nin, son hâli de esasen bundan farklı değildir.
Evet, ne acıdır ki, yeryüzü muvazenesinde çok önemli bir konumu bulunan
koskocaman bir Devlet-i Âliye iftiraklar neticesinde yıkılıp gitmiştir. Mehmet
Âkif’in ifadeleri içinde o büyük devletten geriye, “harap eller, yıkılmış
hanümanlar, kimsesiz çöller, başsız ümmetler, emek mahrumu günler ve fikri ferda
bilmez akşamlar” kalmıştır.


Ancak biz,

تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا
كَسَبْتُمْ

“Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi
kazandıkları, size de kendi kazandığınız.
(Bakara sûresi, 2/134) ferman-ı
sübhanisini nazar-ı dikkate alıp kendi hâl-i pürmelâlimize bakmamız gerekir.
Evet, onlar, kazandıklarıyla Allah’ın huzuruna gittiler. Biz de bugün bir ümmet,
bir milletiz. Bizim de tekâsüllerimiz, ihmallerimiz, birbirimizle yaka paça
olmamız, anlaşma ve uzlaşmaya bir türlü yanaşmamamız ve ayrılıklara düşmemiz söz
konusu. İşte bütün bunlar başımıza öyle gaileler açmaktadır ki, koskocaman bir
millet iftiraklar sonucunda zayıf düşürülmüş, sonra da başkaları gelmiş,
tokmakla tepesine inmiş ve onu sürüm sürüm süründürmüştür/süründürmektedir.


Bütün bu günahlar umumun hukukuna tecavüz olduğu için şahsî günahların kat be
kat önüne geçer. Hukuk sistemi açısından amme hakkı aynı zamanda Allah hakkıdır.
Bu açıdan milletin hukukuna tecavüz aynı zamanda Allah hakkını da ihtiva eder.
Bu sebeple rahatlıkla denilebilir ki, iftiraklarla bir milleti paramparça hâle
getirenler, namaz kılsa, oruç tutsa, zekat verse ve hacca gitse de, umum millet
hakkını helal etmedikçe, onların Cennet’e girmeleri mümkün değildir.


Bu sebeple, hizip mülâhazasıyla vahdet-i ruhiyeyi yaralayan ve birbiriyle
boğuşarak mübarek bir milleti paramparça hâle getirenler, bu ağır ve azim
günahın vebalinden kurtulmak istiyorlarsa, işledikleri cinayetin büyüklüğünü
görmeli, iftirakın ihanet ölçüsünde bu topluma zarar verdiğinin farkına varmalı
ve artık klik ve hizip anlayışını bir kenara bırakarak vifak ve ittifaka giden
yolları açmalıdırlar; hiç olmazsa sulh olup ihtilafa düşmeme noktasından bir
azim ve cehd ortaya koymalıdırlar. Aksi takdirde biraz önce ifade edildiği gibi,
umum millet fertleri hakkını helal etmedikçe, onlar, Cennet’in kokusunu dahi
duyamazlar. İşte bu anlayış ve bakış açısıyla, hepimizin, “Keşke,
tırnağımın ucundan başımdaki saçın ucuna kadar ölümü bütün acılığıyla duysaydım
ama âlem-i İslâm âbidesinin ayakta olduğunu, Ümmet-i Muhammed’in vifak ve
ittifak içinde tek bir yürek hâline geldiğini görseydim.”
diyerek dua
etmeli ve bütün cehd ve gayretlerimizle bu işe kilitlenmeliyiz ki, bu durum,
umum günahlara keffaret olsun ve başımızdaki gaile ve musibetler de Rahmet-i
İlâhî tarafından bertaraf edilsin. Evet, Cenâb-ı Hakk’a karşı: “Allah’ım bin
kere benim canımı al ama ülkemde nizam olsun. Ne olur ya Rabbi, bahtına düştük,
canımızı al fakat ruhumuzun abidesini dikmeye bizi muvaffak kıl. Ne yapalım,
âciziz, zayıfız, elimizden bir şey gelmiyor. Feleğin çarkları karşısında hep
yenik düşüyoruz. O çarklar bizim arzu ve isteklerimize göre dönmüyor. Zira zimam
başkasının elinde, dümende oturan başkası. Vallahi, billahi, tallahi, çırpınıp
duruyoruz ama dediğimiz şeyler hep havada kalıyor.”
sözleriyle içimizde iç
yakan bir hicran ve hasret olmalı ve sinemiz zıpkın yemiş gibi heyecanla
inlemelidir ki, bizim bu hâlimiz umum günahlara kefaret olsun ve yeniden bir kez
daha milletimizin ikbali gülsün.