Hakk’a ve İnsanlara Yakınlaşmanın Vesilesi: Kurban

Hakk’a ve İnsanlara Yakınlaşmanın Vesilesi: Kurban
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Adanmış ruhlar, Allah’a yaklaşmaya vesile olan
kurbanı, gönüllerin birbirine yaklaşmasına da vesile kılmak için hem ülkemizin
doğusundan batısına her bölgesine, hem de bilhassa Afrika kıtasındaki gibi fakr
u zaruret içinde bulunan dünyanın değişik ülkelerine giderek gönül köprüleri
kuruyorlar. Kurbanın bu şekilde bayramlaşmaya vesile yapılması hakkındaki
mülâhazalarınızı ve bu işin daha güzel olması yönündeki tavsiyelerinizi lütfeder
misiniz?


Cevap: Mebdede her şey küçük bir açıyla başlar.
Daha sonra arkadan gelenler o işe sahip çıkar, omuz verir, yeni yol ve metotlar
geliştirir, farklı alternatifler ortaya koyarlar. İşte kurban da, bir dönem
ülkemizde insanların sadece ferdî olarak yerine getirdikleri ve kestikleri
kurbanın etini, konu komşuya dağıttıkları bir ibadet iken zamanla gerek ülke
içinde, gerekse dünyanın değişik yerlerinde gönüllere ulaşma adına önemli bir
vesile hâline gelmiştir.


Kurban ve Îsâr Hasleti


Cenâb-ı Hak ikinci sûre-i celilenin hemen başında:

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

“Kendilerine rızık
olarak verdiklerimizden infak ederler.”
(Bakara sûresi, 2/3) buyurarak mülk
sahibinin Kendisi olduğuna, bizim ise birer emanetçi konumunda bulunduğumuza
işaret ediyor. Yani bizim verdiklerimiz esasen Cenâb-ı Hakk’ın bize ihsan ettiği
nimetlerdir. Allah Teâlâ, “Rızkı veren Biziz” buyurarak, biter, tükenir
endişesine kapılmamamız gerektiğini hatırlatıyor. Bu husus başka bir âyet-i
kerimede daha sarih olarak şu şekilde ifade edilir:

إِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ
الْمَتِينُ

“Bütün mahlûkların rızkını veren Rezzak-ı âlem, her
şeye güç yetiren kuvvet sahibi Hazreti Allah’tır.”
(Zâriyât sûresi, 51/58)


Aslında bir insanın, ister zekât, ister fıtır sadakası, isterse kurban olsun
sahip bulunduğu imkânlardan başkalarına vermesi, meselenin minimum yanını ifade
eder. Yani bunun mânâsı, “Eğer bunu da yapmazsanız kendinize bir yer arayın!”
demek gibidir. Meselenin maksimumu ise şu âyet-i kerimeyle hedef gösterilmiştir:

وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ
عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ

“Onlar,
mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir sıkıntı duymaz ve muhtaç
olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (
Haşir sûresi, 59/9) Bu
ruhla hareket eden insan, zamanını, imkânlarını, ilmini, irfanını, servetini,
düşünce ufkunu, kısaca Allah’ın kendisine vermiş olduğu her şeyi son kertesine
kadar insanların istifadesine sunacak, günümüzdeki yaygın kullanımıyla
elindekileri başkalarıyla paylaşacaktır.


İşte kurban mevsiminde de, Müslümanlar lâakal bir kurbanla hiss-i
semahatlerini ortaya koyacak, gönülleri fethedecek ve kestikleri kurbanların
etlerinden tatmayanlara tattıracaklardır. Bir hadis-i şerifte ifade edildiği
gibi, Cenâb-ı Hak da kesilen kurbanları sahipleri için öbür tarafta en çok
ihtiyaç duyacakları yerde bir binek yapacaktır. (Bkz., Kenzu’l-ummâl, 5/88,
hadis no: 1274) Bu durum karşısında insan orada bir taraftan takdir
duyguları, diğer taraftan da taaccüp hisleriyle “Acaba şu kurbanlardan
hangisine binsem?”
diyecektir.


Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) bir hadis-i
şeriflerinde:

مَنْ كَانَ لَهُ سَعَةٌ وَلَمْ يُضَحِّ فَلَا يَقْرَبَنَّ
مُصَلَّانَا

“İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza
yaklaşmasın!”
(İbn Mâce, Edâhî 2) buyurarak imkânı olan herkesin kurban
kesmesini istemiştir. Bu hadis-i şerifte kurban kesmeme fiili çok ağır bir
tehdide bağlandığından dolayı, Hanefi fukahası hadis lafzının lâakal vücuba
delalet edeceğini söylemiştir. Yani nasıl ki, zekât için gereken nisap miktarı
mala sahip olan herkesin, zekât vermesi farz ise, aynı şekilde kurban kesme
imkânına sahip olanların da kurban kesmeleri vaciptir. Kurban vacip bir ibadet
olduğuna göre imkânı olan herkesin kurban kesmesi gerekir. Zira hiç kimse Allah
Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bizim namazgâhımıza
yaklaşmasın!”
tehdidine muhatap olmayı istemez.

مَنْ كَانَ لَهُ سَعَةٌ

ifadesinden şöyle bir mânâ da
anlaşılıyor. Demek ki toplumda imkânı olanların yanında imkânı olmayan insanlar
da bulunacak. İşte bu durumda imkân sahiplerinin Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine
ihsan ettiği nimetlerde fakir fukaranın da hakkı olduğunu unutmayarak onları
görüp gözetmesi gerekiyor. Yani kurban kesen insanlar, kestikleri kurbandan,
kendilerinden düşük seviyede olan kimseleri de istifade ettirmelidirler.


Bir âyet-i kerimede ise,

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا
تُحِبُّونَ

“Sevdiğiniz mallarınızdan infak etmedikçe birr u
takvaya ulaşamazsınız.”
(Âl-i İmrân sûresi, 3/92) buyrularak sevilen
malların infak edilmesi teşvik ediliyor. O hâlde insan ahirette sırtına bineceği
kurbanlığını semiz hayvanlardan seçmelidir. Zaten bir hayvanın kurban olabilmesi
için kör, sakat, aksak olmama gibi belirli şartları haiz olması gerekir. Çünkü
yapılan her şey âlem-i misaldeki şekilleriyle öbür tarafta insana dönecektir.
Ahiret âlemini bilemediğimizden, oradaki şeyleri bir kalıp içine koymamız mümkün
olmadığından, bunların bize dönüşünün nasıl olacağını bilemiyoruz. Ama bunlar
belki bir uçak, belki bir gemi, belki bir sandal, belki de yağız bir at gibi
önümüzde temessül edecektir. Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliği ve vaatlerinin
doğruluğu zaviyesinden meseleye bakacak olursak, bunların mutlaka bir şekilde
bize geri döneceğini söyleyebiliriz.


Hz. Âişe Validemiz’in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre, Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem) kestiği kurbanın üçte ikisini dağıtmış ve
evdekileri mahrum etmeme adına üçte birini de bırakmıştır. Kestiği kurbanının
etini sünnete uygun olarak değerlendirmek isteyen bir insan için ölçü budur.
Fakat bir ailede bütün aile fertleri adına kurban kesiliyorsa, bu durumda daha
farklı bir taksime de gidilebilir. Mesela böyle bir durumda kesilen kurbanlardan
birisini veya onun yarısını ya da üçte birini eve bırakıp diğerleri tevzi
edilebilir. Bu şekildeki bir taksimatla insan, hem yakınındakileri kurban
etinden mahrum etmemiş, onlara bu etten tattırmış veya onların göz hakkını eda
etmiş olur, hem de fakr u zaruret içinde bulunan diğer insanlara el uzatmış,
onların temel bir ihtiyacını gidermiş, farklı kesim ve topluluklar arasında
sevgi ve şefkat köprüleri kurmuş olur.


Civanmertliğin Tabiat Hâline Gelmesi


Başta da ifade edildiği gibi bir dönem ülkemizde, herkes kurbanlarını
kesiyor, bir miktarını kendi evinde bırakıyor, kalan kısmı da konu komşuya
dağıtıyordu. Fakat bir gün geldi ki, kurban, sadece kendi mahalle ve köyümüzde
değil, daha geniş bir dairede muhtaç insanlara ulaşmak için bir vesile hâline
geldi ve imkânı olanlar, bu istikamette taahhütlerde bulundu. Bundan sonra
bazıları bir taneyle iktifa etmeyerek iki tane, üç tane, hatta on tane, yirmi
tane, otuz tane kurban vermeye başladılar. Bu, aynı zamanda civanmertliğin
gelişmesinin ve verme duygu ve düşüncesinin tabiatlara mâl olmasının bir
ifadesiydi. Ayrıca işin açıktan açığa yapılması insanların ruhunda bir teşvik
tesiri meydana getiriyordu. Böylece verilen kurbanlarla ülkemizin dört bir
tarafındaki fakir fukaraya sahip çıkılmaya başlandı. Yakın dairede bu işin
oturduğunu görenler bu sefer “Haydi, şimdi biz bu işi Allah’ın izni ve
inayetiyle daha geniş bir dairede yapmaya çalışalım.” dediler ve mebdede küçük
bir açıyla başlayan bu kurban hizmeti günümüzde muhit hattına ulaşınca kocaman
bir açı teşkil etti. Bu fedakâr ruhlar, neredeyse Afrika’da gidilmedik ülke
bırakmadılar. Zira ciddi derecedeki fakirlik daha çok bu kıtadaki ülkelerde
bulunuyor. Oralarda yaşayan insanların birçoğu belki senede bir kere bile et
yiyemiyorlar. İşte bunu bilen îsâr ruhlu arkadaşlar kurban taahhüdünde bulunmaya
ve bu kurbanları oralara kadar ulaştırmaya başladılar.


Tabiî sadece Afrika’da değil, ülkemizin fedakâr insanları yeryüzü
coğrafyasında, bulunduğu hemen her yerde kurbanlar kesip çevresindeki insanlara
dağıtmaya başladı. Böyle bir hizmet farklı kültür ve anlayıştaki insanlara çok
cazip geldi. Kestiğiniz bir kurbanın etini pişirerek veya pişirmeden götürüp o
insanlara ikram etmeniz onların daha önce hiç görmedikleri, duymadıkları yeni
bir şeydi. Kendi dünyalarında böyle bir uygulama yoktu. Evet, iki bardak çayı
garanti altına almadan bir bardak çay ikram etmeme ahlakının hâkim olduğu
beldelerde, sizin bu tavrınız yeni bir ses ve soluktu. Bu vesileyle o insanlar,
sizdeki bu güzel değerleri fark etti, İslâm’ın sehavetini, Müslümanların
semahatini, îsâr ruhunu, kendi yemediği hâlde başkalarına yedirme duygusunu
gördü ve neticede sizin temel dinamiklerinize karşı ciddi bir alâka ve sevgi
duymaya başladılar. Kanaatimce, küreselleşen bir dünyada bu tür faaliyetler
farklı kültürler arasında sevgi ve diyalog köprülerinin kurulması adına önemli
bir vesiledir. Bu istikamette yapılan faaliyetler belli bir kerteye ulaşmıştır.
Fakat mevcutla iktifa dûn himmetlik olduğundan sürekli çıtayı yükselterek koşmak
hedefimiz olmalıdır.


Meselenin bir diğer yanı da şudur: Siz her sene formatla oynayarak yaptığınız
işlere yeni bir renk, yeni bir desen ilave etmek suretiyle onu hep cazip
göstermeye çalışmalısınız. Meselâ kurban eti dağıtmanın yanında, hangar gibi
depolar oluşturabilir, buralarda insanların kullanmadıkları eşyaları, elbiseleri
toplar, sonra da bunları götürür fakir insanlara dağıtırsınız. Çünkü gidilen
ülkelerde öyle yerler var ki, oralarda insanların üstlerine giyebilecekleri
doğru dürüst bir elbiseleri dahi yok. Bakıyorsunuz, bir tarafta büyük
gökdelenler var, fakat öbür yanda sizin varoş dediğiniz muhitlerden daha beter
durumda olan insanlar. Hele Afrika’da öyle fakir ülkeler var ki, oralara
yapılacak bir damlacık yardım dahi oradaki muhtaçlar için çok şey ifade
edecektir. Dolayısıyla her defasında yaptığımız işlere yeni renkler, derinlikler
ilave ederek insanların yüzünü güldürmeye çalışmalıyız. Zira onların yüzünün
gülmesi bizim de yüzümüzün gülmesine vesile olacaktır.


Bizim bu gayretlerimiz neticesinde Cenâb-ı Hak nasıl inayet eder, önümüze
hayır adına daha başka hangi kapılar açar, bilemiyoruz. Bu sebeple her seferinde
formatla biraz oynamalı, değişikliğe gitmeli, bazı orijinal katkılar yapmalı ve
sürekli o insanların gönüllerini imar ve ihya etmeye çalışmalıyız. Sonra Cenâb-ı
Hak ne yapar onu da Kendisi bilir. Hz. Pîr’in yaklaşımıyla biz vazifemizi yapar,
şe’n-i rubûbiyetin gereğine karışmayız.


Kurbanla Gelen Sürprizler


Aslında bütün ibadet ü taatlerde Allah’a kurbeti hedefleme, “Allah’ım ben bu
ibadetimi Senin için yaptım.” deme ve bunu içten içe duyma esas olmalıdır.
İnsan, hayatını âdeta bu düşünceye kilitli olarak götürmelidir. Bu açıdan kurban
ibadetini eda ederken de kasdü’l-kalb olarak tarif ettiğimiz niyeti çok sağlam
tutmak gerekir. İnsan, “Allah’ım Sen hayvan boğazlamamı istedin, ben de bu emri
yerine getiriyorum. Eğer kendimi boğazlamamı emretseydin ben seve seve bu emri
de tatbik ederdim. Eğer dinimi, namusumu, nefsimi, malımı veya ülkemi müdafaa
adına bir cephe teşkil etmek icap ediyorsa ben ona da amade ve teşneyim.”
diyecek kadar samimi olmalıdır. Yani insan canın yongası olan malını verirken
aynı zamanda verebileceği şeyleri de hatırlamalı ve emre amade olduğunu
göstermelidir. Nitekim Hz. İbrahim ve İsmail’in durumu anlatılırken:
فَلَمَّا
أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ
“İkisi de Hakk’a inkıyat edip teslim
olunca O, kurban etmek üzere oğlunu yere serdi.”
(Sâffât sûresi, 37/103)
buyrularak, onların ubûdiyetteki sırrı ve emre itaatteki inceliği kavradıklarına
ve ona göre bir tavır aldıklarına işaret edilmiştir.


Eğer bir insan kurban ibadetini baştan böyle sağlam bir niyete bağlarsa, onun
kurbanla ilgili bütün fiilleri ibadet hükmüne geçecek, böyle hayırlı bir iş
yolunda yapılan diğer ameller de o hayırlı iş gibi sevap olarak geriye
dönecektir. Yani kişinin pazara gidip kurban alması, boynuna ip geçirip onu bir
yere bağlaması, sonra onu bir arabaya yükleyip mezbahaya götürmesi, belki birkaç
gün onun başında durması, beklemesi veya evine getirip onu yemlemesi, ardından
götürüp kesmesi, kestikten sonra etini tevzi etmesi gibi ucu size dokunan ne
kadar iş varsa bunların hepsi birer sevap olarak amel defterine kaydedilecektir.
Diğer yandan hayvanın boğazına bıçağı çalma, onun çırpınması, kanının akması…
gibi rikkat-i kalbiye ve şefkat hislerinize rağmen emre itaatteki inceliğe bağlı
olarak yerine getirdiğiniz ameller de ayrı bir sevap olarak hasenat defterinize
yazılacaktır.


Burada yapılan bütün bu amelleri, bir yönüyle basit ve küçük görebilirsiniz.
Fakat öte tarafta bunlar geriye döndüğünde hayret ve şaşkınlık içerisinde
“Allah’ım Sen ne ganîymişsin. Bu küçük şeyleri aldın, nemalandırdın, büyüttün,
genişlettin, farklılaştırdın, ebedileştirdin ve şimdi de bize sunuyorsun.”
diyeceksiniz. Bu açıdan insan burada kurban ibadetini bir iç zenginliği ve kalb
itminanıyla yerine getirmelidir.

لَنْ يَنَالَ اللَّهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَاؤُهَا وَلَكِنْ يَنَالُهُ
التَّقْوَى مِنْكُمْ

“Fakat onların ne etleri, ne de kanları
Allah’a ulaşır. Lâkin O’na ulaşan tek şey, kalplerinizde beslediğiniz takvâdır,
Allah saygısıdır.”
(Hac Suresi, 22/37) ayet-i kerimesinde de bu hususa
işaret edilmektedir. Evet, eğer insan Allah’la irtibat, Allah’la münasebete
geçme veya Allah’ın muamelesine bir vesile olması gibi mülâhazalara gönlünü
bağlayarak bu ibadeti ifa ederse, öbür tarafta çok farklı zenginlik ve
sürprizlerle karşı karşıya kalacaktır.