Kıvam ve Kardeşlik

Kıvam ve Kardeşlik
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki, insanımız hem yurt
içinde hem yurt dışında pek çok hayırlı işe vesile olmaktadır. Fakat kimi zaman
fertler arasındaki beklenmedik bazı tavır ve davranışlar kardeşlik duygusunu
yaralıyor ve hüsnüzanların sönmesine sebep oluyor. Bu durum bir kıvam
probleminden mi kaynaklanmaktadır, bu konuda kıvamı yakalama ve koruma adına
neler tavsiye edersiniz?


Cevap: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve
sellem) Ümmet-i Muhammed’in kökten ve toptan yok edilmemesi, umumi bir kıtlığa
maruz kalmaması ve çoğunu helak edecek bir düşmanın onlara musallat kılınmaması
için Cenâb-ı Hakk’a dua dua yalvarmış ve Allah (celle celâluhu) Efendimiz
Aleyhisselâtü Vesselâm’ın bu duasını kabul buyurmuştur. Buna göre bu ümmet umumi
bir helaka uğramayacağı gibi, mütemadî olarak başkalarının hâkimiyeti altında da
kalmayacaktır. Ancak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu ümmetin kendi
arasında birbirleriyle vuruşmamaları, birbirlerine düşmemeleri için yapmış
olduğu duasının Cenâb-ı Hak tarafından kabul buyurulmadığını ifade etmiştir.
(Müslim, Fiten, 19/20)


Bu son talebin kabul edilmeyiş hikmetiyle alâkalı şu husus dile getirebilir:
Bu mesele, insanların kendi iradeleriyle çözecekleri bir husustur. Zira insan
akıl ve şuur sahibi bir varlıktır. Kendi iradesi işin içinde olmadan sürü gibi
güdülmek, bir yere toplanmak, ağaçlar gibi üst üste yığılıp bir arada bulunmak
insan haysiyet ve şerefine terstir. Bunun yerine insanın, iradesinin hakkını
vererek bir arada yaşayabilme ve başkalarıyla beraberlik tesis edebilme
yollarını araştırması gerekir.


“Bazınızı Bazınızla İmtihan Edeceğiz”


Zaten Cenâb-ı Hak ilahî kelamında farklı âyet-i kerimelerde tekrar tekrar
insanların birbiriyle imtihan edileceğini ifade buyurarak Ümmet-i Muhammed’in
maruz kalabileceği bu azim fitne hususunda bizi ikaz etmektedir. (En’âm Suresi,
6/53) Evet, Allah (celle celâluhu) bizi pek çok şeyle imtihan etmektedir. Bazen
hastalıklarla, bazen musibetlerle, bazen ibadet ü taatle, bazen de günahlarla
yani günahlara karşı bize verdiği zaaflarla imtihan ediyor. İnsan bu
imtihanların hangisinde muvaffak olursa, o sahada imtihanı kazanmış demektir.


İşte bu imtihanlardan biri de bazımızın bazımızla imtihan edilmesidir. Allah
(celle celâluhu) insan nevinde değişik neviler yaratmıştır. İnsanlardan her bir
fert başlı başına bir nev gibidir. Herkesin mizaç ve huyu farklıdır. Kimse
kimseye benzemez. Allah insanları bu şekilde farklı farklı yaratmakla, esma-i
ilâhiye ve sıfat-ı sübhaniyesinin cilvelerini gösteriyor. Ve aynı zamanda
bununla bizi imtihan ediyor ve imtihanda başarılı olanlara mükâfat vaad ediyor.
Yani senin huyun onun huyuna uymadığı gibi, onun huyu da sana uymayacak. Sen
ayrı bir meşrebin çocuğu, o ayrı bir mizacın çocuğu, öbürü de yine ayrı bir
mezağın çocuğu olacak. Ancak aranızdaki bütün bu farklılıklara rağmen, birlik ve
beraberlik tesis edebilmenin, beraber yaşayabilmenin yollarını arayacaksınız.


Üstad Hazretleri ihlâsı anlattığı bir bahiste talebelerinden birisine,
“Falanın yazısı senin yazından daha güzel.” diyerek bir talebesinin faziletini
ortaya koyuyor. İşte bu da bir imtihandır. Söze muhatap olan şahıs bu durum
karşısında memnuniyetini izhar ediyor. Üstad Hazretleri bakıyor ki, o kişi bunu
kalbinden söylüyor. Hz. Pir ihlâs adına böyle bir tavrı çok önemli buluyor.
Belki herkes böyle bir durum karşısında kalbinde aynı memnuniyeti duymayabilir,
böyle bir gönül safveti herkesten beklenmeyebilir. Ancak tavır ve
davranışlarımızı kontrol etmek bizim elimizdedir.


Diğer yandan hiçbir zaman unutulmaması gerekir ki, bazı huyları kötü olan bir
insan, “mutlak kötü insan” demek değildir. Hususiyle namaz kılan, oruç tutan bir
insana kötü derseniz, siz kendi kötülüğünüzü, kendi çarpık bakış açınızı ortaya
koymuş olursunuz. Evet, siz Allah’a, Peygambere, haşr ü neşre iman eden bir
kimseye kötü derseniz, kendiniz kötü bir sürece girmişsiniz demektir. Bir
arkadaşınızın bir kötülüğüne maruz kalabilirsiniz. Aranızda hırgür çıkabilir.
Ancak burada yapılması gereken ona hemen kötü damgası yapıştırmak değil, bir
yolunu bulup aradaki kırgınlığı gidermektir. Çünkü fertler arasında oluşan
kırgınlıktan sonra ilk defa özür dileyip “kusura bakma kardeşim, hakkını helal
et” diyen kimse o işin kahramanı sayılır. Bir hadis-i şerifte Peygamber
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususa işaret eder ve birbirine küsen
iki kişiden hayırlı olanın, önce selâm veren olduğunu ifade buyurur. (Buhari,
Edeb 62) Bu hususta Kur’ân’ın fermanı ise şu şekildedir;”

وَلاَ تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلاَ السَّيِّئَةُ ادْفَعْ
بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ
وَلِيٌّ حَمِيمٌ

İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen
kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi
arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!”
(Fussilet
sûresi, 41/34)


Kudsî Beyanlara Rağmen


Bütün bu kudsî nasihat ve ikazlara rağmen, bu mevzuda gösterilen zaaf ve
boşlukların, zaman zaman beni ciddi mânâda sarstığını, derin bir üzüntü ve
ızdıraba gark ettiğini ifade etmeliyim. Zira bakıyorsunuz sohbet meclislerine
giden, imanı anlatan eserleri müzakere eden iki insan, kalkıp birbiriyle
didişiyor, birbiriyle uğraşıyor. Demek ki, onlar, küfür ve dalâlet zihniyetinin
inanan insanlar üzerine nasıl bir kin ve nefretle yürüdüğünü görmüyor/göremiyor;
düşmanlığa kilitlenmiş hasım bir anlayışın kurmuş olduğu planların, yapılan
bütün bu hayırlı işlere mâni olabileceğini idrak edemiyorlar. Allah aşkına, eğer
bunlar küçük meselelerse, o zaman büyük olan mesele nedir? Onur ve gururumuzun
bir yerde hesaba katılmamış olması mı? Yoksa biz, Allah ve Resûlü’nün inkar
edilmesini önemli görmüyor da, aleyhimizde söylenilen bir lafa takılıp kalıyor,
onu mu daha ehemmiyetli görüyoruz?!


O zaman gelin neye, ne ölçüde değer verdiğimize bir bakalım. Hangi küçük
hadiseleri hiç yoktan yere gözümüzde büyütüp bir heyûla hâline getirdiğimizi ve
bunun karşısında hangi büyük meseleleri gözümüzde küçük bir mevzu hâline
getiriverdiğimizi insafla müşâhede edelim. Allah bize akıl vermiş. Daha da
ötesinde iman ve iz’an nasip buyurmuş. Bu sebeple gelin arada bunca fasl-ı
müşterek varken nasıl oluyor da birbirimize düşüyoruz, oturup bunun bir
değerlendirmesini yapalım. Uhuvvet Risalesi’nde denildiği gibi, Hâlıkımız bir,
Mâlikimiz bir, Rabbimiz bir, Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kıblemiz bir bir..
bir bir, bine kadar bir bir.. sonra vatan bir, mefkûre bir, aynı yolun yolcusu
olma bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Şimdi bu “bir birler” hep bir ve beraber
olmayı gerektirdiği hâlde sinek kanadı kadar önemsiz meseleler için niçin ve
nasıl birbirimize düşüyoruz, durup düşünmemiz gerekmez mi? “Sinek kanadı kadar
ehemmiyetsiz meseleler” dedik. Evet, mesela birisi kalkmış bana “aşağılık
mahluk” demiş, küfretmiş, hakaretlerde bulunmuş. Bu durum bana aynıyla
mukabelede bulunma hakkını vermez. Çünkü zulme zulümle karşılık vermeyi Hazreti
Üstad, “mukabeleyi bilmisil kaide-i zalimanesi” olarak ifade ediyor.


Hem,”

لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللَّهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا
شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ

Dünyanın, Cenâb-ı
Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı kâfir ondan bir yudum su
içemezdi.”
(Müslim, Zühd, 13) buyurulmuyor mu? Demek ki dünyanın, o kadar
kıymeti yok ki kâfir su içebiliyor. Şimdi eğer bütün dünya böyle ise, dünyaya
ait bir kısım kırık dökük, paramparça işlerin ne ehemmiyeti olabilir ki, inanan
bir insan bunlardan dolayı kan kardeşinden daha ileri olan can kardeşine,
mefkûre ve yol arkadaşına karşı tavır alabiliyor. Allah aşkına siz söyleyin,
mantıkla telif edilir yanı var mı bu meselenin?


Ve yine hatırlayacaksınız Uhuvvet Risalesi’nde Üstad Hazretleri, Hâfız-ı
Şirazî’den “Dünya öyle bir metâ değil ki bir nizâa değsin.” ifadesini
naklediyor. Zannediyorum hiçbirimiz “Bu zat, bu sözüyle mübalağa yapıyor.” diye
içimizden geçirmemişizdir. Demek doğru konuşuyor, hakikati ifade ediyor. Pekâlâ
biz, o gerçeği, o doğruyu hayatımıza ne kadar yansıtıyoruz?


İşte bütün bunları düşününce “O hâlde ne güne okuyoruz bu kitapları.. ne diye
Kur’ân ve Sünnetle meşgul oluyor, ne diye Nurlarla iştigal ediyoruz.. neden
sorular soruyor, bizi Müslümanlığın en uç noktalarına götürebilecek teferruata
dair bir kısım konuların tahlil ve analizini istiyoruz ki?” diye sormadan
edemiyorum kendi kendime. Evet, işimize yaramayacak, bize bir şey ifade
etmeyecekse, kemalat-ı insaniye adına elimizden tutup bizi Ruh-u
Seyyidi’l-Enâm’a ulaştırmayacaksa niçin zamanımızı israf ediyor, neden gevezelik
yapıyoruz ki!..


Bîzarım Birbirini Affetmeyen Kardeşlerden


Demek bir yerde bizim de ciddi bir rehabilitasyona, kendi insanlığımızı
düşünüp onu yeniden gözden geçirmemize ihtiyacımız var.


Kanaatimce hepimiz için geçerli bir husus bu. Zira çok küçük şeyleri
büyütüyor, basit, dil ucuyla dahi olsa hemen gıybetlere giriveriyoruz. Böylece
zihinler gıybet mülâhazasıyla kirletiliyor; gönüllerin aydınlık çehresine gıybet
ziftleri akıtılıyor.


Bakın, bu mevzuda, hesabını veremem korkusuyla dikkat etmeye çalıştığım bir
hususu size nakledeyim. Diyelim ki burada bir arkadaşımız oturuyorken kalkıp
dışarıya çıktı. Ben de onun gıyabında “Galiba ara sıra uykusu geliyor. Ben
görmeyeyim diye kalkıp aşağıya indi.” şeklinde bir mülâhazaya girmiş veya bu
mazmunu işmam eden bir laf ağzımdan kaçırıvermişsem, o arkadaş bu sözümü
duyduğunda rencide olabileceğinden, karşılaşır karşılaşmaz ona ilk sözüm,
“Hakkınızı helal edin.” olmuştur. Çünkü gıybet büyük bir günahtır. Bir hadis-i
şerifte geçtiği üzere, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem);
“Gıybet zinadan daha şiddetlidir.” buyuruyor. “Bu, nasıl olur diye
sorulduğunda ise şu cevabı veriyor: “Kişi zina edip tevbe eder de (bir daha
yapmazsa), Allah Teâlâ onun tevbesini kabul buyurur. Fakat, gıybet eden, gıybet
edilen tarafından affedilmedikçe, o günahı bağışlanmaz.”
(Beyhakî,
Şuabu’l-iman, 14/255) Demek ki gıybetin öyle nevi vardır ki, zinadan daha
şiddetlidir. Mesela ilim sahibi, insanların hüsnü zan besleyip arkasından
gittiği büyük bir zat hakkında bu şekilde konuşmak büyük bir günahtır. Çünkü
böyle bir zatın gıybeti, arkasında olan bütün insanların hakkına girme gibi
altından kalkılamayacak azim bir günahı netice verebilir. Evet, mesele işte bu
ölçüde naziktir. Ancak eğer temelde biz, Allah Teala’nın büyük gördüklerini
büyük görüp büyük kabul etmiyorsak neticede nice küçük mevzular gelip bu büyük
meselelerin yerini alacaktır/almaktadır.


Demek iman noktasında ciddi bir kıvam problemimiz var bizim. Sosyal alanda
olduğu gibi ferdî planda da iman esaslarına dair boşluklarımız söz konusu. Evet,
demek ki Allah’ın hâzır ve nâzır olduğuna, O’nun hatırının her hatıra tercih
edilmesi gerektiğine ve her şeyin hesabının öbür âlemde görüleceğine kâmil
mânâda inanamıyoruz.


Hâsılı, dertliyim, üzgünüm, bîzarım bu mevzuda bize yakışmayan tavır ve
davranışlardan, ortaya konan zaaf ve boşluklardan. Evet, bîzarım birbirini
affetmeyen kardeşlerden.. bîzarım kusur gören, kusur araştıran arkadaşlardan..
bîzarım “Kiramen Katibîn” gibi günahları yazanlardan.. bîzarım kardeşinin hata
ve kusurlarını kaydedip durduğu hâlde sevaplarını görmezlikten gelenlerden…


Şunu da ifade edeyim ki, bütün bunları, kendi heva u hevesime göre değil,
sizin de saygı duyduğunuz kaynaklara bağlı olarak dile getirmeye çalıştım. Bu
sebeple diyebilirim ki, eğer bu söylenenlere gerçekten inanıyorsak, o zaman
gelin, kardeşliği zedeleyecek her türlü duygu ve düşüncenin rüyalarımıza dahi
girmesine fırsat vermeyelim. İnanıyorsak, kötülük yapanın bile elini öpmesini
bilelim; bize sırtını döneni dahi kucaklama yolları araştıralım. Evet, eğer
inanıyorsak, Mevlana gibi hareket edip dövene elsiz, sövene dilsiz davranma
düsturunu hayatımıza hayat kılalım.