Kendini İfade Etme Arzusu

Kendini İfade Etme Arzusu
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: İnsanın içinde, yapıp ettiklerinden memnuniyet duyma ve bunları nazara verme temayülü var. Bu tür arzu ve heveslere karşı mü’mince duruş nasıl olmalıdır?

Cevap: İnsan, Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfikiyle, kimi zaman, bazı güzel işler ortaya koyabilir. Fakat ortaya konan bu amellerin, o ameller için gerekli olan evsafa uygun yerine getirilip getirilmediğine dair elde bir garanti bulunmamaktadır. Kim bilir belki de mevcut imkânlarla daha sağlam ve daha güzel bir amel gerçekleştirilebilirdi. Bu açıdan insanın, büyük bir başarı gibi görülen muvaffakiyetler karşısında bile, kendi kendine “acaba ben, bana verilen bu imkânları tam olarak kullanabildim mi? Daha iyi bir sonuca ulaşma adına gerekli performansı ortaya koyabildim mi?” sorularıyla kendini ve yapıp ettiklerini kritiğe tabi tutması gerekir. Bu yapılabildiği takdirde zannediyorum insan, en büyük muvaffakiyetler karşısında bile, “Öyle görülüyor ki, ben bu işi tam beceremedim. Onu, murad-ı ilahiye uygun ve beni tatmin eder şekilde yerine getiremedim.” diyecek; diyecek ve kendini beğenmek bir yana, muhasebe duyguları içinde kendini levmetmeye duracaktır.

Namazı Kılmak mı, İkâme Etmek mi?

Bir misal olması açısından ifade edeyim: Milletimiz namazın eda edilmesini, “namaz kıldım.” tabiriyle dile getirir. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da namazın bize bir vazife olarak verilmesinde kullanılan kelime “ikâme”dir. Bunun manası ise bütün mâsivâdan sıyrılarak namazı, iç ve dış şartlarıyla tastamam yerine getirme, Allah’ın bize tahmil ettiği bu emanetin hukukuna kemal-i hassasiyetle riayet etme ve o âbideyi kendine has renk, desen ve çizgileriyle arızasız ve kusursuz bir şekilde ortaya koyma demektir. Bu açıdan, “Namazı ikâme ettim.” diyen bir insana, “Sen hakikaten namazı, erkân-ı zâhiriye ve batıniyesiyle tastamam ortaya koydun mu?” diye sorabilirler. Kılma kelimesine gelince, onda, bir mânâda aradan çıkarma ve geçiştirme gibi bir sunîlik vardır.

İşte ben, milletimizin namaz vazifesinin edası için “kılma” tabirini kullanmasını, onun edep ve terbiyesinin bir gereği olarak görüyorum. İhtimal ki insanımız şöyle düşünmektedir: “Eğer kıldığım namazın iç veya dış yapısında bir arıza varsa, ben bu namazı ikâme ettim diyemem. Bilakis onu, gücümün yettiğince şeklen eda ettim. Ancak Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinden ümit ederim ki, O, benim gibi namazını yarım-yamalak eda eden bir insanı da affeder.” Mahviyet, hacalet ve tevazu mülahazasının bir sonucu olarak ortaya çıktığına inandığım böyle bir ifadeye bayıldığımı söyleyebilirim.

Şimdi mesele böyle olunca, insanın yaptığı iş ve amellerine güvenmesinin tehlikeli bir yanı var demektir. Bunun yerine insan, bir yandan “tam yerine getiremedim” diyerek daha mükemmelin peşinde olmalı, diğer yandan da, Allah’ın (celle celaluhu) şeklî amellerle bile kullarını affedeceğine ve onları dergâh-ı ulûhiyetinde kabul buyuracağına inanmalıdır. İhtimal ki, Cenab-ı Hak, bu mülahazalara sahip olan bir insanın amellerindeki boşluklarını onun niyetiyle doldurur ve ona göre muamelede bulunur.

İnsanın ortaya koyduğu güzel işleri düşünmesi, kendisini onlarla ifadeye kalkması, onlardan bahsedilmesini istemesi mahzurlu olduğu gibi, başkalarının kendisine yönelttiği takdirleri sahiplenmesi de aynı şekilde mahzurludur. Bazıları onun hakkında, “Falan şunu yaptı, bunu yaptı” diyebilirler. O bütün bunları onların hüsnüzannına vermeli ve hatta bunları bir içtihat hatası olarak görmelidir. Vakıa insanların, hüsnüzanlarında yanılmış olmalarını bir günah olarak değerlendirmek doğru değildir. Zira bir insanın suizan edip isabet etmesindense hüsnüzan edip yanılması daha ehvendir. Bu itibarla hüsnüzannı tercih etmek daha doğrudur. Elverir ki, hüsnüzanda bulunan kişi, dengeyi kaçırmasın, çerçevenin dışına çıkmasın ve takdir serhaddini aşmasın. Aksi takdirde hakkında medh ü senada bulunduğu kardeşinin boynunu kırmış olur.

Amellerin Mükâfatını Kendi Darlığımıza Hapsetmeyelim!

İnanmış bir gönlün, Allah’ı ve Resûlullah’ı başkalarına sevdirme mevzuunda doyma bilmeyen bir hırsla gayret etmesi çok önemlidir. Fakat insan, baştan sona bütün yeryüzünde ruh-i revan-i Muhammedî’nin (aleyhissalâtü vesselâm) gönüllerde bir bayrak halinde dalgalanmasına vesile olsa bile, yine de yaptığı bu işi yetersiz görmeli; yetersiz görüp ortaya koyduğu güzel işleri kendisini ifade etmeye bağlamak suretiyle, kendi darlığına hapsetmemelidir. Hatta yaptığı işlerle ilgili başkalarının takdiri de onun bu konudaki duygu ve düşüncesini değiştirmemelidir. Zira yaptıklarını anlatmak için fırsat kollayan ve sürekli bu duygularla oturup kalkan bir insan, gerçekten hecelemesi gerekli olan şeyleri hecelemeye imkân ve vakit bulamaz. Oysaki bizim derdimiz ve davamız hep Allah ve Habibullah olmalıdır. O’nunla oturmalı, O’nunla kalkmalı ve O’nu başkalarına sevdirmeyi en büyük gaye olarak görmeliyiz. İnsanlar tarafından O’nun sevilmesi O’nun hakkı olduğu gibi, bu işi yapmak da bizim vazife ve sorumluluğumuzdur. İşte böyle yüce bir vazifede, o insanı hizmetten alıkoyacak en tehlikeli hususlardan biri, ferdin yaptığı bazı işlerle kendini ifade ve ispat etmeye çalışmasıdır. Hele bir de bazen kaleminden, bazen fikir, teklif ve projelerinden, bazen organize kabiliyetinden, bazen de insanlara güçlü nüfuzundan dolayı çevresinde bulunanlar, boynunun kırılacağını hesaba katmaksızın onun alkışçılığını yapıyorlarsa durum daha da tehlikeli bir hal almış demektir. Biz parmakla gösterilme gibi bir hevese talip olduğumuzda, belki bu talebimize bu dünyada erişebiliriz. Fakat meseleyi çok küçük hesaplara bağladığımızdan dolayı öte dünya hesabına ne kayıplar ne kayıplar yaşarız. Bu sebeple, inanan bir gönül bence, Allah’ın rahmetinin enginliği içinde meseleye bakmalı, hep rıza ve rıdvana talip olmalı ve asla yaptığı amelleri küçük mülahazalara bağlamak suretiyle onları değersizleştirmemelidir.

İnsanın yaptığı iyiliklerin hafızı olması marifet değildir. Bu mânâ ve mazmun bir atasözümüzde ne hoş ifade edilir: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halık bilir.” İnsan, bir iyilik yaptığı zaman, ona o iyiliği yapma fırsatı veren Allah’a minnet ve şükranını sunma adına, tahdis-i nimet nevinden “elhamdülillah”, “eşşükrülillah” diyebilir. Bu ayrı bir meseledir. Fakat bir insanın, “Ben falan zamanda şu işi göğüslemiş, şunun elinden tutmuş, şu işleri başarmış bir insanım.” diyerek yaptığı iyilikleri sayıp dökmesi o iyiliklerin daha dünyadayken heba olup gitmesine yol açma demektir. Bu hususta insan o kadar hassas davranmalıdır ki, birisi kendisine gelip, daha önce yaptıklarından bahsettiğinde, “hatırlamıyorum” demesini bilmeli ve hakikaten yaptığı o iyiliklere hafızasında yer vermemelidir. Bu istikamette gerekirse tekellüflü gayretlerle onları hafızasından silmeye çalışmalıdır.

En Büyük Kusur: Kusurunu Görmemek

İnanmış bir gönül, yetmiş sene önce bir kötülük yapmış ve sırf bu kötülüğünden dolayı yetmiş bin defa istiğfar etmiş olsa dahi, bu kötülüğünü daha dün işlemiş gibi vicdanında terütaze duymalı, onun hacaletiyle iki büklüm olmalı ve Allah’tan af dilemeye devam etmelidir. Belki taakkulî, tasavvurî ve tahayyülî hatalar kulun amel defterine hiç yazılmayacaktır. Fakat insan bu seviyede dahi bir hata irtikâp ettiğinde, “Rabbim! Ben nasıl oldu da Sana karşı bu türlü şeyler düşündüm. Nasıl oldu da hayal dünyamda böyle bir münasebetsizlikte bulundum. Meğer ben ne kadar saygısız bir insanmışım.” diyerek yaptığı hatalardan dolayı sürekli iki büklüm olmalıdır.  İnanın, böyle davranan bir insanın hiçbir kaybı olmaz. Bilakis ömrünü bu çizgide geçiren kişi, çokça tevbe ve istiğfar etmenin sevabıyla serfiraz olur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), amel defterinde çok istiğfarı olan kimse için “müjdeler olsun” ifadesini kullanmıştır. Ayrıca o Rehber-i Ekmel, bir hadis-i şerifte her gün yetmiş defa, başka bir hadiste ise yüz defa istiğfar ettiğini ifade buyurmuştur. Hâlbuki biz biliyoruz ki, hayatı boyunca Cenab-ı Hak O’na hiçbir günah işletmemiştir. O (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), masum doğmuş ve hep masum yaşamıştır. Evet, O, hayatını vahyin teminatı altında sürdürmüştür. Ama bütün bunlara rağmen Nebiler Serveri (aleyhissalâtü vesselâm) her gün yetmiş veya yüz defa istiğfar ediyordu.

Sözün özü, insanın bir günah karşısında geceleyin kalkıp seccadesine kapanması, gözyaşlarını ceyhun ederek “Elfü elfi estağfirullah” demesi, onun için büyük bir kazançtır. Kendisini hiçbir hata yapmamış gibi gören, kendi faziletlerinin büyülü ikliminde yaşayan, başarılarıyla başı dönmüş, bakışı bulanmış mahmur kimselere gelince, onların mahviyet ve hacalet içinde Allah’a yönelmeleri çok zordur. En küçük hata karşısında bile kendini büyük bir cinayet işlemiş gibi görenlerdir ki, bütün samimiyetleriyle Cenab-ı Hakk’a teveccüh eder, içlerini O’na döker ve yakarışa geçerler. Dolayısıyla bir insanın kendisinin methedilmesini istemesi ne kadar mezmum bir duygu ve düşünceyse, kendini sorgulaması da o ölçüde faziletli bir ameldir. Rabbim bizi, hakikî mânâda kendini sorgulayabilen tali’li kullarından eylesin!