Keramet–İkram ve İstidraç Endişesi

Keramet–İkram ve İstidraç Endişesi
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Keramet ve ikram arasındaki farklar nelerdir, keramet istememe ile ilgili mülâhazalar ikram için de geçerli midir?


Cevap: Peygamberlerin (alâ nebiyyina ve aleyhimüsselâtü vesselâm) peygamberliğini ispat adına, onların elinde Allah’ın yaratıp meydana getirdiği harikulade hâllere mucize diyoruz. Mucize, kelime mânâsı itibarıyla başkalarını âciz bırakan şey demektir. Çünkü o, Allah’ın meydana getirdiği fevkalâdeden bir âdet-i ilâhîdir. Yani bir tarafta, tekvinî emirlerde müşâhede ettiğimiz, kendi fizikî yapımızda ve onun ihtiyaçlarında okuduğumuz adiyattan kabul edilen müstemir bir âdet-i ilâhî vardır. Bir de Cenâb-ı Hakk’ın bu âdetleri hark ettiği bir âdet-i ilâhîsi vardır. İşte dava-yı nübüvveti ispat adına enbiyanın eliyle ortaya koyduğu mucizeler bu sınıftandır. Aynı şekilde Allah’ın (celle celâluhu) yaratmasıyla, hak dostlarından sadır olan bir kısım fevkalâde hâdiseler vardır ki, bunlar da harikulâde âdet-i ilâhî cümlesindendir.


Keramet Ketmedilir


Tabiî burada “velilik” derken ıstılahî mânâdaki veliliği kastediyorum. Yoksa umumi mânâda; sağlam inanmış ve amel-i salih yapan herkes Allah’ın velisi, Allah’ın dostudur. Kur’ân-ı Kerim’de farklı âyet-i kerimelerde her Müslümanın bir mânâda Cenâb-ı Hak nezdinde bir veli ve Allah’ın da onların Mevlâsı olduğu hususuna işaret edilmektedir. Meselâ;

إِنَّ وَلِيِّيَ اللّٰهُ الَّذِي نَزَّلَ الْكِتَابَ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحِينَ

“Benim mevlam, o kitabı indiren Allah’tır ve O bütün iyi kulların koruyucusudur.”(A’râf sûresi, 7/196) âyetiyle;

ذٰلِكَ بِأَنَّ اللّٰهَ مَوْلَى الَّذِينَ اٰمَنُوا وَأَنَّ الْكَافِرِينَ لَا مَوْلٰى لَهُمْ

“Bu, Allah’ın, inananların Mevlâsı ve yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince, onların Mevlâ ve yardımcıları yoktur.”(Muhammed sûresi, 47/11) âyeti söylediğimiz bu hususa misal olarak zikredilebilir.


İşte umumi mânâda değil de, ıstılahî çerçevede veliliği ele aldığımızda, böyle bir makama ulaşmanın belli yol ve metodları olduğunu görüyoruz. Meselâ Hasan Şazilî, Muhammed Bahauddin Nakşibend, Abdülkadir Geylanî, Ahmet Rufaî, İmam Rabbanî gibi büyük zatların her birinin velilik ufkuna ulaştıran ayrı birer yolu vardır. Seyr u sülûkte bir başka çizgi olarak Hz. Pîr’in de, acz u fakr, şevk u şükrün yanında, tefekkür yörüngeli, şefkat buudlu farklı bir yol ve yöntemi söz konusudur. Tabiî Hz. Pîr’in altı disipline bağlayarak ortaya koyduğu bu yolun yolcularının, bu disiplinleri kendilerine mâl etmeleri, hazmedip onlara göre kendilerini ayarlamaları çok önemlidir. Yani sadece “Bizim mesleğimiz acz u fakr ve şevk u şükür mesleğidir” demek yeterli değildir. Önemli olan bu disiplinleri sindirmek ve hazmetmektir. Bu da, insanın, her zaman “Kudret-i ilâhî elimden tutmazsa hiçbir şey yapamam.” anlayışına bağlı olması, her şeyi Allah’tan bilecek derecede kendini fakir görmesi ve sağanak sağanak yağan niam-ı ilâhî karşısında da sürekli bir şevk içinde bulunması demektir. Görüldüğü üzere farklı mizaç, farklı meşrep, farklı zamanlara göre insanı vilâyet zirvesine ulaştıran farklı yollar vardır. İşte tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalbe muvaffak olmuş böyle bir hak dostuna, Cenâb-ı Hak, ekstra bir kısım ikram ve lütuflarda bulunabilir. Fakat bu, o hak dostunun böyle bir keramete talip olduğu mânâsına gelmez. Zira Cenâb-ı Hakk’ın keramet şeklinde lütf u ihsanda bulunması ayrı, o veli kulun böyle bir keramete talip olup olmaması ise tamamen ayrı bir meseledir. Meselâ bir insan, havada uçuyor, batmadan denizin üstünde yürüyor. İşte böyle bir hâdisenin, Ahmed Rufaî Hazretleri gibi hak dostlarının nazarında kadının özel günlerindeki hâli gibi ketmedilmesi gerekir. Haddizatında bizim Allah’tan böyle harikulâde bir şey talep etmeye hakkımız da yoktur. Bizim O’na karşı yapacağımız her türlü ibadet, O’nun hakkı, bizim de vazifemizdir. Zira O Mâbud-u Mutlak; biz ise abd-i mutlağız. İşte ehlullah, keramet nevinden mazhar oldukları fevkalâde hâdiselere bu şekilde bakmışlardır. Fakat onlar böyle bir talep ve beklentide bulunmasa da her şeye rağmen bazen ellerinden bazı kerametler sudûr etmiştir. Bu durum karşısında, her meseleyi mişkat-ı nübüvvete göre yorumlayanlar çok hassas davranmış ve istidraç olabileceği endişesiyle tir tir titremişlerdir.


İstidraç, cereyan ve zuhur keyfiyeti açısından keramet gibi harikulâde bir hâldir. Fakat o, bir mazhariyet değil; büyük bir âfet ve musibettir. Evet, istidraç, insanın liyakati olmadığı hâlde nimetler altında ezilmesi ve böylece tedricen müstehak olduğu cezaya çarptırılması demektir. Kur’ân-ı Kerim’de bu durum şu ifadelerle dile getirilir:

وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَ

“Âyetlerimizi yalan sayanları, farkına varmayacakları şekilde yavaş yavaş helake yaklaştırırız.” (A’râf sûresi, 7/182) Günümüzde de bu tür durumların emsalini görebilirsiniz. Bu açıdan yüce pâyelerden bahsetmek, işi fevkalâdeliklere bağlı götürmek her zaman çok tehlikelidir.


“Nefis Cümleden Ednâ, Vazife Cümleden Âlâ.”


Keramet-ikram arasındaki farka gelince: Enaniyetin çok ileriye gittiği bir dönemde, keramet kelimesi aynı zamanda ıstılahî mânâdaki vilâyeti hatıra getirdiğinden dolayı olsa gerek, Hz. Pîr, bu mevzuda meseleyi biraz daha beriye çekmiş ve mazhar olunan fevkalâde lütuf ve ihsanları ikram-ı ilâhî çerçevesinde ele almıştır. Bu açıdan bakıldığında, ikram, insandaki tahdis-i nimet duygusunu tetiklemeli ve Allah’a hamd ü senâ duygularını coşturmalıdır. Alvar İmamı’nın ifadesiyle, insan her zaman: “Değildir bu bana layık bu bende, bana bu lütf ile ihsan nedendir?” mülâhazalarıyla oturup kalkmalıdır. Hz. Pîr, bu düşünceyi daha farklı bir ifadeyle şöyle dile getirir: “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ.” Evet, Hz. Pîr’e göre önemli bir vazife gördürülüyor fakat vazife gören kişi bir neferden ibaret. Bundan dolayı o meâlen: “O Sultan-ı Zîşân, bazen bir neferi bile başkalarına madalya takmakla vazifelendirebilir. Benim vazifem de bundan ibarettir.” demek suretiyle mesleğin esası olan mahviyet, tevazu, hacalet ve kendini sıfırlama yolunu nazara vermiştir. Bu bakış açısına göre insan, mazhar olduğu ikramları, fevkalâde bir donanım ve hususiyetin tezahürü olarak değil de, ekstradan lütfedilen, meccanen bağışlanan bir ikram-ı ilâhî şeklinde görmelidir.


Evet, günümüzde enaniyet çok ileri gittiğinden, ehl-i iman dairesi içinde bile kendine yer bulabilmektedir. Meselâ, bir şahsın etrafında beş-on insan bir araya gelip bir halka teşkil edince, hemen o kişi, bu halka içinde kendini ifade ve ilan etme arzu ve hevesine kapılabiliyor. Geçmiş devirlerde tek tük Mehdiliğini ilan eden kişiler çıkmıştır. Fakat denilebilir ki, hiçbir devirde bu kadar Mehdi enflasyonu yaşanmamıştır. Evet, Karmatîlerin, Bâtınîlerin, Fatımîlerin içinden de bu tür müddeiler ortaya çıkmıştır; fakat bu asırda o kadar çoktur ki, insan bu manzara karşısında hayretler içinde kalmaktadır.


Üstad Hazretleri bir yerde ikramın izharının tahdis-i nimet olduğunu, kesbin onda müdahalesinin olmadığını, dolayısıyla nefsin onu kendisine isnat edemeyeceğini ifade ediyor. İşte bu yönüyle kerametle ikramın arası tefrik ediliyor. Yani meslekteki esasa göre, ikram-ı ilâhîye mazhar olan şahsın, bu mazhariyetlerin kendisine şükür için verildiğini düşünmesi ve aslında kendisinin bunlara layık olmadığının şuurunda olması gerekir. Hz. Pîr’in bu mevzudaki mülâhazası şudur: “Dine hizmet ettim diye gururlanma.

إِنَّ اللّٰه لَيُؤَيِّدُ هَذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ

Allah bu dini bazen bir fâcir adamın eliyle de teyit eder.” (Buhari, cihâd 182; Müslim, îmân 178) sırrınca müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin.” Görüldüğü üzere Üstad Hazretleri bu ifadeleriyle kendisini de dine hizmet eden racül-i fâcir kategorisi içinde mütalaa etmiştir.


Şimdi kendisine böyle bakan, durduğu yeri, konumunu, Allah’la münasebetini çok iyi belirlemiş ve kendisini sıfırlamış bir insan, Cenâb-ı Hak’tan gelen ikramların kendisine göre olmadığını anlar. Gelen nimetler karşısında onun duygu ve düşüncesi ise şöyledir: “Ben öyle bir mahlûkum ki, bana atlastan bir elbise gönderiyorlar. Hâlbuki bunun ne keyfiyeti, ne deseni ve ne de değeri bana göredir. Öyleyse bu, benim için bir ikramdır.” Aynı mülâhazalar Mektubat’ta da şu misalle ifade edilir: “Nasıl ki murassa’ ve müzeyyen bir elbise-i fahireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: Maşaallah çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârane desen: “Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mâhir sanatkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: “Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurane bir fahirdir. İşte fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: “Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir, benim değildir.”


İşte bu, tahdis-i nimet mülâhazasıdır. Meseleye bu şekilde yaklaştığınız takdirde zannediyorum, fahre girmeyeceğiniz gibi, nimet-i ilâhîyi de inkâra gitmemiş olursunuz.


İkram İstidraca Dönüşmesin


Fakat günümüzde enaniyet daha bir ileri gittiğinden, benim ikram-ı ilâhînin izharı mevzuunda da bazı hususi endişelerim var. Meselâ, bir konuda bir karar verdiniz veya bir teşebbüste bulundunuz. Halk ifadesiyle, verdiğiniz karar şipşak yerine oturdu. Böyle bir durumda insan: “Bu da bir ikram-ı ilâhîdir. Ancak Cenâb-ı Hak bu ikramını benim elimle ihsan buyurdu.” türünden bir mülâhazaya kapılabilir. Hâlbuki bu tür bir mülâhaza ikramı istidraca dönüştürebilir. Bu açıdan böyle bir durum karşısında: “Allah’ım Senin gönderdiğin bu ikramı başıma taç yapıyor ve ona kelam-ı nefsîyle tahdis-i nimetle mukabelede bulunuyorum. Ya Rabbi! Bu bir istidraç olmasın. Benim bu mevzuda böyle bir endişem var. Allah’ım bu bir istidraçsa ondan Sana sığınırım.” demelidir. Çünkü Allah (celle celaluhu) insanları bu tür hâdiselerle imtihan edebilir. Evet, Cenab-ı Hak, karakter, cibilliyet ve ruhları bilir; ancak sizi size, bizi de bize göstererek ahirette itiraz ve mazeretlerin kapısını kapatmak için imtihan eder ve der ki: “İşte kendi karakterine bak. Eline bir şey geçince hemen kendini bir şey zannetmeye başladın. Sana bir eda ve endam verilince hemen çalıma girdin. Sana bir ufuk, bir idrak ve yüksek bir kavrayış ihsan edilince veya sa’y ve gayretine bir semere bahşedilince bunları kendinden bilmeye başladın. Dolayısıyla sen böyle boş bir insansın.” Bu açıdan kanaat-i âcizanemce insan için böyle bir endişe her zaman mahfuz olmalıdır. Gelen ikramlar karşısında: “Bunlar Rabbimden geldi. O’na binlerce hamd ü senâ olsun.” deyip tahdis-i nimette bulunmalı; fakat diğer taraftan da: “Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı bu icraat-ı sübhaniyeyi, bu ikram-ı ilâhîyi aklım almadığından dolayı ağlasam mı gülsem mi bilemiyorum? O, bazen merkebe atlastan bir palan da vuruyor.” mülâhazalarıyla kendisine bakmalıdır.


Evet, günümüzde enaniyet ve egoizm öldürücü ve bulaşıcı yaygın bir hastalık hâline geldiğinden –hafizanallah– ehl-i salah ve ehl-i kıble olanlar bile azıcık bir teveccüh karşısında hemen kendilerini belli makamlara layık gibi görmeye başlıyorlar. Oysaki Allah (celle celâluhu) insanı yükseltince, o bu lütuf karşısında iki büklüm olmalıdır. Hz. Pîr’in tevazu ve tekebbür adına verdiği ölçü çok önemlidir. O der ki; “Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbürle tetâvül edecek. Eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu ile takavvüs edecek ve eğilecek, tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür.” Bu yaklaşım hadis-i şerifin mânâsıyla da tam bir uyum arz etmektedir. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):

مَنْ تَوَاضَعَ لِلّٰهِ رَفَعَهُ اللّٰهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللّٰهُ

“Allah için tevazu, mahviyet, hacalet içinde bulunan ve kendisini sık sık sıfırlayan kimseyi Allah yükseltir; kibirlenen, burnunu diken ve caka yapanı da Allah (celle celâluhu) batırır.” (Ali el-Muttaki, Kenzu’l-ummâl, 29/166) buyurur.


Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken husus ise; bir heyetin, heyet içinde bulunan insanların sa’yine, tavır ve davranışlarına terettüp eden hususlara karşı bizim istidraç nazarıyla bakmamamızdır. Çünkü böyle bir bakış açısı, umum heyeti suizan altında bulundurmak demektir. Eğer binlerce, milyonlarca insan bir mefkûreye sahip çıkıyor, önemli bir misyon eda ediyor ve o istikamette ciddi bir ceht ve gayret ortaya koyuyorsa, onlar hakkında istidraç düşünmek, koskocaman bir topluluk hakkında suizan etmek olur ki bu, büyük bir günahtır. Fakat o heyet içinde bulunan her bir şahıs kendisi hakkında “Böyle bir lütf u ihsana benim hiç mi hiç liyakatim yok. Değildir bu bana layık bu bende. Ama her şeye rağmen ben onu nimet bilip şükürde bulunmalıyım.” diyerek Rabb-i Kerimine karşı şükran hisleriyle dopdolu olmalı; dopdolu olmalı ve hangi başarıya ulaşırsa ulaşsın, hangi konumu elde ederse etsin hep mahviyet ve hacalet duyguları içinde istidraç endişesiyle oturup kalkmalıdır.