Karizma

Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Peygamberlere karizmatik şahsiyetler
demek ve peygamberlik hakikatini de karizma ile izah
etmeye çalışmak doğru olmadığı gibi caiz de değildir.
Hatta peygamberlere bazılarının söylediği gibi dâhi
demek de aynı ölçüde yanlıştır. Karizmatik olmalarıyla
bilinen şahsiyetler şahsî becerileri ile çok büyük
işlere imza atabilir, insanları etrafında toplayabilir,
tarihin akışının değişmesinde rol oynayabilir ama
bunların büyük çoğunluğunun, hatta diyebilirim hemen
hepsinin peygamberliğin önemli bir buudunu, hatta
ana esasını teşkil eden Cenab-ı Hak ile müeyyet olma,
Allah’la münasebet içinde olma hususiyetleri yoktur.

Peygamberler, şahsi becerilerine,
sıradışı özellik ve hususiyetlerine- isterseniz buna
karizmatik özellikler diyebilirsiniz- bağlı olarak
hayatlarını sürdürmemişlerdir. Evet onlar ne sevk
ve idarede, ne de hayatın diğer alanlarındaki çalışmalarında
ferdi becerilerine, şahsi istek ve arzularına veya
kararlarına göre değil, Allah’ın yönlendirmesine göre
hareket etmişlerdir.

İslam adına konuşacak olursak, İnsanlığın
İftihar Tablosu böyle olduğu gibi, onun Raşid Halifeleri
de karizmadan ziyade Kur’an ve Sünnetin yönlendiriciliği
içinde hayatlarını sürdürmüşler. 15 asırdır devlet
idaresinden, ailevi hayata kadar İslam dünyasının
esas aldığı bütün düzenlemeleri Kur’an ve sünnetin
rehberliğinde ortaya koymuşlardır. Hazreti Ebu Bekir,
Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’nin halk
tarafından tutulup desteklenmesinde, onların şahsi
faikiyetlerinde, üstünlüklerinde, adeta insanüstü
varlık olmaları değil, İslamî esaslara uymaları rol
oynamıştır. Bu yüzdendir ki hemen hepsinin hayatında,
idare ettikleri insanlar tarafından sorgulanmaları
söz konusu olmuştur. Halbuki biz bugün karizmatik
özellikleri ile bir yerlerde bulunan insanların sorgulanmalarına
şahit olmamışızdır.

Evet, sıradışı, insanüstü özellikler
dinin emrine girdiği zaman bir değer ifade eder. Karizmalar
dinin emrine verildiği zaman yararlı hâle gelir. Bu
yüzden din terbiyesine girmemiş, Kur’an’ın emrine
verilmemiş, Sünnet’in mihenkleri ile yönlendirilmemiş
karizmalar çok defa zararlı olabilir, nitekim olmuştur
da. Çünki bu tip insanlar genellikle yerine göre hem
egoist hem de egosantrik olur. Hatta bazıları paranoyak
dahi olabilir.

Bu parayonak kelimesi bana aynı mevzu
etrafında ele alınabilecek başka şeyler hatırlattı.
Bana öyle geliyor ki özellikle tasavvuf başta olmak
üzere dinin diğer alanlarında az dahi olsa insanlara
bir şeyler anlatan, onlara önderlik yapan kişiler
paranoya ve şizofreni tehlikesine açık tiplerdir.
Az veya çok, ama bu kapı onlar için sürekli açıktır.
Evet, bu insanlar nazarî bilgilerle değil, Üstad’ın
birkaç yerde ifade ettiği gibi entüisyonist bir mülâhazayla
doğrudan doğruya Cenab-ı Hak ile bir münasebet içinde
bulunabilirler. Bu fevkaladelik İslam hamuru ile yoğrulur,
Kur’an ve Sünnetin terbiyesinden geçerse hakikaten
kelimenin tam anlamıyla fevkalade bir şeydir. Ama
böyle bir terbiyeye girmezlerse büyük ölçüde paranoya
söz konusudur onlar için. Gerçi bu büyük bir iddia,
psikologların ve psikiyatristlerin alanı. Ama gerek
teorik bilgilerim, gerekse 60 küsür yıllık hayatımdaki
müşahadelerim bana bunu söyletiyor.

Evet, tarih boyunca kitle hareketlerinde,
tâbi olduğu nehrin içinde damla veya çağlayan halinde
akarken kendisine tayfa, takım oluşturmak isteyen
insanlar olmuştur. Paranoyak tiplerdir bunlar bana
göre. Bunlar çok güzel konuşabilirler, kalemleri de
olabilir. İş idaresi adına beceriklidirler. Güzel
projeler üretirler. Rüya, ihsas ve ihtisas gibi şeyleri
kendilerine lütfedilmiş ilham gibi algılarlar. “Min
indillah müeyyed” zannederler kendilerini, öyle bir
vehme kapılırlar. Tatlı su içinde tuzluluğunu sürekli
muhafaza etmeye çalışırlar. Yani tâbi bulundukları
cereyan içinde şahsî özelliklerini korumaya özen gösterirler.
Büyük ölçüde her şeyi kendi mevcudiyetlerine bağlarlar.
Ama iyi bir uzmanın psikanalizinden geçtikleri zaman
bunların birer deli olduğu ortaya çıkar. Doktorların
yanında bunları söylemek bana göre biraz fazla, fakat
benim de özel müşahedelerim, elli senedir izlediğim
insanlar ve onların davranışlarının bütününden edindiğim
mülâhazalarım var.

Bu açıdan bakınca düşünme, yazma,
konuşma, sevk ve idare becerileri sanki insanın aleyhinde
gibi. İşte böyle bir risk kavşağında Allah’a samimi
biçimde teslim olmak icab eder. Bu teslimiyet gerçekleşirse
bunların hepsi hayra inkılab eder. “Hayır! Benim gibi
bir adamın yanında ne işiniz var? Benimle ne mesele
görüşeceksiniz ki? Gidin bu meseleleri benden daha
iyi bilen bir sürü insan var, onlarla istişare edin.”
Ya da; “Hayır, bu konuşmayı falan arkadaşımızın yapması
daha iyi olur. O bu konulara benden daha fazla vakıftır.”
diyorsa ve bunları inanarak söyleyebiliyorsa problem
yok demektir. Aksi halde bir santimlik kendini reklam
peşindeyse onların mercek altına alınmasını tavsiye
ederim.

Bu aşamada kitlelerin uyarılması
mümkün değil mi diye düşünebilirsiniz. Şahsen bunun
çok zor olduğu kanaatindeyim. Herkese araba kullanmasını
öğretmeye bedel bir iş bu. Yani herkese usulüddîn’i,
dinin temel prensiplerini öğretmek lazım ki bu prensipler
çerçevesinde doğru ile yanlışı kendiliklerinden farkedebilsinler.
Bu da takdir edersiniz imkansız denecek ölçüde zor.
Evet, halk önünde gördüğü, sohbetini dinlediği, yazısını
okuduğu insanlar hakkında hüsn-ü zan edebilir. Ama
eğer şer’î ölçüleri bilmiyorlarsa, yukarıda ifade
ettigimiz gibi usûlüddîn bilgileri yoksa bu zanlarında
hata edebilirler, mubalağaya da düşebilirler.

Söz buraya gelmişken bir hususa daha
dikkatlerinizi çekeyim; Türkiye’de zemin bu tip insanların
ortaya çıkması için çok müsait durumda. Özellikle
din sahasında fantezilere kendisini kaptıran insanların
hadd ü hesabı yok. İslam Tarihi boyunca defalarca
dile getirilmiş ve cevapları verilmiş konuları orjinalite
yapıyorum düşüncesi ile ekranlara taşıyan, gazete
sayfalarına aktaran o kadar çok insan var ki. Bana
göre hizmet edemeyen insanların kendilerini anlatmak
için başvurmak zorunda kaldıkları lüks bu. Bilmiyorum
ağır mı kaçar ama diyeyim, bu tiplerin hiçbirinin
ruhunda “dünyanın herhangi bir yerine, İslam adına
aç ve kurak bir yerine gideyim, kendimi Allah’ı ve
Peygamber’i anlatmaya adayayım. Hristiyan misyonerlerin
yaptıkları gibi gittiğim yerde maişetime yetecek miktarda
para kazanmak için taş ocağında çalışayım, amelelik
yapayım ve dinimi anlatayım” mülâhazası yoktur. Bu
olmadığı için eskiden kalma, döküntü bir kısım düşüncelere
sığınarak, onlarla kendilerini ifade etme luzumunu
duyuyorlar. Ama burada hasbîlik yok, diğergamlık yok,
din aşkı yok, hakikat aşkı yok ve araştırma aşkı yoktur.

Ben bu kanaatımı kendi ölçülerime
göre o kadar çok test ettim ki, bu kanaat adeta benim
sabitem haline geldi. Arkadaşlarıma da kaç defa sordum;
“Mezun olduğunuz liselerde ve üniversitelerde size:
Arkadaşlar! Bizim var oluşumuzun gayesi dünyanın dört
bir yanına dağılıp, hiçbir beklenti içine girmeden,
gerektiğinde amelelik yaparak kendi kültürümüzü anlatmaktır”
diyen insanlar oldu mu dedim. Hiçbir defa olumlu cevap
almadım/ alamadım.

Ve yine kanaatim o ki -bunu daha
önceleri de ifade etmiştim- başımıza gelen türlü türlü
musibetler bu ruhun kaybedilmesinden dolayı Allah’ın
verdiği bir cezadır. Üstad’ın yaklaşımı ile “Beşer
zulm etse de kader adalet eder.” Evet bu meselelere
bu zaviyeden bakmak lazım. “Vemâ kânallâhu liyazlimehum
velâkinne’nnâse enfüsehum yazlimûn.” Yani “Allah insanlara
zulm etmez, fakat onlar kendi nefislerine zulmederler.”