Yeminleşelim mi?

Yeminleşelim mi?
Mp3 indir

Mp4 indir

HD indir

Share

Paylaş

Soru: Bazı kötü niyetli insanlar, zât-ı âlînizi Martin Luther ve Humeynî gibi dînî liderlere ve bu gönüllüler hareketini de onların devrim niteliğindeki hareketlerine benzetiyorlar. Bu tür söylenti ve iddiaları nasıl değerlendirirsiniz?

Cevap: Bu tür mülahazaların çok yaygın olacağına ihtimal vermiyorum. Fakat, herkes bazı şeyleri istediği gibi değerlendirebilir. Her değerlendirmenin mutlaka mantıkî bir mahmilinin bulunması da gerekmez; zira, çoğu zaman değerlendiren insanların durumları ve ruh haletleri akıl ve mantık dinlemeden değerlendirmelere yön verir. Mesela, bugün dünyanın büyük bir bölümünde –Türkiye’yi de bu mevzuda müstesna göremeyiz– ciddi bir paranoya yaşanıyor. Paranoya yaşayan insanlar, sokaktan geçen herkesin kendileri için üç adım ötede bir komplo hazırladığı endişesini taşırlar. Bu tür fertlerden meydana gelen bir toplumda hükümler vak’alara ve gerçeklere göre verilmez; pek çok şey ihtimallere bina edilir ve hükümler muhtemellere göre verilir. Oysa ki, hukuk vukuât üzerine müessestir, ihtimaller üzerine değil; vak’alar esas olmalıdır, muhtemeller değil. Dolayısıyla, paranoyak insanlar, bazılarının mehdîlik iddiasında olduğunu ve Mehdî gibi bir görüntü sergilediğini; bazılarının Heraklit gibi bir tavır takındığını söylerler; kimisine Humeynî, kimisine de Martin Luther taslağı olmayı layık görürler. Bazen bu söylentileri doğrulayan insanlar da zuhur edebilir. Mesela, birisine, “Sana bir Humeynî nazarıyla bakabilir miyiz?” dendiğinde o çok rahatlıkla demişti ki, “Humeynî’ye ‘ben’ nazarıyla bakabilirsiniz.”

Şahsen ben bir Mehdî, bir halaskâr, bir Heraklit ve bir Mesih olma mülahazalarını -değişik zamanlarda arz ettiğim ve geçenlerde daha derli-toplu anlatmaya çalıştığım gibi- rüyama bile misafir etmeyecek kadar bu iddialardan uzağım ve haddini bilip boynu tasmalı kulluğa rıza gösterenlerdenim. “Kullardan bir kul” olarak Allah’ın rızasını kazanmaktan başka her türlü düşüncenin ve hele fâikiyet (üstünlük) mülahazasının karşısındayım. Bu meseleye bakışım, hem benim inancımı, hem hassasiyetimi, hem de aynı zamanda Allah karşısında duruşumu aksettirir. Bu yüzden, o çok hassas bir konudur. Onlar istediklerine Humeynî diyebilirler; istediklerini de başka birine benzetebilirler. Belki bazıları hiç utanmadan, iftirayı daha da ileriye götürerek, daha başka kimselerden, günümüzdeki anarşistlerden, teröristlerden birinin adıyla bizim adımızı beraber de telaffuz edebilirler. Meselenin şakasına bile gönlüm razı olmadığından isim zikretmiyorum. Onların kullanabilecekleri türden bir sürü isim vardır ve onlar bazı dönemlerde hususiyle bazı isimleri hedeflerine uygun olarak dillerine pelesenk ederler.

Bu iddialarda bulunanlar, şâyet evhamlı kimselerse ve bir paranoya yaşıyorlarsa ya da kendileri o türlü düşüncelere sahiplerse ve bazı tarihi şahıslara benzeme, toplumların kaderine değişik yollarla ve entrikalarla hâkim olma, hatta hâkim olmanın da ötesinde hâkimiyetlerini bütün bütün tahkîm etme gibi planları varsa; kendilerini birer put yerine koyup herkesin onlara saygı duymasını arzu ediyorlarsa.. o tür insanların, kendilerine zıt gibi gördükleri alternatiflerin en küçüğüne bile tahammülleri yoktur ve alternatif gördükleri kimseleri bir an önce en azından halkın nazarında yok etmek birinci işleridir. Onlara göre, bugün olmasa da yüz sene sonra bile kendi ad ve sanları, milletin zihninden ve tarihin hafızasından silinecekse, bunu silmeye namzet gibi görünen muhtemel kimselerin kökünü kazımak lazımdır. Çünkü onlar, öldükten sonra dirilmeye inanmasalar bile, –o nasıl ve ne türlü bir şöhret tutkusu ise– cenaze merasimlerine çok insanın iştirak etmesini arzu ederler; mezarlarının başında ağıtların yakılmasını isterler; hayat boyu yaptıkları dalaverelere, o korkunç yalanlara destan tutulmasını arzularlar; bunlarınkine dense dense şöhretin şeytancasının ötesi aptalcası denebilir. İşte onlar hayatlarını bu türlü şeylere adamışlarsa şâyet; bu türlü duygu ve düşüncelerin vehim üretmesi ve onlara paranoya yaşatması normaldir. Meseleyi hep kendilerine bağlamışlarsa, hep “biz” diyorlarsa; kim bilir, belki belli bir dönemde elde ettikleri şeyleri de kendi vehimleri çizgisinde ve başkalarından endişe ettikleri yollarla elde etmişlerse herkesi de kendileri gibi görüp düşünüyorlardır.

Eğer bunlar bir de genellikle kimlik problemi olan kimselerse ve bir dönemde bazı milletlerin dem’ ve damarlarına entrikalı ve komplolu yollarla işlemişlerse, herkesi kendileri gibi entrikacı ve komplocu olarak görüyorlardır ve bu kadar evhama gömülmüş kimselere bir şey anlatmak da çok zordur. Nasıl anlatabilirsiniz ki? Belki, şöyle–böyle kendinizi ifade edebilecek durumu ihraz ettikten sonra tavrınızı ortaya koyarsanız onlarınkine benzer bir talebiniz olmadığını anlayacaklardır. Fakat, ben kendimi tam ifade edip onları inandırabileceğim durumu hiçbir zaman ihraz etmedim; böyle bir beklentim de hiç olmadı. Mesela, bir parlementer veya bir bakan olsaydım, belki istiğnamı ortaya koyabilir ve o zaman onları inandırabilirdim. Fakat, hiç öyle bir fırsatım ve o fırsata karşı bir arzum da olmadı. Hem, tefahur olur diye de çok utanıyor ve zikretmek istemiyorum ama, daha 25 yaşımdayken ayağıma kadar gelmişti o fırsat, ben elimin tersiyle ittim. Değil parlementerlik, çok küçük bir idarecilik bile istemedim; Kur’an kurslarında veya yurtlarda idarecilik gibi şeyleri bile kabul etmedim. Eğer siz, kanınızın delice aktığı o gençlik döneminizde dahi bu ölçüde bir istiğna sergiliyorsanız, aslında bu sizin karakterinizi ortaya koyma açısından yeterlidir.. neye tâlibsiniz?.. ne istiyorsunuz?.. neyin arkasındasınız?.. gibi soruların cevabı için o tavır ve tutumunuz kâfî gelir. -Meseleyi sadece bir şahsa bağlamak istemediğimden dolayı duygularımı ifade etmekte zorlanıyorum. Çünkü, “ben” demek çok çirkin bir şeydir; kendinizden bir şeyi nefyederken de, kendinizi ifade adına da “ben” demek çirkindir. Hususiyle de, hayatını mahviyet ve tevazu arayışı içinde geçiren ve sürekli mütevazi olmayı arzu eden kimseler için “ben” ile başlayan cümlelerle konuşmak yakışıksızdır. Neylersiniz ki, sorunun muhatabı “ben” olunca başka türlü ifade etmem de mümkün olmuyor.- Evet, 15 yaşımdan beri cami kürsülerinde vaaz ediyorum; ömrüm kulübelerde, cami pencerelerinde geçti. Dünümle, bugünümle tam 50 senedir insanlar fakiri tanıyorlar. Aslında, şu ana kadarki hayat çizgim o tür iddialara karşı en güzel bir cevaptır.

Bu konuda kim yalancı ise…

Bu mülahazaları arkadaşlarım adına da çok rahatlıkla serdedebilirim. Kimdir benim arkadaşlarım? İsimlerini bilmesem, sima olarak kendilerini tanımasam da, dine ve millete hizmet saydığım meselelerde, yaşatmak için yaşama duygu ve düşüncesinde, benimle aynı şeyleri paylaşan insanlara, “dost, arkadaş, taraftar, muhib, sempatizan” diyorum. Bunlar, “milletimize şu çerçevede hizmet faydalı olur” mülahazasına inanmış insanlardır; siz bir şey söylüyorsunuz, onlar da beğeniyor, o fikri sahipleniyor ve taklid ediyorlar. İşte, aynı mülahazaları bu çerçevedeki arkadaşlarım hakkında da rahatlıkla söyleyebilirim: Bizim, Allah’ın rızasından başka hiçbir talebimiz olmadı. Allah’ın rızasını kazanma mevzuunda da, Cenâbı Hakk’ın nâm-ı celîlini insanlara duyurmayı ve bin senelik kültürümüzü insanlığa tanıtmayı en büyük vesile olarak kabul ettik. O hoşgörü anlayışımızın ve diyalog gayretlerimizin altındaki mülahaza da budur; bütün insanları kucaklama isteğimiz de bu düşünceye dayanmaktadır. Çünkü, siz insanlara bağrınızı açmazsanız, hiç kimse de sizin değerlerinize bağrını açmaz. Siz birilerini dinlemezseniz, kendinizi başkalarına dinletme fırsatını elde edemezsiniz.

Acaba Cenâb-ı Hakk’ı kendi anladığımız manada başkalarına da anlatabilir miyiz? Bizim şu kadîm, eski ama çok önemli tecrübeler üzerinde gelişmiş kültürümüzü başkalarına tanıtabilir miyiz? Bazı fasl-ı müştereklere ulaşabilir miyiz? Bu düşüncelere bağlı kalarak bazı şeyler yaparken Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanabilir miyiz?… İşte mülahazalarım hep bunlar oldu. Büyük ölçüde, bu işi beğenen, bu uğurdaki gayretleri bir hizmet olarak gören ve hakikaten bu çizgide hizmet vermek isteyen arkadaşların düşüncelerinin de böyle olduğuna yemin edebilirim. Hatta müsadenizle şöyle diyeyim: Âl-i İmran Suresi’nin 61. ayetine “mübahele” âyeti denir. Ayette, “Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle ÃŽsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: “Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.” denmektedir. Mübahele: “Hangi taraf yalancı ise Allah’ın ona lânet etmesini gönülden istemek” demektir. Hicri 9. yılda Necran Hristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet, başlarında liderleri olarak Medine’ye gelip Peygamber Efendimiz’le kıyasıya tartışmış, hakikati kabule bir türlü yanaşmamışlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil olunca, Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ilahi emir gereği mübaheleyi teklif etmişti. Necranlılar düşünmek için mühlet istemişlerdi. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Efendimizin yanına geldiklerinde bakmışlardı ki; O, Hazreti Hüseyin’i kucağına almış, Hazreti Hasan’ın elinden tutmuş, Fatıma annemiz ile Hazreti Ali’yi arkasına katarak “Ben dua edince siz de “âmin” dersiniz” diyor. Heyecana kapılan hey’et başkanı hemen mübaheleyi kabul etmediklerini bildirmiş, vatandaşlık vergisi vererek İslâm hâkimiyeti altında yaşamayı benimsediklerini söylemişti. Peygamber Efendimiz de onlara, kendilerine tanınan hakları ve yükümlülükleri bildiren bir emanname vermişti.

İşte, Efendimiz aleyhissalatu vesselam ile Necranlı Hristiyanlar arasında cereyan eden hâdise münasebetiyle orada teklif edildiği gibi ben de asılsız iddia ve isnatlarla sürekli bize saldıranları o türden bir ibtihale çağırabilirim. Nasıl?.. Lisanımı bedduaya alıştırmadığım için ifade etmekte zorlanacağım ama mesela ben “Eğer teşvikçisi olduğum şu hizmetlerde dünyevî bir hedefim varsa; mesela, Türkiye’yi bütün zenginliğiyle ve imkanlarıyla getirip bana teslim etseler, onu, küçük tahta kulübemdeki hayatıma tercih edecek ve makama-mansıba, mala-mülke temayülde bulunacaksam Allah beni yerin dibine geçirsin” diyeyim ve 70 milyon Türk insanı da buna “âmin” desin. Yok onlar iddialarında yanılıyorlar ve o isnatları kasıtlı olarak dile getiriyorlarsa -şimdi kimseye beddua etmek istemiyorum ama eğer çocukluk hâlim olsaydı belki şöyle diyebilirdim- “Allah onların yuvalarını başlarına yıksın, evlerine ateş salsın, düzenlerini başlarına geçirsin, yer parça parça olsun da yerin dibine batsınlar” diyeyim. Ben demesem de, bu bedduaları üslubuma ve kulluk anlayışıma ters bulsam da, Anadolu’da bunu diyen bir sürü masum ve muztar insan vardır şu anda. Evet ben demesem de, O Allâmu’l-guyûb olan Allah’ın yapılan zulümleri karşılıksız bırakmayacağına da inancım tamdır. O Haziran fırtınasından sonra da diş gösteren, çelme takan, iftira eden ve dine saldıran nice müfsid vardı.. ben beddua etmedim onlara, “Allah’tan bulsunlar” bile demedim. Ama biliyordum ki, benim şahsımda dine saldıran ve o ölçüde müslümanlara düşmanlık yapan kimseler Allah’tan bulacaklardır. O Rabb-i Kerîm’ime, “Hasbunallahu ve ni’mel vekîl” diyerek öyle itimad ediyorum ki, biz O’nun yolunda isek ve ben şu ahd-ü peymânımda samimi isem, bundan sonra da o diş gösterenleri ve pençesiyle tehdit edenleri Allah Teala iflah etmeyecektir.

Evet, ben yemin ediyorum; O’nun nâm-ı celîlini î’lâ ederek ve O’nun adını bütün dünyaya anlatarak Allah’ın rızasını kazanma dışında bir gaye ve hedefim yoktur. Hoşgörü derken de, bazı şeyleri hoşgörmezken de hep bu gaye ve hedefe bağlı kaldım. Küfrü hoşgörmedim ben; dalâleti hoş görmedim. Ama hiçbir zaman, bir kâfire ya da fırak-ı dâlleye mensup herhangi bir ferde karşı da tavır almadım. Ben kötü sıfata karşı tavır aldım. İnsanlara kızmadım; kötülüklere, kötü sıfatlara kızdım. Acaba yakın durma, yumuşaklık ve mülayemet o insanlara bir şey ifade etme adına fayda getirir mi, dedim ve bu mülahazaya uygun davrandım. Bir kere daha diyeyim: Eğer, Allah rızasının dışında, Allah’ın nâm-ı celîlini duyurma haricinde bir sevdam varsa, Rabbim şuracıkta canımı alsın.. siz de buna “âmin” deyin. Yok onların iddia ettikleri gibi değilse, ben onları Allâmu’l-guyûb olan Hazreti Allah’a havale ediyorum.

Kimseyi lânetlemedik!..

Bir diğer husus da şudur: Onların, adlarını söyledikleri ve sizin de sorunuzda zikrettiğiniz insanların hiçbirine karşı içimde zerre kadar sempati duymadım. Ve hiçbirinin yoluna da sempatiyle yaklaşmadım. Bırakın sempatiyi, onların yapıp ettiklerini alakayla takip bile etmedim. Bana o türlü meselelerin aktörlerini sorsanız, iki tanesinden fazlasının ismini de söyleyemem, unutmuşumdur. Çünkü o kadar alakasız kaldım ben onlara. Benim yürekten alaka duyduğum bir şey vardır; o da, Rabbimdir, Peygamberimdir, Kur’anımdır. Alaka duyduğum Rabbimden, Peygamberimden ve Kur’anımdan dolayı benden nefret edenler ve onları yâd etmemden ötürü sözlerimden rahatsızlık duyanlar varsa, onları da kin ve nefretleriyle başbaşa bırakıyor ve Allah’a havale ediyorum. Kendi şahsî yatırımı adına dünya kadar taşlar diken insanların dünyada dikili bir taşı olmayan ve kendini Hakk’a adamaktan başka bir mülahazası bulunmayan birisine asılsız isnatlarla saldırmaları affedilir gibi değildir. Ben bana ait hakları affedebilirim ama bilmem ki, Cenâb-ı Hakk kendisine âit, bu gönüllüler hareketinin arkasında olan, bilinen-bilinmeyen bir sürü mü’mine, Anadolu insanına ait hakları affeder mi, affetmez mi?!.

Ben, çoklarının diş gösterdiği, bazılarının “tamam, işini bitirdik” deyip sevindiği en şiddetli dönemde bile Mevlana gibi, Yunus Emre gibi, Ahmet Yesevî gibi yazdım ve konuştum. O günkü hissiyatım bugün mecmualarda mevcuttur, alıp baksınlar. Ve hissiyatımı, kendi su-i zanlarıyla değil, benim ifadelerimle değerlendirsinler. Öfkelenmedim, kızmadım, beddua etmedim, kahriye okumadım, “anneleri–babaları ağlasın” demedim. Belki başkaları diyordur; Anadolu’da binlerce insan, bu makul hizmetlere karşı böyle düşmanca bir tavır alındığından dolayı belki “dine kasdî düşmanlık edenlerin evlerine ateş düşsün, evlatları yetim kalsın, anaları ağlasın…” falan diyorlardır. Fakat benim üslubumu bilenler, zannediyorum, onlara da hidayet temennisinde bulunacak, Allah’ın affetmesini dileyecek ve hatta şimdiden, ahirette müminlerin karşısına çıkıp baygın baygın baktıkları o acıklı durumu tasavvur edecek ve o bahtsızların haline acıyacaklardır.. acıyacak ve “Allah’ım sen onları da affeyle, onlara da hidayet et” diyeceklerdir..

Allah’a havale ediyoruz!..

Evet, biz en zor günlerde, en amansız şekilde düşmanlık yapanlar hakkında bile tel’ine, bedduaya “âmin” demedik, kimseye lânet ve kahriye okumadık. Belki onlar hakkında en acı tercihimiz, onları Allah’a havale etme şeklinde oldu. O havaleyi de yine Efendimizi taklîden yaptık. Hiçbirimiz O’ndan daha merhametli ve daha şefkatli olamayız. Allah Rasulü, “Allahümme aleyke bi-Ebî Cehl, Allahümme aleyke bi-Utbe, Allahümme aleyke bi-Şeybe, Allahümme alyeyke bi-Velid ibni Utbe” demiş, o günün din düşmanlarını, Ebu Cehil, Utbe, Şeybe ve Velid gibilerini Allah’a havale etmiştir. Havale etme de, “Allah’ım Sen bilirsin, Sen ne dilersen onu yap” demektir. Kaldı ki, ben havale etmeyi bile Allah’tan hidayet temenni etme alternatifine bağlayarak dile getirdim hayatım boyunca. Hâlâ da aynı alternatifle beraber söylüyorum: “Allah’ım hidayetlerini murad buyurduklarını hidayet eyle, onların gözlerini de hakikate aç, kalblerini sevgiyle donat. Yok öyle murad buyurmuyorsan Sana havale ediyorum, ne istersen onu yap” diyorum. Dünyada hiçbir din mensubu, hatta hiçbir dinsizin de bu mülahazayı sert bulacağına ve buna itiraz edeceğine ihtimal vermiyorum.

Şu kadar var ki; Peygamber Efendimiz, Ebû Cehil’in ayağına defalarca gitmiş, elli defa reddedilmesine rağmen, ellibirinci defa yine gayet yumuşak bir şekilde, kavl-i leyyin üzere O’na içini dökmüştü. İşte, herhalde bizim de, bize hasım gibi davrananların ayağına aynı ısrarla gitmemiz gerekirdi. Aslında gidip görüşme talebinde bulunduklarımız olmuştu; bazıları inatla kapıları yüzümüze de kapatmıştı ama reddetmelerine ve kapıdan kovmalarına rağmen defalarca gidip kendimizi mutlaka anlatmamız lazımdı. “Bizim dünya mülahazamız yok, sizin zannettiğiniz gibi bir iddia peşinde değiliz.” dememiz ve sürekli “Ehl-i dünya dünyada, ehl-i ukbâ ukbâda, her biri bir sevdâda, bana Allah’ım gerek” diyerek en samimi hislerimizi onlarla da paylaşmamız icap ederdi. O hoşgörü ve diyalog sürecinde görüştüğümüz insanlarda belli bir ölçüde bir yumuşama meydana gelmişti. Biraraya geldiğimiz insanların çoğu, okumuş, kendini yetiştirmiş, firaset sahibi ve insanı tartmasını bilen kimselerdi ve en azından yüz yüze gelince kendilerine göre bir kısım değerlendirmelerde bulunmuşlardı.. bizi daha yakından tanımış ve daha sonra aleyhimizde koparılan fırtınaya rağmen de ağızlarını, gözlerini bozmamış, olumlu üslublarını değiştirmemişlerdi.. durdukları yerde kemâl-i dikkat ve hassasiyetle nasıl durmaları gerekliyse öyle durmuş; o hoşgörü ve diyalog çağrısına, adeta atılan tek adıma koşarak gelmek suretiyle, cevap vermişlerdi. Demek ki, biz herkese ve gerektiği ölçüde kendimizi anlatamadık, düşüncelerimizi tam ifade edemedik. Maksadımızın Allah’ın rızası olduğunu; insanları aydınlatmayı ise bu mevzuda önemli bir vesile kabul ettiğimizi güzel bir üslubla dile getiremedik. İhtimal, bir üslub problemi yaşadık ve bundan dolayı da Cenâb-ı Hakk onları bize musallat etti.

Bu arada şunu da belirtmeliyim: İlle de herkes tarafından sevilme ve takdir edilme gibi bir derdimiz yoktur ve olmamalıdır. Kur’an buyuruyor ki, “İman edip, makbul ve güzel işler yapanları Rahman (hem kendi indinde, hem de mahluklar nezdinde) sevimli kılacaktır.” (Meryem, 19/96) Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu ayet münasebetiyle buyurmuştur ki: “Yüce Allah bir kulunu sevince Cebrail’e, “Ben falanı/falanları sevdim, sen de sev” der. Bunun üzerine Cebrail (a.s.) da onu sever ve gökte olan meleklere, “Allah falanı sevmiştir, siz de seviniz!” diye nida eder. Artık göklerdekiler de onu sever. Sonra yeryüzünde de onun için bir sevgi yerleşmiş olur.” Evet, iman edip salih amellere yapışanlar hakkında yerde ve gökte sevgi vaz’edilir. Fakat, imana, mü’mine, İslam’a, müslime cibillî olarak düşmanlık besleyenler onları da tabii ki sevmeyeceklerdir. Bugün de dine-diyanete karşı düşmanlık yapanlar varsa, kendinizi onlara kat’iyen sevdiremezsiniz.

Kendi üslubumuzdan fedakarlıkta bulunamayız!…

Ama yine de biz, muhataplarımız kim olursa olsun, insanları ayırt etmeden herkese teveccühte bulunmalı, el sıkmalı, bağrımızı açmalıyız. “Kötülüğü iyilikle sav” hadis-i şerifi gereği, kim olursa olsun, insanlara iyilikle mukabele etmeliyiz. Nihayet insandır, insanca tavır hakiki insanı yumuşatır; vahşice tavır ise insanı bile vahşileştirir. Bizim üslubumuz her zaman bu olmalı ve başkaları ne yaparsa yapsın, biz kendi üslubumuzdan fedakarlıkta bulunmamalıyız. Bu üslubdan dolayı bize takdir edilen yer zindan ve loş hücreler olabilir. Bizi tanımayacaklarmış, ezip geçeceklermiş, presleyeceklermiş; bize işkence edecek, sürgün yaşatacak ve bulunduğumuz yerde bile rahat bırakmayacaklarmış… o zulümlere maruz kalmakla üslubumuzu korumak arasında tercih yapmak zorunda kaldığımız zaman bile biz üslubumuzu tercih etmeliyiz. Yine sevmeli, yine şefkatle bağrımızı açmalı, yine mülayim davranmalı ve yine affedici olmalıyız. Değil sadece dünyada affedici olma, o türlü mütecaviz, saldırgan ve zalim insanların ahirette göreceği cezayı düşündüğümüz zaman da “Allah’ım lûtfunla muamele et, onları da hidayete erdir, ufuklarını aç, dalalette boğma bunları, Cennete giden yolları göster” mülahazaları içimizde belirmeli; belirmeli, çünkü biz insanız ve bu bizim temel üslubumuz.

Evet, biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur bizim. Başkaları bin türlü husumet gösterseler ve husumetin bin türlüsünü bir anda çektirseler de düşmanca tavrın tekiyle bile olsa mukabelede bulunmayı düşünmeyiz. Geçeceğimiz yollara diken atan, önümüze çukurlar kazan insanlardan birini bir yerde kuyuya düşmüş görsek, yine ellerinden tutar, kaldırırız. Şahsen benim hep bir temennim olmuştur: İsimlerini tasrih etmeyeceğim, bana karşı çok kötülük yapanlar oldu. Ülkemize ihanet edenler hakkında, dıştaki hainler, zalimler, kefere ve fecere hakkında düşünmedikleri şeyleri benim hakkında düşünen insanlar gördüm. Bu kadar müsamahasız kimseler için ben ne diledim biliyor musunuz? Rabbim bana bir fırsat verse, bir zor durumda bunların ellerinden tutma imkanına sahip olsam; mesela bir yerde trafik problemi olmuş, yolda kalmış; arabama alsam, onu hâl ve tavırlarımla mahçup etmesem; ezkaza beni tanırsa “Niye böyle davranıyorsun, ben sana kötülüğün katmerlisini yapmıştım.” dese, ben de ona desem ki, “Herkes kendi karekterinin gereğini sergiler.” Dahasını söyleyeyim; ahirette kendim kurtulabilir miyim, kurtulamaz mıyım bilemiyorum. Çünkü, hiç kimse kendi ameliyle kurtulumaz; insan ancak Allah’ın rahmetiyle kurtuluşu bulur. Cennete girenler Allah’ın lûtfuyla ve rahmetiyle girerler, kendi amelleriyle ve iyilikleriyle değil. Rabbim beni de rahmet ve fazlıyla sarar sarmalarsa, belki ben de kurtulanlardan olurum. İşte, Allah lûtfeder beni de kurtarırsa ve o zaman burada kötülük yapan o insanlar karşıma çıkarlarsa, şu andaki hissiyatım itibarıyla; orada da ellerinden tutma fırsatını bana lûtfetmesini dilerim Rabbimden.

Hasılı, hakkımızda olmayacak şüphe ve isnatlar ortaya atanlar, bütün bu düşünceleri sıksalar, gönlümüzden damlayan bu niyetlerle asıl maksat ve hedefimizi çok iyi anlayabilirler. Dünya ve dünyevî beklentiler damlamaz bizim gönlümüzden.. dünya idaresi ve liderlik sevgisi damlamaz.. bütün sermayeleri müslümanlara saldırma ve diş gösterme olan marjinal bir kesimin iddia ettiği “müslüman bir diktatör” olma meyili hiç ama hiç damlamaz. Sâhi, hakiki müslüman nasıl diktatör olabilir onu da bilemiyorum. Altmışaltı yaşına giren ve çeşitli hastalıkların ağında belini doğrultamayan bir insanın diktatörlük istikametinde bir adım atma mülahazası olsaydı, o da bir çeşit liderlik düşünseydi, genç yaşlarında, arzu ve hevesâtının galeyanda olduğu bir dönemde ayağının dibine kadar gelen çok parlak tekliflerden hiç olmazsa birini kabul etmez miydi? Bu hususu da ehl-i vicdanın iz’an ve anlayışına havale ediyorum.

Fakat, her şeye rağmen, beni dinleyenlere, adını bildiğim-bilmediğim, simasını kestirdiğim-kestiremediğim, tanıdığım-tanımadığım bütün dost ve arkadaşlarıma, hatta herkese diyorum ki: Hoşgörüden geri durmayın, ama bu hususta çok büyük beklentilere de girmeyin. Herkese dostluk eli uzatın ama el uzattığınız herkesin elinizi sıkmasını da beklemeyin. Çünkü, uzattığınız ellerin boşlukta kalabileceğini de hesaba katmamışsanız inkisara ve sukut-u hayale uğrayabilirsiniz. Uzattığınız ele iğne-çuvaldız batıracak insanlar çıkabileceğini de hesaba katın. Elinize iğne batsa da kırılmayın, rahatsızlık izhar etmeyin. Muhatabınız on tane iğne batırmak suretiyle içindeki kini ve nefreti atacaksa, onun iç huzuru ve ebedi saadeti için o kadar iğnenin, çuvaldızın acısına katlanın. Onların kendi karakterlerinin gereğini sergilediklerini düşünerek siz de üslubunuzdan taviz vermeyin, kendi karakterinize göre davranın.. ve mutlaka hoşgörü deyip yürüyün, diyalog deyip yolunuza devam edin. Unutmayın ki, geleceğin huzurlu dünyasına ancak bu sayede ulaşılabilir.