Üslûba Kurban Edilen Hakikatler (2)

Üslûba Kurban Edilen Hakikatler (2)
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

   Hakkın Hatırını Bütün Hatırların Üzerinde Tutma

Özellikle Peygamber davasının temsilcilerinin, muhataplarında tesirli olabilmeleri için mutlaka hâl ve tavırlarının yumuşak olmasına ihtiyaç vardır. Öyle ki sağdan-soldan gelen meteorlar bile onların atmosferine girdiğinde tuz-buz olmalı ve insanlara maytap zevki yaşatmalıdır. Onlar hakkın hatırını âli tutmalı, onu bütün hatırlara tercih etmeli ve katiyen usûlü üsluba feda etmemelidirler. Bilakis öyle bir üslup kullanmalıdırlar ki bu, usûllerine de saygı duyulmasına, takdir görmesine sebep olsun.

Başkaları ne kadar kabalık ve sertlik ortaya koyarsa koysun, eğer onlar hâl ve tavırlarıyla kendilerine yönelen hiddet ve şiddetleri kırabilirlerse, düşmanlık yapanlar bugün olmasa da yarın kolları-kanatları kırık bir hâlde onların yanına gelecek ve “Özür dileriz, meğer biz sizi tanıyamamış, bilememişiz.” diyeceklerdir.

Hususiyle Allah’ı ve Resûlü’nü insanlara sevdirmeyi gaye-i hayal bilmiş ve peygamber yoluna baş koymuş adanmışlar; saçlarını ağartan, bellerini büken, huzurlarını kaçıran, uykuyu kendilerine haram eden bir kısım amansız hâdiseler karşısında, hakkın hatırı için dillerini ısırmasını, bir “la havle” çekmesini, yaşadıklarını hazmetmesini ve hatta yer yer kendi cinnetleriyle baş başa kalmasını bilmelidirler.

Bir insanın bu konuda göstereceği her gayret nezd-i ulûhiyette ibadet sayılacaktır. Çünkü insan-ı kâmil olma yolunda bir gayrettir. Bunu merdiven çıkmaya da benzetebiliriz. İnsan her basamağa adım attıkça ayrı bir sevap kazanacaktır.

Aynı şekilde bir insanın, inandığı değerlere sataşılması karşısında, ızdırapla kıvranmasına, iki büklüm olup inlemesine ve şakaklarını tutup sızlanmasına rağmen bunlar karşısında tavır ve davranışlarını kontrol altına almaya çalışması, tepkisel ve aşırı tavırlardan kaçınması ve âdeta -Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle- “öz beynini burnundan kusarak” bu olumsuzlukları en makul ve yumuşak yollarla nasıl defedebileceğinin ince hesaplarını yapması da insanı Allah’a yaklaştıracak çok önemli bir ibadettir.

   Peygamberane Bir Azim ve Kararlılık

En temel hakların ihlâli karşısında bile üstün insanî değerlere saygılı kalarak ihak-ı hak etmeye çalışma, en kaba fikirler ve en hoyrat düşünceler karşısında dahi peygamberane bir temkinle hareket etme ve feverana kapılmama hakikaten sahip olunması gereken çok zor şeylerdir. İnsanın bu zorların üstesinden gelebilmesi için evvela duygu ve düşünce itibarıyla peygamberane bir ahlâka, iradeye, azme ve kararlılığa talip olması gerekir.

Kur’ân-ı Kerim’in bize nakletmiş olduğu peygamber kıssalarına bakacak olursak, onların hepsinin bu konuda bizim için ittiba edilmesi gereken çok önemli birer üsve-i hasene olduğu görülecektir. Zira onlar, kavimleri tarafından sürekli hakarete, saldırıya ve işkencelere maruz kalsalar da çizgilerini hiç değiştirmemiş, karakterlerinden hiç taviz vermemiş ve hak bildikleri davanın temsilcisi olmaya devam etmişlerdir. Onların kavimleriyle yaptıkları konuşmalara bakılacak olursa her birisinin birer üslup kahramanı olduğu görülecektir.

Mesela bunlardan biri olan Hz. Nuh, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle 950 sene kavminin içinde kalmış ve yıllarca kavmini hak ve hakikate davet etmiştir. (Ankebût sûresi, 29/14) Hakarete maruz kalmış, hırpalanmış, dövülmüş fakat hakkın hatırını âli tuttuğundan, kızmadan, öfkelenmeden onların kapılarını çalmaya devam etmiştir. Öyle ki onun tebliğ ve irşat mevzuundaki ikdamı ve cehd u gayreti karşısında hâlâ temerrütlerini devam ettiren insanların durumu en sonunda gayretullaha dokunmuştur.

Evet, yapılan zulüm ve haksızlıkların gayretullaha dokunma kertesi vardır. Bu eşik aşıldıktan sonra artık Allah affetmez. İşte kavminin inkâr ve temerrütleri gayretullaha dokunduktan sonra Allah Teâlâ, Hz. Nuh’a gemi yapmasını emretmiştir. Fakat Hz. Nuh, gemisini inşa ederken bile kavminin şakileri gelip gidip ona sataşmaya devam etmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerim onların bu durumunu şöyle anlatır: وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَأٌ مِنْ قَوْمِهِ سَخِرُوا مِنْهُ قَالَ إِنْ تَسْخَرُوا مِنَّا فَإِنَّا نَسْخَرُ مِنْكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَ * فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَنْ يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُقِيمٌ “Nuh gemiyi yapıyor, halkından ileri gelenler ise her ne zaman yanından geçseler onunla alay ediyorlardı. Nuh, ‘Siz’ dedi, ‘şimdi bizimle alay ediyorsanız, elbet bizim de sizinle alay edeceğimiz bir gün gelir. Artık rüsvay edecek azabın kime gelip çatacağını, ayrıca ahiretteki daimi azabın da kimin üzerine ineceğini yakında görüp öğrenirsiniz.” (Hûd sûresi, 11/38-39)

Azabın yaklaştığı anlarda kavminin hâlâ küfür, ilhat, inat ve temerrütlerini devam ettirmeleri ve her fırsatta alay etmeyi sürdürmeleri karşısında bile Hz. Nuh, tavrını hiç değiştirmemiştir. Gemiyi bitirince de iman edenleri çağırarak onları gemiye veya donanmasına almış ve Allah’ın takdirini beklemeye koyulmuştur. O, gökten bardaktan boşanırcasına yağmurlar  yağmaya, yerden sular kaynamaya başladığı anlarda bile kavmi aleyhine “Hani bir şey olmaz diyordunuz. Alın ağzınızın payını!” şeklinde tek bir söz söylememiştir. Hatta sular yükselmeye başladığı hengâmda, iman etmeyen oğluna söylediği, يَابُنَيَّ ارْكَبْ مَعَنَا وَلَا تَكُنْ مَعَ الْكَافِرِينَ “Evladım, gel sen de bizimle beraber gemiye bin de kâfirlerle beraber kalma!” (Hûd sûresi, 11/42) şeklindeki sözlerine bakacak olursak kavl-i leyyin, hâl-i leyyin ve tavr-ı leyyin duruşunu hiç değiştirmediğini görürüz.

   Sabretmek ve Affetmek Fazilettir

Bilindiği üzere Kur’ân-ı Kerim, وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ “Ceza verecek olursanız, (en fazla) size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın (daha ötesine geçmeyin).” (Nahl sûresi, 16/126) âyet-i kerimesiyle misliyle mukabeleye cevaz vermiştir. Fakat âyetin devamı, وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin daha hayırlıdır, bir fazilettir.” şeklindeki beyanıyla daha kâmilane bir tavra dikkat çekmiştir.

Buna göre şayet çirkin, hırçın ve kaba muamelelere, eziyet ve işkencelere aynıyla mukabelede bulunmaz, dişinizi sıkar katlanır, yeniden bir frekans ayarlaması yapar, tam doğru sesi bulabilme adına kendinizi ciddi bir kalibrasyondan geçirir, bir kere daha muhataplarınızın hissiyatını okur, atacağınız her bir adımın nasıl geriye döneceğini çok iyi hesap eder ve buna göre onlara karşı en doğru davranışı ortaya koyarsanız Kur’ân’a göre hayırlı olanı yapmış olursunuz.

Biraz daha açacak olursak Kur’ân’ın “misliyle karşılık verme” hükmünü zayıf insanlar için gösterilmiş bir cevaz ve ruhsat olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü âyet-i kerimenin devamı çıtayı daha yüksek tutabilen ve himmeti âli olan insanlar için sabır yolunu göstermiştir. Bu açıdan mü’minlere düşen vazife, peygamberane bir himmete, peygamberane bir sabra sahip olmaya çalışmaktır. Vahiy kapısı kapandığına göre bundan sonra hiç kimsenin peygamber olması mümkün değildir. Fakat insan, peygamber ahlâkına, onların sahip oldukları âli sıfatlara sahip olma adına gayret gösterebilir.

   Musibeti İkileştirmeme

Meselenin bir diğer yanı da şudur. Bazıları gerek usûlde gerekse üslupta hata yaptıklarından ötürü bir kısım tahriplere sebep olabilirler. Bu tür insanlara karşı nasıl bir tavır alınacağı da yine üslupla ilgili bir meseledir. Eğer yaşanan sıkıntılardan onlar sorumlu tutularak, “Senin yüzünden bunlar başımıza geldi. Sen şöyle demeseydin, böyle yapmasaydın bunlar başımıza gelmeyecekti.” gibi sözler söylemek de yine üslup hatasıdır. Bu tür atf-ı cürümler musibeti ikileştirecek, yaşanan acı ve felaketleri daha da büyütecektir.

Birileri üslup hatası yapmış olabilir. Hatta bu hatası usûle de dokunmuş olabilir. Bu durumda yapılması gereken, onu bir ders ve ibret olarak almak ve daha sonra aynı hatayı irtikâp etmemeye bakmaktır. Yoksa meydana gelen hata ile bir kısım zararlara maruz kaldık, bir yara aldık diye karşı tarafı ta’n u teşni etmeye başlarsak insanları ürkütmüş, kendi dostlarımızı kaçırmış ve kuvve-i maneviyeyi sarsmış oluruz.

Bu konuda Uhud’da yaşananlar karşısında nazil olan âyet-i kerimeler ve Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavrı bize çok şey anlatmaktadır. Bilindiği üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz Okçular Tepesi’ne yerleştirdiği sahabilere oradan ayrılmamalarını sıkı sıkıya tembih etmişti. Fakat onlar emre itaatteki inceliği tam kavrayamadıklarından düşmanın bozguna uğradığını ve kaçtığını görünce harp bitti sanmış ve bir içtihat hatası olarak düşmanı takip etmek ve ganimet için yerlerini terk etmişlerdi. Ama hesap edemedikleri bir şey vardı. Müthiş bir askerî dehaya sahip olan Halid İbn Velid meydana gelen bu boşluğu çok iyi değerlendirmiş ve İslâm ordusunu arkadan kuşatarak saldırıya geçmişti. Sonrasında da yetmiş sahabe şehit olmuş, neredeyse yara almadık kimse kalmamış, hatta İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yüzü yarılmış, dişleri kırılmıştı.

Böyle bir tablo karşısında herkesin aklına bir kısım eleştiriler gelebilir. Zira atf-ı cürmü gerektirecek önemli olaylar yaşanmıştır. Böyle bir anda onlar, “Bütün bunlar falanların yüzünden oldu.” diyebilirdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahabeye sitem edebilirdi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali kükreyebilir ve bir anda orada ciddi bir hercümerç yaşanabilirdi. Bütün bunların neticesinde de yarı mağlubiyet, yarı zafer sayılan Uhud daha büyük felaketlere sebep olabilirdi.

Fakat Cenab-ı Hak meydana gelen bu hâdiseler üzerine indirdiği şu âyet-i kerimelerle yaşanabilecek bu türden muhtemel sıkıntıların önünü almış ve sonrakiler için de önemli mesajlar vermiştir: فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ “O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet Sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar senin etrafından dağılır giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül olanları sever.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/159)

Cenâb-ı Hak ilk olarak Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yumuşak kalbli olmasını methettikten sonra, “Şayet Sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar etrafından dağılıp giderlerdi.” buyuruyor ve bir taraftan yumuşak davranmanın önemine dikkat çekerken diğer yandan da hiddet ve şiddetin muhtemel neticelerine dikkat çekiyor. Bununla da kalmıyor, Efendimiz’e, sahabeyi affetmesini, yani onların kusurlarını görmezden gelmesini emrediyor. Daha sonra onlar için Allah’tan mağfiret talebinde bulunması emrediliyor. Ardından üçüncü bir emir olarak da onlarla istişare etmesi talimatını alıyor. Yani istişare neticesinde sahabenin çoğunluğunun kararına uyarak Uhud’a çıkan Allah Resûlü’ne, yaşanan bütün bu sıkıntılardan sonra tekrar onları toplayıp istişare etmesi emrediliyor.

Esasında Allah Teâlâ bu âyet-i kerimeyle mü’minlere çok önemli bir üslup dersi veriyor. Ezkaza bazılarının yaptığı kusur ve hatalar sonucunda bir kısım fiyaskolarla karşı karşıya kalındığında nasıl hareket edileceğini talim buyuruyor. Etrafımızdaki insanları suçlamak suretiyle musibeti ikileştirmememiz gerektiği dersini veriyor.

   Duaya Sığınma

Belki en başta söylenmesi gereken bir husus da şudur: Eğer siz, birilerinin sahip olduğunuz değerlerle tanışmasını ve sırat-ı müstakime gelmesini arzu ediyorsanız öncelikle bunu Allah’tan istemelisiniz. Eğer onlar için beş-on defa geceleri kalkmıyor, başınızı yere koymuyor ve “Allah’ım ne olur bahtına düştüm! Falanlara hidayet eyle!” demiyorsanız, bu konuda samimi değilsiniz demektir. Zira Allah (c.c.), Kelâm-ı Kadimi’nde şöyle buyuruyor: لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَا أَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ “Şayet sen dünyada bulunan her şeyi sarf etseydin yine de onların kalblerini birleştiremezdin, buna gücün yetmezdi. Fakat Allah’tır ki, onların arasını telif buyurdu, kalblerini birleştirdi.” (Enfâl sûresi, 8/63)

Kalbler Allah’ın elinde olduğuna göre onları telif edecek de hidayet nasip edecek de O’dur. Bu açıdan öncelikle kavlî dua ihmal edilmemeli, sonrasında da Allah’tan talep edilen şeyleri fiilen gerçekleştirme adına beşer olarak elimizden gerekenler yapılmalıdır.

Farklı bir ifadeyle tâlî bir mesele olan üslubun, aslî olanı temelinden yıkmaması adına çok temkinli ve dikkatli olunması, akıl ve mantığın sonuna kadar kullanılması gerektiği gibi, kalb ve ruhla Allah’a yönelme, O’na sığınma ve O’nun yardım ve inayetini talep etme de ihmal edilmemelidir. Dualarımızda sürekli “Allah’ım, Seni, Senin Habibini anlatmak istiyorum. Yanlış anlattırma!” demeliyiz.