Kendim Gibi Döneceğim!..

Kendim Gibi Döneceğim!..

Sevgili Dostlar,

Uluslararası ilişkiler alanında dünyanın en saygın yayın organları arasında yer alan Amerikan Foreign Policy dergisinin (İngiliz Prospect dergisi ile ortaklaşa belirlediği adaylarla alâkalı) düzenlediği “Yaşayan En Büyük 100 Entellektüel” anketinde Fethullah Gülen Hocaefendi birinci oldu. Bundan bir gün sonra da, Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği ve Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin onadığı M. Fethullah Gülen ile ilgili beraat kararını doğru buldu; Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya’nın itirazını oy çokluğu ile reddetti. Böylece, 9. Ceza Dairesi’nin onama kararı kesinleşmiş ve dava zamanaşımıyla değil beraat ile neticelenmiş oldu.

Şimdi herkesin merak ettiği soru şu: Acaba Fethullah Gülen Hocaefendi Türkiye’ye ne zaman dönecek?

İşte, bu soruyu ve daha başka sualleri sizin adınıza Muhterem Hocamıza tevcih ettik:

-Foreign Policy’nin düzenlediği ankette dünyanın en büyük entellektüeli seçilmenizi nasıl karşıladınız?

-Beraat kararının tasdiki ile alâkalı duygu ve düşüncelerinizi lutfeder misiniz?

-Aleyhinizdeki davanın açıldığı o ilk günlerde hakkınızda idam cezası isteyenler ve sizi terörist başının yerine zindana atmayı talep edenler hakkında neler düşündünüz/düşünüyorsunuz?

-Türkiye’ye dönecek misiniz; ne zaman?

-“Humeyni gibi dönecek!..” şayiası hakkındaki mülahazalarınızı öğrenebilir miyiz?

-Hem sevenlerinize hem de mahkeme sürecinde menfi ya da müspet dahli bulunanlara mesajınız nedir?

 M. Fethullah Gülen Hocamızın bu sorulara verdiği cevapları Bamteli sayfamızda görüntülü ve sesli, Kırık Testi bölümümüzde de yazılı olarak arz ediyoruz. Bu harika sohbeti bir an önce sizinle paylaşmak istediğimiz için acele etmemizden nâşi muhtemel imla hatalarından dolayı özür diler, bağışlamanızı istirham ederiz.

 ***

 Özel Röportajdan Satırbaşları:

 İnsan başkalarının “birinci, ikinci, üçüncü…” demesiyle birinci, ikinci, üçüncü olmaz; fakat, eğer bazı çevreler, bir insanı yerden yere vuruyor ve onu sürekli sıfırlıyorlarsa, işte o zaman onu belli numaralara yerleştirmeye kadirşinaslık nazarıyla bakılabilir. Ben, “Yaşayan En Büyük 100 Entellektüel” listesinin en üstünde yer almış olmamı, arkadaşların âsâr-ı bergüzîdelerine terettüp eden semeratın tek bir şahsa verilmesi olarak kabul ediyorum.

 Biz bir yerde gerçekten seviniriz; Allah’ın huzuruna çıktığımızda bize “Giriniz emn u eman içinde Cennet’e!..” denilirse, işte orada hakiki sevinci ve mutluluğu duyarız. Ben arkadaşlara “çok sevinmeyin” dedim. Bu basit ve dünyaya ait bir mesele; sevinilecek, öyle-böyle küstahça, şımarıkça, hoplanacak zıplanacak bir mesele değil. Cenâb-ı Hak rıdvanıyla sevindirirse bizi, Cennet’ine koyarsa, Cemaliyle gönlümüzü açarsa o zaman seviniriz.

 Elinizde olmayarak içinize bir inşirah akabilir. Tekdirler insanda sarsıntıya sebebiyet verdiği gibi, takdirler de bir yönüyle insanda inşirah ve sevinç meydana getirebilir; fakat üzerinde çok durmamalı -bağışlayın- halk ifadesiyle es geçmeli onu. Esas “Cenâb-ı Hak bizi öbür tarafta tastamam sevindirsin” demeli.

 Bununla beraber, söz konusu anketi ve beraat kararını hafife almıyorum; bir yandan dünyanın kabulü, diğer taraftan da adaletin temsilcilerinin insafla verdikleri bir kararda dik durmaları ve karakterlerinin gereğini sergilemeleri çok önemli hadisedir. Hele böyle iki hadisenin üst üste gelmesi Cenab-ı Hakk’ın inayeti ve ihsanıdır.

 Bu beraat kararıyla, Türk Okullarını ziyaret etmenin suç sayılamayacağı da tescillenmiştir.

 İddianameyi hazırlayanlar, ne biliyorlarsa ve çoğu montajlanmış bantlardan ne bulmuşlarsa, “Geriye ihtiyat olarak elimizde bazı şeyler kalsın, belki onları da gelecekte kullanırız” demeden hepsini kullanmışlardı. Şimdi mahkemenin kararı “Bunların hepsi boş, havada şeyler” manasına geldi. Bir insan için denebilecek her şeyi sun’i olarak, montajlarla deyivermişlerdi. Böylece bütün sermayelerini birden kullandılar. Kullandıkları o sermaye ile de iflas ettiler.

 Artık mesele şahsi mesele olmaktan çıkmıştır; bir heyet meselesi, bir hareketin meselesi ya da Türk toplumunun meselesidir; yani milyonlarca insanın azmini, cehdini, kastını ortaya koyduğu, sürekli o niyetle oturup kalktığı mesele haline gelmiştir. Bu açıdan onların bütününü ferahlatmak, rahat hareket etmelerini sağlamak küçük bir hadise değildir. Şahsa bakan yönüyle önemsiz olsa bile, umuma bakan yönüyle küçük değildir.
 
Biz etten kemikten varlıklarız; dolayısıyla haziran fırtınasından ve mahkeme sürecinden etkilenmediğimi söylersem hilaf-ı vaki bir beyan olur. Ama Allah’a imanımız var. Evet, iman teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül de saadet-i dareyni netice verir. O iman sayesinde “Allahım var, bugünümü bütün bütün karartabilirler ama yarın aydınlık!” diyebilir insan. Mutlaka moral bozucu şeyler olmuştur; şu olmuştur, bu olmuştur; belki bazı şeyleri Allah’a havale etme gibi şeyler de olmuştur; fakat, faydasız şeylere girilmemiştir, telaşa kapılma olmamıştır. Belki size saygılarından sevgilerinden dolayı telaş yaşayan insanların telaşı da ta’dil edilmeye çalışılmıştır.

 Fakat itiraf etmeliyim; bu dönem benim için çok sıkıntılı oldu. Ciddi bir şey yapamadım, kendi kitaplarımla meşgul olamadım, arkadaşlarımızla orada takip ettiğimiz gibi günde dört beş saat kitap müzakere edemedim. Bir yönüyle, dokuz on senem beyhude geçti, israf oldu. Dolayısıyla da, bunlar benim en acılı yıllarım oldu, ızdırap yıllarım oldu.

 Ben İranlı değilim ki Humeyni olayım; onun iddialarını hiçbir zaman taşımadım ki Türkiye’ye Humeyni gibi döneyim.

 Öyle tevazudan, mahviyetten, hacaletten dolayı değil, tabiatımda olan bir mahcubiyetten dolayı kendi evimize giderken bile, “falan talebe geldi” derler, pencerelerden bakarlar, beni görürler, diye düşünür ve bundan sıkılırdım. Onun için, beni kimse görmesin diye evimize hep gece giderdim. Rahmetli babam hakkımda derdi ki, “Bizim oğlan leylek, gece geliyor, gündüz onu kapının önünde görüyorsunuz.” Bu, tabiatımda olan bir şey.

 Hayatımda hiçbir yere öyle gürültülü, patırtılı gidip gelmedim. Hiç istikbal edilme isteğinde bulunmadım. Bu açıdan da ne karakter bakımından, ne mezhep bakımından, ne ülke bakımından Humeyni ile hiçbir zaman bir alâkam olmadı.

 Dünyanın dört bir yanına gitmiş arkadaşlarımızın hiçbirisi öyle bir alâyişe talip olmadı. Gelirken öyle bir istikbal beklemedi. Adlarından, namlarından bahsedilmesini istemedi. Onların hepsi birer meçhul kahraman olarak kaldılar oldukları yerde. Bu bizim genel ahlakımızdır. Allah’la münasebetimizin bir çeşit bizim hayatımıza aksedişinden ibarettir. Muhammedi ruhun (sallallahu aleyhi vesellem) gereğidir. Bu açıdan, o türlü iddialar fevkâlade sevimsiz. Beni Humeyni’ye benzetenler bir gün çok utanacaklar!..

 Ülkemin elli yüz yerinden gelmiş toprak parçaları var odamda, ben onları koklayıp teselli buluyorum. Ben kendi ülkemin çocuğuyum; dıştan ithal edilmiş ve milletin başına musallat olmuş tufeylilerden değilim. O ülkenin çocuğuyum ben. Onun bir avuç toprağını dünyalara değiştirmem. Bütün Amerika’yı verseler, Korucuk Köyü, fakir bir köydür, ben o köyü vermem. Ruh haletim budur. Fakat bir şey var: Benim inandığım bir dava var, bir hizmet var, Din-i Mübin-i İslam’a hizmet var ve ülkemde huzursuzluğun çıkmaması, hele dine karşı bir tavır alınmaması.. bunlar benim gaye-i hayalim, düşüncem, mefkûrem.

 Şimdi, gidişiniz sizin orada bazı problemlere sebebiyet verecekse, her şeye rağmen orada hüsn-ü niyetle iş yapan insanların işlerini zorlaştıracaksa, altından kalkamayacakları problemlere sebebiyet verecekse.. bence dengeli hareket etmeniz, vaktini, gidiş keyfiyetini ve konjonktürü sizin belirlemeniz lazım.. veya işte o genel konjonktüre göre nasıl hareket edecekseniz onu sizin belirlemeniz lazım. Bunlar yine sizin ruh haletinize ve Allah’la münasebetinize göre yapacağınız şeylerdir.

 Yahya Kemal’in, bir şiirinde dediği gibi “Bizden olmayanlar bizi anlamazlar.” Esas tam o toprağın çocuğu olmak lazım ki, o toprağı koklaya koklaya yetişmiş olmak lazım ki, eğile eğile onun çaylarından su içmiş olmak lazım ki, onun kırlarında koşmuş olmak lazım ki, onun çiçeklerini koklayarak büyümüş olmak lazım ki, Anadolu’yu bilmek lazım ki sizin hissiyatınızı anlasınlar. Sizden olmayanlar sizi anlayamazlar. İşte öyle vahi vahi iddialarla efkarı bulandırmak ister ve millette paranoya duygusunu tetiklerler.

 O gidiş, bir gün, Cenâb-ı Hakk’ın muradı öyle ise, tahakkuk ettiği zaman, onlar sadece duyarlar; belki derler “Gelmiş mi gelmemiş mi; acaba gelmişse nerede duruyor, nasıl geldi de biz görmedik?!.” Evet, bir gün Türkiye’ye dönersem kendim gibi dönerim.

 Karakterimi namusum sayarım. Karakterime kıymayı namusuma karşı tecavüz sayarım. Konuşurken de, biriyle bir muhaverede veya bir muamelede bulunurken de onu korumaya fevkalâde hassasiyet göstermişimdir. Bazen irticalinin esnekliği içinde üslubuma riayet edememişsem inanın bana çok üzüntü duymuşumdur. “Şu sözler sana uygun değildi, karakterim sana kıydım.” demişimdir.

 Hazreti Pir’in dediği gibi, “Beni memleket memleket sürgüne gönderenlere hakkımı helal ediyorum, zindanlarda yer hazırlayanlara, idam sehpası hayal edenlere hakkımı helal ediyorum.” Hak iddia etmeyeceğim.

 Fakat bu işlerin içinde bir Allah hakkı varsa; ben zavallı, dinimden dolayı bunlara maruz kaldımsa, Efendimiz’in yolunda, düşe kalka yürümeye çalıştığımdan dolayı bunlara maruz kaldımsa, din dedimse, Din-i Mübin-i İslam’ı gerçek çehresiyle aksettirmeye çalıştımsa; bundan dolayı da onlar bana takıldılarsa, orada Allah hakkı, Peygamber hakkı var, o beni aşar. O mevzuda bir şey diyemem. Yoksa kırk seneden beri aleyhimde yazı yazan insanlar bile mahkeme-yi kübrada karşıma çıksa “Ben bir şey istemiyorum” derim. İçimde hiç kimseye karşı hınç taşımıyorum.

 Beraat kararına sevinenlere gelince; onlar da bir mü’mine karşı tavırlarından dolayı, onun bir şeyden böyle rahat sıyrılmasına seviniyorlarsa, Allah (celle celâluhu) o sevinçlerini o sürurlarını devam ettirsin.. “Vucuhun yevmeizin nadiretun, İla rabbiha naziretun…”da, o behçetle şulefeşan olan çehrelerin Allah’a bakıp birbirine tebessüm ettiği o günde Allah hepsini sevindirsin ve Din-i Mübin-i İslam’ın dört bir yanda duyulmasıyla, tanınmasıyla, ona karşı insanların saygılı bir tavır almalarıyla Allah onları mesrur kılsın.

 Mahkemede olumlu karar verenler de hakkaniyetin ve adaletin gereğini yapmışlardır. Şu türlü, bu türlü söylentilere ve bir kısım olumsuzluk isnatlarına rağmen hak terazisinin hâlâ dümdüz durabileceğini ve doğru tartabileceğini göstererek Türkiye adına ümitlerimizi bir kere daha güçlendirmişlerdir.

 O kadar tahribata ve o kadar baskıya rağmen, en azından medya yoluyla yapılan baskılara rağmen, adaletin böyle tecelli etmesi Türkiye’de hâlâ hak ve adalet hesabına hüküm verecek hâkimlerin bulunduğunu gösteriyor ve bu da ülkemiz adına hepimizi ümitlendiriyor.

 ***

 Fethullah Gülen Hocaefendi’nin cevaplarının çözümünün tamamını okumak için bu linki kullanabilirsiniz.