Ya Fişleyenleri de Fişlerlerse!..

Ya Fişleyenleri de Fişlerlerse!..
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Son günlerde, bazı illerimizde, vali, vali yardımcısı ve kaymakam gibi mülkî idare amirlerine kadar hemen her kesimden insanın Jandarma tarafından fişlendiği haberleri medyada sıkça yer alıyor. Genelkurmay Başkanlığı bu iddialar üzerine bir açıklama yapsa ve fişlemelere sahip çıkmasa da, fişleme metinleri ve bu çirkin işin belgeleri ortalıkta dolaşıyor. Bu iddiaları ve böyle bir meseleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?


Cevap: Eskiden “fişlemek” denince, akademik çalışma yapan bazı kimseler aklıma gelirdi. Çünkü, bir profesör arkadaşımız kariyer yapanların çoğunun durumunu anlatırken meseleyi esprili bir şekilde ele alır; “Kitapların fihristlerine bakarlar, konularına göre onları tasnif ederler, sonra birer birer fişlerler, sonra alt alta getirip işlerler ve nihayet bu fişleyip işlemelerinden kitaplar meydana getirirler.” derdi. Fakat, üzerinde çalıştıkları mevzuyu elli defa hallaç etmemiş, içlerine sindirememiş ve bilgi havuzlarına yerleştirememiş bu insanların, hafızalarında bir şey olmadığından ve bilgiler sadece o fişlerde kaldığından dolayı tezlerini savunacakları jüri önünde bile takılıp kaldıklarını söylerdi. İşte, fiş ve fişleme dendiğinde, daha ziyade, o arkadaşımızın “mütefeşfişûn” (!) diye adlandırdığı fişlemeyi meslek edinen bir kısım sözde ehl-i ihtisası hatırlardım.


Sizin sorduğunuz fişlemeye gelince; onu düşününce daha ziyade aklıma despotlar, tiranlar ve firavunlar geliyordu. Çünkü, kendileri gibi düşünmeyen ve kendilerine benzemeyen kimseler hakkında dosyalar oluşturanlar, onları tespit edip haklarında idam fermanı imzalayanlar ve “karşı cephe” gördükleri bu insanlara asla hayat hakkı tanımayanlar Stalin gibi, Lenin gibi zorbalardı. Fişlemek Nazi liderinin işiydi, Mussolini’nin işiydi. Eski devirlerde de Ramsesler, Amnofisler, İbn Şemsler insanları fişliyorlardı. Zira, onlar herkesi kendilerine benzetmek istiyor ve kendilerine benzemeyen kimseleri de önce fişliyor, sonra da onların haklarından geliyorlardı. Evet, tarih boyunca, fişlemek hep tiranların şiarı olagelmişti; dolayısıyla, bu manada fiş ve fişleme denince hep zorbaları ve firavunları hatırlar olmuştum.


Şahsen, böyle çirkin bir işin bizim nezih toplumumuzda da yapılacağına asla ihtimal vermezdim. Fişleme sistemini elinde bulunduran, şahıslar hakkında dosyalar tutup fişler oluşturmak için bir kısım gizli elemanlardan bir grup oluşturan, sonra da âlemi kendine benzetmek, kendine benzemeyen herkesi “öteki” ilan ederek dışlamak ve dolayısıyla toplumu parçalamak, bölmek, kutuplara ayırmak için uğraşan zamâne zorbalarının bizim toplumumuz gibi nezih bir toplum içinde de var olabileceğine asla inanmazdım.


Toy Delikanlılar


Gerçi belli bir dönemde, aynı fişlemeyi bazı İttihatçılar da yapmışlardı. Fakat onlar, devlet idaresinden anlamayan cahil kimselerdi. Balkanlarda bir kaç eşkiya güruhunu bastırınca o gün devlet idaresinde söz sahibi olan bazı insanların gözüne girmiş; palazlanıp güçlenmiş ve sonra da gelip kendi hükümdarlarını alaşağı etmişlerdi. Kendileri gibi düşünmeyenlere hiç müsamaha göstermeyen bu toy delikanlılar kimsenin sözlerine kulak vermemiş ve koskocaman devleti bir macera uğruna savaşa sürüklemişlerdi. Onlar bir çürük ipliğe hülya dizmiş ve “Eski ihtişamımızı istirdat edeceğiz.” hayaliyle, Almanlarla birlikte macerâvârî dünya ‎ savaşının içine atarak koca bir devletin payimâl olmasına sebebiyet vermişlerdi. Birbirini takip eden hatalar neticesinde, Osmanlı paramparça olup gitmiş ve devletler muvazenesinde denge bozulmuştu. O bir muvazene unsuruydu ve geniş bir coğrafyada huzurun teminatıydı. Onun gölgesinde hiç kimse kavgaya tutuşmaya ve kan dökmeye cesaret edemiyordu; o, bölgede hâkimken, insanlar canavarlar gibi birbirlerini yemiyordu ve etrafta kan seylapları görünmüyordu. Evet, bugün Yahudi’nin de Hristiyan’ın da, İsrailli’nin de Filistinli’nin de itiraf ettikleri bir gerçek var ki, o güçlü devlet yıkıldığı günden beri bu bölge bir daha huzuru göremedi. O gün İttihatçıların dümen suyunda giden birisi, Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinden kısa bir müddet sonra, Devlet-i Aliye’ye tâbi toplumların, imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi darmadağınık olduğunu görüp bin pişmanlık içinde, “Abdülhamit’in Rûhâniyetinden İstimdat” dilenmiş ve ‎ pişmanlığını şöyle ifade etmişti:



“Nerdesin şevketli Abdülhamid Han?
Feryadım varır mı bârigahına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günahına.


Tarihler ismini andığı zaman
Sana hak verecek ey koca sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan.
Asrın en siyasî padişahına.


‘Padişah hem zalim, hem deli’ dedik,
İhtilale kıyam etmeli dedik,
Şeytan ne dediyse biz ‘belî’ dedik,
Çalıştık fitnenin intibahına!.


Divane sen değil, meğer bizmişiz.
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz
Sade deli değil, edepsizmişiz!
Tükürdük atalar kıblegâhına!”


İşte, filozof ünvanıyla o gün ihtilalin ideologluğunu yapan şair, iş işten geçtikten sonra bunları söylüyordu. Merhum Ahmet Kabaklı, bu türlü hadiseleri naklederken “ba’de harâbu’l-basra” derdi. Bunu söylerken Arapça dil kaidelerine uymaz, bu sözdeki terkibi “harabi…” değil de “harabu…” şeklinde telaffuz ederdi. Zannediyorum, onun iğrab hatasında ayrı bir espri vardı; ona göre mesele o kadar tersti ki, orada izafet bile ismi cer etmiyordu. Evet, iş işten geçtikten sonra yapılanların yanlışlığı anlaşılmıştı ama maalesef o devirde de benzeri fişlemeler yapılmış; millet fertleri grup grup işlenmiş, fitne uyarılmış ve toplum içinde kamplar oluşmasına zemin hazırlanmıştı.


Medyaya Düşen Fişler


O gün bugündür zannediyorduk ki, bu türlü fişlemeler tarihin o karanlık dönemine gömüldü ve tamamen unutulup gitti. Heyhat ki, son zamanlarda bazı illerde en yüksek idarî amirlerden hâkim ve savcılara, milli eğitim müdürlerinden nüfus memurlarına kadar hemen herkes hakkında fişler tutulduğunu ve dosyalar hazırlandığını medyadan öğrendik. Bu insanların sadece kendileri hakkındaki değil aile ve akraba çevresiyle alakalı bilgilerin de kayda geçirildiğini ve “dinî görüşe sahip”, “sol fikirli”, “nurcu”, “çocuğunu falan okula yazdırmış”, “eşinin başı kapalı” ya da “eşi dirseklerine kadar eldiven takar” gibi notlar düşüldüğünü okuyup dinledik. Bu notların pek çoğunun gerçeği yansıtmaktan çok uzak ve çelişkilerle dolu olduğunu, mesela, iki sene önce “radikal İslamcı” (ne demekse) diye işaretlenen kimseye iki sene sonra “Maocu” dendiğini gördük. Meselenin daha da vahim tarafı, gazete ve televizyonlarda bu fişlemelerin Jandarma tarafından yapıldığına dair haberlerin yer aldığına şahit olduk.


Bu hadiseyle alakalı düşüncelerime geçmeden önce bir kere daha ifade etmeliyim ki, fişlemeler bana Lenin’i hatırlatıyor, Stalin’i hatırlatıyor. Fiş ve fişleme dendiği zaman Deli Hitler aklıma geliyor, despot Mussolini’nin resmi hayalimde beliriyor. Dahası, zihnime hücum eden bu fotoğraflar delilik gibi ortak bir sıfatta birleşiyor. Evet, bir yönüyle bunların hepsi deliydi; hatta –bağışlayın– sadece deli değil hem edepsiz idi. Keşke böyle bir delilik sadece onlara bağlı kalsaydı; akıllı gibi gördüğümüz bir milletin bazı fertleri için bu meselelerin sözü hiç edilmeseydi. Hele hele toplumun değer atfettiği bir kurumun temsilcileri, o türlü iddialara hiç mevzu olmasaydı.


Ben, insanlar hakkında çeşit çeşit fişlemelerin yapılmasına “evet” diyebilecek bir vatansever ve milletperver olabileceğine inanmıyorum. Özellikle de, bu milletin içinde yetişmiş, hakkını vere vere belli bir noktaya gelmiş, feleğin çemberinden elli defa geçmiş ve hak ederek belli bir seviyenin kahramanı olmuş bir insanın kendi valisini, kendi kaymakamını ve kendi hâkimini fişleme gibi bir aptallığa girebileceğine ihtimal vermiyorum. Onca okumuş, okumasını hayattan elde ettiği tecrübelerle değerlendirerek belli makamlara gelmiş, bir sürü akıllı insan içinde belli bir yeri, belli bir konumu ihraz etmiş ve toplumun teveccühünü kazanmış bir kimsenin, bunca avantajlı yanlarını birden bire sıfırlayabilecek böyle büyük bir aptallığa düşeceğine inanmıyorum. Bu çirkin işin bu vasıfları haiz bir ya da birkaç kişi tarafından yapılabileceğine inanmamaya da kararlıyım. Genelkurmay Başkanlığı’nın, iddialar üzerine yazılı açıklama yaptığını ve fişlere sahip çıkmadığını duydum. Fakat, bu sözlerimi Genelkurmay’ın bu konudaki tekzip, tavzih ve tashihini tasdik manasına da almamanızı dilerim. Ben, bu milletin bir ferdi olarak, belli konumun insanlarına öyle bir pespâyeliği kendi vicdanımda yakıştıramadığımdan dolayı bunları ifade ediyor ve bu çirkin işin millete güven vermesi gereken bir kesim tarafından yapılabileceğini bir türlü kabul etmek istemiyorum. Dilerim, düpedüz aptallık saydığım bu işin içinde bir yanlışlık olsun.


“Pespâyelik” ve “Aptallık” Değilse ya Nedir?


Sizin şu nezih atmosferinize de kendi üslubuma da yakışmaz ama bu fişleme işine “aptallık” ve “pespâyelik” dedim ve bunlardan daha uygun bir söz bulamadım. Neden? Çünkü, içinde yaşadığınız toplumun bazı fertlerini fişlemeniz kendi ayağınızın altını kazmanız demektir. Siz kalkar bu toplumu belli kamplara ve belli gruplara ayrırır, değişik isimler altında böler parçalarsanız; falana “ırkçı”, filana “ülkücü” derseniz; falanı “nurcu”, filanı “tarikatçı” diye adlandırırsanız milletin birlik ve bütünlüğünü paramparça etmiş ve cepheler oluşturmuş olursunuz. Dahası, eğer kulaktan duyma kuru bilgilerle, dedi-kodularla ve delilsiz iddialarla insanları mahkum etmeye kalkarsanız, dünyada mahkum edilmeyecek insan kalmaz; hatta gün gelir siz de boynunuza bir mücrim yaftası geçirilmekle karşı karşıya kalırsınız.


Ayrıca, çarşaf çarşaf ortaya serilen fişlerden anlaşılıyor ki, kimini babasının külahından, takkesinden, tesbihinden dolayı fişliyorlar; kimisini hanımının başörtüsü sebebiyle kayda geçiriyorlar; hatta “dedesinin babası şöyleydi, dayısının oğlu böyleydi” türünden iddialarla insanları karalıyorlar. Her şeyin ötesinde, bu türlü suçlamalar hukukun mantığına terstir. Hukuka göre; suçta da cezada da şahsîlik esastır. Bütün dünyada, hukuka saygılı sistemler nezdinde, “Hiç kimse bir başkasının suçundan dolayı cezalandırılamaz.” Şayet siz, dedesinden dolayı torununu, annesi sebebiyle kızını cezalandırırsanız, gayr-i hukukî hareket etmiş ve hukuk karşısında bir âsî durumuna düşmüş olursunuz. Kaldı ki, medyaya yansıyan fişlerde bir suç şeklinde kayda düşülen hususların çoğu hiçbir hukuk sisteminde suç sayılamayacak cinsten isnatlardır. Dolayısıyla da, böyle mantıksız bir işe “aptallık” demek en yumuşak bir tavsif olsa gerektir. Çünkü, belli bir seviyeyi temsil eden ve aklı başında olan insanların bunu yapmaları mümkün değildir.


Ya Sizi de Fişlerler ve Kütüklerinizi Ortaya Dökerlerse!..


Diğer taraftan, şayet siz, ona “ırkçı”, buna “ülkücü”, diğerine “turancı”, öbürüne “nurcu” ve bir başkasına da “tarikatçı” deyip bu yakıştırmaları insanları karalamak için kullanırsanız, bu defa bazıları da kalkıp sizin kütüklerinizi araştırmaya girişmezler mi? Yarın bir yerde, bir kitapta, bir mecmuada ya da bir internet sitesinde, “Falan yerdeki adam Nastûriymiş!” derlerse ne dersiniz? “Filan adam Süryâniymiş!” deyip her yere yayarlarsa ne yaparsınız? Milletin teveccüh ettiği makamları tutanlar hakkında “şu Nusayrî”, “bu Sabataycı”, “o dönme”, “öbürü Ermeni”, “diğeri Rum” şeklinde alternatif fişler oluşturulur, iddialar ortaya atılır ve bunlar kulaktan kulağa yayılırsa, ne eder ve ne cevap verirsiniz? Tekrar milletin güven ve itimadını sağlamak için elinizden ne gelir? Acaba ağzınızla kuş tutsanız o güveni yeniden elde edebilir misiniz?


Bu fitnenin kapısını bir kez aralarsanız, Türkiye’de herkes birbirine bir kulp takar; bugün siz falanı-filanı bazı yanlarıyla karalarsınız; elinizdeki imkanları fişlemede kullanırsınız.. fakat, “Keser döner, sap döner, gün olur hesap döner”; bir gün gelir, fırsatlar başkalarının ellerine geçer. İşte o zaman da, onlar sizi Nastûrîliğinizle karalar mı karalamaz mı?! Süryânîliğinizi dile dolar mı dolamaz mı?! Yakın geçmişte kendi döneminin millî eğitim bakanı, devlet büyüklerinden bir tanesi için “O Süryânî’dir” demişti ve bu söz tekzip edilmemişti. Şayet, siz bu tür fişlemelere müsaade ederseniz, gün gelir herkes birbirine bakarken “Acaba bu Nastûrî mi?” “Bu Süryânî mi?” “Bu Ermeni mi?” “Bu Rum mu?” kuşkusuyla bakmaya başlar. Neticede, bu güzel ülkede birlik ve beraberlikten eser kalmaz.


Öyleyse, özellikle de çok kritik bir dönemden geçtiğimiz şu günlerde, milletimizi “şu”, “bu” gibi kamplara ayırmak vatana, millete ihanet olur. Hayır, bu ülkede “şu”, “bu” yoktur; bu vatanın insanları vardır. Türkiye, kıtaların kesiştiği bir noktadadır; değişik değişik kavimlerin uğrayıp geçtiği ve birbiriyle karışıp kaynaştığı bir mevkidedir. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak, Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda Atatürk, “Kim kendini Türk hissediyorsa o Türk’tür; o bu ülkenin vatandaşıdır.” demiş ve bir beraberlik mülahazası ortaya koymuştur. Kendi şahsî görüşleriyle o mülahazayı delmeye kalkanlar, saygı duyduklarını söyledikleri bir insanın sözünü delmiş sayılırlar ki, bu başta –bağışlayın– ona karşı küstahlık va terbiyesizlik olur.


Bu açıdan, meseleye bakarken sadece bazı insanların fişlenmesi zaviyesinden bakmamalı. Bunu, herkesin birbirini fişlemesine ve milletin bölünmesine zemin hazırlama gibi değerlendirmeli ve böyle çirkin bir işe asla rıza gösterilmemeli. Aksi halde, nüfus kütükleri ortada.. nüfus kayıtlarına sıra gelirse, kimin soyunun ne olduğu ve nereye dayandığı iki dede sonra meydana çıkar; kimin Ermeni, kimin Süryânî ve kimin Nastûrî olduğu belli olur. Peki belli olsa ne olur? Bir dönemde kavga vesilesi yapılan hususlar bir kere daha ortaya dökülür ve fitne ateşi yeniden alevlenir. Şayet, dün ayrılıklara ve ihtilaflara sebep teşkil eden duyguları bugün tekrar tahrik eder, hortlatır ve onlara reenkarnasyon yaşatırsanız, ülkeyi sonu gelmez kavga ve kargaşaların içine atmış olursunuz.


Öyleyse, geçmişte kavgaya vesile olmuş bütün mülahazaları maziye gömüp, çatışmalara sevk eden bütün düşünceleri elden geldiğince baskı altına alıp birlik ve beraberliğimizi korumalıyız. Evet, biz, çoluğu-çocuğuyla, kadını-erkeğiyle hepimiz tek milletiz ve –Başbakan’ın yüksek sesle ifade ettiği gibi– birbirimizi seviyoruz. Ülkenin her bucağı aynı kıymette bizim gönlümüzde; bu vatanın her yanına âşığız. Odamda, bu ülkenin her tarafından gelen yetmiş çeşit toprak var; ben Kâbe’den gelmiş gibi onları alıp gözüme sürüyor ve öpüyorum. Hiçbir ilin toprağını ayırmadığım gibi hiçbir yörenin insanını da ayırmadan hepsinin ayağına yüz sürerim. Vatanımın her karış toprağını aziz bildiğim gibi onun her ferdini de bir parçam kabul eder, herkese saygı duyarım. Kanaatimce, şayet meseleye bu mülahazalarla yaklaşmazsak ve bir kısım toy insanların acemice, cahilce, muhakemesizce oynadıkları oyunlara aldanırsak, –hafizanallah– zaten bir parça kalmış ülkemizi iftiraka ve fitneye kurban vermiş ve halkımızı da birbirine düşürmüş oluruz.


Kışkırtan da Kışkırtmalara Şiddetle Karşı Koyan da Aynı Ekipten


İşte görüyorsunuz, zaten bazıları halkı sürekli tahrik ediyor, provokasyon peşinde koşuyor ve her yanda kan gövdeyi götürsün diye uğraşıyorlar. Aylarca evvel, “Bazı şer güçler kirli oyunlar peşinde; haince planlar yapıyorlar ve planlarını gerçekleştirmek için milislerini de hazır bekletiyorlar. Bir anda ülkenin dört bir yanında halkı kışkırtanlar, galeyana gelmiş görünenler ve onlara karşı koyanlar hep aynı ekipten. Büyük provokasyonlarla Türkiye’yi kan gölüne çevirmek istiyorlar.” dediğim zaman, kendini bilmez ve işgüzar bir talihsiz Meclis’te benim hakkımda soru önergesi vermek istedi.. “Bu iddialarını isbat etsin” dedi. İşte, hadiseler isbat ediyor. Görünen köy kılavuz istemez. Türkiye’nin gelişmesini, ilerlemesini, güçlenmesini, Avrupa Birliği’ne girmesini ve devletler muvazenesinde kaybettiği yerini ihraz etmesini istemeyenler, halkı ırkî mülahazalarla birbirine düşürmeye çalışıyorlar; hoşgörüyü, diyaloğu, konuma saygıyı ve barış atmosferini dinamitliyorlar.. ve maalesef, toplum içindeki değişik güç ve kuvvetler tearuzların ve tesakutların ağında, zıtlaşmaların ve karşılıklı çelmeleşmelerin arasında birbirlerini yiyor ve başkalarına karşı koyacak tâkat bulamıyorlar. Bu açıdan, ülkeyi iç içe kısır döngülerin ortasına atabilecek böylesi teşebbüslere karşı asla müsamahalı olmamalısınız. Gerekirse bu uğurda ölmeye rıza göstermeli, iftiraklara karşı göğsünüzü germeli ve –birinin dediği gibi– “İlle de kan dökmek istiyorsanız, gelin beni öldürün. Ama ne olur birbirinize el kaldırmayın!” demelisiniz. Ne adliyeyi askeriyeyle, ne askeriyeyi hükümetle ve ne de devletin idarecisini, valisini, kaymakamını, hâkimini başka müesseselerin temsilcileriyle karşı karşıya getirmemeli, bu konuda çok hassas davranmalısınız.


Eşkiyayı Fişleyen Var mı?


Mevzuyla alakalı son bir hususu daha arz etmek istiyorum: Medyanın eline düşen fişlere bakılırsa, herkes için çok ciddi bir takip söz konusu. İnsanların en mahrem halleri bile mercek altında. Takip etme ve fişleme çerçevesi şahısları aşarak aile fertlerine ve hatta bir iki kuşak aşağı ya da yukarı soy kütüklerine kadar uzanmış. Mesela, dedesinin külahı bahane edilerek torunun önü kesiliyor. Annesinin başörtüsünden dolayı kaymakamlığa giden yolda oğlun önüne engel konuyor. Buzdolabında ya da çöp kutusunda içki şişesi olup olmadığına bile bakılıp, şayet varsa bu bir modernlik emaresi, yoksa irtica işareti kabul ediliyor. Bütün bu kareleri yan yana getirince görüyorsunuz ki, herkes –emniyet ifadesiyle– yakın takibe alınmış. Demek ki, evlerin içi böceklerle doldurulmuş, kameralar ve vericiler işbaşında; herkesin annesinin başının örtüsüyle, eşinin giydiği elbiseyle meşgul olunuyor.. yediği-içtiği bile kayda geçiriliyor.


İşte, bu noktada insan sormadan edemiyor: Allah aşkına, onca takip imkanınız ve bu konuda teknolojiyi sonuna kadar kullanma gücünüz varsa, hemen her gün bir delikten çıkıp gelerek Mehmetçiğin kanını döken eşkiyayı niçin takip etmiyorsunuz? Neden bu imkanlarınızı, gözünüzün içine baka baka şehirlerinizin ortasına kadar inen ve onca askerimizi şehit eden haydutları izlemek ve haklarından gelmek için kullanmıyorsunuz? Niye ülkenin dört bucağında provokasyonlar çıkaran, halkı kışkırtıp kaos ortamı hazırlayan ve anarşiye sebep olan hainleri tesbit etmek ve cezalandırmak için uğraşmıyorsunuz?


Şayet, öyle bir gücünüz varsa, Kuzey Irak’ı kontrol altında tutun. Eğer denetlemeniz icab ediyorsa, Suriye’yi denetleyin. Bütün kapıları çok sıkı kontrol edin, giriş noktalarını yakın takibe alın; ülkenize tek şakinin sızmasına dahi meydan vermeyin; içeriye kamyon kamyon silah sokan, uyuşturucu taşıyan mücrimlere göz açtırmayın. Televizyon haberlerine göre, her gün tonlarca eroin, morfin ve daha bilmem hangi uyuşturucu çeşidi tırlarla Türkiye’ye akıtılıyor. Sonra onlar ne oluyor belli değil; yakalananlar kaçırılanların ne kadarı kimse bilmiyor. O kadar kanlı katil, bugüne dek hiç görmediğimiz silahları ülkemize sokuyorlar; onlar nereye gidiyor, kimin eline geçiyor ve onlarla hangi cinayetler işleniyor bu da belli değil.


Şimdi eğer sizin fişleme kabiliyetiniz varsa, suçluyu tesbit edebilme imkanları elinizdeyse ve azıcık insafınız, bir nebze iz’anınız da kalmışsa, madem Cumhuriyet’e ve Demokrasi’ye zarar verebilecek insanları belirleme istidadına sahipsiniz, o zaman masum vatan evladını izlemekten vazgeçip bu ülkenin temeline dinamit yerleştiren zalimleri takip etmeniz gerekmez mi?! “Dedesinin dedesi falan yere mensupmuş” bahanesiyle özbeöz Anadolu insanının peşine hafiyeler takacağınıza, sırf geçmişiyle ve ruh köküyle alakası olduğu için onu fişleyeceğinize ve dedesinden dolayı torunun yoluna engeller koyacağınıza, bu milletin temel dinamiklerinin dibine bomba koyan uğursuzları takip etmeli ve fişleyecekseniz onları fişlemeli değil misiniz?!


Sorumlular Mutlaka Hesaba Çekilmeli


İşte bütün bu hususları düşününce, belli bir noktayı ihraz etmiş bir insanın ya da bazı insanların böyle bir cinnete ve hezeyana girmesine ihtimal vermiyorum. Bu işin içinde bir yanlışlık olduğunu zannediyorum. Belki, kendi başına buyruk bir kaç insan böyle şeni’ bir suçu işlemiş ve belli bir kesime isnad etmişlerdir diye düşünüyorum. Çünkü, öyle bir aptallığı toplum için hayatî ehemmiyeti olan bir kurumun bünyesindeki bir insana yakıştıramıyor ve mantıklı bir mahmil arıyorum. Bu ülkede, durumdan vazife çıkaran kimselerin hiç de az olmadığı herkesin malumu. Fakat, bir iki memur yapmışsa bile, bu bir skandaldır; onların amirlerinin mutlaka bu meseleye el atmaları, işin üzerine gitmeleri ve sorumlular hakkında kanunî muamele başlatmaları gerekmektedir. Her hukuk devletinde, fişleme bir suçtur; bizim tâbi bulunduğumuz idari sistem de böyle bir işe cevaz vermez. Bu itibarla da, aklı başında olan insanlara düşen vazife, bu işin sorumlularını bulup hukuka teslim etmek ve kendi müesseselerini aklamaktır, temsil ettikleri kurumun ak olduğunu ortaya koymaktır.


Bunları söylemek bana düşer miydi düşmez miydi, bilemeyeceğim. Ne var ki, ben bir Türk vatandaşıyım ve bu milletin bir ferdiyim; onunla alakalı her mesele beni de çok alakadar ediyor. Türkiye’nin bir avuç toprağının birileri tarafından çalınacağının hayali bile yüreğimi ağzıma getiriyor. Kimsenin vatanseverliğini ve milletperverliğini sorgulama gibi bir niyetim yok; fakat, kendi açımdan rahatlıkla diyebilirim ki, Türkiye’yi çoklarının sevemeyeceği kadar çok seviyorum. Çünkü, benim dünyada başka bir şeyim yok; bir Türkiyem var gözümde tüten; dağıyla taşıyla, insanlarıyla hatıralarıyla ve bir de yetmiş yerinden gelen, odamın her yanını süsleyen ve bana okyanus ötesinden vatan kokuları sunan toprağıyla…


Hiç garazım yok bu sözlerimde; kimseye karşı nefretim de yok. Otuz seneden beri aleyhimde yazı yazan bir insan bile öbür âlemde karşıma çıksa, zannediyorum, orada kendi mutluluğumu unutur, elinden tutup onun için bir iyilik yapmak isterim. Otuz sene boyunca hilaf-ı vakî beyanlarını köşesine taşımaktan hiç sıkılmayan ve belki bin defa tekzip edilmesine, tashih ve tazminat davalarında suçlu bulunmasına rağmen yine de karalama kampayasını sürdüren, hatta iftiralarıyla başkalarını da idlâl eden bir insan hakkındaki mülahazam bile bu istikamettedir ve bu benim ruh haletimin gereğidir. Sun’î Mevlânâlık yapmıyorum; içime Allah’ın koyduğu şefkati seslendiriyorum. Ben insanım; bu düşüncemi de insanlığımın icabı sayıyor ve öbür türlüsünü karakter bozukluğu, cinnet ve hezeyan olarak kabul ediyorum.


Allah inayetini ülkemizin ve milletimizin üzerinden eksik etmesin; yanlış iş yapanlara akıl ve fikir ihsan eylesin. Yanlış hiçbir iş yapmadıkları halde ciddi töhmet altında bulunanları da Cenâb-ı Hak en yakın zamanda aklasın, her iki dünyada da yüzlerini ak etsin!..