Kalb Selameti ve Aktüel Konular

Kalb Selameti ve Aktüel Konular
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: “Göz çok geniş bir sahayı gördüğü halde, bir kıl
onun görmesine mani olur” sözü kalb ve ruh hayatımız için neler ifade
etmektedir? Günümüzde dünyevî meşguliyet ve aktüel mevzûların insanın ufkunu
kapatıp onu, akıbetini düşünemez hale getirdiği söylenebilir mi? Bu mevzuda
dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?


Cevap: Göz, görme alanı çok geniş olan, önündeki
hemen her şeyi görebilen, konumuna göre cihanları müşahede edebilecek
kabiliyette bulunan ilahî bir nimettir. Ancak sizin de soruda ifade ettiğiniz
gibi onun üzerine bir kıl dahi konulsa, o çok küçük cisim, gözün görmesine engel
teşkil edip onun görme ufkunu kapatır. Fakat burada bir hususa dikkatlerinizi
çekmek istiyorum: Esasında göz uzvu üzerinden bir benzetme ile dile getirilen bu
tespit, insanın maddî-manevî bütün latifeleri için düşünülebilir. Mesela insan
bazı meseleleri çok engince mütalaa ederken uygunsuz bir nazar, gayr-ı meşru bir
hülya, kendisine galip gelen bir ruh hâleti onu öyle bir noktaya sürükleyip
götürür ki, insan o esnada başka hiçbir şeyi göremez hâle gelir. Öyle ki
cihanlara sığmayan, dünyayı âdeta bir top gibi kucağına alıp oynayası gelen, o
ölçüde onu tahkir edip küçümseyen insan bir zerrede boğulabilir. Bir bakış, bir
duyuşla künde künde üstüne devrilebilir. Bir hayal, bir tasavvur, bir ruh hâli
bütün benliğini sarar da onu istediği yere çekip sürükleyebilir.


İblis ve Cinnet Hâli


İnsanın bu durumunu anlayabilmek için İblis’in, Hazreti Âdem’e secde emri
aldığı esnada ortaya çıkan ruh hâlini hatırlayabiliriz. Kur’an-ı Kerim’de
bildirildiği üzere Cenab-ı Hak Hazreti Âdem’i yarattıktan sonra bütün meleklere
ona secde etmelerini emir buyurur. Meleklerin hepsi Hazreti Âdem’e secde
etmesine rağmen, İblis kendisinin ateşten Âdem Aleyhisselam’ın ise topraktan
yaratıldığını, dolayısıyla kendisinin ondan daha üstün olduğunu iddia ederek
kibre kapılıp büyüklük taslar ve neticede küfre girer. Ardından da;

فَبِعِزَّتِكَ لَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ

“İzzetine yemin olsun ki, ben de onların hepsini baştan
çıkaracağım” der. (Sa’d suresi, 38/82)


Görüldüğü üzere burada İblis, insanları değişik yollarla saptıracağını ifade
ederken, Allah’ın (celle celaluhu) azamet ve celaline, büyüklük ve ululuğuna
yemin etmektedir. İşte onun bu kasemi, fıtratının bazı şeyleri sezdiği ve
Allah’ı (celle celaluhu) belli bir seviyede bildiğini göstermektedir. Fakat
teorik planda Allah’ı bu ölçüde biliyor olmasına rağmen o, bir noktaya takılıp
kalıyor ve gözünün önündeki bir kıl, apaçık gerçekleri görmesine mani oluyor.
Takılıp kaldığı o noktayla İblis, kendini kin, nefret, haset, kıskançlık ve
bencillik gibi âfetlere kaptırıyor ve artık o, gözü başka hiçbir şeyi görmez,
kulağı başka hiçbir şey duymaz kör ve sağır bir varlık hâline geliyor.


Şeytanın bu durumunu anlamak için öfkelenmiş, cinnet yaşayan bir insanın o
anki hâlini düşünebilirsiniz. Çünkü bazı insanlar kimi zaman öyle öfkelenir ki,
böyle bir şahsı gördüğünüzde rahatlıkla “bu insan delirmiş” diyebilirsiniz.
Hatta onun bir şizofren olduğuna kanaat getirip bir psikiyatriste gitmesi
gerektiğine hükmedebilirsiniz. Böyle bir kişi, kendini kaybetmiş bir halde eline
ne geçirirse kaldırır yere çalar, sağa-sola atar, yıkıp devirir, paramparça
eder. O esnada kalkıp: “Kardeşim! Allah seni insan yaratmış, sen zaten çok
şefkatli bir arkadaştın, ben sende daha önce böyle haller görmezdim” türünden
sözlerle onu teskin etmeye çalışsanız, söylediklerinizi hiç mi hiç dinlemez;
dinlemez ve eline geçirdiği bir nesneyi tutar size de fırlatır. Çünkü o, bu
esnada, öfke ve nefrete kendini öyle bir kaptırmıştır ki, artık ona kendi
mülahazalarının dışında bir şeyler anlatmak, bir şeyler dinletebilmek âdeta
imkansız gibidir.


İşte böyle bir şahsın kin ve nefretini alın, onu kat be kat katlayın, hatta
Ziya Gökalp’in ifadesiyle mük’ab hâle getirin ve sonra İblis’in Allah’a karşı
geldiği esnadaki o halet-i ruhiyesini bu mukayeseyle anlamaya çalışın.


“İsyan deryasına yelken açmışım”


Şimdi asıl konumuza dönecek olursak, denilebilir ki, her bir insan, İblis’in
içine düşüp helake sürüklendiği bencillik, kibir, haset, kıskançlık gibi
esasında kıl kadar ehemmiyeti bulunmayan ancak encamı itibarıyla ciddi
handikapları netice veren azim tehlikelerle karşı karşıyadır.


Mesela bir bakarsınız gönlü engin, vicdanı geniş, dünyalara sığmayan, bütün
insanları kucaklayıp Cennet’e götürme arzu ve iştiyakı içinde bulunan bir insan,
bir yerde, kıl kadar ehemmiyeti olmayan bir hususa takılıp kalabiliyor. Mesela
bir anlık bir boşlukla şehevanî bir hisse yenik düşebiliyor. Çünkü insan,
zihnine gelen bir hayal veya tasavvuru alıp geliştirdiği, az-biraz kurgulayıp
nemalandırdığında hiç farkına varmaksızın öyle sahillere açılır ki, artık onun
geriye dönüşü neredeyse imkansız hâle gelir. Cevdet isminde halk diliyle şiirler
yazan bir çocukluk arkadaşım vardı. Onun yazdığı şiirin bir beyti bu hâli ne de
güzel ifade eder. Şöyle derdi o çocukluk arkadaşım: “İsyan deryasına yelken
açmışım/Kenara çıkmaya koymuyor beni”. Evet, mebdei itibarıyla kıl kadar küçük
bir şey, sizi alıp öyle bir yere sürükler ki, bir daha geriye dönme imkanı
bulamayabilirsiniz. O yerleri gören gözünüz de artık hiçbir şeyi göremez hâle
gelebilir.


Latife-i Rabbaniye Enginliği ve İnsan


Halbuki Cenab-ı Hak bir hadis-i kudsîde:

مَا وَسِـعَنِي سَـمَائِي وَلاَ أَرْضِي وَلكِنْ وَسِعَنِي قَلْبُ
عَبْدِي الْمُؤْمِنِ

Arz ve sema beni istiap etmez, almaz.
Ben mümin kulumun kalbine sığarım”
buyuruyor. (el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ,
2/195) Bildiğiniz gibi İbrahim Hakkı Hazretleri enfes bir tercümeyle bu manayı
şöyle nazımlaştırmıştır: “Sığmam dedi Hak arz u semaya/Kenzen bilindi dil
madeninden.” Evet, arz ve semalara sığmayan Hak Teâla, sezilme ve algılanma
şeklinde kenzen insanın kalbinde bilinir. Bu bilinme tecellî ve mir’atiyet
itibarıyladır. Bundan dolayı mevzuu şöyle de ifade edebilirsiniz: Kalbin Allah’ı
duyup hissedişi, O’na ayna olup O’nu anlatması kâinat kitabının O’nu
anlatmasından daha ileri seviyededir. Aynı şekilde kütüphaneler dolusu kitaplar
da kalbin Allah’ı (celle celaluhu) anlatışı gibi anlatamazlar. Kitaplar ancak
kalbin enginliğiyle enginleşip kalbin boyasıyla boyanınca gerçek ifadelerini
bulurlar. Elbette ki burada bahsedilen vücudumuza kan pompalayan çam kozalağı
şeklindeki uzuv değildir. Burada kastedilen sır, hafî veya ahfa ufkuyla Allah’ın
esma ve sıfâtlarına bakan ve yerinde latife-i rabbaniye veya fuad diye de
isimlendirdiğimiz vicdan mekanizmasını oluşturan dört temel rükünden biridir.


Şimdi insan bu genişlik ve enginlikte olan, dünyaları içine alsa doymayan
böyle potansiyel bir lütfa mazhar kılınmıştır. Ancak bir de bakıyorsunuz, bu
donanıma sahip insanoğlu kimi zaman hiçbir şey duymayan, hiçbir şey hissetmeyen,
hiçbir şey anlayıp idrak edemeyen tavır ve davranışlar içine girebiliyor. Evet
âdemoğlu, kitapların ihtiva edemediği hakikatleri istiap eden, onları çok iyi
bilip çok iyi algılayacak ve aynı zamanda bütün bunları ifade edebilecek
kabiliyeti haiz bulunan bir kalb taşıdığı halde sanki onları hiç duymamış gibi
bir saplantıya kendini kaptırıp hiçbir şey bilmeyen bir varlık konumuna
düşebiliyor.


Kur’an-ı Kerim değişik yerlerde bu mülahazaya vurguda bulunur. Mesela bir
yerde şöyle buyurulur:

لَهُمْ قُلُوبٌ لاَ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَ
يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَ يَسْمَعُونَ بِهَا

“Onların kalpleri vardır ama bu kalplerle idrâk etmezler,
gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler.”
(Araf Suresi, 7/179) Evet onların kalpleri, meselelerin önünü-arkasını
görüp bir değerlendirmeye tabi tutmaya, sonra da buradan yeni hüküm ve yeni
terkiplere ulaşmaya müsait değildir. Kur’an-ı Muciz’ul-Beyan, bu ve benzeri
âyetlerle bizi böyle bir mecazî körlük, mecazî sağırlık ve mecazî kalpsizlik
karşısında dikkatli ve müteyakkız olmaya çağırmaktadır. Geçici, kıymetsiz, küçük
şeylerle görme ufkumuzu kapatmamamız, iç duyuş ve enginliğimizi daraltmamamız
noktasında ikaz ve tenbihte bulunmaktadır. Çünkü insan, Cenab-ı Hakk’a açık
durduğu müddetçe çok engin ve geniş bir mahiyete sahip demektir. Evet o, bu
haliyle melekleri bile geride bırakabilir. Merhum Akif bu hakikati ne güzel
ifade eder:


Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
Muhakkar bir vücûdum!’
dersin ey insan, fakat bilsen.
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de
ulvîdir:
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir


Fahr-i Kainat Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâmü milelardi vessemâ) bizim
içimizden çıkmış olması bu hakikatin en parlak, en güzel, en muhteşem delili
değil midir? Elbette ki öyledir. Evet O, Âmine Hatun’dan tevellüd etmiş,
Abdullah’tan olmuş yani anne ve babası nur-u nübüvvetle tenevvür etmemiş bir
insan olarak öyle bir noktaya gelmiştir ki, Süleyman Çelebi “Yürü top Senin,
çevkân Senindir bu gece” ifadeleriyle bu eşsiz faikiyeti dile getirir. Çünkü
İnsanlığın İftihar Tablosu Miraç’ta öyle bir noktaya ulaşıyor ki, Cibril-i Emin
, “ben bir adım daha atsam yanarım” diyor. Şayet sübühat-ı vech şuaatı, sıfat-ı
sübhaniye ve esma-i ilahiyeyi de yakıp kül ediyor ve o noktada Zat-ı Baht’tan
başka hiçbir şey kalmıyorsa Cibril-i Emin’in dahi ona tahammül etmesi mümkün
değildir. Fakat işte bu noktada dahi insanlık âlemi olarak İftihar Vesilemiz,
İki Cihan Serveri Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslimât) yürüyüp yoluna
devam ediyor.


Buradan anlıyoruz ki, insan mahiyeti böyle bir seyahate açıktır, böyle bir
hamuleyi taşımaya müsait olarak yaratılmıştır. Evet, o, insanlık emaneti gibi
çok kıymetli bir hamuleyi yüklenip taşıyabilecek ve Halık’ın atiyyelerini
omuzlayabilecek donanım ve kıvamda bir matiyyedir.


İşte insan, mahiyeti bu kadar geniş, engin, güçlü ve Allah’a çok yakın iken,
maalesef çok basit, ehemmiyetsiz heves ve maksatlar için o enginliği daraltıyor,
büzüyor ve kıymetsiz hale getirebiliyor. Bundan dolayı onun kendisini böyle bir
darlığa hapsedebilecek muhtemel tehlikeler karşısında ömür boyu sürekli tetikte
bulunması gerekir. Evet, insan son nefesine kadar mücadelesini sürdürüp insan
olma çizgisinin altına düşmeme cehd ve gayreti içinde bulunmalıdır. Zira o,
insan olarak üzerinde yürüdüğü hattın altına düştüğü zaman kendisini bir
bilinmezliğe mahkum etmiş demektir.


O hâlde insan, himmetini her zaman âli tutmalı, hep yüksek uçma peşinde
olmalı ve sürekli Allah’a müteveccih yaşama gayreti içinde bulunmalıdır;
bulunmalıdır ki, küçük ve basit şeylere takılıp kalmasın. Eğer her şeye rağmen
gözde bir çapak oluşmuş veya onun üzerine bir kıl konmuşsa onları da hemen izale
etme yoluna gitmelidir. Yani insanın latife-i rabbaniyesi, şu veya bu sebeple
bir darlığın mahkumu olabileceği bir yola girmişse, o zaman da derhal bir “La
havle” çekip yeniden Cenab-ı Hakk’a doğru yürümesini bilmelidir.


Aktüel Mevzûlar – Dağınık Zihinler


Sualde ayrıca dünyevî meşguliyet ve aktüel mevzûların da bu çerçeve içinde
ele alınıp alınamayacağı soruluyordu. Eğer herhangi bir fayda, maksat
gözetmeksizin gereksiz, boş, abes bir işle meşgul oluyorsak elbette ki bu
durumun da yukarıdaki çerçeve içinde mülahazaya alınması gerekir. Hatta belki
biz şu andaki konuşmamızda sözü evirip çevirip sohbet-i canana getirmiyorsak, o
zaman bizim söylediğimiz her şey bir manada dedikodu demektir. Evet söylenen
sözler, konuşulan mevzûlar ya bizim Allah’a doğru yürümemiz istikametinde bir
dinamo gibi hızımızı arttırmalı, ya insanlığa yararlı olmalı, ya da milletimize,
ülkemize, ülkümüze hizmet etmelidir. Aksi takdirde selahiyet ve sorumluluğumuzun
sözkonusu olmadığı, bundan dolayı konuşup durmamızın hiçbir müsbet netice
vermeyeceği, herhangi bir fayda sağlamayacağı aktüel meseleler hakkında –kusura
bakmazsanız o tabirle ifade edeceğim– çene çalıp duruyorsak bu dedikodudan başka
bir şey değildir. Ayrıca bilinmesi gerekir ki bu tür faydasız ve gereksiz
konuşmalar yapmamız gerekli olan işlere de ciddi bir mania teşkil eder. Hiç
farkına varmaksızın bu türlü mevzûların içine dalar ve böylece yapacağımız
işleri yapamaz hâle geliriz. Hatta zamanla salim düşünme imkanını sağlayan
hislerimizi felç eder ve bunun sonucunda sağlam ve sıhhatli muhakeme
kabiliyetinden mahrum kalırız.


Zaten bugün biz, kendimizi bir muhasebe ve murakebe süzgecinden geçirsek,
gereksiz ve faydasız konulara im’an-ı nazar ettiğimizden dolayı, esas
konsantrasyon temin etmemiz gerekli olan önemli ve hayatî mevzulardan
uzaklaştığımızı göreceğiz. Bundan dolayı diyoruz ki, keşke im’an-ı nazar etmemiz
gerekli olan konulara tam eğilsek, asıl onlar üzerinde yoğunlaşsak. İç alemimize
ait problemlerimiz varsa asıl onları halletmekle meşgul olsak. Bizi, potansiyel
insan olma hâlinden hakiki insan olma ufkuna taşıyacak alternatif sistemler
geliştirip bunların değerlendirmesini yapsak. Ancak maalesef genellikle aktüel
meselelerle meşgul oluyor ve küçük şeylere takılıp kalıyoruz. Tabii bu esnada
çok önemli ve hayatî işlerimiz de arada kaynayıp gidiyor.


Eskiden, kalb ve ruh hayatının soluklandığı meclislerde hep “sohbet-i canan”
der, onun üzerinde durur, onun üzerinde yoğunlaşırlardı. Çünkü bir meseleye ne
kadar konsantre olursanız, o ölçüde size kapı aralanır. Ne kadar Allah’la
münasebete geçerseniz, o kadar teveccühe mazhar olursunuz. Bu disiplin sofiler
arasında genel ve sabit bir kuraldır. Evet, teveccüh, teveccüh doğurur; nazar,
nazarı netice verir. Bakıyorsanız, bakarlar size günebakanlar gibi. Bu sebeple
tabiatınızın baskı altında bulunduğu anlarda dahi gözünüz bir nigâh-ı âşinâ ile
hep kapı aralığından O’na bakmalıdır.


Cenab-ı Hak bir kudsî hadiste buyuruyor ki: “Kulum Bana bir karış kadar
yaklaşırsa, Ben ona bir arşın kadar yaklaşırım.. bir arşın kadar yaklaşırsa, Ben
ona bir kulaç kadar yaklaşırım.. Bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak
mukabelede bulunurum.”
(Buhârî, Tevhîd 50) Aslında anlatılan bu hususlar
hakikat olmaktan ziyade birer mecazdır. Fakat Allah (celle celaluhu) şart-ı adi
planında kendi teveccühünü teveccühümüze, kendi nazarını nazarımıza bağlamış
oluyor. Eğer siz gözünüzü diker, O’nun kapısı eşiğinde hep vefalı bir tavır
içinde bulunursanız, Cenab-ı Hak bu vefayı tek taraflı olarak sizin aleyhinize
bozmaz. Çünkü O, sonsuz merhamet, sonsuz ilim, sonsuz kudret, sonsuz irade
sahibi Allah’tır (celle celaluhu).