Mekânın Velûdiyeti

Mekânın Velûdiyeti
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Aslîyet planında Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî’nin apayrı bir velûdiyet ve berekete sahip oldukları ifade ediliyor. Günümüzde de zılliyet planında bazı mekânların emsallerine göre ayrı bir bereket ve doğurganlığa sahip oldukları söylenebilir mi? Bu açıdan mekânın velûd olmasını nasıl anlamalı ve bu hususiyeti mekânın hangi unsurlarında aramalıyız?


Cevap: Öncelikle bilinmesi gerekir ki, vahy-i ilahî tarafından yeryüzünde kudsî kılınmayan hiçbir yere kudsiyet atfedilemez. Bu sebeple her meselede olduğu gibi mekânların kıymeti hakkında da ölçümüz Kur’ân ve Sünnet kriterleri olmalıdır. Mesela; “

لَا تُشَدُّ الرِّحَالُ إِلَّا إِلَى ثَلَاثَةِ مَسَاجِدَ مَسْجِدِي هَذَا وَمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَسْجِدِ الْأَقْصَى

Üç mescidin dışındaki mescidlere husûsî olarak yolculuk yapılmaz. Bunlar da benim bu mescidim, Mescid-i Haram, ve Mescid-i Aksa’dır.” (Buhari, Fezâilü’s-salat 6; Müslim, Hac 288) hadis-i şerifi bu hususta bakış açımızı belirleme adına önemli bir ölçüdür. Demek ki dünyada hiçbir mekân Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tayin ve takdiriyle belirlenen bu üç mekân kıymetinde olamaz. Ayrıca bu mevzuda şerefsüdur olan daha başka hadis-i şerifleri düşündüğümüzde Mescid-i Haram’ın derece derece üstüne ayrı bir faikiyete sahip olduğu anlaşılmaktadır. Mesela bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususa şöyle işaret buyurur: “


صَلَاةٌ فِي مَسْجِدِي هَذَا أَفْضَلُ مِنْ أَلْفِ صَلَاةٍ فِيمَا سِوَاهُ إِلَّا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ وَصَلَاةٌ فِي الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَفْضَلُ مِنْ مِائَةِ أَلْفِ صَلَاةٍ فِيمَا سِوَاهُ

Mescidimde kılınan bir vakit namaz diğer mescitlerde kılınan bin vakit namazdan daha efdaldir. Ancak Mescid-i Haram müstesnadır. Mescid-i Haram’da kılınan bir vakit namaz diğer mescitlerde kılınan yüz bin vakit namazdan daha hayırlıdır.” (Müsned, c.3, s. 343)


Gökler Ötesi Âlemlerin Usâresi


Esasında sorunun içinde ifade ettiğiniz zılliyet mevzuu bir mânâda bu üç mübarek mekân için de geçerlidir. Şöyle ki; mesela Kâbe yeryüzünde Sidretü’l-Müntehâ’nın bir izdüşümüdür. İşte bu izdüşüm mânâsında o kutsal mekân zılliyet konumundadır. Ancak gökler ötesine nispetle ortaya çıkan bu izafî zılliyet yeryüzüne inince zirveyi tutup asliyet konumunu ihraz etmektedir. Bu sebeple ‘Beytullah’ın aslî gibi bir konumu vardır’, diyebiliriz. Çünkü arzın merkezinden tâ “Sidretü’l-Müntehâ”ya uzanan Beytullah, gökler ötesi âlemlerin usâresinden meydana gelmiş bir kristal gibidir. Evet o, yerin göbeği, varlığın da kalbidir. Hatta bazı ehl-i keşfe göre Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Kâbe hakikati, âdeta tev’em (ikiz) olarak imkânın döl yatağında beraber yaratılmışlardır. Bir vahidin iki yüzü gibidirler. Kâbe yerde ve gökte bütün enâmın kıblesi; Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de o kıblede imamdır. Bediüzzaman Hazretleri de bu durumu izah ederken Efendiler Efendisi’nin (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) “İmamü’s-Sakaleyn” yani insanların ve cinlerin, yerdekilerin ve göktekilerin imamı olduğunu ifade eder. İşte hakikat-ı Ahmediye ile hakikat-ı Kâbe arasında böyle bir göbek bağı, bir irtibat vardır.


Tabiî bütün bunları vicdanda duyup idrak etme, meseleye metafizik ve metapsişik mülâhazalarla, hatta bunun da ötesinde, ruh dahi beride kalacak şekilde ruh ötesi bir nazarla bakmakla mümkün olacaktır. Yoksa her meseleyi mücerret akılla sadece kitaplarda, kitapların fihristlerinde, kaynaklarda araştıran insanlar bunları anlayamayacaktır. Evet bütün bunları idrake mazhariyet, meseleye biraz kalb ve ruh ufkundan bakmaya, o yörüngede hareket etmeye vâbestedir.


Mescid-i Nebevî ise, Mescid-i Haram’dan sonra yeryüzündeki en büyük, en kutlu mesciddir. Kâbe mihrâblar mihrâbı, bu muhteşem mihrâbın minberi ise Cennet bahçelerinden daha temiz olan Râvza-i Tâhire’dir. Bu arada şunu da ifade edeyim ki, bir kısım ehlullahın Mescid-i Nebevî içindeki “Merkad-ı Nebevî” adıyla andığımız mübarek mekâna bakışı daha farklıdır. Onlar, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun; “

اَللَّهُمَّ الرَّفِيقَ الْأَعْلَى

” (Buhari, Meğazi, 83) deyip kendi ruh ufkuna yürürken, yürüyüp yükselişini bu ufukta sürdürürken yükseliş helezonunun menfezi diyebileceğimiz o mübarek mekânın, yeryüzündeki her yerden daha faziletli olduğu kanaatindedirler.


Mescid-i Aksa’ya gelince; bir kısım rivayetlere bakılacak olursa Hazreti İbrahim Mescid-i Haram’ı temelleri üzerine yeniden bina ettiği gibi Hazreti İsmail de, ondan kırk sene sonra Mescid-i Aksa’yı inşa etmiştir. Tabiî bütün bunlar planı-projesi gökler ötesinde yapılan, emr-i ilâhî ile gerçekleştirilen icraatlardır. Bu sebeple isterseniz bu mukaddes mekânları insan ruhunun terakkisi ve onun gök yolculuğu için birer rampa mescidi olarak görebilirsiniz. Zaten âyet ve hadisler ışığında Miraç’taki güzergahı takip ettiğimizde Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) âdeta bir rampadan bir rampaya yürüdüğünü, öbür rampadan da göklere urûc buyrulduğunu görürüz. Evet, ilâhî Kelam; “


سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ


Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” (İsra sûresi, 17/1) âyetiyle bize bu hakikati bildirmektedir. Şimdi eğer ilâhî beyanda Allah (celle celâluhu) o mekânlara bu şerefi vermişse bence onun yerini başka bir şeyle doldurmak mümkün değildir. Bu açıdan da kudsiyet ve şerefin doğrudan doğruya semalar ötesinden gelmesi itibariyle o mukaddes mekânlar izafî de olsalar, onlara asliyet nazarıyla bakılabilir.


Mukaddes mâbed ve bina dışında bir de, din-i mübîn-i İslâm’ın ruhunun inkişaf ettiği beldeler vardır. Bu noktada da Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî’yi bağrında taşıyan Mekke ve Medine şehirleri asliyet payitahtlığını korur ve o muallâ konumlarını hep muhafaza ederler. Çünkü bir yönüyle her şey, o kutsal mekânlarda başlamış, orada oluşmuş, oradan intişar etmiştir.


Daha sonraki dönemlerde ise o mukaddes beldelerin taşıdığı misyonu zılliyet planında farklı beldeler eda etmiştir. Bu noktada Kufe, Şam, Bağdat, Kahire, Merv, Konya, İstanbul ilk başta akla gelebilecek şehirlerdir. Gerçi bu mevzuda kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da, tarihî hâdiseleri süzüp değerlendirmeye tâbi tutunca belli tahminlerde bulunabilir ve mezkur beldelere zılliyet planında Cenâb-ı Hak’ın özel teveccühüne mazhar idarî merkezler nazarıyla bakabiliriz. Evet, Allah (celle celâluhu) değişik yerleri tebcil ve takdir etmek için hususi teveccühte bulunmuş ve onları böyle bir misyonla şerefyâb kılmıştır, diyebiliriz.


Cüz’î İrade ve Bereket


Aynen öyle de, çağımızdaki gönüllüler hareketi için de çekirdek mahiyetinde ilk tekevvünün söz konusu olduğu, ilk açılım ve inkişafın yaşandığı, beş-on insanın ilk defa işe sahip çıktığı; çok önemli hayırlara vesile olmuş, Allah’ın izniyle bugün de hâlâ aynı fonksiyonu eda ettiğine inandığımız ve asla göre zıllin zıllinin zılli (gölgenin gölgesinin gölgesi) diyebileceğimiz mekânlar söz konusudur. Berekete mazhar oldukları anlaşılan bu yerler bugün milletimiz ve insanlık yolunda, çok önemli konumlarda çok önemli hizmetler eda eden insanlara zemin oluşturmuş ve onlara dâyelik yapmıştır. İzmir/Bozyaka ve İstanbul/Altunizade gibi mekânlar bu çerçeve içinde ele alınabilecek yerlerdir. Çünkü bu mekânlar, Allah’ın izniyle, günümüzde dünyanın dört bir tarafında gönüllere taht kuran, takdir edilip alkışlanan eğitim yuvalarına, diyalog hizmetlerine, barış çabalarına ilham kaynağı olup onlara zemin teşkil etmiş, çok önemli açılımlara vesile olmuştur


Şimdi bu noktada durup sorunuzun ikinci kısmına cevap teşkil edebilecek bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum.


Zahiri planda cüz’î iradeyi hiç akla getirmeksizin bütün bunları sırf Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir teveccühü şeklinde değerlendirip şöyle diyebilirsiniz; “Sanki Cenâb-ı Hak bazı yerlere ekstra lütuflarda bulunup oraları mübarek kılmış, ayrı bir velûdiyet ve verimliliğe mazhar etmiştir.” Fakat şahsen ben, temelde meseleyi Maturudî akidesi çerçevesinde ele alıp değerlendirmeyi daha salim ve daha emniyetli bir yol olarak görüyorum. Bu sebeple her hayırlı işin mebdeinde şart-ı adi dahi olsa hayra vesile teşkil edecek bir cüz’î iradenin mevcudiyetini arama lüzumu duyuyor, ileride yapılacak hayırlı işler için başlangıçta verilen bir avans şeklinde dahi düşünsek meseleyi iradeye bağlamanın Muhasibî’nin ifadeleri içinde “Kur’ân akliliği”ne daha muvafık düştüğü kanaatini taşıyorum.


Bozyaka


Mesela bu açıdan Bozyaka’yı ele alıp üzerinde düşünebilirsiniz. Onun arsası merhum Nefi Bey’e aitti. O zat adından da nafi (faydalı) çok güzel, çok kıymetli bir insandı. Enteresandır, Nefi Bey çoluk çocuğunu ahlâkî dejenerasyondan, çağın mesavi ve kötülüklerinden muhafaza düşüncesiyle o dönem için İzmir dışı sayılabilecek Bozyaka’da bir arsa alıp orada iki katlı yazlık bir ev yaptırmış. Ben o evi görmüştüm, ahşap, temiz bir evdi. Bozyaka yurdu işte o evin arsası üzerine yapıldı. Şimdi geriye doğru gittiğinizde, tâ işin mebdeinde temiz, nezih bir insanın salâbet-i diniye ve gayret-i diniye ile bir hazire oluşturmasına şahit olur ve o işin temelinde böyle bir safvet ve samimiyetin yer aldığını müşâhede edersiniz.


Nefi Bey’le bir ara altlı-üstlü oturduk. 65-70 yaşlarındaydı. İşte o dönemlerde bazen sabahları gelir okunan derse iştirak ederdi. Diyebilirim ki, onun dersteki heyecan ve helecanını bu işe yirmi sene, otuz senesini vermiş insanların birçoğunda dahi görmedim. Hiç unutmam, sofranın başında risale okunurken bayılasıya ağlar, öyle bir iştiyak ve kalb rikkati içinde okunanları dinlerdi.


Aynı zamanda Nefi Bey kalemi olan, ne dediğini, ne diyeceğini, nerede, nasıl davranılması gerektiğini bilen bir insandı. Dine hizmet yolunda karınca kararınca çalışıp çabalayan hemen herkese arka çıkıyordu. Daha sonraki dönemlerde ise ciddi bir inanmışlık içinde bütün himmetini tek bir noktaya teksif edip, kayd-ı hayat şartıyla İzmir’in göbeğinde, Karşıyaka’da ve belki daha başka yerlerde bulunan bütün mamelekini eğitim hizmetlerine adadı.


İşte Bozyaka Yurdunun temelinde, bir yönüyle gecesinde yalancı bir şafağın bile çakmadığı bir dönemde o güzel insanın bu meseleye inanarak “Ben bu arsayı verdim.” deyip civanmertlik ortaya koyması vardır. Sonra da, üç-beş insanın hiç imkânları olmadığı halde, ellerindekini-avuçlarındakini ortaya koyup o binayı yapma gayretleri söz konusudur. O yıllarda bir araya gelip bu tarz bir yola başvurma bilinen bir husus değildi. Belki hayata yeni yeni taşınan bir dinamikti. Fakat ben o gün hayretler içinde kalmıştım. Çünkü o zamanın parasıyla yurdun inşası için tam üç yüz bin lira para taahhütte bulunulmuştu. Ayrıca birisi kalkıp “Binanın kalorifer tesisatını ben üzerime alıyorum”, demiş, bir başkası da daha farklı bir ihtiyacı karşılayacağını ifade etmişti. Derken 12 Mart muhtırası verildi. Hukukun askıya alındığı o süre zarfında içeriye alınanlar olmuştu. Fakat Allah’ın inayetiyle dalgalar duruldu, hâdiseler gelip geçti ve Rabbim yeniden milletimiz için hizmet etme imkânı verdi. İşte yeniden bir şeyler yapma imkânı doğunca bugün bazıları itibariyle Hakk’a yürüyen o günün fedâkar kahramanları; Yusuf Pekmezci’ler, Zeki Bey’ler, Mustafa Ok’lar, Naci Bey’ler, –belki kıtmir de vardı aralarında– hemen herkes eline kazma, küreği alıp temel kazdı, bir amele gibi o binanın inşasında çalıştı.


Şimdi meseleyi geçmişiyle değerlendirip bugüne getirdiğiniz zaman görülüyor ki o mekâna bahşedilen fâikiyet ve ulviyet; altı boş, birdenbire, tepeden inme bir hususiyet değil; öncesinde mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın inayetine sunulmuş bir niyet, azim ve gayret var.


Altunizade


İstanbul/Altunizade’nin tarihçesine baktığınız zaman da benzer hususları müşâhede edebilirsiniz. Malum o binanın yanında bir cami vardır. İşte kaç asır önce samimi ve yürekli bir gönül o caminin arsasını vakfedip oraya cami yaptırmış ve o caminin çevresinde de Hakk’a hizmet duygu ve düşüncesinin soluklandığı müesseselerin olmasını istemiş. Aradan asırlar geçmiş ve fedakârlık duygularıyla dopdolu merhum Hacı Kemal’in gayretleriyle o arsa alınmış. Altunizade’nin inşasında da esnafıyla-öğretmeniyle insanlar ellerinde kazma-kürek bir amele gibi çalışmış, gayrette bulunmuşlar. Merhum Hacı Kemal’in kendisi de bir amele gibi çalışıp çabalamıştı. Ve o insanların hiçbiri maddî herhangi bir beklenti ve karşılık mülâhazasıyla bu işlere teşebbüs etmedikleri gibi yapılan bu hizmetlerin gün gelip bu noktaya varacağını da hiç düşünmemişlerdi. Kanaatimce bu nokta çok önemlidir. Çünkü maddî beklenti olmasa da, gelecek adına vaat ettiği neticelere bağlı olarak meseleyi götürmek ihlâsı zedeleyen bir husustur. Elbette ki, himmetler âli tutulup o gaye-i hayal istikametinde koşturup durmalı, fakat “şöyle olacak-böyle olacak, şöyle semere alınacak-böyle semere alınacak” diye bir mülâhaza aklınızdan dahi geçse hiç bilmeden, farkına varmadan o işi sulandırmış, safvetini bozmuşsunuz demektir.


İşte o mekânların doğurganlık ve verimliliği, meselenin bugününü bilmeden yarınına kapalı, öbür gününe ise bütün bütün kapalı bulunan, sadece Allah yolu deyip mânevî insiyaklar içinde sevk edilen o insanların hareketlerine Cenâb-ı Hakk’ın özel bir teveccühüdür ve dolayısıyla o yerler hep velûd ve bereketli olmuştur. Ülke dışına ilk açılımlar araba ve daha değişik vasıtalarla işte o mekânlarda başlamıştır. O ilk açılımın, ilk teşebbüsün apayrı bir kıymeti vardır. Çünkü merkezdeki küçük bir açı muhit hattında geniş bir sahaya tekabül eder. Diyelim ki siz dar alanlı bir açılma işine teşebbüs eder, mesela bir gün kalkıp Şam’a gidersiniz. Daha sonra kendi kendinize; “Yahu! Nasıl olsa Şam’a geldik. Burası bir yönüyle izafî Kuzey Afrika oluyor. Afrika’nın göbeğine gitsek ne olur ki!” dersiniz. Yani o ilk teşebbüsün bir fikir verme, bir çekirdek teşkil etme bakımından apayrı bir değeri söz konusudur. İşte günümüzde insanımızın yeryüzü çapında gerçekleştirdiği bu güzel gayretlerin nüve ve çekirdekleri bir yönüyle ilk defa o mekânlarda toprağın bağrına atılmış, çile ve ızdırabı çekilmiştir.


Hâsılı, zılliyet planında velûdiyet ve berekete mazhar oldukları anlaşılan o mekânların bu hususiyetini liyakattan tecrit ederek tepeden inme bahşedilmiş bir faikiyet şeklinde ele almaktan ziyade, bu durumu bizim irade, cehd ve gayretimize Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve ihsanı şeklinde değerlendirip bu mevzuda iradenin hakkı verilmeli; verilmeli ve lütf-u ilâhînin kendine has enginlik ve derinlikleriyle nüzulünün şart-ı âdi planında dahi olsa o iradeye göre geldiği asla nazardan dûr edilmemelidir.