Nefsin Oyunları ve Kalb Selameti

Nefsin Oyunları ve Kalb Selameti

Sesli dinlemek icin TIKLAYINIZ

İnsandaki bozulma da düzelme de kalbde başlar. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Şunu iyi biliniz ki cesette bir et parçası vardır, o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur; o bozulunca beden de bozulur. İşte o kalbdir!” (Buhârî, îmân 39; Müslim, müsâkât 107) hadisleriyle kalbin önemine dikkat çeker. Nasıl ki maddî kalbin ritmi, ahengi ve sıhhati bütün bedeni etkiliyorsa, manevî kalb de bunun gibidir. O, temiz ve sıhhatli olursa manevî ve ruhî hayatımız sağlam, Allah’la münasebetimiz de güçlü olur. Aynı şekilde kalbde başlayan bir bozulma ve deformasyon, manevî ve ahlakî hayatımızı da bozar.

Kalb kadar hızlı değişen ve başkalaşan başka bir organ yoktur. Kalbe “kalb” denmesinin sebebi de budur. Zira Arapça’da kalb kelimesinin kökü olan “ka-le-be” fiili, bir şeyi değiştirmek, döndürmek, çevirmek, ters yüz etmek gibi anlamlara gelir. Kalbin, iyiliklere yönelmesi de, kötülüklere yönelmesi de çok kolaydır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) en çok yaptığı dualardan biri şudur: يا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي على دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl.” (Tirmizî, kader 7; İbn Mâce, duâ 2) Keza Kur’ân-ı Kerim’de de bize şu dua talim edilir: رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً “Ey Kerim Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/8)

Bu kadar dönme ve başkalaşma potansiyeline sahip olan kalbin, din ve imanda, hak ve hakikatte sabit kadem olmasını, ibadet ü taate yönelmesini istemek gerçekten çok önemlidir.

Farsça’da “dil” kelimesinin bir manası da kalbdir. Edebiyatımızda bu anlamda çok kullanılır. Mesela, “Dil beyt-i Hudâ’dır, ânı pâk eyle sivâdan” derken kalb kastedilir. Esasen insanın konuşmasına akseden sözler, kalbde gizli olan manaların yansımalarıdır. Dilin vazifesi, kalbe tercüman olmaktır. Bu sebeple bir insanın diline bakarak onun kalbi hakkında şöyle böyle fikir sahibi olabilirsiniz. Üslûbun nezaheti kalbin temizliğini gösterdiği gibi, kabalık ve huşuneti de kalbin fesadına delalet eder. Dahası, kalbde başlayan bozulmanın zihne de etki edeceğini, düşünce ve fikirleri belirleyeceğini söylemek de mümkündür. Kalbleri kararan veya ölen insanlar, düşünce planında da iflas eder, mantık ve muhakeme felci yaşarlar.

Cenab-ı Hakk’ın bizimle olan münasebeti de kalbin O’nunla irtibatına ve derinliğine göre olacaktır. Bu sebeple, şayet bir kısım felâketlere maruz kalıyorsak, işlerimiz sarpa sarıyorsa, birileri tepemize biniyorsa, kısaca bir şeyler kötü gidiyorsa kontrol etmemiz gereken ilk şey, Allah’la münasebetimiz olmalıdır. Acaba ortaya çıkan güzellikleri nefsimize mi mâl ettik? Acaba bulunduğumuz konumun hakkını veremedik mi? Acaba ihlâs ve samimiyetimizi koruyamadık mı? Acaba Rabbimize karşı göstermemiz gereken vefa ve sadakatte kusur mu ettik? Acaba bir beyt-i Hudâ olan kalbimizi dünyevî alâkalar mı kapladı?

Allah bugüne kadar liyakatlerimizin çok üzerinde aşkın lütuflarda bulundu. Şayet bunların devam ve temadi etmesini istiyorsak Allah’la kalbî alâkamızı güçlü tutmalıyız.

Siz kendinizden emin misiniz?

Şundan emin olmalıyız ki Allah, kendi dost dairesi içinde bulunanları hiçbir zaman zayi etmemiştir. Bilindiği üzere Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekkeli müşriklerin kendisine verdikleri eza ve cefa karşısında ağlayan kızı Hz. Fatıma’ya şöyle mukabelede bulunmuştur: “Ağlama, Allah senin babanı zayi etmeyecektir.” (Hâkim, el-Müstedrek, 3/169) Çünkü O, kendinden, kendi vefa ve sadakatinden emindi. Sağlam bir yerde durduğuna inanıyordu. Ölesiye yaptığı peygamberlik vazifesi karşısında hiçbir bedel beklentisine girmemişti.

İşte önemli olan da budur. Eğer siz de samimiyetinizden, adanmışlığınızdan eminseniz endişe etmenize gerek yoktur. Fakat işin içine kendi arzularınızı, şahsi beklentilerinizi, indî hesaplarınızı, cismanî ve bedenî duygularınızı karıştırıyorsanız; yaptığınız hizmetleri kendinizi anlatma ve öne çıkarma adına bir basamak hâline getiriyorsanız; makam, mansıp, pâye, alkış, takdir, görünme gibi mülâhazalarınız işin içine giriyorsa işte asıl endişe etmeniz gereken durum budur. Şunu unutmamalısınız ki peygamber yolunda yapılan işlerin en küçük bir kirliliğe tahammülü yoktur. Bir damla pis şey onun içine karışacak olsa kirletir.

Adanmışlar, değil kendi ülkelerini, dünyayı kurtarma pahasına bile olsa dünyevî mülâhazalara girmemeli, kalblerini bu gibi şeylerle kirletmemelidirler. En büyük dinamikleri adanmışlık ve beklentisizlik olan insanlar, bu değerlerini dünyaya ait bayağı şeyler karşısında feda etmemelidirler. İtibarlarına laf getirecek hiçbir adım atmamalıdırlar. Hizmet için çıktıkları yolda işin içine kendi çıkarlarını karıştırmamalı, yaptıkları güzel işleri çıkar çarkına bağlamamalıdırlar.

İnsanlığa hizmet etme yolunda nasıl hareket edilmesi gerektiğini bize gösteren kimseler nebilerdir. Nebilerin ve onların sadık temsilcileri olan sıddıkların yol ve yöntemi önümüzdedir. Bunun dışındaki yollara “yolsuzluk” denir. O ana caddenin dışına çıkan insan, hiç farkına varmadan elli türlü yolsuzluğun içine girebilir. Ve yolsuzluk insanı bir yerde güldürse bile, onun karşısına çıkaracağı şeylerle bir gün öyle bir ağlatır ki “Bunlarla karşılaşacağıma keşke ölüp gitseydim de toprak olsaydım!” dedirtir. Keşke şu meret dünyayı dünyaya bakan cihetiyle unutabilseydik. Unutmayanlar kendilerine yazık ettiler, milletin canına okudular.

Dünyalık şeyler gelip geçicidir. Kalıcı olan ise imandır, salih amellerdir. Âyetin ifadesiyle, ahirette insana fayda sağlayacak tek şey kalb-i selimdir. İnsan, yaptığı salih amellerin bu dünyada karşılığını görmeyi düşünmemeli. Gördüğü takdirde samimiyet ve ihlasının zedelenmesinden endişe etmeli. O, bütün hesaplarını Allah’a bağlı götürmeli. Âyet, “Allah, kuluna yetmez mi?” buyuruyor (Zümer suresi, 39/36). Evet, Allah bize yeter. Niye gözümüzü başka şeylere dikiyoruz? Bu, dünyaya ait imkanları değerlendirmeme demek değildir. Fakat dünyaya ait her ne ile iştigal edersek edelim, hepsinde mülâhazalarımızı gözden geçirmeli ve hep rıza-i ilahi peşinde olmalıyız. Allah’ın hoşnutluğu bulunmayan işleri yapmaktan Allah’a sığınmalıyız. Şunu unutmamak gerekir ki şayet bir gün dönen çarklarınız zarar görür veya durursa Allah’ın razı olmadığı şeylere vize verdiğinizden durur.

Yaşatma Davası

Bizim davamız, yaşatma uğruna, yaşamayı terk etme davasıdır. Şayet Allah bir topluma yeniden neşvünema gücü verecek, onlara yeni bir diriliş nasip edecekse, varsın bizi de bu yolda gübre olarak kullansın. Başkaları için tastamam var olabilmek, büyük ölçüde kendinden sıyrılmaya bağlıdır. Belli menfaatlere, belli çıkarlara bağlı olarak hizmet eden, dünya peşinde koşan insanların samimi olarak insanlığa hizmet ettikleri katiyen düşünülemez. Adanmışlar hangi işe talip olursa olsunlar, yaptıkları işi dünyevî bir geri dönüşe bağlamamalıdırlar. Onlar iğne gibi olmalı, kendileri üryan kalsa da sürekli başkalarının yırtığını dikmeye çalışmalılar. Veya mum misali, kendileri yanma pahasına başkaları için ışık kaynağı olmalıdırlar.

Şunun iyi bilinmesi gerekir ki öbür âlemin zenginliklerine nail olmak, bu âlemde cismanî ve nefsanî olan şeylerin elin tersiyle itilmesine bağlıdır. Bu âlemde kullandığımız nimetler, zevkler, lezzetler bir yönüyle öbür âlemde size verilecek olan nimetlerin tüketilmesi demektir. Kur’ân-ı Kerim’in şu âyeti buna işaret eder: أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا “Bütün zevklerinizi dünya hayatınızda kullanıp tükettiniz, onlarla safâ sürdünüz.” (Ahkâf sûresi, 46/20)

Allah bazılarının rızkını genişletebilir, onlara farklı imkânlar bahşedebilir. Fakat insan böyle bir durumda bile hayat standartlarını değiştirmemeli, dünyada bir misafir olduğunu unutmamalı, her şeyi burada yiyip bitirmemelidir. Büyükler büyüklükleri ölçüsünde buna dikkat etmiş, çok sade ve müstağni bir hayat yaşamışlardır. İlle de örnek arıyorsanız, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine bakın. O, ne peygamberlikten önce ne peygamberliğe adım attığı dönemde ne de ganimetlerin ayağının ucuna kadar geldiği dönemde çizgisini hiç değiştirmemiştir. O’nun sadık temsilcilerinin tavrı da aynı olmuştur.

İşte bu istiğna kahramanlarıdır ki çevrelerinde ciddi bir güven atmosferi oluşturmuş ve inandırıcı olmuşlardır. Peygamber yolunu takip etmeyenlerin, sahabe gibi yaşamayanların onların davasını temsil edebilmeleri mümkün değildir. Bunlar dünyada veya ahirette mutlaka tedip göreceklerdir.

Evet, bizim mesleğimiz sahabe mesleğidir. Örnek alacağımız insanlar da onlar olmalıdır. Başkaları bizi ilgilendirmez. Herkes kendi düşüncelerinin ve yaşantısının hesabını Allah’a kendisi verecektir. Biz kendimize bakmalıyız. Dünyanın bütün cazibedar güzelliklerini insanların önüne serdiği, avcının üç peş dane ile kuşları ağa düşürmesi gibi dünyanın da göz kamaştırıcı güzellikleriyle taliplerini ağa düşürdüğü bir dönemde, Allah davasına omuz vermiş adanmışların kararlı durması ve sabitkadem olması gerekir. Onlar imkânlarının kıt olduğu zamanlarda nasıl yaşamışlarsa, dünyanın kendilerine gülmeye başladığı demlerde de aynı tavırlarını korumak zorundadırlar.

Dilerim bu ruh ve mana, arkadan gelen nesiller tarafından tam temsil edilir. Dünya onların başını döndürmez, bakışlarını bulandırmaz. Mala-mülke esir olmazlar. Kendilerini dünya metaına ipotek etmezler. Arkadan gelecek nesiller tarafından tel’ine sebep olabilecek şekilde davranmazlar. Bilakis ortaya koydukları müstakim hayatları ve hayırlı hizmetleri sayesinde arkadan gelenlere bir yâd-ı cemil bırakırlar. İnsanlığa hizmete kendini adamış insanların arkada kalıcı eserler bırakabilmelerinin yolu, peygamber yolundan ayrılmamalarıdır. Yoksa Harun olarak yola çıkıp daha sonra Karunlaşan kimseler bir gün hazineleriyle birlikte yerin dibine batırılır ve lanet ile anılırlar.

Bir Kalbde İki Muhabbet Olmaz!

Kaymaların çok yaşandığı bir yerde, yere dikkatli basmadıkları takdirde, hiç kaymayacak kimseler bile, kaymaya maruz kalabilirler. Dolayısıyla herkesin dünya peşinde koştuğu, zevk u safa sürmek için yaşadığı, elde ettiği imkânları kendi çıkarları adına kullandığı bir dönemde çok daha hassas ve temkinli yaşamak zorundayız. Herkesin kaydığı, herkesin bir şeyler aparıp kopardığı, herkesin harıl harıl makam ve mansıp peşinde koştuğu bir dünyada dikkatli yaşamazsanız siz de bu tür olumsuz duygu ve düşüncelerin radyoaktif tesirinde kalabilirsiniz. Daha da kötüsü onların yaşamlarını normal görerek siz de onlar gibi olmayı mahzursuz sayabilirsiniz ki işte bu bizim için büyük bir felaket olur. Şunun iyi bilinmesi gerekir ki, ahirette herkes kendi amel, davranış ve düşünceleriyle baş başa kalacak, buna göre muamele görecektir.

Evet, hemen her gün türlü hile ve hud’alarla karşınıza çıkacak, olmayacak şeyleri size güzel gösterecek, bunlarla sizin başınızı döndürecek ve sizi arkasından sürükleyecek nefsin elinden kurtulmak hiç de kolay değildir. Her defasında onun manevralarından sıyrılma adına alternatif yollar geliştirmeniz gerekir. Bu yüzden çok büyük veliler dahi sürekli nefs-i emmareden şikayet etmişlerdir. Çünkü o, şeytanın, sürekli insana müdahale etme ve ona vesvese vermekte kullandığı bir mekanizmadır. Şeytan, bu mekanizmayı işletmek suretiyle insan üzerinde tesir icra eder. İşte şeytan ve nefsin ortaklaşa oluşturdukları bu tesiri kırabilme adına insanın her gün mücadele etmesi ve nefsini arındırmaya çalışması gerekir.

Allah için yapılan işlerin içine başka hiçbir şey karıştırmamak lazım. Allah’a karşı ortaya koyduğumuz bütün amellerimizi vicdanın kadirşinas terazilerinde tarttıktan ve çok ciddi bir kalibrasyondan geçirdikten sonra O’na sunmalıyız. İşin içine nefse ait bir kısım şerarelerin girip ubudiyet hayatımızı kirletmesine müsaade etmemeliyiz. Allah’ın rızasına uymayan her ne olursa olsun, onun başına bir daha belini doğrultamayacak şekilde bir balyoz indirmeliyiz. Kur’ân’ın emri gereğince sürekli istikamet peşinde koşmalı, sırat-ı müstakimde kalmaya çalışmalıyız. Yoksa bir kere nefs-i emarenin karanlık patikalarına girecek olursak, o kadar çok trafik kazası yaşarız ki iflahımız kesilir. Sonrasında ne kadar uğraşsak da bir kısım kırık ve çatlakları tamir edemeyebiliriz. İyisi mi en başından bu konuda çok kararlı duralım.

Şayet biz bu konuda ciddi bir ceht ve gayret ortaya koyduktan sonra elimizde olmadan yine de işin içine bize ait bir kısım şeyler karışırsa Rabbimizin, bunları bizim acz ve zaafımıza binaen af ve mağfiret buyuracağını ümit ederiz. Ne var ki lakayt ve laubali tavırlar takınan ve her şeyin en mükemmelini yapıyormuş havasına giren insanlar için aynı hüsnüzanda bulunmak kolay değildir.

Dünyevilik ile uhreviliğin tamamiyet içinde bir arada bulunması çok zordur. Halk deyimiyle iki karpuz bir koltukta taşınmaz. Bir kalbde iki muhabbet olmaz. Bu konuda insan kendini aldatabilir. Dinime hizmet ediyorum, milletime ve insanlığa yararlı işler yapıyorum düşüncesiyle kendini öne çıkarabilir. Kendi kaprisleri, kendi beklentileri işin içine girebilir. Her beklenti de insanın ruh dünyasına düşmüş bir güve gibidir. Er geç onu yer bitirir. Müslümanın sonunu, düşmanlarının gücü değil, işte bu beklentileri hazırlar. Dünyaya ait her bir beklenti insanın elini kolunu bağlar, Allah’ın hür olarak yarattığı insan, kendi eliyle kendini esir hâline getirmiş olur. Dolayısıyla -Allah muhafaza- kazanma kuşağında kaybedebilir.

Bu itibarladır ki hayatın farklı birimlerinde koşan arkadaşları manevi olarak sürekli beslemek gerekli. Onların kendi değerlerinden, ana mefkurelerinden kopmalarına, zaaflarının esiri haline gelmelerine, kalb ve kafalarını başka şeylere kaptırmalarına meydan verilmemeli. Tevehhüm-ü ebediyetin, tûl-i emellerin, Hücumat-ı Sitte’de zikredilen-zikredilmeyen daha başka arzu ve heveslerin onları esir almasına müsaade edilmemeli. En azından haftanın belirli günleri bir kuyunun başına geçip, bu tatlı su kaynağından kovalarını doldurmaları sağlanmalıdır.