Musibetler Karşısında Nefis Muhasebesi

Musibetler Karşısında Nefis Muhasebesi
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda, “Benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma alet yapmakmış.” diyerek âdeta kendini levmediyor. Üstad’ın bu söz ve yaklaşımını nasıl anlamalıyız?


Öncelikle temel bir kaideye dikkatlerinizi çekerek sözüme başlamak istiyorum. Büyük zatların söz, fiil ve davranışlarını, onların kendi ruh ufku ve seviyeleri açısından ele alıp değerlendirmemiz gerekir. Aksi takdirde o büyük zatlar hakkında yanlış kanaat ve sonuçlara varabiliriz. İşte soruda tevcih edilen hususa bu zaviyeden baktığımızda Bediüzzaman Hazretleri’nin bu ve buna benzer söz ve yaklaşımlarının, her şeyden önce, kendi muhasebe ufku ve iç hesaplaşmasının bir sonucu olduğunu görürüz.


Muhasebe Dinamiği


Hiç şüphesiz bir mü’minin muhasebe duygu ve düşüncesine sahip olması, kendisiyle yüzleşip hesaplaşması Kur’ân ve Sünnet açısından çok önemli bir düşünce tarzı ve bir telakkidir. Bediüzzaman Hazretleri de dinde çok önemli yer ve konumu olan bu dinamikleri kullanarak maruz kaldığı çeşit çeşit bela ve musibetler karşısında dimdik ayakta durmuş ve ömrünün sonuna kadar imana ve Kur’ân’a hizmet mücadelesini devam ettirmiştir. Sizin de bildiğiniz gibi o, kendi ülkesinde sürgünlere maruz bırakılmış.. hapishanelerde tecritte tutulmuş.. mahkeme mahkeme dolaştırılmış.. vatandaşlık haklarından mahrum edilmiş.. din, düşünce ve vicdan hürriyeti engellenmiş.. esaret zindanlarında zehirlenmiş.. en yakınlarıyla bile konuşmasına müsaade edilmemiş..  divan-ı harplerde bir cani gibi muamele görmüş.. hâsılı, “Eğer dinim beni intihardan menetmeseydi, bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyecek kadar türlü türlü eza ve cefalara maruz kalmış birisidir. Evet, yaşadığı hayat şahittir ki, o, dünya zevki namına bir şey tatmamış, duymamış, yaşamamış, tam aksine bin bir çile ve ızdırap içinde bir ömür geçirmiştir. Hiç şüphesiz bütün bu muameleler ona kasıtlı olarak, haksız yere ve zalimane yapılmıştır. İşte bunca gâile ve musibet karşısında bile o, “Neden bütün bunlar benim başıma geldi?”, “Bu zalimler neden bana zulmedip duruyorlar?”, “Niçin bu musibetler bir türlü yakamı bırakmıyor?” demek yerine, derin bir muhasebe ve iç hesaplaşması içine girerek “Demek benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma alet yapmakmış.” diyerek kendine yöneliyor ve tam bir tevekkül, teslim ve tefviz içinde bir tavır ve duruş sergiliyor. Bu duruşta başkalarını suçlama, onlarla kavga etme ve –hafizanallah– kaderi tenkit etme gibi musibetleri ikileştiren kayıplar yoktur. Aksine gelecek adına sağlam ve güvenilir adımlar atabilmenin teminatı vardır.


Kader Mutlaka Adalet Eder


Bediüzzaman Hazretleri’nin bu yaklaşımını kavrayan insanlar, zannediyorum hayatlarını istikamet çizgisinde sürdürebilme ve rantabl olarak değerlendirebilme adına bulacakları en önemli disiplinlerden birini bulmuş sayılırlar. Yine böyleleri karşılaştıkları sıkıntı ve musibetler karşısında suçlayıp sorgulayacakları hedefi tutturmuş ve böylece değişik düşünce kaymalarına düşerek kazanma kuşağında kayıplar yaşamaktan kurtulmuş olurlar. Az önce de zikredildiği gibi, bunlar ne çevresindekilere atf-ı cürümlerde bulunur ne kadere taş atar ve ne de “Ne günahım var ki, bütün bunlar benim yahut yakınlarımın başına geldi?” diyerek yakışıksız sayılabilecek sözlerle düşünce inhirafları yaşarlar. Aksine dış yüzü itibarıyla kayıp gibi görünen hâdiselerde kazanç üstüne kazanç elde ederler.


Öte yandan, tenkidini tevcih edeceği mecrayı bulamayan tali’sizler ise başlarına gelen musibetlerden dolayı ya başkalarını suçlar ya da sünnetullah dediğimiz ve herkes için geçerli olan ilâhî kanunlara karşı açık yahut gizli itirazda bulunarak kaderi tenkit etme gibi tehlikeli bir vadiye sürüklenmiş olurlar. Evet, insan böyle bir mülâhazayı, bir kelam-ı nefsî, bir iç konuşmayla dahi kalbinden geçirmiş olsa yine tehlikeli bir vadiye doğru adım atmış sayılır. Çünkü asla unutulmaması gerekir ki, insanlar zulmetseler de kader mutlaka adalet eder. O sebeple kaderi tenkit etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Üstad Hazretleri de , “İnsanların ayn-ı zulümleri içerisinde kader-i ilâhi tecellî eder.” diyerek bu konuya işaret etmiştir.


Meselenin ayrı bir veçhesi de şudur: İnsanın, başına gelen gâileleri kendinden, kendi nefsinden bilmesi onun imanının kemalinden kaynaklanır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisa Sûresi, 4/79), “Başınıza ne musibet geldi ise, o, ellerinizin kazancı iledir; kaldı ki Allah çoğunu da affediyor.” (Şûra Sûresi, 42/30) gibi ayetlerle bu hususa işaret etmiştir. Bu ve benzeri ayet-i kerimelere bakıldığında ve kâinatta cereyan edip duran hâdiseler süzülüp satır satır incelendiğinde görülecektir ki, o hâdiselerin hiçbirini rastlantıya vermenin, onların başıboş olduğunu düşünmenin imkânı yoktur. Yoktur çünkü bütün o hâdiselerin arkasında onlara hükmeden bir Hâkim ve onları en ince hikmetlerle varlık sahasına çıkaran bir Hakîm vardır. İşte Bediüzzaman Hazretleri bir insan-ı kâmil tavrıyla, maruz kaldığı bütün eza ve cefaların, katlanmak zorunda bırakıldığı bütün elemlerin sebeplerini dışarıda değil kendi içinde, başka bir ifadeyle Allah (celle celâluhu) ile olan münasebetlerinde aramıştır.


İman Hizmeti ve Çocukça Beklentiler


Üstad Hazretleri’nin bu yaklaşımından ayrıca şu sonucu da çıkarabiliriz: İnsan; imana, Kur’ân’a hizmet ederken zihnini dünyevî-uhrevî her türlü mülâhazadan tecrit etmeli ve sadece Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğuna kilitlenmelidir. Yalnız Allah’ı dilemeli ve Resûlü’nün yakınlığını ümit etmelidir. Evet, i’lâ-yı kelimetullah yolunda hizmet etmek bir vazife ve bir kulluk borcudur. Dolayısıyla o hizmet, Cennet’e girme ve Cehennem’den kurtulmaya bile alet edilmemelidir. Ve yine o hizmet, fizikötesi âlemleri müşâhede, derin haz ve zevklere ulaşma gibi mânevî ve ruhanî zevk ve lezzetler için bile olsa vasıta yapılmamalıdır. Belki yapılan amellerle uhrevî saadet ve mânevî makamları kazanmaya çalışmak bazı kimseler için bir eksiklik olmayabilir. Ancak ekmeliyet ve etemmiyet peşinde olan hizmet erleri bu tür mülâhazaları bir noksanlık ve kusur saymalıdırlar. Dünyevî bir kısım arzular peşinde koşmak, beklentilere girmek ise zaten ihlâsa bütün bütün münafidir, dolayısıyla dinin bu mevzudaki hükmü de bellidir. Evet, Allah Mabûd-u Mutlak olduğu için O’na kulluğun karşısında hiçbir şey bedel olamaz. O Maksud’dur.. Matlûb’dur.. Mahbûb’dur.. Mabûd’dur. O’nun arkasına düşülür.. O’na aşkla, iştiyakla yönelinir.. O talep edilir.. O sevilir.. O’na ibadet edilir. Fakat kat’iyen, “Bunları şunun için yaptım.” denemez. Çünkü kulluk Allah’ın hakkı, bizim de vazifemizdir. İşte Üstad Hazretleri, hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’yi maddî ve mânevî terakkilere alet etmeyi mahzurlu sayıyor, hatta onun da ötesinde bunun bir suç olduğunu söylüyor.


Burada ayrıca ifade edelim ki, Cenâb-ı Allah’tan Cennet’i isteme ve yine Cehennem’den O’na iltica etme bu söylediklerimize zıt değildir. Biz her gün defalarca bunlar için el açıp dua ederiz. Çünkü ne Cehennem azabına tahammül edebilir ne de Cennet’e girmeme gibi bir mahrumiyete dayanabiliriz. Ondan mahrumiyete nasıl katlanabiliriz ki? Ötede Cemalullah’ı müşâhede ve Resûlullah ile maiyyet ancak Cennet’te mümkün olacaktır. Allah’ın en büyük lütfu ve ihsanı olan Rıdvan da yine Cennet’te elde edilebilecektir.


Evet, Cennet’e girmeyi, Cehennem’den kurtulmayı yapılan amellere bağlamak farklı bir şey, onları Allah’ın sonsuz lütfundan, engin rahmetinden beklemek tamamen farklı bir şeydir. Haddizatında yapılan amellerle Cennet’i elde etmek mümkün olmadığı gibi, Cehennem’den kurtulmak da mümkün olmayacaktır. Onlar ancak Rahmeti Sonsuz’un merhamet ve şefkatiyle nâil olunabilecek nimetlerdir.


İşte iman ve Kur’ân hizmetini bir kısım füyûzat hislerine bağlamak da, o gayretlerin mükâfatını dünyada talep etme mânâsına gelir. Hâlbuki böyle bir talep, insanın dar ufku ve dünyanın darlığı içinde peşine düşülmüş çocukça bir talep olur. Hani, bayram günü babası çocuğuna, “Dile benden ne dilersen!” der. Çocuk da birkaç tane bilye yahut arkadaşlarına caka yapmak için bir çift popul ister. Elbette ki bu,  o çocuğun kendi dünyası, çocukça bakış açısına göre bir taleptir. 


Aynen öyle de insan ötede Cennetleri, onun da ötesinde Cemalullah’ı peyleyebileceği sermayeyle burada dünyevî, basit birtakım isteklerin peşinde olur veyahut bir kısım ruhanî zevk ve hazların peşine düşerse kendi darlığına göre taleplerde bulunmuş; istek ve taleplerini çocukça bir bakış açısına teslim etmiş demektir. Hiç şüphesiz bu durum da o bâkî mükâfatı burada fenaya mahkûm etmek mânâsına gelir.


Hâlbuki Allah için yapıldığından dolayı hizmet zaten çok kıymetlidir. Onun bir anı dünyaları peylemeye yeter. Hubb-u cah, tûl-i emel gibi virüslere mağlup olup ya da mânevî zevklerin peşinden koşup o hizmetleri Allah’ın rızasından başka şeylere alet etmek elbette onların değerini düşürür. Kulluk Şâh-ı Geylânî, Hasan Şâzilî olmaya bile bağlansa bu böyledir. Ama herhangi bir beklentiye girilmediği hâlde Cenâb-ı Hakk’ın bunları lütfetmesi Allah’ın fazlındandır ve üzerinde durduğumuz konuyla karıştırılmamalıdır.


Bediüzzaman’ın Aşkınlığı


Başta da dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, Üstad Hazretleri’nin, “Benim suçum!” demesi onun kendi yüksek ruh ufku ve hassas kriterleri açısından meseleye bakışının bir sonucudur. Çünkü hayatı tetkik edildiğinde görülecektir ki o, nezih bir vasatta dünyaya gelmiş, hep nezih olarak yaşamış ve yaşadığı gibi ötelere yürümüştür. Başkalarının ancak kırk-elli yaşlarında ulaşabileceği idrak seviyesine o, daha çocuk denecek yaşlardayken ulaşmış, ilk gençlik yıllarından itibaren hep iffetiyle matmah-ı nazar olmuş ve çok erken dönemde ilim, irfan, iz’an, idrak ve basiretiyle çevresindeki insanların dikkatini üzerine çekmiştir. Hayat seyri, iman ve Kur’ân mücadelesine bakıldığında onun daha dünyaya gelirken mükemmel denilebilecek bir donanımla geldiği; gelip bütün ömrünü bir peygamber vârisi çizgisinde sürdürdüğü görülecektir. İşte o, baş döndüren fedakârlıkları, hayranlık uyandıran hizmet ve gayretleri karşılığında dahi dünyevî-uhrevî hiçbir beklentiye girmemiş, yapıp ettiklerini herhangi bir istek ve talebe bağlamamış, hep müstağni davranıp iffetli yaşamıştır. Öyle ki başkaları için mahzursuz sayılabilecek pek çok şeyi kendisi için mahzurlu görmüş ve ihlâs çizgisini muhafaza adına çok çetin, zorlu ve hassaslardan hassas bir hayata talip olmuştur.


Şimdi hayatını bu çizgide sürdüren bir insan eğer “Benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma alet yapmakmış.” diyorsa o zaman bu ifadeyi düz ve sathî bir bakış açısıyla değil de daha farklı bir ufuktan değerlendirip yorumlamak, arkasında daha farklı mânâlar araştırmak gerektiği kanaatindeyim. İşte meseleye böyle bir im’ân-ı nazarla bakıldığında şu tespitlerde bulunulabilir:


 Görünme, ücreti peşin olarak alma, bir kısım füyûzat hislerinden istifade etme gibi maddî veya mânevî arzu ve beklentiler her insanın mahiyetinde potansiyel olarak mevcuttur. Üstad Hazretleri de her beşer için söz konusu olan bu duyguların kendi  tabiatında da bilkuvve varlığını müşâhede etmiş; etmiş ve daha ilk merhalede, tahayyül ve tasavvur noktasında onlara karşı ciddi bir mücadeleye girişmiş, tabir caizse onların ipini çekmiş, neşv ü nema bulup gelişmelerine fırsat vermemiştir. İşte kanaatimce, Üstad Hazretleri’nin yukarıdaki ifade ve yaklaşımını, muhtemel ve potansiyel böyle bir tehlikeye karşı ortaya konan bir mücadele şeklinde anlamamız daha doğru olur.


Ayrıca yukarıdaki ifadeye, bize hitap eden, bizi uyaran bir ikaz nazarıyla bakmak konunun doğru anlaşılması için gözden kaçırılmaması gereken önemli bir başka husustur. Bu sebeple Üstad Hazretleri yukarıdaki beyanında her ne kadar kendisine hitap etmiş, kendisini kastetmiş olsa da, biz, o sözü kendimize hitap ediyormuş gibi okumalı, kendimiz için dersler çıkarmalı; çıkarmalı ve iman ve Kur’ân hizmetini, değil dünyevî hedef ve taleplere, uhrevî arzulara bile basamak yapmamamız gerektiğini anlamalıyız. Evet bu ve buna benzer ifadeleri, numune-i imtisal konumunda bulunan insanların bize örnek olmaları şeklinde okuyup değerlendirmek hem daha salim, hem daha doğru bir düşünce tarzıdır. Konuyu böyle anlamamak ise Hazreti Üstad’ın ömrünü adadığı Kur’ân hizmetini, maddî ve mânevî kemâlâtına alet yapmış olabileceğini düşünmek mânâsına gelir ki –hafizanallah– bu, çok büyük bir hata ve günah olur.


Sonuç olarak, Hazreti Üstad, maruz kaldığı türlü türlü eza ve cefa, musibet ve imtihanlar karşısında hep kendisiyle hesaplaşmış, zalimlerin zulümlerinin arkasında âdil kaderi müşâhede etmiş, dolayısıyla da ne kaderi tenkit etmiş ne de kimseyi suçlamıştır. Suçlamak bir yana hakikat nurunun imana muhtaç gönüllerdeki tesirini gördükçe kendisini kasaba kasaba dolaştıranlara, zindanlarda kendisine yer hazırlayanlara hakkını helâl etmiştir. Ve yine o, hiçbir sûrette ulvî hakikatleri kendi şahsına alet yapmamış; iman ve Kur’ân hizmeti karşısında maddî-mânevî hiçbir beklentiye girmemiştir; girmemiştir zira ihlâsın zedelenmemesi, o dupduru hakikatlerin nefsî bir kısım mülâhazalarla kirlenmemesi için müthiş bir irade ortaya koymuş, bir aşkınlık sergilemiş ve böylece kendisinden sonra gelenlere rehber ve örnek olmuştur. Dolayısıyla Din-i Mübîn-i İslâm’a hizmet etmeye adanmış ruhlar, hizmetlerini sadece Hak rızasına bağlayıp kendilerini unutabildikleri ölçüde Hazreti Üstad’ı örnek almış, hak ve hakikate tercümanlık yapmış olacaklardır.