Saffet ve Diriliş

Saffet ve Diriliş
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

İnanan her insan, inancının gereklerini
yerine getirse, inancı kadar insan olsa, inancı
ölçüsünde bir duruşta bulunsa sadece İslam
dünyasında değil dünyanın her yerinde
ciddi degişiklikler olur. Evet, İslam dünyası
olarak bizler bir kere daha inhitat (gerileme) dönemi
yaşıyoruz. Daha önceleri de yaşadık
biz böylesi dönemleri ama inananların samimi gayretleri
ile idbarımız ikbale döndü. O devrelerde ümitlerimize
fer verecek, insanları iyiye, güzele, doğruya
yönlendirecek kâmet-i bâlâlar vardı insanların
önünde. Onlar kendi kapasiteleri ölçüsünde hizmette
bulundular, toplumu yeniden aşıladılar,
kurumaya yüz tutmuş yerleri budadılar, yeni
fidanlar diktiler. Ancak hemen ilâve edelim, bunların
hiçbiri ilk asırda olduğu gibi bir çağlayana
dönüşmedi. Belki Osmanlı’yı müstesna
sayabiliriz; fakat o da kâmil anlamda ancak bir buçuk
asır devam etti, ondan sonra o da duraklama ve
inhitata girdi.

İlk saffet dönemi üç asır kadar sürdü. İrtidat
hadiseleri, kendi akıl, mantık ve hissiyatlarını
Kur’an’ın önünde tutan felsefî ve kelâmî ekollerin
çıkışları, hilâfetin saltanata dönüşmesi
gibi olumsuzluklar sürecinde yaşanan kanlı
hâdiselere rağmen o ilk saffet varlığını
bir yönüyle üç-üç buçuk asır, diğer yönüyle
beş asra yakın bir süre devam ettirdi. Fitne
dönemlerinde, onca iç ve dış gaileleri göğüsleme
hengâmında bile o saffet dönemi doğurganlığını
muhafaza etti. Ancak Hicri 5. asrı takip eden yıllarda
doğurganlık durdu. Zaman zaman yeni doğumlar
olsa, yeni sürgünler çıksa da bu sosyologların
ifade ettigi gibi bir yönüyle anomali doğumlar
ve sürgünlerdi. Çünkü belli bir yaştan sonra sıhhatli
doğum olmaz. Kaderin cilvesidir bu, onu değiştirmeye
gücümüz yetmez.

Ancak bizler yine aynı kader inancımızın
uzantısı olarak meselelere sebepler planında
yaklaşarak yeniden bir dirilişe ermenin yollarını
aramak ve bu yolda hiç durmadan yürümek zorundayız,
tıpkı seleflerimiz gibi. Bu yolda olmanın,
iç ve dış saffete erebilmenin bir takım
şartları var elbette: Yaşatma uğruna
yaşamadan vazgeçme, rehavetin kıskacına
düşmeme, zevk u sefaya dalmama gibi. Ev, araba,
makam, mansıp hiç olmasın mı? diyebilirsiniz.
Olsun, ama bunlar kat’iyen tâli derecede kalmalı,
asıl gayeden uzaklaştırmamalı bizleri.
Yoksa gün gelir bu isteklerin önünü almazsınız,
kendi ruhunuzdan uzaklaşır, içte kadavralaşmaya
doğru yürürsünüz. Ve yine bir gün gelir bu istekler
azgın bir güç olarak karşınıza çıkar
ve yer bitirir sizi.

Osmanlı’yı görmez misiniz? O koca devleti
tenperverlik, rahat tutkusu yıkmıştır
aslında. Padişah artık orduların
önünde değildir. “Padişahlar cephede savaşmazlar;
savaşmazlar çünkü onlar ölürse devlet çöker” anlayışı
hakim olmuştur. Kadavralaşma dönemine ait
utandıran fotoğraflardır aslında
bunlar. Halbuki Osman Gazi’den Murad Hüdavendigâr’a,
Yıldırım’dan Yavuz’a, Kanuni’ye kadar
herkes cephede, askerinin, ordusunun önündedir.

Her neyse, bu hamur çok su götürür. İç ve dış
saffete ermek ciddi irade, nihayetsiz sabır gücü,
bitme tükenme bilmeyen enerji ve O’nun rızası
haricinde her şeyi elinin tersi ile itmeyi gerektirir.
Mevlâ muînimiz ola.

İNANÇTA DERİNLİK

Mü’minler olarak çok iyi inanmak, inandığımız
şeyleri içte duymak ve hissetmek, bunları
başkalarına duyurmak, kendimizi saydam bir
varlık gibi yapıp, nereden bakılırsak 
bakılalım hep O’nu göstermek zorundayız.
Bir başka tabirle memur olduğumuz şeyleri
harfiyen yerine getirirken kendimizi tamamen O’na adamamız
ve O’nda fani olmamız gerekmektedir. Nasıl
ki bazı ruh insanları Uhud’u, Hazreti Hamza’yı
anlatırken o çetin savaşı kendisi yaşar
ve Hamza olur; aynen bunun gibi O’ndan bahsederken yine
O’ndan akıp gelen engin dalgalar ile gönlümüzü
buluşturabilmeliyiz ki inandırıcı
olabilelim.

Müslümanlık sadece ilim değildir, o hayattır.
Yaşana yaşana fertle ve toplumla bütünleşir.
Zaten inancını bu ölçüde yaşayarak tabiatlarının
derinliği haline getirebilenler bu seviyeye ulaşır,
uluhiyet hakikatine yeni pencerelerle açılma fırsatını
bulurlar.

Evet, imanın nazarî buuddan amelî buuda yükseltilmesi
hem dünya hem de ukba hayatımız adına
çok önemlidir. Bunu başarabildiğimiz takdirde
iman bizim hayatımızın her karesine girmiş
demektir, aksi halde eğer ameller yerine getirilirken
bu inanç derinliği hissedilmezse hem inanç, hem
de amelî yönden nifak başlar ve gün gelir insan
-Allah korusun- münafık olur.

Öte yandan bunu duyup, tatmakla iş bitmiyor,
hiç durmadan mücedeleye devam gerekir. Zira bu makam
veya hal, insanı gurur, kibir ve ucba sürükleyebilir
ki bu inananları yeniden nazarî iman seviyesine
düşürür. Mukarrebîne bakın; onların âdeta
her zaman uluhiyet tecellilerine doğrudan muhatap
olduğunu görürsünüz; görürsünüz ama onlarda ucbdan,
kibirden, gururdan eser yoktur. “Biz hiçbir şey
yapamadık” derler, yürekleri ağızlarına
gelir ve sürekli bu hal üzere yaşarlar. Kendilerini
Allah’a doğru yükselen yarış pistinde
hissederler bunlar. Hiçbir şeyden sarsılmazlar;
sarsılmazlar çünkü nazarî imanları amelî imanla
sağlam bir blokaja oturmuştur. İşte
asıl ulaşılması gereken hedef de
budur.

İnanması gerektiği ölçüde inanmamış/inanamamış,
amelî zafiyet içinde bocalayanlara, tabir-i diğerle
düşe kalka yürüyenlere gelince; belli ölçüde nefsanîliğin
ve şeytanîliğin inhiraflarından kurtulmuş
olsalar da iman benliklerine tam anlamıyla sinmemiştir
bunların. İğreti bir elbise gibidir iman
üzerlerinde. İmanını amelle benliğine
sindiremeyenler hiç kimseye hiçbir şey veremez.
Bu durumdan kurtulmak için insan maddî beslenmesine
dikkat ettiği gibi manevî beslenmesine de dikkat
etmelidir. Kendini hiç boşluğa salmamalı,
hayatında hiçbir gedik bırakmamalıdır.
Bununla beraber kaldıramayacağı yüklerin
altına da girmemeli, tekellüflü şeylerle uğraşmamalı,
beşerî taraflarını zorlamamalıdır.
Hiç ara vermeden sürekli oruç tutma, namaz kılma
ve dünyadan tamamen elini eteğini çekme de ayrı
bir dengesizliktir. Unutmayın, tabiata ters hareket
etmek tahribat getirir.

Allah bizi insan eyleye. İnsan söylediğinin
iki mislini kendi yapmalı ki kalbi bir bam teli
gibi ses versin. Ritmi bozmamalı ki söylediği
her kelime, kelime-i tayyibe olsun. Aklı, mantığı,
muhakemesi, şuuru, kalbi, latife-i Rabbaniyesi
sürekli canlı olmalı ki bu yükü götürebilsin.
Yoksa atiyye ile matiyye arasında bir uygunluk
yok demektir. Bu uygunluk olmayınca da insan ömür
boyu çabalar da bir arpa boyu yol alamaz.

HATA YAPANLARIN EN HAYIRLISI

Her insan bilerek veya bilmeyerek hata yapar. Tabiatında
var hata yapma çünkü insanoğlunun. Onun için kimse
bu mevzuda kendine güvenmesin, düşenleri hor ve
hakir görmesin. Unutmayın hata edenlerin en hayırlısı
“Estağfirullah Ya Rabbi! Bir daha yapmam.” diyenlerdir.

DÜZ İNSAN

Sanki alacaklı imiş gibi Allah’a kulluk
yapanlar var müslümanlar arasında. Halbuki ne kadar
kulluk yaparsak yapalım yine de borçluyuz biz Cenab-ı
Hakk’a. Bu vartaya düşmemek için en salim yol düz
insan olmaktır. “Rabbim Allah ve Hazreti Muhammed
(sallallahü aleyhi vesellem) gibi bir Efendim var. Yeter
de artar bile bana.” cümlesi ile ifade edilebilecek
hakikate gönülden iman etme düz insan olmanın göstergelerinden
sayılabilir.