Hayatın Gayesi

Hayatın Gayesi
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Hakk’ın rızasını elde edebilme istikametinde yapılan
bir hizmeti hayatın gayesi olarak görebilmek için neler tavsiye
edersiniz?


Cevap: İnsanın, yaptığı işi, hayatının gayesi
ölçüsünde benimsemesi, öncelikle o işin zatî değerini, önem ve kıymetini
bilmesiyle mümkündür. Meselâ bir insan, iman mevzuuna, “ebedî hayatın kurtuluşu
için çok önemli, olmazsa olmaz bir mesele” şeklinde bakıyorsa, o, hayatını bu
gaye-i hayale bağlı götürecek, buna göre örgüleyecektir.


Cenâb-ı Hak, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) için -meâlen- “Ey
Resûl! Rabbinden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun
elçiliğini yapmamış olursun.”
(Mâide sûresi, 5/67) buyuruyor. Resûl-i Ekrem
Efendimiz’e yapılan bu ikaz elbette ümmet-i Muhammed için de geçerlidir. Yani
nasıl ki, Nebi Aleyhisselâm kendisine yüklenen vazifeden kaçamıyorsa, siz de
size tevdi edilen emanetten kaçamazsınız.


Mukaddes Hüsnüzan


Allah (celle celâluhu) emanetini, emanette emin emanetçilere tevdi ettiğine
göre, aynı zamanda burada bir hüsnüzan olduğunu görmezlikten gelmemek gerekir.
Evet, bir insanın başka birisine hüsnüzan etmesi gibi, Zât-ı Ulûhiyet’in de,
insanlara öyle bir mübeccel, münezzeh ve mukaddes bir hüsnüzannı vardır. Yani
Allah (celle celâluhu) bizi emanette emin bilmiş ve bu emaneti bizlere tevdi
etmiştir. O hâlde hiç kimse “Benim bu işe liyakatim yok.” diyerek vazifeden
kaçamaz. Yoksa ne deriz Allah huzuruna vardığımızda? Ötede bize denmez mi: “Size
itimat edilip bir vazife verildi, adam gibi doğru dürüst bir şekilde bu işi
götüreceğiniz beklendi. Fakat siz bu işi yarı yolda bırakıp –Erzurumluların
tabiriyle– boncukladınız.” İşte inanan bir gönül, öte dünyada kendisine bu tür
soruların tevcih edilebileceğini hesaba katmalı ve ona göre vazifeye sahip
çıkmalıdır.


Ayrıca bizim için böyle bir daire içinde, böyle bir konumda bulunuyor olmanın
hususi bir lütuf ve ihsan olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır. Zannediyorum bu
durumu şöyle bir misalle ifade edebiliriz. Sanki bir yerde çok geniş bir kapı
bulunuyor ve kapının önünden binlerce insan geçiyor. Kapı ara sıra aralanıyor.
Oradan geçen insanlardan her kim kapının aralandığı ana denk geliyorsa ona,
“Buyur, içeriye gir.” deniyor. Evet, herkes hayatına baktığında böyle aralanmış
bir kapıdan içeriye davet edilmiş olduğunu görebilir.


Ne var ki insan o kapıdan içeriye alınmasına rağmen orada bulunmanın
bahtiyarlığından mahrum kalabilir. Erzurum’da bulunduğum dönemde, –Allah sa’yini
meşkûr etsin– Kırkıncı Hoca, “Isparta’dan, Hz. Üstad’ın yanından birisi gelmiş,
neler anlatıyor gidip bir dinleyelim, anlatacakları arasında belki sizin de
beğeneceğiniz şeyler olabilir.” diyerek, bir sürü insanı toplamış ve alıp o
şahsın yanına götürmüştü. Ancak ben Erzurum’dan ayrıldığım vakit Kırkıncı
Hoca’nın o gün toplayıp götürdüğü insanlardan bir ikisi ya vardı ya da yoktu. Bu
açıdan içeriye girdikten sonra orada sabitkadem durma meselesi, insanın
iradesini bu istikamette sarf etmesi mahfuz yine Allah’ın tutmasına bağlıdır.
Demek ki, bu, Cenâb-ı Hakk’ın özel bir ihsanı ve özel bir lütfudur. Öyleyse
insan bu lütf u ihsana layık olmaya çalışmalıdır.


Diğer yandan Allah yolunda yapılan hizmet ve amellerin kendisine göre bir
hazzı vardır. Ben bu işi bütün zevk ve lezzetiyle duymuş insanlardan değilim.
Bezginliğin her yanımdan döküldüğünü söyleyebilirim. Belki de içten içe, bir
yolunu bulsam da bu işin içinden sıyrılsam mülâhazalarım vardır. İyi ve yararlı
bir insan olmadığım mevzuunda ise kanaatim tamdır. Hayatım boyunca değişik
tazyik ve tecritlere maruz kaldım. Seksen sonrası neler yaşayıp neler çektiğimi
Allah bilir. Şu anda da yaşadığım şartlar itibarıyla kendimi iğneli bir fıçı
içinde gibi hissediyorum. Fakat bütün bunlara rağmen diyorum ki: “Ben bu işi ne
kadar kavramış olursam olayım, böyle büyük bir mesele için bu çektiklerimin on
katını çeksem değer.”


Tek Başımıza Kalsak da


Bildiğiniz gibi hadislerde geçen bir kahramanlık, bir yiğitlik tablosu
vardır. İmanla dopdolu bir sine, cephede mücadele içinde iken, etrafındaki
insanların hepsi birer birer budanır gibi devrilince, sağına bakmış, soluna
bakmış sonra hiç kimsenin kalmadığını görünce atını mahmuzlayıp ileriye atılmış
ve bir daha da geriye dönmemiştir. İşte böyle bir anlayışa, böyle bir mantığa
bağlı hareket etmek gerekir. Yani siz tek başınıza kalsanız, bütün dünya da
mekanize birlikleriyle karşınıza dikilse, siz yine de aynı yolda inat ve sebatla
devam etmelisiniz. İnadın bir hikmet-i vücudu vardır ki, o da hakta sebat
etmektir. İşte meseleye bu perspektiften bakan bir insan, “İslâm ve iman hak
olduğu gibi, bunların dünyaya duyurulması da çok önemli ve olmazsa olmaz bir
meseledir. O olmayacaksa benim de varlığımın bir kıymeti yoktur.” der ve
hayatını ona göre tanzim eder.


Evet, bu meseleyi benimseme ve hayatın gayesi hâline getirme çok önemlidir.
Öyle ki insan yatarken, kalkarken: “Vazifem olmazsa, benim varlığımın da bir
anlamı yok. Ben bu işi yapamıyorsam, dünyada durmamın ne mânâsı olabilir ki!”
demelidir. Hele bunu beş – on sene tekrar edin. Hatta gelecekte, bağlayıcı
olması açısından, bu ahdinizi evinizdeki eşinize ve çocuklarınıza ifade edin.
Onlara otuz defa kırk defa: “Eğer ben bu vazifeyi yapamayacaksam Allah emanetini
alsın.” deyin. Eğer siz bir gün ordu bozanlık yapacak olursanız, evden yükselen
bir ses “Yahu sen bir zaman şöyle şöyle demiyor muydun?” diyecek ve size
verdiğiniz sözü hatırlatacaktır. Böylece siz bu ahdinizle elinizi, kolunuzu
bağlamış ve aynı zamanda tek başınıza ayakta duramayacağınız, tek başınıza
yürüyemeyeceğiniz bir yolda, başkalarının da destek ve enerjilerini arkanıza
almış olacaksınız. Zira söylediğiniz şeylerden dönme sizin için bir ar ve ayıp
olacak ve en azından bir vicdan meselesiyle yola devam edeceksiniz.


Bu açıdan her mümin Allah’ı anlatma sevdirme adına kendini alternatif elli
kementle yüce bir mefkureye bağlamalı ve hayatını noktalayacağı ana kadar bütün
gücüyle bu işin içinde olmaya çalışmalıdır.


“Kadrim Bilinmedi” Deyip Darılma


Ayrıca yüce bir mefkûrenin gönüllerde her zaman ter u taze ve canlılık içinde
duyulabilmesi için mutlaka bir sorumluluk yüklenilmesi gerektiği de
unutulmamalıdır. Vâkıa, bazen kişiye, kendine biçtiği, kendini layık gördüğü bir
vazife verilmeyebilir. Meselâ filan şahsın hakkı bir alayı sevk u idare
etmektir. Fakat onu bir taburun başında istihdam edebilirler. Onun kıymet-i
harbiyesi hakikaten bundan daha yüksek seviyede olsa bile, o şahıs, “kadrim,
kıymetim bilinmedi, tabura veya bölüğe düştüm” demeksizin, darılma, gönül koyma
gibi tavırlar içine girmeksizin üzerine düşen vazifeyi en iyi şekilde yapmaya
çalışmalıdır.


Bu arada hemen şunu da ifade edelim ki, idareci konumunda bulunan kişi,
vazife vereceği şahsı, istidat ve kabiliyetleri ile çok iyi keşfetmeli, bilhassa
başarılı olabileceği sahalarda ona istihdam imkânı sağlamalıdır. Yani kişinin,
başarılarıyla Allah’a hamd edeceği, sevineceği, şükürle gerileceği, hizmet
ederken şevkleneceği işler ona tahmil edilmeli; başarısız olduğu durumda ise,
yeniden bazı kaynaklara başvurarak yanlışlıklarını düzeltebileceği bir zemin ve
imkân kendisine sunulmalıdır.


“Mutlaka Bana Sorulmalı” Anlayışı


Maalesef bizim milletimizde bu disiplinler henüz tam olarak yerleşmemiştir.
Evet, ne yazık ki, iş ve faaliyetlerimizde inhisar-ı fikir hâkimdir. “Mutlaka
benim gözümün içine bakılmalı, meseleler mutlaka bana sorulmalı” gibi bir
mülâhaza ve idarecilik anlayışı vardır. Hâlbuki başarılı bir idareciye düşen
beraber çalıştığı insanlara önce belli vazife ve sorumluluklar vererek onları
test etmek ve başarılı olacakları sahalarda kabiliyetlerinin inkişafını
sağlamaktır.


Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) gizli kabiliyetleri keşfetmiş,
onlara belli sorumluluklar yükleyerek hiç tahmin edilemeyecek yerlerde onları
istihdam etmiştir. Meselâ Zeyd b. Harise’yi (radıyallâhu anh) Mute gibi çok
önemli bir savaşta, üç – dört bin kişilik bir ordunun başına kumandan tayin
etmiş ve o da o işin hakkını vermiştir. O günün toplumu açısından ordunun başına
azatlı bir insanın getirilmesi çok önemli bir hâdiseydi. Allah Resûlü
(aleyhissalâtu vesselâm) hem o işi layıkıyla yerine getirecek bir cevheri
keşfetmiş, ona vazife vermiş, hem de bu vesileyle toplumdaki yanlış bir
telakkiyi izale etmiştir. Hayat-ı seniyyelerinin bütününe bakıldığında Resul-i
Ekrem Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehaya) her insanı istidat ve kabiliyetini
sonuna kadar inkişaf ettirebileceği bir konumda istihdam ettiği
görülecektir.


Bu açıdan herkese seviyesine göre bir iş teklif edilmeli ve o şahıs da, ona
göre bir sorumluluk yüklenmelidir. Unutulmamalı ki eğer insanların ellerini
taşın altına sokmalarını sağlayamaz, onlara önemli mesuliyetler veremezseniz
onların kabiliyetleri hiçbir zaman inkişaf etmeyecektir. Dolayısıyla yapılacak
işler aşkla şevkle yapılmayacak, zamanla insanlarda bir kanıksama ve bıkkınlık
hasıl olacak,  bu ise hak ve hakikatin saygısızlığa maruz kalmasını netice
verecektir.


Bizim ikbal dönemlerimizin arkasındaki en önemli dinamiklerden biri de
herkesin en verimli olabileceği alanlarda istihdam edilmesidir. Bu açıdan
günümüzde de bu espirinin kavranması  milletimizin ikbali adına çok
önemlidir.